/i/Sözlük İçi

sözlük içi.
  1. 51.
    0
    En büyüğünden en küçüğüne kadar dairemizdekilerin hepsinden nefret ediyor, onları küçümsüyordum, ama aynı zamanda onlardan korkar gibiydim. Bazen birdenbire kendimi hepsinden üstün gördüğüm olurdu. Bu hal bana durup dururken geliyordu; ya küçümsüyor ya da kendimden çok üstün görüyordum.

    Kültürlü, kendini bilen bir adam kendine karşı hudutsuz bir titizlik göstermeden ve bazen nefrete vardıracak kadar kendisini küçümsemeden mağrur olamaz. Fakat küçülürken de, kendimi herkesin üstünde gördüğüm anlarda da her karşılaştığım kimsenin önünde bakışlarımı yere indiriyordum. Hatta bazen filan adamın bakışına dayanacak mıyım diye denemeler yapar, yenilen, gözlerini ilk kaçıran hep ben olurdum. Bu beni kudurtacak derecede üzüyordu. Gülünç görünmekten marazi bir korku duyduğum için tüm kurallara körü körüne bağlıydım; genel havaya seve seve ayak uydurur, en ufak bir aykırılık göstermekten ödüm patlardı. Ama dayanabilir miydim? Zamanımızın bütün aydınlarında olduğu gibi marazi derecede duyguluydum. Bizdekiler birbirinden hımbıl, aynı sürünün koyunları gibi farksız kimselerdi. Dairemizde benden başka hiç kimse sürekli korkak, köle ruhlu olduğunu düşünmüyordu muhtemelen; galiba tam da bu yüzden kendimi aydın sayıyordum.

    Ama bu düşündüklerim sadece bir ihtimal değildi: Gerçekten korkak, köle ruhluydum. Bunu hiç çekinmeden söylüyorum. Zamanımızda her namuslu adam korkak, köle ruhludur ve böyle olmalıdır.

    Bu onun için tabii sayılan bir haldir. Buna dair sarsılmaz bir kanaatim var. Yaradılıştan böyledir, bu gaye için yaratılmıştır. Namuslu adamların korkak, köle ruhlu oluşu yalnız zamanımıza, tesadüf sayılacak bazı koşullara bağlanamaz; namuslu insanlar her zaman korkak ve köle ruhlu olmalıdır.
    Dünyadaki hiçbir namuslu insan bu tabiat kanunundan yakayı sıyıramaz. Kazara biri kabadayılık ederek başını şöyle bir doğrultursa, sakın buna sevinip böbürlenmesin, nasıl olsa başka yanda pes ediverir. Bu asla değişmeyen, şaşmaz bir sonuçtur.

    Kabadayılıkta ayak direyenler sadece eşekler ve eşek soylulardır; ama onlarınki de duvarın önüne kadardır. Bunların hiçbir değeri olmadığından, önem vermeye değmez.
    ···
  2. 52.
    0
    O sıralar beni üzen bir mesele daha vardı: Ne ben kimseye benziyordum ne de herhangi biri bana.

    "Tek başımayım, ama onlar hep birlik." diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
    Pek toy olduğum meydandaydı.

    Bazen de bunların tam aksi hareketler yaptığım olurdu. Daireye gitmekten son derece yılıp iş dönüşü hasta düştüğüm zamanlar vardı. Arkasından, durup dururken bir şüphe, kayıtsızlık nöbeti gelir (zaten bende her şey böyle nöbet halindedir), hırçınlığımı, huysuzluğumu alaya alarak romantikliğim yüzünden kendi kendime etmediğimi bırakmazdım. Kimseyle konuşmak istemezken birdenbire öyle değişiyordum ki, dairedekilerle yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek istiyordum. Onlara karşı duyduğum soğukluk birden kayboluyordu. Kim bilir, belki bu duyguların zaten aslı yoktu;
    kitaplardan kapma, yapmacık duygulardı.

    Bu meseleyi şimdiye kadar çözemedim. Bir aralık dostluğumuz öyle arttı ki, evlerine gidip gelmeye, prafa oynamaya, birlikte votka içmeye, şundan bundan, iktisattan filan bahsetmeye başladım...
    ···
  3. 53.
    0
    Fakat müsaade ederseniz, burada biraz konu dışına çıkayım.

    Biz Ruslarda, genel olarak şu manasız, aklı yıldızlarda Fransız veya Alman romantiklerine rastlayamazsınız; hele Fransızlar, bütün Fransa barikatlarda can vermek üzere olsa, nezaket için olsun değişmez, ömürlerinin sonuna kadar aptal aptal yıldızlara şarkılar söylemeye devam ederler.

