1. 1.
    +8 -1
    ···
  2. 2.
    +6
    günlerden bir gün ( part 1 )

    yine sağır bi gece daha. alabildiğine koyu lacivert. yatakta uzanmış sigara dumanından halkalar yapıyorum. bir tane, iki tane, üç tane. her birini bir öncekinin içinden geçiriyorum. amatörce geliyor artık, herşey gibi ondan da sıkılıyorum. derken aklıma bir dost geliyor, dost dediysek eski, varlığı gidip hatrı kalanlardan. arasam mı diyorum içimden. alıyorum telefonu elime *135# ile başlayan bi numara çeviriyorum. uzun zamandır kontör yüklemiyorum, gerek yok ki kimi arıycam. aradığımı yeni görmüş olucak ki 5 dakka sonra geri arıyor. naber nasılsınla başlayan muhabbet 1 saat boyunca ağır kelimelerle ilerliyor. tamam diyorum kapat. şaşırmıyorum beni anlamamasına. 20 yıldır doğru düzgün anlayan yok zaten. atıyorum bi köşeye telefonu elimi sigara paketine zütürüyorum. boş. kim inip alıcak bu saatte. en yakın tekel nerden baksan yarım kilometre, o da benzinlik. fazla ürkütücü gelmiyor ama, giyiniyorum üstümü. yalnızlığın en güzel taraflarından biri de bu, hiçbir şeye üşenmiyorsunuz. zaman kısıtlamanız yok, yetişmeniz gereken bi yer yok, sizi bekleyen birileri yok, karışan yok, nereye bu saatte diyen yok. kısacası yalnızlık bi bakıma yokluğa eşit. anahtarlarımı alıp sürüngen adımlarla 4 katı da iniyorum. aynı sokak, aynı sokak lambası, aynı çöp tenekesi, 3 gün önce kimse görmeden kapının önüne attığım çikolata jelatini bile orda. sokayım böyle belediyeye diyorum içimden. ama sabaha karşı dışarı çıkmanın en güzel yanı sokaklarda kimselerin olmaması. güneş doğsam mı doğmasam mı diye yazı tura atarken dışarı çıkmanın tadı bi başka. yürüyorum sokağın sonuna, ana caddeye geliyorum. nereye gittiğini bilmediğim tırlar, hangi diyarlardan geldiğini bilmediğim acaip şekilli ağır vasıtalar ve en sevdiğim o ağır egzoz dumanı. bi acaip kafası var onun, çoğumuz sevmişizdir küçükken o egzoz dumanı kokusunu. şimdiki gibi lpg’li arabalar yoktu. yüksek gürültüyle çalışan mazotlu araçlar vardı egzozlarından simsiyah dumanlar çıkartan. herneyse geçiyorum karşıya, bi kaç yüz sürüngen adım daha attıktan sonra giriyorum benzinliğin kapısından içeri, kasaya yaklaşıyorum. kafamı bile kaldırmadan “bi kısa muratti” diyorum. kasiyer arkasını dönüyor hemen elini murattiye zütürüyor, ama kararsızlıkla. “kısa” dedim ya. uzununu da arıyor gerizekalı. ulan uzunu yok ki dıbına koyayım taşşak geçiyorum işte diyorum içimden. farkında değil tabi bizimkisi. ufak bi tereddütten sonra koyuyor önüme sigarayı. parayı uzatıp hiçbir şey demeden çıkıyorum. aynı cadde aynı kaldırımlar, aynı yapı kredi bankası , aynı otobüs durağı, derken kendimi anıtparktaki o çeşmenin başında buluyorum. “ulan hani eve gidicektim ben?!”. neyse diyorum, oturuyorum bi banka yakıyorum bi sigara, çekiyorum içime. sanki ben çektikçe, dünya üzerindeki tüm canlıların yalnızlığı içime doluyor tekrar, tüm insanlığın korkularını çekiyorum sanki içime. başımı kaldırıp veriyorum dumanı gökyüzüne. ama ciğerlerime yapışmış bir kere o yalnızlıklar, çıkmıyorlar geri, tıpkı sigaranın katranı gibi.

