0
Hep düşünmüşümdür: “Yıllar sonra, bi şekilde, günün birinde herhangi bir yerde, hiç ilgisi olmayan bir anda, onunla karşılaşırsam ne yaparım, ya da ne yapmam gerekir?” diye. Uzun bir süre içimde bastırmaya çalıştığım, bazen görmezden, duymazdan gelmek için çabaladığım, çeşitli yöntemlerle kendisinden kaçtığım; ama bütün hücrelerime, düşüncelerime ve kişiliğime ortak olmuş ikinci bir kişilik ya da varlık gibi içimde hep yaşayan; bütün direnişleri, kaçışları, kandırmacaları boşa çıkararak kendisiyle birlikte yaşamayı, yaşamaya çalışmayı öğrenmem gerektiğini bana kabul ettiren "şey"in, durgun bir su gibi sessizliğini koruyan bilincimin tam ortasına attığı büyükçe bir taştır bu soru.
Bu "şey" içime yerleşeli aşağı yukarı 13 yıl oldu. Bunca zamandır geçen her yılın sonunda, içimdeki bu şeyin bir yıl daha benimle yaşamış olduğunun tespitini yaptım durdum. Bu basit sayım işlemini, beşinci yıla ulaştığımı fark ettiğimde yapmaya başladım aslında. Onu her görüşümde çektiğim acı ve heyecan, bunun son bulmamış olduğunun çıplak ifadesiydi. Beşinci yıldan sonra, korka korka saymaya başladım. "Bu ne kadar sürecek?" sorusunun beynimde yankılanan cevabının saldığı korkuydu bu: "Sen yaşadıkça... "
"Ya onunla günün birinde bir yerde karşılaşırsam ne olur?"
Yedinci yılın ardından, araya üniversite girmiş, onu artık görme imkânım kalmamıştı. Bu imkânsızlık, onu bi şekilde artık unuturum/unutmalıyım düşüncesiyle bana teselli veriyordu bir yandan. Üniversite bu açıdan benim için bir fırsat, geçmişe sünger çekmenin bir yoluydu aynı zamanda. Bir yandan da, artık onu hiçbir zaman göremeyecek olmanın üzüntüsünü yaşıyordum. Halbuki eskiden; o ne hissettiğimi bilmese de, onun kendi doğal hayat akışı içinde kendine ait aşkları yaşadığını izlemek bana ıstırap verse de; gözümün önünde bir yaş, bir yaş daha büyüdüğünü, olgunlaştığını, dünyasının genişlediğini, geleceğe doğru koşar adım ilerlediğini ve tüm bunların benim hayatımdan nasıl da bağımsız bir şekilde kendiliğinden olup bittiğini, içinde neden birlikte bulunduğumuzu anlamadığım ve onun da kendisinin bunun içinde olduğunun farkında olmadığı bir tiyatro oyununu seyreder gibi seyretmek bana cehennem azabı gibi gelse de; bir yandan da yüzünü görebildiğim, sesini duyabildiğim, rastlantısal da olsa gözlerine bakabildiğim için kendimi cennette sayıyor, hatta içimde Allah'a karşı bunun için duyduğum bir şükran duygusu taşıyordum. Ama şimdi artık bu çelişkileri bile yaşayacak imkânım kalmamıştı; onu görebilmekten, varlığından büsbütün yoksun kalmıştım. Dünyamı bütünüyle dolduran bu varlığın birdenbire sadece anılarda, zihnimde, içimde yaşayacak olması, içinde yaşadığım kubbenin onsuz bomboş olduğu duygusuyla yüz yüze bıraktı beni.
Bu boşlukta yaşayacak olmak varsayımının verdiği ürpertiyle, bunu doldurmanın çeşitli yollarını aradım ve yeniden âşık olmanın en sağlıklı yol olabileceğini düşündüm. Daha doğrusu, benim böyle düşünmeme farkında olmadan yardımcı olan birisi vardı; sonuçta ona karşı birşeyler hissetmeye başladım, belki de kendimi buna zorladım. Fakat sonrasında gelişen olaylar, aslında büyük bir hataya adım atmış olduğumu çok geç anlamama neden oldu.