    Bizde, Rus toprağında aptal bulunmadığını biliyoruz; Alman diyarlarından farkımız da budur. işte bunun içindir ki, Rusya’da saf, aklı yıldızlarda gezen hayalci tipler yoktur. Bütün o Kostancoğullarını, Pyotr ivanoviç amcaları idealimiz olarak görmek, bazı "ağırbaşlı" yazarlarımızla eleştirmecilerimizin budalaca hülyaları olmaktan öteye geçmemiştir; bizim romantiklerimizi Almanya’nın, Fransa’nın aklı yıldızlardaki romantiklerine çeviren de onlardır. Halbuki Rus romantiklerinin nitelikleri, aklı yıldızlardaki romantiklerin niteliklerine taban tabana zıttır ve Avrupa ölçülerinin hiçbiri bize uygulanamaz. (Müsaadenizle şu eski saygıdeğer, şerefli ve herkesçe bilinen "romantik" kelimesini kullanacağım.)

    Bizim romantiğin özelliği, her şeyi anlamak, her şeyi görmek, hatta çoğu zaman en olumlu zekâların üstüne çıkarak onlardan daha açık görebilmek, hiç kimseye hiçbir suretle boyun eğmemek, ayrıca hiçbir şeyi hor görmemek, ilgisiz kalmamaktır; bunlar siyasi davranıp dolambaçlı yollardan yürüyerek anlaşmazlıklardan kaçınmayı, (lojman, emeklilik hakkı, nişanla taltif gibi) maddi çıkarları göz önünde tutarak gayelerine estetik heyecanlarla, ciltlerce şiir kitaplarıyla ulaşmayı âdet edinmişlerdir, öte yandan ömürlerinin sonuna kadar "güzel ve yüksek şeyler"i içlerinde saklar, hep o güzel, yüksek şeylerin uğruna kendilerini de sanki mücevhermişler gibi mahfazalar içinde saklamaya çabalarlar.

    Bizim romantik, geniş bir adamdır, aynı zamanda madrabazın madrabazıdır... bunu tecrübeme dayanarak söylüyorum. Şüphesiz bu, romantiğin zekâsına bağlıdır. Aman, ben de neler söylüyorum! Bizim romantik daima zekidir; asıl söylemek istediğim, arada bir ahmak romantiklerin de çıktığıydı, ama bunları hesap dışı bırakmak en iyisi, çünkü bunlar, en verimli çağlarında tam manasıyla Almanlaşıp, cevherlerini daha rahat muhafaza edebilmek için Weimar’a ya da Karaorman’a yerleşirler.

    Çalıştığım dairedeki görevimi bütün kalbimle küçümsüyor, sadece mecburiyet yüzünden, oradan ekmek yediğim için açıktan açığa kötülemiyordum. Dikkatinizi çekerim, sonuçta kötülemiyordum işte. Bizim romantik, (pek seyrek olmakla beraber) aklını kaçırsa da, önünde başka bir iş fırsatı yoksa, işini kötülemez ve "ispanya Krallığı" vehimleri tam bir çılgınlık hali alıp tımarhaneye gönderilmedikçe de kapı dışarı edilmez. Fakat sapıtanlar ancak cılız, soluk, sarışın birkaç kişidir. Romantiklerin büyük çoğunluğu zamanla birer kodaman olurlar. Hepsinde insanı şaşırtan bir duygu bolluğu, birbirine zıt hisler beslemeye karşı öyle aşırı bir istidat vardır ki! O zamanlar bu düşüncelerle teselli bulurdum, fikirlerim hâlâ değişmemiştir. Bizde düşüşlerinin son basamağında bile ideallerini kaybetmeyen o "geniş yaradılışlılar"ın bu kadar çok olması da bu yüzdendir. Gerçi idealleri için kılları kıpırdamayan azılı birer haydut, hırsızdılar ama, o ilk ideale duydukları saygı kaybolmamıştır; ruh bakımından namuslu sayılabilirler. Evet efendim, en kaşarlanmış ahlaksızların ruh bakımından son derece namuslu kalabilmeleri ancak bizde mümkündür.

    Tekrar ediyorum, romantiklerimiz arasından açıkgöz, düzenbaz (düzenbaz kelimesini iltifat olarak kullanıyorum) sık sık çıkıyor; gerçeklik duygusu, olumlu bilgileri birdenbire o derece kuvvetleniyor ki, şefleri şaşkına dönüyor, etrafın ağzı açık kalıyor.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 54.
    0
    Gerçekten şaşılacak bir ruh çeşitliliği! Artık ileride bunun ne şekil alıp nasıl gelişeceğini, yarınımız için neler vaat ettiğini Tanrı bilir! Nasıl olsa eldeki malzeme yabana atılacak gibi değil! Bunu gülünç, kokmuş bir milliyetçiliğin etkisinde söylemiyorum. Fakat eminim ki, siz sözlerimi alay kabul ediyorsunuz. Kim bilir, belki de tam tersine, bunların gerçek düşüncelerim olduğuna eminsiniz. Ne olursa olsun baylar, benim hakkımdaki fikirleriniz bana şeref, özellikle de büyük bir memnunluk verecektir. Konu dışına çıkmamı da lütfen bağışlayın.

