-
1.
+4 -1Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim ya, hatta neremin ağrıdığını bile iyice bilemiyorum. Tıbba ve doktorlara saygım olduğu halde tedavi olmuyorum ve asla olmayacağım. Bir yandan da aşırı ölçüde, mesela tıbba saygı besleyecek kadar boş inançlara bağlıyım. (Boş inançlara kapılmayacak kadar tahsil gördüm, ama inanıyorum işte.) Yok efendim, sadece inadımdan tedavi olmak istemiyorum. Siz herhalde bunu anlayamazsınız. Ama ben pekâlâ anlıyorum efendim.
Huysuzluğumla kimin canını yakacağımı açıklayamayacağım tabii; fakat tedavilerinden kaçınmakla doktorlara hiçbir "fenalık" edemediğimi, böyle hareket etmekle kimseye değil, yalnızca kendime zarar verdiğimi de herkesten iyi biliyorum. Tedavi olmamakta ısrar edişim hep inadımdan geliyor.
Karaciğerim mi ağrıyor, varsın daha beter ağrısın!
Belki yirmi yıldır bu haldeyim. Kırk yaşıma geldim. Eskiden çalışırdım, şimdi işi bıraktım. Fena bir memurdum. Kabaydım; kaba olmaktan zevk alırdım. Rüşvet almadığıma göre hiç olmazsa kendimi böyle tatmin etmeliydim. (Zevksiz bir nükte, ama üstünü çizmeyeceğim. Yazarken pek ince olur sanmıştım, halbuki adi bir tafradan öteye geçemediğini kendim de görüyorum. Gene de, bunu bile bile çizmeyeceğim!) Masama gelen iş sahipleriyle dişlerimi gıcırdatarak konuşur, içlerinden birinin canını sıktım mı, dehşetli zevk duyardım. Bunu çoğu zaman becerirdim de. Bilirsiniz, ricacıların çoğu ödlekçe olur. Yalnız bunlardan züppece bir subayı hiç çekemezdim.
Bir türlü yola gelmek istemez, karşımda iğrenç bir şekilde kılıcını şakırdatıp dururdu. Bu kılıç mücadelemiz tam bir buçuk yıl sürdü.
Sonunda zaferi ben kazandım. Adam kılıcını şakırdatmaktan vazgeçti. Hoş, bu gençliğime ait bir vaka.
Asıl kötülüğüm nereden geliyor bilir misiniz baylar? En büyük kepazeliğim her an, en kızgın anlarda bile, hiç de kötü, hırçın bir insan olmadığımı, sadece serçeleri ürküten kaynana zırıltıları misali kuru gürültü çıkardığımı utana sıkıla idrak etmemdir. Hiddetten ağzım köpürmüşken biraz yüzüme gülüp, önüme bir bardak şekerli çay sürerek gönlümü alırsanız, belki hemen o anda yelkenleri suya indirirdim. Üstelik duygulanırdım da; ama ihtimal, sonradan kendi kendime kızar, utancımdan aylarca uykularımdan olurdum. Huyum böyleydi işte.
Demin, sert bir memurum demiştim ya, yalan. Hırsımdan yalan söyledim. iş sahiplerine de, subaya da laf olsun diye dikleniyordum; gerçekte hiçbir zaman zararım dokunmadı onlara. içimde her an bunların tam tersi bir sürü duygunun kaynaştığını hissederdim. Bunların içimde uğuldayıp durduğunu hissederdim. Bu duyguların ömrüm boyunca kaynaştığını, dışa taşmak için fırsat kolladıklarını biliyordum, fakat bırakmıyordum, bile bile bırakmıyordum. Beni utanç verecek kadar öyle bir sıkıyor, hırstan patlayacak hale getiriyorlardı ki, sonunda bıktım usandım artık! Bunları yazarken pişman olduğumu, adeta özür dilediğimi falan sanıyorsunuz, değil mi baylar?.. Eminim öyle düşünüyorsunuzdur... Ama öyle bile olsa, inanın hiç umurumda değil...
Kötü biri olamamak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedim: Ne kötü ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biriyim. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır. Evet efendim, on dokuzuncu yüzyıl adamı en başta karaktersiz olmalı, böyle olmaya manen mecburdur; karakter sahibi, çalışkan bir insansa oldukça dar kafalıdır. Kırk yıllık bir ömürden sonra bu inanca vardım. Kırk yaşındayım artık, şaka değil; kırk yıllık koca bir ömür, ihtiyarlığın ta kendisi. Kırk yaşından fazla yaşamak ayıptır; bayağılık, hatta ahlaksızlıktır!
Tüm samimiyetinizle, dürüstçe söyleyin, kırk yaşını kim geçer? Ben söyleyeyim size: Aptallarla namussuzlar. Bunu tüm
ihtiyarlara, o saygıdeğer, ak saçlı, mis kokulu ihtiyarların yüzüne de söylerim! Tüm dünyanın yüzüne de söylerim! Buna hakkım var, çünkü ben de altmış yaşına kadar yaşayacağım. Hatta yetmişe kadar!
ciksenimi bulacağım!.. Durun! Müsaade edin de biraz soluk alayım...
Sizi güldürmek istediğimi mi sanıyorsunuz baylar? Bunda da yanıldınız. Sandığınız ya da sanabileceğiniz kadar neşeli bir adam falan da değilim; sonunda gevezeliğime sinirlenerek (zaten sinirlendiğinizi hissediyorum) kim olduğumu soracak olursanız, size sekizinci dereceden memurum diye cevap vereceğim. Yalnızca karnımı doyurmak için çalışıyordum (ama sırf bunun için), sonra geçen yıl uzak akrabalarımdan biri bana altı bin ruble miras bırakınca hemen istifayı basıp, oturduğum şu köşeye yerleştim.
Önceden de burada otururdum, ama şimdi iyice temel attım. Şehrin bir ucunda berbat, kötü mü kötü bir odam var. Hizmetçimse ahmaklığı yüzünden hırçın mı hırçın, çevresine iç bayıcı, pis kokular saçan, köylü bir kocakarı. Öteki beriki, Petersburg havasının bana dokunmaya başladığını, başkent hayatının ufacık gelirime göre olmadığını söylüyorlar. Hepsini bütün bu tecrübeli, akıllı öğütçülerle dalkavuklardan daha iyi bilirim. Ama gene de Petersburg’da kalacağım, buradan bir yere gidecek değilim! Gitmeyeceğim çünkü... Eeh! Zaten gitsem de bir, gitmesem de...