Sekizinci yıl içinde olup biten bu olay, kurtulmak bir yana, kendisinden kaçtığım geçmiş ile beni tekrar baş başa bıraktı. Yıllardır içimde benimle yaşayan “O şey", gücüne güç katmış olarak, "Bak, işte başaramadın, sen bana mahkûmsun ve ben de sonsuza kadar seninleyim." dercesine egemenliğini perçinlemişti. O’nu kaçılacak birşey ya da bir düşman olarak değil, birlikte yaşanılacak biri ve bir dost olarak görmeye karar verdim. Savaş değil, barış istiyordum, artık harap olmuştum. Benimle yıllarca birlikte yaşayan bu şey bir yandan da beni ben yapan şeydi. Kimliğim, benliğim, kişiliğim, insanlara ve hayata bakışım, bir hamur gibi yıllardır onun ellerinde yoğrulmuştu. Onunla savaşmak aslında kendimle savaşmak anldıbına geliyordu. ona karşı koymak kendime karşı koymak, ondan kaçmak kendimden kaçmaktı. Anlamsız, mantıksız, olanaksız bir kaçış.
Belki yüzüne bakılacak, çekilecek biri değilim; belki gönlüm hep dengi olmayan, lâyık olmadığı gönüllerin peşinde. Avunmayı ve düşünmemeyi öğrenmek zorunda olduğumu biliyorum; çünkü bu dünyada yaşayabilmemin başka bir yolu yok. Yılları sayıyorum: 13 yıl oldu... Onu hâlâ rüyalarımda görüyorum. Son altı yıldır yüzünü hiç görmemiş olmam, onu rüyalarımda görmeme engel olmuyor. Ve her yaz, yılda bir defa, akşam üzeri, mezun olduğum liseye gidip bahçesinde tek başıma dolaşıyorum. Bahçedeki toprak patikayı adımlıyorum, bir bankta oturuyorum, şimdi biraz büyümüş olan servi ağaçlarını izliyorum, okulun pencerelerinden içeri bakıyorum... Bu okulda, bu bahçede onunla göz göze geldiğim her köşede zamanı geriye sarıp yeniden canlandırıyorum, onun sesini yeniden duyuyorum.
"Çevremdeki hareketlilik yavaşladı, zaman bir anda durma noktasına geldi... "
Ya onunla günün birinde bir yerde karşılaşırsam ne olur?... En başta bahsettiğim bu soru, işte bu şartlar içinde, arada bir aklımdan gelir geçer, zihnimi bulanıklaştırır. Önce "Hadi canım sen de, nereden göreceksin onu." diye gülüp geçmeyi denerim. Ama ya görürsem ne yapardım acaba? "Ona merhaba der miydim? Onunla konuşur muydum? Ona herşeyi anlatır mıydım?... "
"-Deli misin ulan! Hayatının olayı olur bu. Hiçbirşey kazanamasan da onu bundan haberdar etmen gerekir. Yeter kendine eziyet ettiğin."
"-Bunca yıl sonra onu bundan haberdar etmemin ne anlamı var?... "
"-Aptal!... Saçmalama. Sen en azından bunu hak ediyorsun."
"-Ya kendimi daha kötü hissedersem?"
"-Onun sesini tekrar duymaya, gözlerine tekrar bakmaya değer... "
"-Ya onun kendisini kötü hissetmesine sebep olursam? Ya ona rahatsızlık verirsem?... "
"-... "
"-Bunca yıl sonra ona bu gereksiz diyaloğu yaşatırsam benim için iyi şeyler mi düşünür sanıyorsun?"
"-... "
Sonuçta, böyle bir olasılığın gerçekleşmesine, onu bir kez bile olsun görmeye ihtiyaç duyduğum halde, onunla konuşmak herşeyi daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramayacaktı belki de.
>>> devamı ikinci entry'de...