    Arkadaşlarımla dostluğum uzun sürmüyor, çabucak aramız soğuyordu elbette; toyluğum yüzünden işi selamı sabahı kesmeye kadar vardırıyordum. Bununla beraber böyle bir yakınlaşma sadece bir kere oldu. Geri kalan zamanlarda umumiyetle yalnızdım.
    ···
  5. 55.
    0
    Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum. Böylece içimde kabaran duyguları dış etkilerle bastırmak istiyordum. Okumak bana uygun tek dış etkiydi. Okumaktan şüphesiz çok faydalanıyordum:
    Kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap veriyordu. Zaman zaman son derece bıktırdığı da oluyordu. Ne de olsa hareket ihtiyacı duyuyordum ve o zaman birdenbire, koyu, bulanık, çirkin –sefih bile değil– bir sefihçik olma arzusuna kapılıyordum. ihtiraslarım, özentilerim her zamanki mariz hırçınlığım yüzünden keskin, yakıcıydı.

    Böyle zamanlarda gözyaşlarıyla, çırpınmalarla karışık isteri buhranları bile geçiriyordum. Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum. içimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor, çelişmelerle, uyumsuzluklarla karşılaşma arzusuna kapılıyor ve bunun üzerine sefihliğe başvuruyordum. Bu uzun boylu laflarla kendimi haklı göstermek istediğimi sanmayın... Ama bu da doğru değil! Yalan söyledim! Tam tersine, kendimi temize çıkarmak istiyorum. Bu da benim için uyarı olsun baylar. Yalan söylemekten kaçınmalıyım. Söz verdim.

    Sefahat âlemlerimi tek başıma, geceleri, gizli, korka korka, utanarak yapardım; utanç duygusu bir an bile peşimi bırakmaz, en iğrenç anlarda adeta bir lanetleme hali alarak beni ezdikçe ezerdi. O zaman bile ruhumda bir yeraltı vardı. Kabahatlerimi işlerken birisiyle karşılaşıp görülmekten, yakalanmaktan dehşetle korkardım. Bu yüzden birbirinden karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım.
    ···
  6. 56.
    0
    Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken aydınlanmış pencereden, bilardo masası etrafında istekalarla dövüşen oyuncular gördüm; arkasından birini pencereden dışarı attılar.

    Başka zaman bunu çirkin bulurdum, fakat o anda nedense, dışarı atılan herifi kıskandım; o derece kıskandım ki, "belki ben de birisiyle kavga ederim, beni de dışarı atarlar" ümidiyle meyhaneye girip bilardo odasına sokuldum.

    Sarhoş değildim. Ama can sıkıntısı insanın başına böyle isterik haller sardırıyor! Yazık ki umduğum çıkmadı. Pencereden atılacak bir adam olmadığım anlaşıldı ve kimseyle dövüşemeden meyhaneden çıktım.

    Oraya ayak basar basmaz bir subay beni bozdu.
    Bilardo masasının yanında yolu kapadığımın farkında olmadan duruyordum. Geçmek isteyen subay, hiçbir şey söylemeden beni omuzlarımdan kavradığı gibi –hiç haber vermeden, bir açıklama bile yapmadan– durduğum yerden beriye çekti ve hareketinin farkında değilmiş gibi önümden geçti.
    Dayağı affedebilirdim, fakat bu adamın hiç ehemmiyet vermeden beni yerimden alıp öteye koymasına dehşetli içerledim.
    ···
  7. 57.
    0
    Aramızdaki kavganın usulüne uygun, edebi bir kavga olması için, kör olayım, neler vermezdim!
    Halbuki bana bir sinek kadar değer vermediler. Subayın boyu on verşok vardı; halbuki ben ufak tefek, cılız bir adamdım, ama kavgaya yol açmak elimdeydi. Sesimi çıkarsaydım elbette beni de pencereden fırlatırlardı. Ama vazgeçtim... hiddet içinde çekilmeyi tercih ettim.

    Meyhaneden şaşkın, heyecan içinde çıkarak doğruca eve gittim; ama ertesi gün zavallı sefihliğime eskisinden daha ürkek, miskin, neşesiz, adeta gözlerim yaşlı olarak devam ettim. Subaydan korktuğum için çekindiğimi falan sanmayın:

    Aslında hiç de korkak değildim ama bir hadiseyle karşılaşınca tabansızlık gösteriyordum; gülmeyin, bunun da açıklaması var. Zaten benim öyle veya böyle açıklayamayacağım mesele yoktur.
    Ah ne olurdu, şu subay düelloyu kabul edenlerden olsaydı! Halbuki bu bay bilardo istekalarını kullanmayı ya da Gogol’ün Teğmen Pirogov’u gibi üst makama başvurmayı sevenlerdendi (ne yazık! Çoktandır böylelerine rastlanmıyor).

    Bunlar düelloya hiç yanaşmaz, hele bizim gibi sivillerle dövüşmeyi büsbütün yakışıksız sayarlar. Zaten düelloyu da genel olarak akla sığmaz bir serbest fikirlilik, Fransız icadı bir manasızlık olarak görürler, ama kendileri, hele boyları on verşoku buluyorsa, ötekine berikine çatmaktan geri kalmazlar.
    ···
  8. 58.
    0
    O günkü çekingenliğim korkaklığımdan değil, hudutsuz gururumdan geliyordu. Gözümü korkutan ne subayın on verşok boyu, ne dayağın acısı ne de pencereden atılmaktı; bunları göze alacak kadar maddi cesaretim vardı, fakat manevi cesaretim yoktu.