    saate bakıyorum. izmariti ayaklarımın altında sersefil edişimin üstünden tam yarım saat geçmiş. hala öylece parke taşlarına kitlenmiş bakıyorum. düşünüyorum. düşünüyorum ama ne düşündüğümü bende bilmiyorum. dizlerimi ellerimle destekleyip hantalca doğruluyorum yerimde. yeni bi gün daha başlıyor burak diyorum dışımdan. hatta bağırıyorum biraz da. bi kaç kişi varmış etrafta. anlamsız bi ifadeyle bakıyorlar suratıma., e tabi bana göre saat geç olmuş, insanlar uyanmış, işlerinin yolunu tutmuş. geliyorum evime. her köşesinde benden bir parçanın olduğu o dördüncü kattaki, iki cepheye birden bakan, yalnız kaldığım gecelerde kahvemi alıp cam kenarından sokaktaki insanların telaşını kargaşasını izlediğim o eve. uzanıyorum yatağıma, bugün çok yorucu bi gündü burak diyorum, bütün gün yattın, sonra kalktın taa benzinliğe kadar yürüdün, artık dinlenmen lazım. kapatıyorum gözlerimi. sanki birdaha hiç uyanmıycakmışcasına çok sevdiğim o rüyalarıma dalıyorum. aradığım gerçekliği sadece orda bulduğum rüyalarıma..
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    +5
    en son ne zaman kestim sakallarımı hatırlamıyorum bile,
    yada kaçıncı sigara ırzına geçtiğim.
    dire straits dinleyip uykuya dalıyorum sabahın ilk ışıklarıyla.
    kaçıncı aydayız bilmiyorum, hangi günündeyim kayboluşumun.
    monotonluğu oynuyorum şu sıra tekerrürden ibaretim,
    aynı geminin aynı sulardan sayısızca geçişi gibi.
    ···
  4. 4.
    +5
    insan üzerine ( part 1 )

    insan doğar. on-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasında nasıl hapsedildiğini fark eder. bu aslında bir histir, bilgi değil. ve ilk tepkisini verir. avazı çıktığı kadar bağırarak. bu çığlık bir kalabalığın içinde cüzdanının çalındığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer. önce, aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra aşırı gürültüye dayanamayıp içlerinden birini, bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. o da gidip “biz de çaldırdık cüzdanı, ne var? senin gibi kıçımızı yırtıyormuyuz?” der. böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. buna büyüme denir. yetişkin olma. tam olarak yetişkin uysallığı. yapay bir haldir. tasarlanmıştır. işlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir. yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığının sürdürülebilmesi için toplumdaki her bireyin bir taka yaraması gerektiği inancında yatar. ve en önemli yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada milimetrik biçimde ölçülüdür. yaş ağacın eğilip kendi köküne oral ciks yapmasından ibarettir. oysa on dört yaşındaki bir çocuğun ergen öfkesi olarak nitelenerek küçük görülen aşırı davranışları, doğal olandır. gözlerindeki doğum çapakları dökülmüş ve dünya üzerinde dönen bütün dolapların sırtına yüklenmiş olduğunu anlamıştır. kendini odasına kilitleyip dışarıyı dışarıya hapsetmeye çalışır.

    ya da bütün kapıları ve duvarları avazı çıktığı kadar bağırarak yıkmaya. tepkileri, insanın ateş saçan bir ejderhayla karşılaşınca vereceği türdendir. dolayısıyla bu tepkinin, hayatta kalındığı sürece, yani ejderha yok olup gitmediği sürece devam etmesi gerekir. ancan tabii ki, böylesi bir hayat boyu ergenler güruhu toplumun yapısını gibip atacağından yetişkin uysallığına geçiş, insanlığın bir gereği olarak algılanır. toplumsal bir farz. ama bazılarının kafası kalındır ve onlar son nefeslerine kadar bağırmaya devam eder. çünkü hayat aşırı bir süreçtir, çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisinin de hak ettiği, suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. bu yüzden, ergen isyanı, bir insanı öldürmek için onu en az altmış kez bıçaklamaktır. çünkü gözlerini dünyaya ancak on dört yaşlarında açabilen biri, her insanın ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatılmış olduğunu anlayandır. sonuç olarak insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayat boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 5.
    +5
    bilmem kaç yıl oldu. teninin tenimin üzerinden son uğurlanışının üzerinden geçen tam bilmem kaç yıl. kop koyuydu ayrılışımız. soğuk bi çayın içine atılmış ve erimemek için direnen şeker taneleri gibi debeleniyorduk ayrılmamak için. ilk önce dudaklarımız vedalaştı. sonra ellerimiz. aradan aylar geçti. ruhlarımız vedalaştı sonraları. yolların, kilometrelerin ikiye böldüğü biz, iki farklı dünyaydık artık. hislerim körelmeye başladı önce, duygularım. i̇ki satırla anlatılmıycak bi yokoluşun ilk adımlarını atıyordum. ne gittiğim yerin bi önemi kalmıştı ne de geride bıraktıklarımın. dünyanın yalnızlığını soluyordum ciğerlerime. nasıl bi günah işlediysem artık, ya da nerde hata yaptıysam, tanrı tüm çaresizlikleri omuzlarıma yüklüyordu. ayaklarımı sürüye sürüye buraya kadar gelebildim. dizlerimin üstüne düştüm ilk önce, sonra göğsüm çarptı yere, sonra başım. kollarım iki yana savruldu. sesler uğultuya döndü. ortalığı bi telaş aldı. sırt üstü çevrildim birden, gökyüzünü gördüm, mavinin üzerine nazik fırça darbeleriyle işlenmiş birbirinin içinde kaybolan beyaz bulutları. ne de çok benziyolar bize dedim içimden. sonra sesler duydum. “160’a getirin!”. “190’a getirin!”. “220’ye getirin!”. sonrası mı? nabız alamıyorlarmış.
    ···
  6. 6.
    +4
    dünyanın her kıyısı yalnızlığı tattı, kustu. tüyler ürperten bi kokusu vardı. mide bulandırıcı. tüm renkler onun üzerinde dans ediyordu, en çok da siyah. belki bu yüzdendi. herşeyden biraz vardı içinde. belki bu kalabalığın yüzünden tadı o kadar acı ve adı yalnızlıktı.
    ···
  7. 7.
    +4
    insan üzerine ( part 2 )