Bununla beraber namuslu bir adamın bahsetmekten en çok zevk aldığı konu nedir bilir misiniz?
Cevap: Bizzat kendisi.
Şu halde ben de kendimden söz açacağım.
-
2.
+1Dinlemek isteseniz de, istemeseniz de, şimdi size niçin bir haşere bile olamadığımı anlatmak istiyorum baylar. Tamamıyla ciddi olarak söyleyeyim ki, böcek olmayı çoğu zaman arzuladım. Yazık ki buna bile layık olamadım. Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır;Tümünü Göster
gerçek, tam manasıyla bir hastalık. insana, gündelik hayatını sürdürmesi için gereken anlayışın yarısı, hatta dörtte biri dahi, yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri olan Petersburg’da oturmak gibi katmerli bir felakete uğramış, talihsiz on dokuzuncu yüzyıl aydınımıza yeterdi. (Öyle ya, şehirlerin de inatçı olanları ve olmayanları vardır.)
Şu halde insan, örneğin içi dışı bir, işadamı denen kimselerin sahip olduğu anlayışla yetinmelidir. Bahse girerim ki, bunları gösteriş olsun diye, hem de kılıcını şıkırdatan subayımızınki türünden zevksiz bir gösteriş için, işadamlarını alaya alarak yazdığımı sanıyorsunuz.
Fakat baylar, siz hiç hastalıklarıyla övünen, hele bunlarla gösteriş yapmaya kalkışan birini gördünüz mü?
Ama ne diyorum ben? Bunları yapanlar da oluyor; illetleriyle pekâlâ övünüyorlar, belki de herkesten çok ben övünüyorum. Boşuna tartışmayalım, karşılığım manasız olur. Bununla beraber, anlayışın yalnız çokluğunun değil, kendisinin bile hastalık olduğuna dair güçlü bir inancım var. Bunda da ısrarlıyım. Bunu bir an için bırakalım.
Bana şunu söyleyin: Bazen, eskilerin söyleyişiyle "bütün güzel, yüksek şeyler"in inceliğini kavramaya hazır olduğum sırada, ama neden ille de tam o anlarda öyle biçimsiz hareketler yapıyordum... yani bunların yapılmaması gerektiğini anladığım anda mahsus yaparmış gibi böyle hareketlere kalkışmam neden ileri geliyordu? iyiyi, "güzel ve yüksek şeyleri" ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlerine battım, sıkıştım kaldım içlerinde. Bundaki önemli nokta, bu halimin tesadüfi değil de, adeta kaçınılmaz bir nitelik taşımasıydı. Sanki bu hal bir hastalık, bir düzensizlik değil, benim doğal halimdi; sonunda buna karşı koyma isteğim bile kalmamıştı. Bu halin benim için doğal olduğuna neredeyse inanacaktım (belki de inanmıştım).
Başlangıçta bu mücadele beni öyle üzdü ki! Başkalarının da aynı durumla karşılaştığına inanmadığım için, bunu ömrüm boyunca sır olarak sakladım. Kendimden utanıyordum (belki şimdi bile utanırım); bayağı bir Petersburg gecesinden sonra evime dönünce, o gün gene bir kepazelik yaptığımı, bunu tamire imkân olmadığını bütün varlığımla hissederek sinsi, anormal, adi bir sevinç duymaktan kendimi alamaz, içimi dolduran acılık zayıflamaya başlayıp ilkin alçakça, melunca bir hazza, sonunda da ciddi bir zevke dönüşünceye dek gizliden gizliye kendi kendimi yiyip bitirirdim. Evet, tam manasıyla zevkti bu! Bunun da arkasında dururum. Bu konuyu başkalarının da bu çeşit zevkler duyup duymadıklarını anlamak için söz açtım.
Biraz açıklayayım: Bu, küçülmenizi olanca şiddetiyle idrak etmenin verdiği zevktir; o kötü halinize rağmen başka türlü olamayacağını, tek bir kurtuluş çaresi bulunmadığını, artık değişemeyeceğinizi, hatta bunun için zamanınız, inancınız olsa bile kendinizin istemeyeceğinizi anlamanın zevkidir. Ayrıca değişmek isteseniz de fark etmezdi, zira sizin için başka yol kalmamıştır muhtemelen. En önemli nokta, hadiselerin doğrudan doğruya, üstün anlayışın tabii ve temel kanunlarından kaynaklanması veya bunlara bağlı olmasıdır; dolayısıyla hiçbir şeyi değiştiremeyeceğin gibi, yapacak bir şeyin de yoktur. Üstün anlayış teorisinden örneğin şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Alçağın biri alçak olduğunu gerçekten hissediyorsa, alçaklığından avunma payı çıkarmaya hakkı vardır. Fakat yeter... Bir yığın laf ettim, ama bir şey açıklayabildim mi? Bu işin zevkini nasıl açıklayacağız? Ama ben açıklarım! Başladığım işi sonuna kadar zütürürüm! Elime kalemi bunun için aldım zaten...
Örneğin, ben son derece onurlu bir adamım. Bir kambur ya da bir cüce kadar da evhamlı, alınganımdır, gene de öyle zamanlar oldu ki, birisi yüzüme bir şamar aşk etse sevinç duyardım belki.
Ciddi söylüyorum; herhalde bunda bambaşka bir zevk, şüphesiz umutsuzluktan doğan bir zevk bulabilirdim; umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan. Tokadı yiyince, bilinç öyle bir ezilir ki, pestile döner. Bana en çok dokunan, suçlu olsam da olmasam da her zaman bir çeşit tabiat kanununa uyar gibi, herkesten önce kendimi suçlu görmemdi. Bu, ilkin çevremde herkesten akıllı olmamdan ileri geliyor. (Kendimi daima etrafımdakilerin hepsinden akıllı sayar, hatta inanır mısınız, bazen bu yüzden utanç duyardım. Zaten hayatımda kimsenin yüzüne doğruca bakamaz, hep bakışlarımı kaçırırdım.) Ayrıca bir suçum daha vardı: Âlicenap değildim, âlicenap olmak elimden gelmiyordu; olsam bile bu duygudan faydalanamayacağım için daha çok azap duyacaktım.
Herhalde bu erdemimi yerinde kullanamazdım:
Affedemezdim, çünkü suçlu tabiat kanunları gereği bana vurmuş olabilirdi ve tabiat kanunlarını affetmekten de söz edilemez; unutamazdım, çünkü tabiat kanununa uysa da bir hakaret unutulamaz.