    Bilardonun sayılarını kaydeden edepsiz heriften, herkese sokulan, yakası bir karış yağ içinde, kokmuş, sivilceli, mendebur bir memura kadar bütün orada bulunanların itiraz şeklimi, edebi üslubumu anlamayarak beni alaya almalarından korkuyordum. Çünkü bizde şeref meselelerini, yani şerefi değil de ona ait meseleleri (point d’honneur) ancak edebi bir üslupla halletmek âdet olmuştur. "Şeref meseleleri" günlük bir dille konuşulamaz.

    Oradakilerin gülmekten katılacağını (bütün romantikliğime rağmen gerçeklik duygum vardı), subayın da beni dövmek yerine bir diziyle tekmeleyerek bilardo masası etrafında dolaştırdıktan sonra, belki merhamete gelerek pencereden sokağa fırlatacağından emindim. Tabii bu tatsız olay bu kadarla bitemezdi. Subaya daha sonra sokakta sık sık rastladığım için iyice tanıdım.
    Ama onun beni tanıyıp tanımadığını bilmiyorum. Bazı hallerinden tanımadığını anlıyordum. Onu nefretle, hiddetle süzmekten kendimi alamıyordum ve bu böylece... birkaç yıl sürdü! içimdeki nefret duygusu her yıl biraz daha artıyordu.

    Önceleri el altından bu adam hakkında bilgi toplamaya başladım. Hiç tanıdığım olmadığı için bu iş kolay yürümüyordu. Soyadını sokakta birisi seslenirken öğrendim. Başka sefer evine kadar peşinden gittim, kapıcısına on kapik vererek hangi katta, yalnız mı, başkalarıyla mı oturduğunu, kısacası, bir kapıcıdan öğrenilebilecek her şeyi öğrendim.

    Bir sabah, edebiyatla uğraşmak âdetim olmadığı halde bu subay için onu karikatürize eden bir hikâye yazmak aklıma geldi. Keyifle, yaptıklarını yazdım, hatta biraz da yalan kattım; soyadını önce hemen tanınacak bir şekle sokmuştum, fakat etraflıca düşündükten sonra tamamıyla değiştirerek Anayurt Notları’na yolladım. O sıralar böyle yergi yazıları yaygın olmadığından hikâyem basılmadı. Fena halde canım sıkılmıştı.

    Bazen hiddetten boğulacak gibi oluyordum. Sonunda düşmanımı düelloya çağırmaya karar verdim. Adama benden özür dilemesini rica eden, kabul etmezse düelloya başvurmak zorunda kalacağımı bildiren gayet güzel, sevimli bir mektup yazdım.

    Mektup öyle güzel yazılmıştı ki, subay "güzel, yüksek şeyler"den bir nebze anlamış olsa hiç durmadan koşup boynuma sarılır, dost olmamızı teklif ederdi. Ne de güzel olurdu! Canciğer iki arkadaş gibi geçinir giderdik! O beni heybetiyle korur, ben de onu bilgimle ve... fikirlerimle yüceltirdim; daha da neler neler olurdu! Fakat düşünün, adamın bana hakaret edişinin üstünden iki yıl geçmişti; vaka tarihinin bu kadar eskiye ait olmasını mektubumda gayet ustalıkla açıkladığım halde, düello teklifim gene de abes kaçacaktı. Bereket versin (bunun için Tanrı’ya şükrediyorum) mektubumu yollamadım. Göndermiş olsaydım sonradan başıma gelecekleri düşündükçe şimdi bile tüylerim diken diken oluyor.

    intikamımı birdenbire... evet, birdenbire pek basit, pek dahice bir şekilde alıverdim! Aklıma harikulade bir fikir gelmişti. Bazen tatil günlerinde saat dörde doğru Neva Caddesi’ne çıkar, caddenin güneşli yanında gezinirdim.

    Hoş buna gezmek denmezdi, zira sonsuz acılar, küçümsemeler duyarak saframın kabardığını hissederdim; galiba benim aradığım da buydu. Küçük bir hoşhoş gibi gayet çirkin bir şekilde sokaktan geçenlerin ayakları arasında dolaşır, durmadan generallere, hassa süvarilerine veya hanımefendilere yol verirdim; o dakikalarda kılığımın, insanlar arasında mekik dokuyan gövdeciğimin sefilliğini, bayağılığını aklıma getirdikçe sırtım terden sırılsıklam olur, kalbimi durduracak acılar duyardım.

