+7
Koğuşta 22 tane Ülkücü var, ceplerindeki para bir kefen almaya bile yetmiyor. Ceza evi terzisi geliyor “Bu gece Halil Esendağ ile Selçuk Duracık’ı asacaklar, haberiniz olsun!” diyor.
Koğuş sessiz, çıt çıkmıyor; diller lâl olmuş, yüzler donuk. Toplanıyor tüm koğuş, ellerde Kur’an, dillerde Kur’an, gönüllerde iman. Bir ses geliyor dışarıdan, “hafif bir yağmur çiselercesine” bir ses. Ne büyük bir iman. Eğer Halil Esendağ o gün Allah’tan güneşleri yağdırmasını isteseydi, Allah güneşleri de yağdırırdı. Yürüyorlar darağacına, yan yanalar; savaşırken de, ölürken de, Kur’an-ı Kerim okudu ikisi de, helallik istediler, tekbirler getirdiler. sonra Selçuk’a döndü Halil: “Önce seni assınlar Selçuk, sen bana dayanamazsın!” diyordu. Önce Selçuk yürüdü yağlı urgan’a: mert’çesine, yiğit’çesine, Türk’çesine, dirilircesine. Tabureye çıktı, yağlı urganı geçirdiler boynuna. Arkasına döndü, helallik istedi celladından. Sonra vurdular altındaki tabureye. Sallanıyordu Selçuk, ölürken dirilircesine, dirilirken yiğitleşircesine, Sallandı, sallandı; kıble’ye doğru dönmüştü ki yüzü, o an durdu. Herkes şaşkın, tesadüf diyenler, dalga geçenler çoğunlukta.. Sonra Halil geldi, dilinde “Allah-u Ekber” sesleri, yürürken attığı vakur adımları. Yağlı urganı geçirdiler boynuna, sonra Kelime-i şehadet getirdi. Celladına döndü, o da helallik istedi. Ve bir tekmeydi bir yiğidin daha ebediyete göç etmesine sebep olan. Sallanıyordu Halil de, Başbuğ’u görürcesineydi yüzündeki tebessüm. Sallandı, sallandı; kıble’ye döndü yüzü ve bir bıçak gibi kesildi hareket edişi. Kıble’ye dönmüştü artık, Selçuk gibi durmuştu cansız bedeni. infaz erkanı şaşkın, titrek, tedirgin.
“Nasıl olur bu!” soru ile inliyor heryer, içlerinden birisi çıkıyor bir adım ileri, işaret parmağını kaldırıyor havaya ve avazı çıktığı kadar bağırıyor, meraklı gözlerle bakanların suratına:
“Vallahi bunlar ŞEHiT, vallahi bunlar ŞEHiT!”