Ama öte yandan âlicenap değilim diye hakaret edenden öç almak istesem de elimden bir şey gelmezdi, çünkü hiçbir zaman, hiç kimseye bir şey yapmaya cesaret edemezdim herhalde. Peki, neden cesaret edemezdim? Bu konuda bir iki söz söylemek isterim. -
3.
+1Öç almak isteyen veya genel olarak kendini korumasını bilen dişli kimseler bunu nasıl yapar?Tümünü Göster
Böyleleri kendilerini öç hissine kaptırdılar mı, bu duygu varlıklarında her şeyi siler süpürür. Böyle bir adam kudurmuş bir boğa gibi, boynuzlarını öne eğerek hedefe doğru atılır ve ancak önüne çıkan bir duvar onu durdurabilir (bu arada, o içi dışı bir adamlar, o iş güç sahipleri böyle bir duvarla karşılaşınca içtenlikle duruverirler. Onlar için duvar, düşünebilen ve bu yüzden de eli böğründe bekleyen bizler için olduğu gibi, ciddiliğine kendimizi dahi inandıramasak da sevinçle, dört elle sarıldığımız bir geri çekilme bahanesi değildir. Hayır, onların vazgeçişleri son derece içtendir.
Duvarın onlar için yatıştırıcı, huzur verici, hatta bir dereceye kadar mistik bir anlamı vardır... Neyse, duvar bahsine sonra döneriz). işte ben, içi dışı bir insanı, tabiat ananın şefkatle, özene bezene yarattığı, gerçek, normal insan olarak görürüm. Böyle bir adamı delicesine kıskanırım. Ahmak olmasına ahmaktır; bunun aksini iddia edecek değilim, fakat normal adamın ahmak olması gerekmediği ne malum? Belki bu halin kendine göre güzelliği bile vardır. Bu konudan bir çeşit şüphe duymamın nedenlerinden biri de normal bir adamın karşıtının, yani tabiat ananın yarattıklarından değil de laboratuvar imbiğinden geçmiş, üstün anlayışlı bir adamın (bu da biraz mistisizm gibi oldu galiba, ama bundan da emin değilim), bazen tüm manevi üstünlüğüne rağmen, zıddının karşısında acizliğini kabullenip kendisini samimi olarak bir fare gibi görmeye başlamasıdır. Üstün anlayışlı olmasına üstün anlayışlıdır, ama olup olacağı bir faredir; halbuki karşısında bir insan vardır... vs. vs.
işin en önemli tarafı bu adamı fare sayanın bizzat kendisi olmasıdır, yoksa kimsenin ona bundan söz açtığı yoktur ki, bu da gayet önemli bir nokta. Şimdi de faaliyet halindeyken bu farenin yaptıklarına bir bakalım. Diyelim ki, onu inciten bir hadise olmuştur (bu hemen hemen her zaman olur) ve fare intikam almak istemektedir. içinde bir l’homme de la nature et de la vérité’den[2] daha çok fenalık birikir. Hakaret edene, kendisine yapılan kötülüğe kötülükle karşılık vermek için duyduğu iğrenç, alçakça istek, muhtemelen bir l’homme de la nature et de la vérité’den daha çok içini kemirir, çünkü bir l’homme de la nature et de la vérité, doğuştan ahmak olduğu için öç almayı düpedüz bir hak sayar; halbuki fare üstün anlayışı yüzünden bunu adil bulmayarak reddeder.
Nihayet sıra maksada, yani öç alma fiiline gelir. Zavallı fare ilk kepazeliğinin yanına bir sürü sual, şüphe şeklinde o kadar çok yeni yeni kepazelik katmış, bir sorunun etrafına öyle çok çözülmemiş mesele yığmıştır ki, tam manasıyla ne yapacağını bilmez haldedir; varlığına ister istemez giren şüphelerden, heyecandan ve onunla açıktan açığa alay eden içi dışı bir iş güç sahipleriyle hâkim durumdaki tiranların tükürüklerinden meydana gelmiş uğursuz bir karışım, kokuşmuş, cıvık bir çamur yığını, onu çepeçevre sarmıştır. Farenin bu durum karşısında tutacağı tek yol, her şeyden vazgeçip yapmacık, kendisinin de inanmadığı küçümser bir gülümsemeyle delikçiğine kaçmaktır. Orada pis, leş kokan yeraltında hakarete, alaya uğramış zavallı faremiz derhal kesin, zehirli ve özellikle sonsuz bir kin beslemeye başlar. Artık kırk yıl, durmadan, uğradığı hakareti en ufak, en utandırıcı ayrıntısına kadar hatırlayacak, her seferinde kendinden de büsbütün yüz kızartıcı şeyler ekleyerek bu uydurmalarına alabildiğine üzülüp sinirlenecektir.
Bir yandan kurduklarından utanır, bir yandan da kafasını kurcalaya kurcalaya "olabilirdi" bahanesiyle olmuşları alabildiğine şişirir, eklemeler yapar ve hiçbir şeyi affetmez. Belki öç almaya da kalkışır, ama bunu miskince, sinsi sinsi, ne öç almak hakkına ne de başarısına inanarak yapar; bu teşebbüsün onu öç almak istediği kimseden yüz kat daha fazla üzeceğini, ötekininse kılının bile kıpırdamayacağını önceki tecrübeleri sayesinde ta baştan beri bilir.
Ölüm döşeğinde bunları bir kere daha, hem de birikmiş faiziyle hatırlar ve... -
4.
+1Ama sözünü ettiğim o garip zevkin özü de bu soğuk, bu çirkin yarı ümitsizlik ve yarı inançta, üzüntüden kendini şuurlu olarak kırk seneliğine yeraltına gömmede, mahsus tertiplendiği halde durumun pek o kadar içindençıkılmaz olmamasında, içe işlemiş ama bir türlü tatmin edilmeyen o zehirli arzularda, kesin olarak verilen kararlarla hemen ardından duyulan pişmanlıklar arasındaki hummalı duraksamalardadır işte.
Bu zevk o derece ince, anlaşılması o kadar güç bir duygudur ki, pek dar kafalı olmayan, hatta sinirleri çok sağlam kimseler bile bundan zerrece nasiplerini alamazlar. Şimdi siz sırıtarak, "Belki tokat yemeyenler de anlamaz?" diye ekleyecek ve nazik bir şekilde, yediğim bir tokat yüzünden böyle uzman gibi konuştuğumu ima edeceksiniz. Bu hususta düşündükleriniz beni hiç ilgilendirmiyor ya, yine de hiç tokat yemedim baylar, merak buyurmayın.