    Herkesten daha zeki, daha kültürlü ve asil –bu benim fikrim– olsam da eloğulları karşısında ezilip büzülmekten, onlardan hakaret göre göre murdar, zararlı bir sinek haline gelmekten dayanılmaz bir azap duyuyor, bunu düşündükçe kahroluyordum. Kendimi niçin bu işkenceye sokuyor, ne diye Nevski’ye çıkıyordum, orasını bilemiyorum. Ne olursa olsun, beni her fırsatta oraya sürükleyen bir kuvvet vardı.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 59.
    0
    Birinci bölümde bahsettiğim zevki o zaman duymaya başladım. Hele subay vakasından sonra oraya gitmeden edemez oldum, çünkü subaya en çok Nevski’de rastlıyor, onu inceliyordum. Daha çok tatil günlerinde gelirdi.

    Gerçi o da generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında hoşhoş gibi, sokula sokula dolaşıyordu, ama bizim gibilere, hatta daha da kerli ferli kimselere hiç kulak asmıyordu;
    önünde sanki bir boşluk varmış gibi insanın üzerine üzerine geliyor, asla yol vermiyordu. Ona baktıkça içimde beni adeta sarhoş eden bir hiddet kabarıyordu ve... ve tam karşılaştığımız zaman, olanca hışmımla yana çekiliveriyordum. Bu adama karşı sokakta bile akran gibi davranamadığım için kendi kendimi yiyordum.

    Bazı geceler saat üçe doğru uyanıp bir sinir buhranı içinde kendi kendimi sıkıştırıyordum: "Ne diye her defasında ille yol veriyorsun? Neden o değil de hep sen? Bunun yazılı kuralı mı var? Her şey terbiyeli insanların karşılaştıklarında yaptıkları gibi olmalı: Bir adım o, bir adım sen çekilerek birbirinize karşılıklı saygı göstermelisiniz." Fakat böyle olmuyor, hep ben çekiliyordum, o da kendisine yol verdiğimin farkında bile olmadan yürüyüp gidiyordu. Nihayet bir gün aklıma harikulade bir düşünce geldi: "Acaba bir dahaki karşılaşmamızda ona yol vermesem ne olur? Birbirimize çarpmak pahasına da ona yol vermesem ne olur acaba?" Bu cüretli düşünce beni öyle sardı ki, başka bir şey düşünemez oldum.

    Planımı uygularken nasıl hareket edeceğimi daha iyi canlandırabilmek için Nevski’deki gezintilerimi sıklaştırdım. Son derece heyecanlanmıştım. Niyetim beni her gün biraz daha sarıyor, daha mümkün görünüyordu. Sevincimden şimdiden yumuşayarak "Tabii çok hızlı çarpmam," diye düşünüyordum, "Yolunu kesince çarpışırız, ama omuzlarımız hafifçe birbirine değer o kadar; hafif bir çarpışma olur, ben de onun bana çarpacağı kadar çarparım." Artık kesin kararımı vermiştim. Fakat hazırlıklarım hayli uzun sürdü, ilkin kılık kıyafetimin son derece düzgün olması gerekiyordu. Sokakta bir mesele çıkarsa, orada gezenlere karşı (bunlar kontesler, Prens D., edebiyatçılar gibi hep kalburüstü kimselerdi) giyinişim yüzünden mahcup olmamalıydım;
    kıyafetin karşınızdaki üzerinde büyük etkisi vardır, hatta bir dereceye kadar size sosyete adamlarıyla eşitlik sağlar. Bu maksatla aylığımı peşin aldım.

    Çarşıdan siyah eldiven, Çurkin’den de oldukça iyi bir şapka satın aldım. Siyah eldiven bana önceleri almak istediğim limon sarısı eldivenden daha ağır, daha kibar görünmüştü. "Öbür renk pek çiğ, insan bu eldivenlerle sanki dikkati üstüne çekmek ister gibi oluyor," diye düşünüp limon rengi eldiven almaktan vazgeçtim. Beyaz kemik düğmeli iyi bir gömleğim zaten vardı, fakat palto tedariki beni epey oyaladı. Aslında paltom hiç fena değildi, sıcak da tutuyordu, fakat içi pamuk, yakası da rakun kürkündendi ki, bu da ona büsbütün bayağı bir hal veriyordu. Yakayı mutlaka değiştirmem gerekiyordu; mesela subaylarınki gibi bir kunduz yaka almalıydım. Bu maksatla birkaç kere Gostinniy Dvor’a uğradım ve biraz dolaştıktan sonra ucuz bir Alman kunduzunda karar kıldım.

    Gerçi Alman kunduzları çabucak eskiyip hırpani bir hal alırlar, ama yeniyken görünüşleri hiç de fena değildir; zaten bana topu topu bir defalık lazımdı. Fiyatını sordum, gene de pahalı geldi. Hayli düşündükten sonra rakun yakamı satmaya karar verdim. Yetişmeyen ve benim için külliyetli sayılan bir miktar parayı da yüzümü kızartıp kısım amirim Anton Antoniç Setoçkin’den isteyecektim. Anton Antoniç Setoçkin sakin, ciddi, ağırbaşlı bir adamdı, kimseye ödünç vermezdi, fakat beni işe koyan nüfuzlu zat ona da ayrıca tavsiye etmişti. Fena halde sıkılıyordum.