    içinde bulunduğum öyle yenilir yutulur cinsten değil. dünyalar güzeli bir kızın, beline kadar uzanan kömür karası saçlarının arasındaki tek bir beyaz telin düştüğü durum gibi. bedenler aynı, giysiler aynı, alışkanlıklar aynı, ruhlar farklı. düşünceler farklı. çevrende onlarca arkadaşın varken kendini yalnız hissetmek benimkisi. hani derler ya “ruh ikizimi arıyorum” diye. ikiz olmasına gerek yok, uzaktan akraba bile olsak yeter bana.
    insanlara bakıyorum. tedirgin, telaşlı. bir de kendime bakıyorum, yeni ölmüşçesine sıcak ve tepkisiz, en olağan üstü şeyleri bile normalmiş gibi karşılayan biri. insanları izliyorum, sürekli birşeylerin peşinde. kendime bakıyorum, birçoğunun daha bilmediği şeyler çoktan ezberlemiş ve unutmuşum bile. insanlar kör, insanlar bencil. paylaşmanın verdiği mutluluğu yeni yeni kavrayan küçük bi çocuğun, oyuncağını bir başka yaşıtına verirken ki tedirginlik var insanların üzerinde. halbuki kapılarını başkalarına açsa insan, başka insanlar gelse o kapılardan girse, tanısa insanlar birbirini, anlamaya çalışsa. ben mi erken gördüm diyorum bazı şeyleri, sadece güçlünün sağ kalabildiği o acımasız arenalara benzeyen hayat arenasına erken mi adım attık yoksa diyorum.
    sigaram bitiyor, dolduruyorum bardağı. birinizde çıkıp demiyor ki oğlum bardağı niye dolduruyosun yaksana bi sigara daha. işte insanlar böyle, farkındalığı zayıf, kişilikleri gibi. bulunduğu kabın şeklini alan insanlar. gülüyorum içimden, hatta bazen dışımdan, kahkahalarla. yok diyorum beş bin küsür yıl olmuş ötzi’den bu yana, insanlar hala aynı. sen iki satır yazdın diye insanlar değişecek değil ya diyorum kendime. işte o zaman amigdalasını gibesim geliyor tüm insanların. tüm ilkel duygularını bir çırpıda katledesim geliyor. belki o zaman güncel dürtülerini uyarabilirim diyorum. suya düşüyor hayallerim, hangi fahişe becerilmekten zevk almış ki diyorum. vazgeçiyorum. herşeyden olduğu gibi.
    ···
  8. 8.
    +3
    Bi şarkının zamanıdır adını bilmediğim yüzünü görmediğim, sadece varlığını bildiğim dostlarım.

