+6
-4
nietzsche nin insan ruhuyla ilgili bana birşeyler öğretmiş tek insan dediği, dostoyevski nin muhteşem bir eseri. üzerinden hayli zaman geçmiştir ama yatağınızda, gecenin bir yarısı bu kitabı okumaya kalktığınızda kendinizi okuduğunuzu bilirsiniz. sizi anlatır yazar. ezikliğinizi, iki büklümlüğünüzü, sigaradan leş gibi kokan ağzınızı, parmak uçlarınızı, anne-baba ilişkilerindeki gerici durumları, "ben eğitimliyim, ben görgülüyüm, ben asilim.. ama madem böyleyim, etrafımdaki onca cahil insan gibi neden sosyal olamıyorum... " diye düşünürsünüz, beyin humması yaşarken, rus yazarın cinleri varmış, ve o cinleri kovmak için yazı yazıyormuş diye kavrarsınız, ama yetmez, tam anlamıyla hayal ürünü olan bu eserin toplumdaki kanayan yarayı gösterdiği de aşikarken, ne kadar bireysel olabilirim ki? çelişkisini bir kenara atıp, "tamam be, sen bir dahisin... " diyebilirsiniz..
"onlara göre duvar, durmadan düşünen, bu nedenle bir şey yapmayan bizler için olduğu gibi bir engel ya da ciddiliğine inanmadığımız halde dört elle sarıldığımız bir bahane değildir. hayır, hayır, onlar bütün içtenlikleriyle dururlar. duvar, onlar için yatıştırıcı, doğru ve kesin bir karara vardırıcı, hatta belki de gizemli bir anlam taşır... " sanki senin duvarına indirgemiştir yazar büyük bir kehanetle yaşadıklarını.. hayır. sadece bir yanılgı onunkisi, sadece kendisinin yaşamadığı çok çok zaman sonra türkiye-istanbul da bir mahallede bir çocuğun beynindeki gri hücrelerde, ışık hızıyla geçen o asosyal fakat soylu düşüncelerin rus mahallesinde bir anlatımı. gel de bu adamın cennete gitmeyecegini düşün ha? duvarlarında en azından yaşıyordur cennet dediği kavramı, kimbilir..
"..hazzın kimi inceliklerini kavrayamayan, sinirleri sağlam insanlardan söz edeyim biraz da. bu baylar, gerçi sırası gelince öküz gibi böğürüp bununla belki de büyük bir onur kazanırlar, ama demin de söyledim ya, bir zorlukla karşılaşınca siniverirler. zorluk onlarca taş duvar demektir... " düşmüşlüğün verdiği etkiyle bir yerlere saldırmaksa onun görevi, tamamiyle başarmıştır diyebilir miyiz? kanımca evettir. ayrıca insanın kime omuz attığı da sorgulanmaz pek.
"..aman tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasalarıyla iki kere ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, "ille deleceğim" diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam... " ben yokken, varolan birşeyle mücadeleye ozancasına başlamak da neymiş? aritmetiğin bellediği bir sistemde bir figuran olarak yeteri kadar asosyal olmuşuzdur.
yazar bir yerde; "..değerli okurlar, bütün bunlar bezginlikten, bir iş yapmamanın beni boğacak hale gelmesindendir." diyerek itiraf edebilmektedir hepimizin bildiği gerçeği, ama bu biraz da gerçektir, her ne kadar doğruyu söylemek acı da olsa..
anarşist düşüncelerle kavrulurken, hiç kimse adaleti ön plana almaz sanırım. "..insanın hak yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. öyleyse ilk sebep de bulunmuştur: adalet. şu halde büyük bir huzur içinde, iyi ve doğru bir iş yapıldığına inanılarak, başarıyla, rahat rahat öç alınabilir. bense burada ne adalet, ne de erdem göremediğim için salt huysuzluğum yüzünden öç almak istediğimi bilirim... "
subaya omuz atmak ne kadar rahatlatırsa insanı, yatakta, asosyalliğin ve soyluluğun doruğunda bir o kadar insan olduğumu anlıyorsam, bu eser beni anlatmaktadır diye kendimi kandırmalıyım.
- adın ne senin? diye sordum kegib kegib.
- liza.
insanı rahatsız eden bir tavırla, hemen hemen fısıldar gibi karşılık verdikten sonra gözlerini indirmişti.
ses çıkarmadım. sonra, ellerimi ensemde kenetleyip sırt üstü yattım, sıkıntılı sıkıntılı tavana bakmaya başladım. kendi kendime söylenircesine:
- bugün hava... karlı... çok berbat! dedim.
kız yanıt vermedi. sıkıntıdan patlıyordum.
bir dakika sonra başımı hafifçe ona çevirdim; sinirli bir sesle:
- buralı mısın? diye sordum.
- hayır.
- nerelisin?
- rigalıyım. (isteksiz isteksiz konuşuyordu.)
- alman mısın?
- hayır. rusum.
- epeydir mi buradasın?
- nerede?
- bu evde.
- iki haftadır.
konuşması gittikçe kegibleşiyordu. mum sönmüştü, yüzünü seçemiyordum.
- annen baban var mı?
- evet... hayır... var.
- nerede onlar?
- onlar da riga'da.
- ne iş yaparlar?
- hiç, öyle...
- ne demek "hiç öyle"? necidirler, neyle uğraşırlar?
- esnaf sınıfından.
- birlikte mi otururdunuz?
- evet.
- kaç yaşındasın?
- yirmi.
- niçin yanlarından ayrıldın?