    Anton Antoniç’ten para istemek bana korkunç bir rezalet gibi geliyordu, bu yüzden iki üç gece uykusuz kaldım. O sıralar zaten az uyuyordum, ateşli nöbetler geçiriyor, çarpıntılarla uyanıyordum;
    kalbim kâh durur gibi oluyor, kâh olanca hızıyla çarpmaya başlıyor, çarptıkça çarpıyordu!.. Anton Antoniç ilkin şaşırdı, sonra yüzünü ekşitti, fakat biraz düşündükten sonra bana ödünç verdiği parayı iki hafta sonra aylığımdan alabileceğine dair bir senet imzalatarak istediğimi verdi. Böylece her şey tamamlandı: Güzel kunduz yaka, uyuz rakunun yerini aldı; ben de yavaş yavaş harekete geçtim. Tabii bu iş, gözü kapalı, bir hamlede yapılamazdı; ustalıkla, ağır ağır hareket etmek gerekiyordu.

    Fakat itiraf ederim, birkaç denemeden sonra ümidimi kaybetmeye başlamıştım: Bir türlü omuzlarımız birbiriyle tokuşmuyordu! Yeterince hazırlanamıyor muydum, yoksa son anda cayıyor muydum bilmem, ama tam birbirimize çarpacağımız sırada gene herife yol veriyordum, o da beni fark etmeden geçip gidiyordu. Tanrı bana kararlılık versin diye, adama yaklaşırken içimden dualar bile okuyordum. Bir keresinde nasılsa iyice niyetlendim, fakat son anda adama iki verşok kalmışken gene tabansızlığım tuttu, subayın ayakları arasına dolaşıverdim. O, bir şey yokmuş gibi, rahatça önümden geçti; ben de top gibi öteye fırladım. O gece gene hastalanıp hummaya tutuldum, sayıkladım. Fakat bütün bunlar birdenbire gayet iyi bir sonuca bağlandı. Hadiseden bir gece önce, uğursuz niyetimden kesin olarak vazgeçmeye, meseleyi olduğu gibi bırakmaya karar vermiş, bunun bana nasıl tesir edeceğini anlamak için son olarak Nevski’ye çıkmıştım.

    Birden üç adım ötede düşmanımı gördüm ve nasıl olduğunu bilmediğim bir kararlılıkla gözlerimi yumup ilerledim ve o anda omuz omuza gelerek çarpıştık! Bir verşok bile gerilemeden, onun eşitiymişim gibi yürüyüp geçtim! Bizimki başını çevirip bakmamış, görmezlikten gelmişti, ama beni gördüğüne emindim. Hâlâ da eminim! Benden çok daha cüsseli olduğu için çarpışmadan sarsılmıştım, fakat bunun önemi yoktu. Maksadıma ulaşmış, bir adım bile çekilmeden, herkese içtimai bakımdan onunla eşit olduğumu göstererek şerefimi kurtarmıştım. Eve intikamımı almış olarak döndüm. Pek memnundum. Zafer coşkunluğuyla italyan aryaları söylüyordum.

    Size üç gün sonraki halimden bahsetmeyeceğim artık; yazımın birinci kısmını, "Yeraltı"nı okudunuzsa kendiniz tahmin edebilirsiniz. Subayı sonradan başka bir yere atadılar; belki on dört yıldır onu görmüyorum. Kim bilir ne âlemdedir adamcağız? Kimleri ezip duruyordur.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 60.
    0
    Sefihliğimin ardı kesilince dehşetli içim sıkılıyordu. Pişmanlık duymaya başlıyor, fakat bu mide bulandırıcı duyguyu da çok geçmeden kendimden uzaklaştırıyordum. Yavaş yavaş bunlara da alışıyordum. Her şeye çabucak alışırdım zaten, daha doğrusu uysallaşır, bile bile her şeye katlanırdım.

    Bu arada kendimi "güzel ve yüksek şeyler"e vermek, her şeyle uzlaşmamı sağlayan bir çare olurdu, ama elbette hayallerimde. Öyle hayaller kuruyordum ki, aralıksız tam üç ay odamda daldığım hayal âleminde yaşardım. O anlarda, inanın, paltosunun yakasına telaşla Alman kunduzundan kürk diken tavşan yürekli zattan tamamıyla farklı olurdum. Birden kahraman kesiliverirdim. O sırada on verşok boyundaki teğmen ziyaretime gelse, içeriye adım attırmazdım. Böyle zamanlarda onu gözlerimin önünde canlandırmayı dahi beceremezdim.

    Hayallerimin neler olduğunu, bunların beni nasıl avuttuğunu şimdi söylemek güç; fakat o zaman bana yetiyorlardı. Hoş, yalnız o zaman değil, şimdi bile bazen bunlarla oyalanıyorum. Hayaller beni şu miskin sefahat âlemlerinden sonra daha çok sarar, daha tatlı gelirdi; pişmanlık, gözyaşları, beddualar, coşkun sevinçlerle dolardım. Bazen bütün varlığımı öyle baş döndürücü bir sarhoşluk, öyle dört başı mamur bir saadet kaplardı ki, kalbimde istihza duygusunun izi bile kalmazdı.