Hatta hayatta tokat atmak için pek fırsat bulamadığımdan üzülmesi gereken belki de benim. Ama yeter, sizi epey ilgilendiren bu konuda tek sözcük daha etmeyeceğim artık.
Zevklerin bazı inceliklerini kavrayamayan sağlam sinirli insanlar hakkında sakin sakin yazmaya devam edeyim. Bu zatlar, sırası gelince öküz gibi boğazlarını yırtarcasına böğürmekle dahi yükselebilir, ama demin de söylediğim gibi, bu çeşit insan imkânsızlıkla karşılaşınca derhal siner.
imkânsızlık bir taş duvar mıdır yani? Nasıl bir taş duvar?
Elbette tabiat kanunlarından, tabiat bilgilerinden çıkarılan sonuçların, matematiğin taş duvarı. Biri çıkıp da atalarımızın maymun olduğunu ispat ederse, ister istemez kabul etmek zorundasın. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden daha değerli olması gerektiği, erdemlerin, ödevlerin, inançların ve öbür safsataların hep bu sonuca göre çözümleneceği ispat edilirse, yine olduğu gibi kabulleneceksin; itiraz edemezsin, çünkü bunlarda matematiğin iki kere iki dört kesinliği vardır. Biraz itiraz etmeyi deneyin isterseniz. -
5.
+1"Aman efendim, nasıl itiraz edersiniz, bu iki kere ikinin dört ettiği gibi açıktır." diye çıkışırlar size, "Doğa size danışmaz; beğenmediğiniz, şahsi istekleriniz ona vız gelir. Tabiatı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar, duvardır vs. vs." Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? Şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim, ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.
Sanki bu çeşit taş duvarlar gerçekten insanı rahatlatan, sırf iki kere ikinin dört edişi gibi kesinlikleriyle kâinatı etkileyebilecek kuvvetlerdir. Saçmaların en büyüğü! Öte yandan bütün imkânsızlıkları, bütün taş duvarları görüp anlayabilseniz, yetersizliklerin ve taş duvarların biriyle olsun uzlaşamamaktan iğrenseniz, hatta hiç suçunuz olmadığını bile bile mantığın mutlak, kaçınılmaz kurallarına uyarak, o ölümsüz taş duvar konusunda kendinizi suçlayacak kadar çirkin sonuçlara varıp, aczinizden sessizce diş gıcırdatarak kendinizi adeta bir şehvet duygusuyla atalete teslim etseniz, sonra da ortada hırsınızı alacak tek bir varlık bulunmadığını, çevrenizde dönenlerin el çabukluğu, hileler ve düzenbazlıktan meydana gelmiş bulanık bir karışım olduğunu fark etseniz bile, bütün bilinmeyenlere, hilelere rağmen içiniz sızlar, bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır! -
6.
+1— Hah-ha-ha!.. Şu halde sizin için diş ağrısının da zevki var, diye güleceksiniz bana.Tümünü Göster
— Neden olmasın? derim. Diş ağrısının da kendine göre zevki vardır. Tam bir ay çektiğim için gayet iyi bilirim. Tabii bu halde içten içe bir hiddet duyulmaz, iniltiler çıkarılır; ama bunlar içten gelmeyen yapmacıklı inlemelerdir ki, mesele de bunda zaten.
Acı çeken kimse inlemekten zevk alır;
almasa inlemesini pekâlâ tutardı. Bu çok hoş bir örnektir okuyucularım, üzerinde durulmaya değer.
Bütün bu inlemeler, bir yandan ağrılarınızın küçültücü gayesizliğini anladığınızı gösterir; öte yandan da varlığını umursamadığınız halde, kılı kıpırdamadan sizi hırpalayan tabiat anaya karşı yükselen şikâyettir. Karşınızda bir düşman olmadığını bildiğiniz halde ağrılarınızın sürdüğünün, Wagenheimların müdahalesine rağmen dişlerinizin esiri olmaktan kurtulamadığınızın, sizin dışınızda bir kuvvetin istese diş ağrınızı hemen kesebileceğinin, ama istemediği için üç ay daha süreceğinin ifadesidir; son olarak, hâlâ boyun eğip isyanınızdan vazgeçmemişseniz, kuru teselli olarak ya kendi kendinizi kırbaçlayın ya da mahut duvarınıza hürmetlice birkaç yumruk indirin, başka hiçbir çare yoktur zira. işte efendim, kimden geldiği belli olmayan, fakat içinize işleyen hakaret ve alaylardan, bazen şehvete varan bir zevk duyulmaya başlar.
Baylar, rica ederim, diş ağrısı çeken şu on dokuzuncu yüzyıl aydınının iniltilerine, hastalığının ikinci, üçüncü gününde artık inlemesi, ilk günkü gibi, yalnız diş ağrısından gelen, kaba bir köylünün iniltileri olmaktan çıkıp, şimdikilerin söyleyişleriyle "topraktan ve halk kökünden" sıyrılıp medeniyetten, Avrupa kültüründen nasibini almış bir insanın inlemesine dönmüşken bir kulak verin. inlemesi gitgide çirkinleşir, pis bir hırçınlığa dönerek günlerce, gecelerce devam eder. Bunun bir fayda sağlamadığını, dırlanmalarıyla kendisi kadar başkalarını da boşu boşuna rahatsız ettiğini herkesten iyi bilir; önünde yırtınıp durduğu dinleyicilerin, yani ailesinin ona zerre kadar inanmadığından, bıkkınlık içinde, bu adamın yapmacıklı, şımarık halini bırakarak ıstırabını daha sade, daha tabii şekilde ifade edebileceğini düşündüklerinden de haberi vardır. işte zevk de tüm bunları ve kepazeliğini anlamasındadır. "işte sizleri rahatsız ediyor, içinizi parçalıyor, ev halkına uyku uyutmuyorum. Uyumayın, hepiniz her an, dişlerimin ağrıdığını duyun.
Artık karşınızda ilkin görünmek istediği gibi bir kahraman değil, sadece miskin, şirret bir adam var.
Pekâlâ, öyle olsun! Foyamı meydana çıkardığınıza memnunum. Pis pis dırlanmalarımı dinlemekten içinize fenalıklar geliyor, öyle mi? Gelsin, ben de sesimi değiştirip büsbütün berbat bir makam tuttururum... " Hâlâ anlamadınız mı baylar? Galiba bu zevkin bütün kıvrımlarına nüfuz edebilmek için daha gelişmek, daha üstün bir anlayışa sahip olmak lazım. Ama siz gülüyorsunuz, öyle mi? Memnun oldum. Şüphesiz şakalarım oldukça zevksiz, karışık ve düzensiz; insanda bir güvensizlik yaratıyor.
