0
bu tespitimin kaynağında yer alan bilinç ve algının kaynağı yüzeysel konjektürel gündemden ziyade mistik teolojinin öngördüğü varsayımların günümüze gelmiş doğrulamlarının yanında materyalist ve determinist tarih yaklaşımlarındaki olgusal realitelerin izdüşümüdür ki, türk toplumunun zihinsel kodlarında yer alan anarşist bilincin kaynağı akıncılık ve fetih ruhundan kaynaklı bir süreklilik barındırdğından ve ayrıca gelenek- kültüründe varolan üstün bilinç dünyanın geleceğine dair de umutlarımızı güçlendirmektedir ve bu güçlü realiteyi daha da anlamdırırsak; Toplumsal Varoluşumuzun hiçbir ön temellendirme yapmaksızın kullanmaya izinli olmayı türklük anlamındaki temellendirmenin istenmesine gerek kalmıyacağının özünde neyi anladığım ısrarla sorulacak olursa, tatmin edici olmamakla birlikte, bir iki söz edecek durumda olduğumu bildirmek isterim ki, türklerin, özellikle safkan olanların sürekli bir arada bulunuşuna, bilindiği gibi devlet adı verilir ve (Bizi burada yalnızca insan toplumu ilgilendiriyor) Bu bir arada oluştan meydana gelen maddesel ve tinsel tüm kurumlar, tüm fenomenler de aynı türklük kavramı içinde yer alarak türk varoluşun sınırları, tıpkı bir bahçeyi çepeçevre sarmış çit gibidir demek elbet Çitin üstünden ya da parmaklık aralarından geçilir, ama o yine çit olarak kalır ki, kurallı geçişler için çitin kapıları vardır ve Çit iğretilemesiyle somutlaştırdığımız türksel varoluş sınırları, coğrafi ve kültürel diye iki gurupta toplıyabileceğimiz tüm fiziksel-tinsel nedenlerin belli-belirsiz bir miktarı tarafınca çizilmiş olup, zaman içinde gerek coğrafi-niceliksel, gerek kültürel niteliksel değişikliklere uğrar. Bazan da toplumla birlikte sınırın da oradan kalktığı olur ama bu söylediklerim ironik bir algoritmadan öteye gitmez.
Dünyadaki tüm toplum sınırları, toplumun birlikte kalması koşuluyla, her iki bakımdan bile ortadan kalktığında -insanlık ütopyası- toplumsal varoluş sınırları, yok olmaz. Bu kez sınır, tek bir toplum olmuş olan dünyanın çevresini çevreler. Çünkü sınır, daima, yalnızca içine aldığını dışındakinden ayırıcı bir işleve değil, aynı zamanda içine aldığını kuşatarak, içinde bir arada tutucu bir işleve de sahiptir. tıpki yahudilik kabalizmi gibi, Böylece toplumsal varoluş kaldığı sürece, onun sınırlan da daim kalıcı olur.
türklüğün varoluşun varlığını biz, onun bize yaptığı imalardan sezeriz. Örneğin o, "yükümlülük", "sorumluluk", "ödev", "töre ve ahlâk", "yasallık" gibi kendisinin var olması için gerekli bu ve benzeri şeyleri, bize sunar. (Oysa tüm bunlar olmaksızın, varoluşumuzu sürdürmemiz kuramsal olarak olanaklıdır; hayvan topluluklarında olduğu gibi.) Ve biz, hep bu şeylerden anne, baba, öğretmen vb. ağızları yoluyla gelen sesi duya duya yaşarız, zaman zaman sonuca ulaşmayan bazı karşı çıkışlarımıza rağmen. Öyle ki, bu sesler artık bizim kendi varoluşumuzun gerçekten yapıcı öğeleri olurlar. Hatta içimizden bazıları, neredeyse her konuştuğunda, toplumsal varoluş adına konuşuyor gibidir. Toplumsal varoluş, sınırları içindeki insanların içlerine dek işlemiştir; ama o "işte!" diye gösterilemez. Fakat onun sesi duyulur, yaptırıcı gücü somut olarak algılanır, özellikle de ona karşı çıkıldığında. Bu karşı çıkış, genellikle iki biçimde görünür. Birini silahlı-eylemli ya da silahsız-eylemli (burada "silah" sözcüğü yalnızca gerçek anlamda kullanılmıştır.) anarşist ("Terörist'i bunun dışında tutuyorum.), diğerini marjinal insan temsil eder. Birincisi toplumsal varoluşun kendisini hedef alır, diğeri ise onun yalnızca sesine karşı çıkar, daha doğrusu sırt çevirir. Bu sonuncusu, esasında, toplumun kenarında, marjında olmakla, orada kendine ayrılan yere toplum tecavüz etmedikçe, toplumla uyum içindedir. Marjinal insan tipi belki sanılacağı gibi yeni bir olgu değildir. Her toplumda adına "marjinal" denmese de kenar insanları olmuştur. Esasında bunlar üzerinde uzun boylu durmanın bir önemi de yoktur. Bizi asıl ilgilendiren anarşisttir, daha doğrusu silahsız-eylemli anarşist.
türkler ise, bir ikilem içinde olduğunu bilir. O, toplumsal varoluşa, bunun her tür görünüşüne, yine aynı toplumsal varoluşun kendisine sunduğu maddesel-tinsel olanaklarla karşı çıkışının kesin bir zaferle sonuçlanmıyacağının ayrımındadır. Sonunda yitireceğini(?) bile bile, yine de gönülden isteyerek savaş açması bakımından anarşist, bize Don Kişot tipiyle görünür. Aslında onun için önemli olan kesin zafer değil, bu savaşta cephe kazanımıdır. O, kendine şunu söyliyemez: "Sonunda savaşı yitirecek olduktan sonra, ele geçirdiğim cephelerin ne önemi var!" Daha düşünceyi kafasından siler ve o böylece yoluna devam eder. O bilir ki, kılı kırk yarıcı düşünmenin, yaşdıbını güdük ve kötürüm kılması için insan dünyaya gelmemiştir. Öte yandan anarşistin savaşı sonunda yitirdiği düşüncesi de bir anlamda doğru değildir. Gerçi hedef bakımından savaş yitirilir, anarşist hiçbir zaman hedefe varamaz. türkler ontolojik varlıklarıyla görülecektir ki, dünyayı tekrar yönetecektir. umutsuzluğa kapılmaya gerek yok.
Tümünü Göster