    Baştanbaşa inanç, ümit, sevgi kesilirdim. Çünkü o anlarda bir mucizeyle, dıştan gelecek bir yenilikle her şeyin açılıp genişleyeceğine, önümde hayırlı, güzel ve bilhassa tamamıyla hazır bir çalışma ufku (ne olduğunu tam olarak kestiremiyordum, ama önemli olan da tamamen hazır olmasıydı) açılacağına körü körüne inanırdım; yani neredeyse, beyaz bir at üzerinde, başımda defne çelengiyle dünyanın orta yerine çıkıveriyordum. Kendimi hiçbir zaman ikinci derece bir rolde göremiyordum. Gerçek hayatta en sonuncu kademeye isyansız katlanabilmem bu yüzdendi. Ya kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu zaten.

    Çünkü çamurdayken, başka zamanda kahramanım, yalnızca kahramanlar çamurun içinde gizlenebilirler diye kendimi teselli ediyordum. Düpedüz bir adam için çamurlanmak ayıp sayılır, halbuki bir kahraman istediği kadar içine dalsın nasıl olsa çamur bulaşmaz. işin dikkate değer yanı, bütün bu "güzel ve yüksek şeyler"in içimdeki kabarmalara, sefahat dalgasına iyice kapıldığım sıralarda da gelmesiydi; hem de girdabın tam dibindeyken, kendini hatırlatmak ister gibi, kısa süren alevlenmeler halinde hissediliyordu, ama bu beni yaptıklarımdan vazgeçirmiyor, hatta tam tersine, sefihliğimi büsbütün kızıştırıyor, yemeğin tadını artıran iyi bir terbiye ödevi görüyordu. Çeşit çeşit itirazlar, ıstıraplar, zorlu bir iç tahlil bu terbiyenin malzemesiydi; bu ıstırap ve ıstırapçıklar sözüm ona sefahatime, kendine has gıdıklayıcı bir zevk, hatta bir anlam veriyor, kısacası, aşım için bulunmaz bir terbiye oluyordu.

    Sefahat âlemlerimin kendine göre bir derinliği yok değildi. Zaten ben öyle düpedüz, aşağılık, avam işi bir sefahati kabul edip o çirkefe dalabilir miydim? Bu âlemlerde beni gece vakti sokağa sürükleyecek bir cazibe bulmasam gider miydim hiç? Hayır efendim, asaleti olmayan bir harekete yanaşmazdım ben...
    Tümünü Göster
    ···
  11. 61.
    0
    Hayallerimde "güzel ve yüksek şeylere dalışlar"ımda aşk maceraları yaşadım, Tanrım! Bu tamamıyla hayali, herhangi canlı varlıkla ilgisi olmayan aşklardan öylesine tatmin oluyordum ki, sonradan gerçek, tatbiki bir aşka hiç ihtiyaç duymuyordum; hatta gerçek bir aşkı lüks bile buluyordum.

    Her şeyi tembelce, ama tatlı bir tarzda sanata bağlıyordum; yani şuradan buradan, şairlerden, romancılardan kaptığım göz kamaştırıcı, her arzuya cevap verecek hayat sahnelerini, tamamıyla hazır kurguları hayallerime göre dilediğimce kesip biçiyordum. Her seferinde kahraman bendim; güya herkesi yendiğim için üstünlüğümü kabul etmek zorunda kalıyorlardı, ben de hepsini affediyordum. Tanınmış bir şair, bir mabeyinci olup âşık oluyor, elime geçen milyonluk servetleri hemen insanlık yoluna harcıyor, sonra hiç de sıradan olmayan, içinde bol bol "güzel ve yüksek şeyler" bulunan Manfredvari kusurlarımı bütün milletin önünde sayıp döküyordum.

    Hepsi beni gözyaşları içinde kucaklıyor (öyle yapmasalar ahmaklıklarını göstermiş olurlardı), ben de yalınayak, boş mideyle yeni fikirleri yaymak için tekrar yola düşüyor, geri fikirlileri Austerlitz’de kırıp geçiriyordum. Derken marş çalınıp genel af ilan ediliyor, Papa Roma’yı terk edip Brezilya’ya gitmeye razı oluyordu; arkasından, bütün italya halkı için Como Gölü kenarındaki Borghese Villası’nda (bu olaylar hatırına Como Gölü Roma’ya naklediliyordu) muazzam bir balo veriliyordu.
    O sırada, bahçenin çalılığında bir vaka geçiyordu vs. vs., anlıyorsunuz ya...

    Bunca itiraf, heyecan ve gözyaşından sonra, bütün bunları uluorta piyasaya çıkarmanın bayağı, adice bir hareket olduğunu söyleyeceksiniz. iyi ama neden adice olsun? Yoksa bunlardan utandığımı, sizlerin de pekâlâ başınızdan geçmiş vakalardan daha manasız olduğunu mu sanıyorsunuz baylar? Hem emin olun, bazılarını hiç de fena tertiplememiştim. Bütün vakalar Como Gölü’nde geçmiyordu ki... Fakat siz haklısınız; gerçekten bu yaptığıma hem bayağılık, hem alçaklık denir. Ama en bayağı olanı, kendimi size karşı haklı göstermeye çalışmam. Ondan da bayağısı, kendimi azarlamaya çalışmam.