Bu, kendime saygı duymayışımdan ileri geliyor. Anlayışlı bir adam kendisine saygı duyabilir mi hiç? -
7.
+1Küçülmekten bile zevk almaya kalkışan bir adamın, biraz olsun öz saygısı kalır mı? Bunu usanç veren bir pişmanlığın etkisinde söylemiyorum. Öteden beri, "Affedersiniz babacığım, bir daha yapmam." demekten nefret ettim; bunu söylemek bana güç geldiği için değil, tam tersine gayet kolay söylüyordum.Tümünü Göster
Hatta mahsus yapar gibi, zerre kadar suçum olmadığı durumlarda bile kendimi suçlu çıkarırdım. Bu da hepsinden kötüydü. Bu sefer yine duygulanır, pişmanlık duyar, gözyaşları dökerdim; bunları da öyle yalandan falan yapmazdım, ama şüphesiz hepsi kendi kendimi kandırmak içindi. Kalbimde bir kötülük nüvesi vardı... Tabiat kanunları beni ömrüm boyunca her şeyden çok hırpaladığı halde, bu durumlarda onları suçlamak da imkânsızdı.
Şimdi aynı şeyleri hatırlamak içime fenalıklar veriyor, o zamanlar da verirdi. Bir dakika geçince kendi kendimi yiyerek, bütün bu pişmanlıkların, duygulanmaların, değişme antlarının hepsinin yalan, kocaman çirkin bir yalandan başka bir şey olmadığını anlıyordum. Kendimi türlü türlü şekillere sokarak hırpalamamın, işkence etmemin sebebini soracak olursanız, size, boş durmaktan canım sıkıldığı için çeşit çeşit marifetleri denedim, diye cevap veririm ki, gerçekten de öyle. Siz de kendinizi iyice bir yoklayacak olursanız, bunun böyle olduğunu anlarsınız baylar. Kendi kendime macera hayalleri kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum. Durup dururken, ortada fol yok yumurta yokken kendi kendimi gücendirdiğim çok oldu; aslında hiç sebep olmadığını bildiğim halde kendimi öyle dolduruyordum ki, sonunda gerçekten gücenip içerliyordum. Bu çeşit oyunlar yaşamımı öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hâkim olamaz hale geldim. Bir defa, hatta bir de değil, iki defa, zorla âşık olmayı bile istedim. inanın ıstırap bile çektim baylar. Ruhumun uzak bir köşesinde bu ıstıraba inançsızlık, alay kıvılcımları titreşiyordu, ama gene de maddi bir ıstırap çekmeye devam ediyordum; üstelik dört başı mamur bir âşık gibi kıskanıyor, kendimi kaybediyordum... Sebep hep can sıkıntısıydı baylar, hep can sıkıntısı; atalet beni eziyordu. Zaten şuurun meşru mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir. Bundan yukarıda da söz etmiştim. Tekrar ediyorum: Bütün samimi insanlar ve işinde gücünde olanlar ahmak, dar kafalı oldukları için faal kimselerdir. Nasıl açıklamalı? Bakın şöyle: Bu çeşit insanlar, akılları kıt olduğu için herhangi bir konuda ana sebepleri araştırmadan hemen el altındaki ikinci derece sebeplere bağlanıverir ve doğru hareket ettiklerinden emin oldukları için de rahatlarlar; en önemlisi de budur zaten. Herhangi bir işe başlamadan önce, ilkin rahatlamak, bütün şüphe ve tereddütlerden kurtulmuş olmak şarttır. iyi ama, ben kendimi nasıl rahatlatayım? -
8.
+1Dayanabileceğim esaslar, ana sebepler nerede? Nereden bulacağım bunları? Sırf fikir jimnastiği yapmak için ele aldığım herhangi bir ana sebep bile arkasından daha önceki bir sebebi sürüklüyor ve bu böylece aralıksız devam ediyor. Anlayışın, derin düşünmenin esası da budur. Demek yeniden tabiat kanunlarıyla karşılaşıyoruz. Peki ne sonuca vardık bundan? Yine aynı şeye. Hani demin öç almaktan bahsetmiştim (herhalde üzerinde durmamıştınız). insanın hak yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. Şu halde esaslar da, ana sebep de bulunmuştur: Adalet. Bu durumda her açıdan içi de rahatlarsa, artık tamamıyla sakin, hatta iyi, doğru bir iş yaptığına emin olarak öç alır. Halbuki ben bunda ne adaletle ne de erdemle ilgili bir yön bulurum, intikam almaya kalksam, bunu sırf kinimden yapacağımı bilirim. Kin gerçekten bütün kuşkularımı yok edecek sebep olmadığı için, temel sebep yerine geçebilirdi elbette. Gel gelelim, kin bile duyamıyorum (zaten demin bundan başlamıştım ya). Kinim, hep o uğursuz tabiat kanunları yüzünden adeta kimyasal bir bozulmaya uğruyor. Bir de bakarsın, esas madde uçmuş, sebepler buharlaşmış, suçluyu bulmak imkânsız olmuştur; hakaret hakaretlikten çıkıp, kaderin bir cilvesi, kimsenin suçu olmayan diş ağrısı gibi bir şey haline gelmiştir ve elbette duvar yumruklamaktan başka çare kalmamıştır. Esas sebebi bulamayınca vazgeçer, bıkarsınız. Bir kere kendini duygularına kaptır, bir anlığına şuurunu susturup, düşünmeden, esas aramadan hakaret et, nefret et, birini sev, daha doğrusu boş durmamak için bir şeyler yap bakalım. En geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini küçümsemeye başlarsın. Sonuç: Sabun köpüğü ve atalet.
Ah baylar, belki de ben ömrüm boyunca başlamayı da, bitirmeyi de beceremediğim için kendimi akıllı bir adam sayıyorum. Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız ama can sıkıcı boşboğazın biri olayım, ne çıkar. Ne çare ki gevezelik, daha doğrusu elekle su taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır. -
9.
0adam kitabı yazmış dıbına koyim
-
10.
+2
KiPAT
-
11.
0Bu babası kitap almayan eleman okusun işte
-
12.
0Bazen dostoyevski'nin reenkarnasyon olmuş hâli miyim diye düşünmeden edemiyorsun değil mi ? Yalnız değilsin.
-
13.
