1. 4.
    +5
    bilmem kaç yıl oldu. teninin tenimin üzerinden son uğurlanışının üzerinden geçen tam bilmem kaç yıl. kop koyuydu ayrılışımız. soğuk bi çayın içine atılmış ve erimemek için direnen şeker taneleri gibi debeleniyorduk ayrılmamak için. ilk önce dudaklarımız vedalaştı. sonra ellerimiz. aradan aylar geçti. ruhlarımız vedalaştı sonraları. yolların, kilometrelerin ikiye böldüğü biz, iki farklı dünyaydık artık. hislerim körelmeye başladı önce, duygularım. i̇ki satırla anlatılmıycak bi yokoluşun ilk adımlarını atıyordum. ne gittiğim yerin bi önemi kalmıştı ne de geride bıraktıklarımın. dünyanın yalnızlığını soluyordum ciğerlerime. nasıl bi günah işlediysem artık, ya da nerde hata yaptıysam, tanrı tüm çaresizlikleri omuzlarıma yüklüyordu. ayaklarımı sürüye sürüye buraya kadar gelebildim. dizlerimin üstüne düştüm ilk önce, sonra göğsüm çarptı yere, sonra başım. kollarım iki yana savruldu. sesler uğultuya döndü. ortalığı bi telaş aldı. sırt üstü çevrildim birden, gökyüzünü gördüm, mavinin üzerine nazik fırça darbeleriyle işlenmiş birbirinin içinde kaybolan beyaz bulutları. ne de çok benziyolar bize dedim içimden. sonra sesler duydum. “160’a getirin!”. “190’a getirin!”. “220’ye getirin!”. sonrası mı? nabız alamıyorlarmış.
    ···
  2. 3.
    +4
    dünyanın her kıyısı yalnızlığı tattı, kustu. tüyler ürperten bi kokusu vardı. mide bulandırıcı. tüm renkler onun üzerinde dans ediyordu, en çok da siyah. belki bu yüzdendi. herşeyden biraz vardı içinde. belki bu kalabalığın yüzünden tadı o kadar acı ve adı yalnızlıktı.
    ···
  3. 2.
    +6
    günlerden bir gün ( part 1 )

    yine sağır bi gece daha. alabildiğine koyu lacivert. yatakta uzanmış sigara dumanından halkalar yapıyorum. bir tane, iki tane, üç tane. her birini bir öncekinin içinden geçiriyorum. amatörce geliyor artık, herşey gibi ondan da sıkılıyorum. derken aklıma bir dost geliyor, dost dediysek eski, varlığı gidip hatrı kalanlardan. arasam mı diyorum içimden. alıyorum telefonu elime *135# ile başlayan bi numara çeviriyorum. uzun zamandır kontör yüklemiyorum, gerek yok ki kimi arıycam. aradığımı yeni görmüş olucak ki 5 dakka sonra geri arıyor. naber nasılsınla başlayan muhabbet 1 saat boyunca ağır kelimelerle ilerliyor. tamam diyorum kapat. şaşırmıyorum beni anlamamasına. 20 yıldır doğru düzgün anlayan yok zaten. atıyorum bi köşeye telefonu elimi sigara paketine zütürüyorum. boş. kim inip alıcak bu saatte. en yakın tekel nerden baksan yarım kilometre, o da benzinlik. fazla ürkütücü gelmiyor ama, giyiniyorum üstümü. yalnızlığın en güzel taraflarından biri de bu, hiçbir şeye üşenmiyorsunuz. zaman kısıtlamanız yok, yetişmeniz gereken bi yer yok, sizi bekleyen birileri yok, karışan yok, nereye bu saatte diyen yok. kısacası yalnızlık bi bakıma yokluğa eşit. anahtarlarımı alıp sürüngen adımlarla 4 katı da iniyorum. aynı sokak, aynı sokak lambası, aynı çöp tenekesi, 3 gün önce kimse görmeden kapının önüne attığım çikolata jelatini bile orda. sokayım böyle belediyeye diyorum içimden. ama sabaha karşı dışarı çıkmanın en güzel yanı sokaklarda kimselerin olmaması. güneş doğsam mı doğmasam mı diye yazı tura atarken dışarı çıkmanın tadı bi başka. yürüyorum sokağın sonuna, ana caddeye geliyorum. nereye gittiğini bilmediğim tırlar, hangi diyarlardan geldiğini bilmediğim acaip şekilli ağır vasıtalar ve en sevdiğim o ağır egzoz dumanı. bi acaip kafası var onun, çoğumuz sevmişizdir küçükken o egzoz dumanı kokusunu. şimdiki gibi lpg’li arabalar yoktu. yüksek gürültüyle çalışan mazotlu araçlar vardı egzozlarından simsiyah dumanlar çıkartan. herneyse geçiyorum karşıya, bi kaç yüz sürüngen adım daha attıktan sonra giriyorum benzinliğin kapısından içeri, kasaya yaklaşıyorum. kafamı bile kaldırmadan “bi kısa muratti” diyorum. kasiyer arkasını dönüyor hemen elini murattiye zütürüyor, ama kararsızlıkla. “kısa” dedim ya. uzununu da arıyor gerizekalı. ulan uzunu yok ki dıbına koyayım taşşak geçiyorum işte diyorum içimden. farkında değil tabi bizimkisi. ufak bi tereddütten sonra koyuyor önüme sigarayı. parayı uzatıp hiçbir şey demeden çıkıyorum. aynı cadde aynı kaldırımlar, aynı yapı kredi bankası , aynı otobüs durağı, derken kendimi anıtparktaki o çeşmenin başında buluyorum. “ulan hani eve gidicektim ben?!”. neyse diyorum, oturuyorum bi banka yakıyorum bi sigara, çekiyorum içime. sanki ben çektikçe, dünya üzerindeki tüm canlıların yalnızlığı içime doluyor tekrar, tüm insanlığın korkularını çekiyorum sanki içime. başımı kaldırıp veriyorum dumanı gökyüzüne. ama ciğerlerime yapışmış bir kere o yalnızlıklar, çıkmıyorlar geri, tıpkı sigaranın katranı gibi.

    saate bakıyorum. izmariti ayaklarımın altında sersefil edişimin üstünden tam yarım saat geçmiş. hala öylece parke taşlarına kitlenmiş bakıyorum. düşünüyorum. düşünüyorum ama ne düşündüğümü bende bilmiyorum. dizlerimi ellerimle destekleyip hantalca doğruluyorum yerimde. yeni bi gün daha başlıyor burak diyorum dışımdan. hatta bağırıyorum biraz da. bi kaç kişi varmış etrafta. anlamsız bi ifadeyle bakıyorlar suratıma., e tabi bana göre saat geç olmuş, insanlar uyanmış, işlerinin yolunu tutmuş. geliyorum evime. her köşesinde benden bir parçanın olduğu o dördüncü kattaki, iki cepheye birden bakan, yalnız kaldığım gecelerde kahvemi alıp cam kenarından sokaktaki insanların telaşını kargaşasını izlediğim o eve. uzanıyorum yatağıma, bugün çok yorucu bi gündü burak diyorum, bütün gün yattın, sonra kalktın taa benzinliğe kadar yürüdün, artık dinlenmen lazım. kapatıyorum gözlerimi. sanki birdaha hiç uyanmıycakmışcasına çok sevdiğim o rüyalarıma dalıyorum. aradığım gerçekliği sadece orda bulduğum rüyalarıma..
    Tümünü Göster
    ···
  4. 1.
    +8 -1
    ···