    Neyse, bu lafın ardı gelmeyecek, gittikçe kepazeleşiyor...
    ···
  12. 62.
    0
    Hayal kurmaya devamlı olarak üç aydan fazla dayanamaz, içimde şiddetli bir topluma karışma ihtiyacı duyardım. Benim için topluma karışmak da kısım amirim Anton Antoniç Setoçkin’in evine gitmekti. Ömrüm boyunca sürekli görüştüğüm tek adam o oldu, ki şimdi buna da şaşıyorum. Hoş Setoçkin’e de ancak arada bir, aklıma estikçe, hayallerimden duyduğum saadet, bende insanlarla, bütün dünyayla hemen kucaklaşma isteği yarattığında gidiyordum; bu arzuyu gerçekleştirmek için hiç olmazsa kanlı canlı bir kişi olmalıydı.

    Anton Antoniç’e yalnız salı günleri (kabul günüydü) gidilebilirdi; bu sebeple insanlarla kucaklaşma ihtiyacımı da mutlaka salı günlerine denk getirmem gerekiyordu. Anton Antoniç, Pyati Uglov civarında bir evin dördüncü katında, basık tavanlı, birbirinden ufak dört odacığı olan bir dairede oturuyordu; eşyası gayet kıt ve hep sarıya çalan renkteydi. iki kızı ve misafirlere çay dağıtan kız kardeşiyle birlikte yaşıyordu.

    Kısa boylu, kalkık burunlu kızlarından biri on üç, öteki on dört yaşındaydı; durmadan aralarında fiskos edip gülüştükleri için onlardan çekinirdim. Ev sahibi daima çalışma odasında, masanın önünde deri kaplı bir kanepede, bizde ya da başka bir müessesede memur olan kır saçlı bir misafirle otururdu. Benim sık görmediğim, ama değişmeyen birkaç misafir daha olurdu. Vergilerden, senato toplantılarından, maaştan, terfilerden, ekselanstan, göze girmek sanatından konuşuluyordu. Bu adamların yanında üçer dörder saat aptal aptal onları dinleyerek, kendim iki lakırdı söylemeye cesaret edemeden, daha doğrusu beceremeden öylece otururdum. Sersemleşir, ikide bir terler, birden inme geliverecekmiş gibi olurdum, ama bu da iyi, yararlı bir şeydi. Eve dönünce insanlarla kucaklaşmak arzum bir müddet için yatışıyordu.
    ···
  13. 63.
    0
    Setoçkin’den başka Simonov adındaki eski okul arkadaşım da ahbaplarımdan sayılabilirdi. Aslında Petersburg’da epey okul arkadaşım vardı, ama onlarla görüşmüyor, hatta sokakta selamlaşmıyordum.

    Çalıştığım müesseseyi değiştirmeme onlarla bir arada bulunmak istemeyişimin, nefret ettiğim çocukluk hatıralarımla ilgimi kesmek arzumun sebep olduğunu da söyleyebilirim. Okulumuza da, orada geçen feci, kahırlı yıllara da lanet olsun! Sözün kısası, hürriyete kavuşur kavuşmaz okul arkadaşlarımla ilgimi kesmiştim. Karşılaşınca selamlaştıklarımın sayısı ikiyi üçü geçmiyordu.
    Bunlardan biri olan Simonov da, okuldayken hiçbir özelliği olmayan, sakin, sessiz bir çocuktu, ama onun oldukça şahsiyet sahibi, hatta dürüst bir insan olduğunu sezmiştim. Pek dar kafalı olduğunu da sanmıyorum.

    Birlikte pek hoş geçen zamanlarımız da olmuş, ama uzun sürmemiş, hemen aramız bulutlanıvermişti. Anladığıma göre Simonov bu hatıralardan hoşlanmıyor, bunları tazeleyerek eski günleri canlandırmak isteyeceğimden endişe ediyordu. Benden hoşlanmadığından şüphelendiğim halde, pek emin olmadığım için ara sıra uğruyordum.
    Yalnızlığıma dayanamadığım bir perşembe günü, o gün Anton Antoniç’in kapısının açılmayacağını bildiğim için Simonov’u hatırladım. Dördüncü kata tırmanırken bu adamın beni görmekten pek memnun olmadığını, gitmenin lüzumsuzluğunu düşünüyordum. Fakat her zaman olduğu gibi, böyle düşünceler sanki inat olsun diye, beni bu çeşit şüpheli durumlara sürüklüyordu; yine de içeri girdim.

    Simonov’la en son aşağı yukarı bir yıl önce görüşmüştüm.
    ···
  14. 64.
    +1
    okuyanı gibsinler aq
    ···
  15. 65.
    +1
    panpa pdfsini atabilirdin direk gereksiz bir uğraş olmuş
    ···
  16. 66.
    +1
    yeraltı derken? madencilik konulu falan mı?
    ···