+1Keşke sadece tembellik yüzünden hiçbir şey yapamasaydım. Tanrım, o zaman kendime ne büyük saygı duyardım. Tembellik de olsa belirli bir özelliğe sahibim, buna eminim diye kendime saygı duyardım. Benim için, "Kim bu adam?" diye sorulunca "Tembelin biri." cevabını verirlerdi ki, bunu duymaktan da son derece hoşlanırdım. Benim de kendime göre bir niteliğim, hakkımda söylenecek söz olurdu. "Tembel!" Şaka değil, bu bir unvan, bir mevki, başlı başına bir istikbaldir efendim.Tümünü Göster
Alay etmeyin, gerçekten öyledir. O zaman haklı olarak en gözde kulübün üyesi olur, kendi kendime saygı göstermekten başka bir iş tutmazdım. Ömrü boyunca Lafitte şarabından anlamasıyla övünüp duran bir adam tanırdım. Bunu eşsiz bir erdem sayıyor, kendi hakkında en ufak bir şüphe duymuyordu. Ölürken yalnız iç huzuru duymamış, zafer kazanmışların o engin saadetini de tatmıştı ve bunda yerden göğe kadar haklıydı.
Öyleyse ben de tembel bir obur olmayı kendime iş diye seçebilirdim; ama öyle sıradan bir tembel obur değil de, şu bütün güzel, yüksek şeylere ilgi duyan tembel oburlardan olurdum. Ne dersiniz? Ben bunu öteden beri hayal etmişimdir. Bu "güzel ve yüksek şeyler" kırk yaşımda bana hayli sıkıntı verdi; yaşım kırkı bulduğu için elbet, halbuki o sıralar, ah, o sıralar bambaşka olabilirdi!
O zaman çabucak güzel bir iş de edinirdim: Bütün o güzel, yüksek şeyler şerefine içmek. Kadehime önce bir damla gözyaşı akıtıp, sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine içme fırsatlarını asla kaçırmazdım. Dünyada ne varsa güzellik ve yükseklik açısından görür, pisliği tartışma zütürmeyecek en el dokunmaz çirkefte bile güzel ve yüksek taraflar bulurdum. Alabildiğine sulu gözlü olurdum.
Diyelim ki bir ressam, Ghe (XIX. yüzyılın tanınmış bir Rus ressam) ayarında bir tablo yapmıştır; derhal ressamın sağlığına içerdim, çünkü bütün güzel ve yüksek şeyleri severim. Bir yazar "Nasıl arzu edersiniz?" diye bir makale mi yazdı, hemen "nasıl arzu edersiniz"in şerefine kadeh kaldırırdım, çünkü "güzel ve yüksek" her şeyi severim ben. Bütün bunlara karşılık, bana saygı gösterilmesini ister, saymayanın da yakasını bırakmazdım. Rahat rahat yaşayıp vakarla ölmek, bundan daha enfes ne vardır!
Salıvereceğim göbeği, üç kat gerdanımı ve ayyaş burnumu sokakta görenler, "Şu kalantora bakın, amma esaslı herif!" derlerdi. Ne olursa olsun, yaşadığımız şu olumsuz devirde böyle gönül okşayıcı sözler duymak hoştur baylar. -
14.
0Fakat bunların hepsi tatlı hayallerden ibaret. Söylesenize, insanların kötülük yapmasının gerçek çıkarlarını bilmemelerinden ileri geldiğini ilk ortaya atan kimdir; aydınlanan insanın gerçek çıkarını görünce, kötülük yapmayı hemen bırakıp iyi ve onurlu biri olacağını, çıkarının sadece iyilik yapmakta olduğunu anladığı ve hiç kimse de kendi çıkarına aykırı davranmayacağı için hep iyilik yapmak zorunda kalacağını ilk kim uydurdu? Hey gidi saf çocuk!
Temiz yürekli bebek! Dünya kurulalı beri insanların yalnız kişisel çıkarlarını düşünerek hareket ettikleri görülmüş müdür? Peki, göz göre göre, yani gerçek çıkarının nerede olduğunu bildiği halde bunu umursamadan, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin onları zorlamadığı başka, tehlikeli bir yolu tutan ve kaderin kendilerine çizdiği yoldan yürümek varken, kasten yapar gibi yeni, çetin, saçma, karmakarışık bir yol keşfetmekte inat eden insanların oluşturduğu milyonlarca örneğe ne demeli? inatçılık ve dik kafalılık onlara çıkarlarından daha tatlı geliyor anlaşılan... Çıkar! Çıkar da neymiş ki? -
15.
+1insanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle söyleyebilir misiniz? insanın kendisi için iyilik değil, tam tersine kötülük arzulayabileceği, hatta bunu yapmaya mecbur olacağı bazı hallerde ne olur peki, buna da çıkar denmez mi? Böyle bir durumun yalnızca mümkün olması bile bütün kanunları yıkar. Ne dersiniz, buna imkân var mı? Gülüyorsunuz ha; gülün ama şuna da cevap verin baylar: insan çıkarlarının hepsi tek tek sayılabilir mi? Aralarında hiçbir sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur? Baylar, anladığım kadarıyla siz insan çıkarlarına ait listeyi bazı istatistik bilgilerinden, iktisat formüllerinden çıkarmışsınız. Sizce refah, servet, hürriyet, rahatlık vs. başlıca çıkarlardır; bu listeye açıkça ve bile bile sırt çeviren bir kimseye rastlarsak ona siz de, ben de kaçığın, yobazın biri gözüyle bakarız, öyle değil mi?
Bütün istatistikçilerin, bilginlerin insanoğlu için birtakım hesaplar yaparken daima çıkarlardan birini gözden kaçırmaları da ne garip, değil mi? Hatta bunu ne şekilde kullanmak gerektiği üzerinde bile durmazlar, halbuki bütün hesap buna dayanmaktadır. Listemize onu da almak o kadar da büyük bir sorun olmazdı herhalde. Yazık ki bu anlaşılması güç çıkar, hiçbir sınıfa sokulamıyor, hiçbir listede barınamıyor. -
16.
+1Örneğin benim bir dostum var... Hoş, yalnız benim değil, sizin de dostunuzdur baylar; zaten onunla dost olmayan yoktur! Bu zat bir işe başlarken tatlı, açık bir dille akıl, hak yolunda yürüme usulünü açıklar. Bundan başka size gerçek, normal bir insanın çıkarlarından heyecanla, hararetle bahseder;
çıkarların, erdemin gerçek anldıbını anlayamayan budala miyoplarla alay eder; ama tam bir çeyrek saat sonra durumda ani, beklenmedik hiçbir değişiklik de olmamışken, bütün çıkarların üstünde bir içgüdüyle bambaşka bir yola sapar, yani bütün o söylediklerinin aksine bir iddiayı açıkça savunmaya başlar, akıl yolunu, çıkarları, kısacası her şeyi inkâr eder...