- öyle işte.
bu öyle işte, "bırak artık, fazla oldun!" demekti. ikimiz de sustuk.
neden bırakıp gitmediğimi ben de bilmiyordum. içim sıkılıyor, boğulacak gibi oluyordum. o günün olayları kendiliğinden zihnimden karmakarışık geçmeye başladılar. birdenbire, sabahleyin daireye koştururken sokakta gördüğüm bir sahneyi anımsadım. konuşmak istemediğim halde, ağzımdan kaçırarak:
- bugün bir tabut zütürürlerken az kalsın düşüyorlardı, dedim.
- tabut mu?
- evet, sennaya sokağı'nda, bir bodrumdan çıkarıyorlardı.
- bodrumdan mı?
- daha doğrusu bodrum katından... oraları bilirsin... kötü bir evdi... her yer pislik içindeydi.. çerçöp, kabuklar... kokudan durulmuyordu...
gene sustuk.
ben sessizliği bozmak için:
- bugün de ölü gömülecek gün mü? dedim.
- neden?
- neden olacak kar, çamur... (esnedim.)
kız bir süre sustuktan sonra:
- ne fark eder! dedi.
- yoo, çok değişir!.. (yeniden esnedim.) sulu kar ıslattıkça mezarcılar küfürü basarlar. mezarın içine de su dolmuştur.
kızın sesi daha bir sertleşti, duraklaya duraklaya, merakla sordu:
- mezarda suyun ne işi var?
içimden beni bir şey dürtmeye başlamıştı.
- ne işi mi var! dipte altı verşok su toplanır. volkov'da bir tek kuru gömüt
kazamazsınız.
- neden?
- nedeni var mı? çok sulak bir yerdir de ondan... oraları hep bataklıktır. ölüyü doğrudan doğruya suyun içine koyarlar. birçok kez gözlerimle gördüm.
(ne görmüş, ne de volkov gömütlüğüne adımımı atmıştım. bildiklerim kulaktan dolmaydı.)
- ölmekten korkuyor musun?
kendini korumak ister gibi,
- neden ölecek mişim? dedi.
- günün birinde nasıl olsa öleceksin, hem de tıpkı bugünkü kız gibi. o da senin gibiydi, kimsesizdi... veremden ölmüş.
- hastanede bari ölseydi zavallıcık.
(acımasızca bakarak bir an ölen kızı tanıdığını düşündüm.)
tartışmaya git gide kendimi kaptırıyordum.
- patronuna borçluymuş, dedim. veremli olmasına aldırmadan ölünceye dek o evde çalışmış. arabacılar, askerler toplanmışlar, aralarında konuşuyorlardı. belli ki tanışlarıydı tümü de. gülüşüyorlardı. meyhaneye gidip kızı anacaklarını söylediler. (bunların da çoğunu uydurmuştum.)
uzun bir sessizlik oldu. kız kıpırdamadan yatıyordu.
- yoksa hastanede ölmek sana göre daha mı iyi? diye sordum.
- hepsi aynı kapıya çıkmaz mı?
sonra sinirli bir sesle:
- hem durup dururken ne diye ölecekmişim? diye ekledi.
- şimdi değilse bile sonunda ölmeyecek misin?
- karıştırma sonrasını...
- yok öyle şey! bugün gençsin, güzelsin, körpesin; değerin de ona göre... ama aradan bir yıl geçsin, bak ne kadar çökeceksin!
- hemen bir yılda mı?
içimi kaplayan utanç verici bir hazla:
-bir yıl sonra en azından değerin düşecektir, dedim. o zaman buradan çıkıp daha basit bir eve gidersin. her geçen yıl değerinden bir şeyler yitirir; altı, yedi yıl sonra sennaya sokağı'ndaki bir bodrum katına kadar düşersin. bununla kalsa gene iyi. bir de bakmışsın, ciğerlerin zayıflamış, en azından, üşütmüşsün... dünyada, hastalık mı yok! bu yaşayış içinde hangi hastalığa tutulursan tutul, yakanı kolay kolay kurtaramazsın. ölüp gitmek işten bile değildir.
birdenbire silkinerek, hırçın bir sesle:
- ölürsem ne çıkar! dedi.
- yazık değil mi?
- kime?
- sana... gençliğine...
sessizlik oldu.
- hiç nişanlandın mı?
- bundan size ne?
- söylemezsen söyleme, seni zorlayan yok! sonra neden öyle kızıveriyorsun? düşündüm ki, senin de bir sürü sıkıntıların olmuştur. beni ilgilendirmez, ama acıdım işte...
- kime acıdınız?
- sana.
bir kez daha silkinerek, fısıltıyla:
- acımaya değmez... dedi.
birden kanım beynime sıçradı. ben ona acıyayım, yakınlık göstereyim, o da tutsun...
- ne düşünüp duruyorsun? "iyi bir yoldayım" mı sanıyorsun? dedim.
- benim bir şey sandığım yok!
- böylesi daha kötü ya! yol yakınken aklını başına topla. bak, önünde bir sürü zaman var... henüz gençsin, güzelsin; birini sevip evlenebilir, mutlu olabilirsin.
aynı sert tavrı elden bırakmaksızın kestirip attı:
- her evlenen mutlu olmaz ki!
- her evlenen mutlu olmaz, doğru. ama evlilik buradaki yaşamdan çok daha iyidir, hem de burasıyla karşılaştırılamayacak derecede iyi! birini sevdikten sonra mutlu olmadan da yaşayabilirsin. yaşamak güzel şeydir, üzüntüleriyle bile olsa... oysa burası... çirkef çukurundan başka nedir? pöf!
başımı tiksintiyle öteye çevirdim. başlangıçtaki gibi kuru kuru felsefe yapmaktan kurtulmuştum; ne söylediğimi bilerek, coştukça coşuyordum. köşemde