Ha şunu da söyleyeyim, dostum dediğim kimse ortaklaşa bir insan olduğu için suçu yalnız ona yüklemek biraz zordur. Baylar, belki de gerçekten, her insan için en yüksek çıkarından bile değerli ya da (mantık çerçevesi içinde kalmak için) daha yararlı olan (ama demin bahsettiğim listeye girmeyen), bütün çıkarlarının üstünde, gerektiğinde insanın uğruna bütün kuralları çiğnemeye hazır olduğu, yani akla, şerefe, huzura, refaha, kısacası bütün güzel ve faydalı şeylere karşı gelebileceği bir çıkar vardır baylar. -
17.
+1— Demek ortada gene bir çıkar var, diye sözümü keseceksiniz.Tümünü Göster
Müsaade edin de anlatayım efendim, mesele kelime cambazlıklarında değil; sözünü ettiğim çıkar, bütün sınıflandırmalarımızı, beşerin saadeti için çalışan insan severlerin kurduğu sistemleri darmadağın etmektedir.
Kısacası, her şeye engel olur. Fakat bu çıkarı adlandırmadan önce, itibarımı zedelemek pahasına birkaç söz söyleyeceğim: Bence bütün o mükemmel sistemler, insanlığa gerçek, normal çıkarların neler olduğunun açıklanması, bunların sağlanmasıyla herkesin hemen iyileşip asilleşeceği düşüncesi şimdilik sadece bir varsayımdır. Evet efendim, varsayım!
Doğrusu, şahsi çıkarlara dayanan bir sistemle insanlığın ıslah olacağını iddia etmek bence, hemen hemen...
Buckle’ın medeniyetin insanları yumuşattığını, bu sebeple onları daha az vahşi, daha barışçıl hale getirdiğini iddia etmesine benzer. Galiba onun mantığını kullanarak vardığı sonuç bu. Fakat insan sistemlere, bazı soyut kavramlara o derece bağlıdır ki, mantıktan yana olmak için gerçeği bile bile değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razı olur. Bunu gerçekten güçlü bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize bakın bir kere: Kan gövdeyi zütürüyor, hem de keyifli keyifli, şampanya gibi akıyor.
işte size Buckle’ın da yaşadığı on dokuzuncu yüzyılımız. işte büyük Napolyon ve bugünkü Napolyon. işte Kuzey Amerika’nın ebedi birliği. işte nihayet karikatür gibi Schlezwig-Holstein...
Medeniyet neyimizi yumuşatmış? Medeniyetin insanda duygu çeşitlerini artırmaktan başka işe yaradığı yok. Duygularının çeşitlenmesiyle insan işi kan dökmekten zevk almaya kadar vardırabiliyor.
Bunun örnekleri var.
Cinayetlerde en ince ustalıklar gösterenlerin çoğu zaman en medeni adamlar olduğuna hiç dikkat ettiniz mi?
Atillaların, Stenka Razinlerin onların eline su dökemeyeceği zamanlar da olur; bir Atilla ya da Stenka Razinkadar göze çarpmayışlarının tek sebebi de, böylelerine sıkça rastlandığı için artık kanıksanmış olmalarıdır. insan medeniyete kavuşmakla eskisinden daha fazla kan dökücü olmamışsa bile, en azından daha kötü, daha iğrenç bir kan dökücü olduğu kesindir. insan, eskiden hak uğruna kan döker, bunun için önüne geleni gönül rahatlığıyla temizlerdi; zamanımızdaysa, kan dökmeyi iğrenç saydığımız halde bu iğrençlikten kendimizi alamıyoruz, hem de eskisinden daha çok. Hangisinin daha kötü olduğuna kendiniz karar verin. Kleopatra (Roma tarihinden bir örnek vereceğim için affedin),cariyelerinin göğsüne altın iğneler batırmayı sever, attıkları çığlıklardan, kıvranmalarından zevk alırmış.
Bunların görece barbarlık çağlarında olduğunu söyleyeceksiniz, gerçi şimdi de iğneler batırıldığı için (yine göreceli olarak) zamanımızın da bir barbarlık devri olduğunu söyleyebiliriz; bugünün insanı pek çok bakımdan barbarlık çağı insanından daha üstün görüşlü olduğu halde, aklın, bilginin gösterdiği yoldan gitmeye bir türlü alışamamıştır. Bununla beraber, sağduyu ve bilimle ıslah edildiğinde, insanın eski, kötü alışkanlıklarını bırakıp normale döneceğinden, onu doğru yolda yürümeye alıştıracağınızdan eminsinizdir. işte o zaman insanın isteye isteye yanılmaktan vazgeçeceğine, iradesinin normal çıkarlarına zıt hareketler yapmasına ister istemez engel olacağına da inanıyorsunuz.
Dahası, ilmin insana ancak o zaman pek çok şey öğreteceğini (bu kadarı bence lüks ya, neyse), örneğin insanın gerçekte iradesi, kaprisleri olmayan bir piyano tuşu, org içindeki bir cıvata kadar değer taşıdığını, dünyadaki her şeyin insanın davranışlarına, şahsi isteklerine göre değil, tabiat kanunlarına uyarak, kendiliğinden meydana geldiğini öğreneceğini söyleyeceksiniz. Şu halde bütün mesele, bu tabiat kanunlarını keşfetmekte; artık ondan sonra hiçbir insan hareketlerinin sorumluluğunu taşımaz, hayat onun için kolaylaşır.
Bütün insan davranışları, bu kanunlara göre 108.000’lik logaritma cetveli gibi matematik olarak hesaplanıp tanzim edilir; daha da iyisi, zamanımızın angiblopedik lügatlerine benzeyen faydalı yayınlar çıkarılır, içinde her şey öyle bir kesinlik ve düzenle hesaplanıp açıklanır ki, dünyadan suçun da, maceranın da adı silinir. -
18.
+1işte o zaman –bunları ben değil, hep siz söylüyorsunuz– yepyeni, tamamıyla hazır ve matematik bir kesinlikle hesaplanmış bir iktisat düzeni kurulur; böylece bütün cevapların hazır oluşu, ortada soru diye bir şey bırakmaz. O zaman billurdan bir saray kurulur. V e o zaman... Eh, işte o zaman uçup gelir Anka kuşu. Ama size (artık bunu ben söylüyorum) o haliyle hayatın son derece sıkıcı olmayacağını temin edemem (her şey bir cetvele göre hesaplanınca insana yapacak bir şey kalmaz); ama buna karşılık her şey son derece makul olur.Tümünü Göster
Öte yandan, can sıkıntısından neler neler icat etmezsiniz! Altın iğneler de can sıkıntısından batırılır zaten, ama hepsi bu kadarla da kalmaz. işin kötüsü, (gene ben söylüyorum) bakarsın bizde de altın iğnelerin batırılmasından zevk alacaklar bile çıkar. Çünkü insan ahmak bir yaratıktır, son derece ahmak! Daha doğrusu ahmak değil de nankördür; eşine rastlanmayacak derecede nankördür. Mesela geleceğin basiretli toplumu arasında yaşayıp giderken, adi ya da daha doğru bir deyişle yüzünden gericilik ve alaycılık akan bir gentleman, durup dururken ortaya çıkıp elini beline dayayarak hepimize, "Ne dersiniz baylar, şu usluluğa bir tekme savurup logaritmacıları cehennemin dibine yollasak da, gene eskisi gibi ahmakça, başımıza buyruk yaşasak, nasıl olur?" diye bağırsa hiç şaşmam.
Yine de bu bir şey değil, işin kötüsü, hemen izleyici bulmasıdır: insanın yaradılışı böyle. Bütün bunlar bakın ne kadar önemsiz, sözü edilmeye değmez bir sebepten çıkıyor: Kim olursa olsun, insan daima, her yerde akılla çıkarın buyurduğu gibi değil, canının istediği gibi hareket etmeyi sever; arzularımızın çıkarımıza tamamıyla ters düşmesi de mümkün, hatta bazen zorunludur (bu şahsi düşüncem). Hiçbir sınıflamaya girmeyen, çeşitli sistem ve nazariyeleri cehenneme yollayan, daima yok sayılan en faydalı, en önemli çıkarlarımız, hudut tanımayan hür bir irade, vahşi de olsa kendine mahsus bir kapris, bazen bir kışkırtmayla çılgınlığa varabilen, ama özgün bir hayal kudretidir.
Peki, ne diye bazı âlimler insana normal, erdemleri zedelemeyen istekler gerektiğini iddia ederler? Neden akıllarını insanın isteklerinin mutlaka mantıklı ve çıkarlarına uygun olması gerektiğine takmışlardır?
insana lüzumlu olan tek şey, onu nereye sürükleyeceği belli olmayan hür iradedir. Bu iradeyi de kim bilir hangi şeytan... -
19.
0— Hah-ha-ha! Ama gerçekte irade diye bir şey yok ki... diye gülerek sözümü keseceksiniz.
Hepimizin bildiği gibi bilim, zamanımızda insanı öyle güzel tahlil etti ki, hür iradeydi, istekti ancak...
— Müsaade buyurun baylar, ben de sözü buraya getirecektim zaten. Ama açık söyleyeyim, cesaret edemiyordum. Ben de isteklerimizin ipinin kim bilir hangi şeytan elinde bulunduğunu, hem de bunun daha iyi olduğunu söyleyecektim ki, sonra bilimi hatırladım ve... sustum.
Tam o sırada bu sözü siz açtınız. Gerçekten, ya günün birinde bütün arzu ve kaprislerimizin de formülü bulunur, daha doğrusu, bunların esasına, hangi kanunlara bağlı olarak meydana gelip nasıl geliştiklerine, çeşitli durumlarda hangi yolları takip ettiklerine vs. dair kesin bir matematik formül ortaya çıkarsa, o zaman insan muhtemelen, hatta mutlaka hiçbir şey istememeye başlar. Cetvele bakarak arzu etmenin ne tadı olur?
Ondan başka, insan insanlıktan çıkıp, hemen hemen bir org cıvatasına veya bunun gibi bir şeye dönüşür: Hür iradesi, arzusu olmayan, istemeyi bilmeyen insanın org silindiri üzerindeki cıvatadan ne farkı vardır ki?
Ne dersiniz? ihtimalleri toparlayalım düşünelim: Böyle bir şey olabilir mi olamaz mı? -
20.
0— Hımm... diyeceksiniz. Biz çıkarlarımızı yanlış anladığımız için arzularımızın çoğu da yanlış yoldadır. Bu yüzden gözümüze kestirdiğimiz bir çıkar için en kolay yolu seçelim diye, akılsızlığımızdan, çoğu zaman bir sürü saçmalığa saplanırız.
Halbuki bütün bunlar hesaba vurulup kâğıda dökülünce (olmayacak şey değildir bu, zaten insanların ilerde bazı tabiat kanunlarını öğrenemeyeceklerine şimdiden karar vermek çirkin ve manasızdır), içimizde arzudan eser kalmaz.
Arzunun akılla el ele vereceği gün hepimiz isteklerimize değil, aklımıza hizmet edeceğiz; çünkü aklımız başımızdayken manasız bir şey isteyerek kendimize bile bile fenalık yapmamıza imkân yoktur. irademizi düzenleyen kanunların keşfedilmesiyle bütün arzuların, düşüncelerin hesabını yapmak imkânı olursa, şaka bir yana, bunlar gerçekten cetveller üzerinde toplanabilirse, o zaman pek tabii ki isteklerimizi bu cetvele göre ayarlayacağız.
Örnek olarak söylüyorum; bir gün birisine nanik yapsam ve hesaplar, böyle yapmam, hatta hangi parmaklarımı kullanmam gerektiğini ortaya koysa benim şahsi hürlüğümden ne kalır? Bilhassa okumuş, öyle veya böyle tahsil görmüş bir âlimsem? O zaman hayatımı otuz yıl ilerisine kadar hesaplayabilirim; kısacası, bütün bunlar gerçekleşirse, bize her şeyi olduğu gibi kabullenmekten başka yapacak bir şey kalmaz. Esasen tabiatın hiçbir zaman, hiçbir durumda bize tabi olmadığını, onu hayalimizde kurduğumuz gibi değil, gerçekte olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini asla akıldan çıkarmamalıyız; öte yandan bir cetvel, bir takvim, hatta... hatta bir kimyager imbiği peşindeysek ne yapalım, bunları da olduğu gibi kabullenmeliyiz! Karşı koysak bile, nasıl olsa kendini kabul ettirir zaten...