    Archive yine bizi bizden alsın. goodbye.

    http://fizy.com/#s/3wc3et
    ···
  9. 9.
    +3
    Vazgeçiş ( Part 1 )

    güneş kavuruyor tanrının yaratma lütfunu gösterdiği bütün canları. bigibletlerinin üstünde terleyen çocuklar çeşmenin başında toplanmış, kafalarını sırayla ellerini dayadıkları musluğun altına sokuyorlar. karşıdaki bankta oturmuş türlü düşüncelerle meydan savaşına girerek geleceğimi şekillendirme çabasındayım, hangi yöne çeksen oraya uzayacak olan geleceğimi. 7 senedir yanımdan hiç ayırmadığım, yegane dostumu çıkarıyorum bol kesim kot pantolonumun cebinden, dayıyorum dudaklarıma, aleve veriyorum ucunu, çekiyorum. çocuk olmak vardı diyorum içimden, dostumun dumanını veriyorum dışıma. godfather’ın melodisi geliyor kulaklarıma, cebimde bişey titriyor. çıkarıyorum telefonu, annem; “oğlum nerdesin? eve gel hemen”. “tamam” diyorum alışılmış bi kayıtsızlıkla. atlıyorum pederin nerden aldığını bilmediğim ama arada sürmem için bana verdiği vespa piaggiosuna, evin yolunu tutuyorum. apartmana girerken basıyorum sigarayı posta kutularından birinin içine. alışkanlık olmuş artık. oraya her sigara atışımda; postacının o kutulardan birine zarf koymaya çalışırken, “ben senin kül tablana zarf koyuyormuyum?” deyişim geliyor, tebessüm konuyor dudaklarıma.
    giriyorum içeri, annem elinde telefonla konuşuyor, benim geldiğimi fark etmeden. oğlanın okulunu da oraya alırız o zaman diyor. birkaç cümle daha sonra kapatıyor telefonu. geldiğimi belli eder bi ses tonuyla “hayırdır? nereye taşıyacaksınız koca okulu?” diyorum. gülüyor annem, gel otur diyor mutfaktaki masayı göstererek. telefonu sigarayı anahtarları koyuyorum masanın üzerine, ee diyorum nereye gidecekmişiz? babanla konuştum diyor hafif bi çekingenlikle. izmite yerleşelim diyoruz, böyle ayrı ayrı zor oluyor. beyin damarlarım tıkanıyor son kurduğu cümleyi duyduktan sonra. renkler solmaya başlıyor gözümde. masanın desenli örtüsü, buzdolabının kapağına yapıştırılmış mıknatıslı biblomsu şeyler, herşey siyah la beyazın arasında gidip geliyor. o son cümlenin ardından 3 tane sigara içmişim. kül tablasındaki izmaritleri sayınca anlıyorum. ve hala bi cevap vermemişim. annem yeni bi hayatın getireceği fırsatların yüzünde oluşturduğu umut dolu bi ifadeyle bana bakıyor hala. “pe.. peki ya o?” diyebiliyorum sadece, boğazımda düğümlenen çaresizlikten çaldığım küçük bi izinle. elini omzuma koyuyor, “oğlum” diyor kuracağı cümleye başlamadan önce. anlıyorum bi kaçış yolu olmadığını. güç bela anlam kazandırdığım şeylere elveda deme zamanının geldiğini görebiliyorum. çaresiz bi kabullenişle yeni cümle kurmasına izin vermeden kesiyorum annemin sözünü, tamam annecim, ne zaman gidiyoruz?
    Tümünü Göster
    ···
  10. 10.
    +2
    @13-14 kocaeli.
    ···
  11. 11.
    +2
    Hemen ardından şarkımız geliyor.

    James blake - limit to your love

    http://fizy.com/#s/1ode35
    ···
  12. 12.
    +1 -1
    reserved
    ···
  13. 13.
    -1
    güzel yazıyosunda bune lan bildiğin ergen çırpınışı bu
    ···
  14. 14.
    0
    rezerved
    ···
  15. 15.
    0
    rösürvad
    ···
  16. 16.
    0
    anlat dinliyorum lan devam et
    ···
  17. 17.
    0
    emek var sıradan bi emek değil yürek emeği bu helal olsun panpama reserve mi aldım oturuyorum bi köşeye anlat panpa dinliyoruz

    edit : kardeşim cidden eline yüreğine sağlık devdıbını bekliyorum, adam resmen 2 sene önce yaşadığım her kareyi yazmış .. yalnız bir adamı anca yalnız bir adam anlar ..
    ···
  18. 18.
    0
    reserved
    ···
  19. 19.
    0
    rezervuuard
    ···
  20. 20.
    0
    rezerved
    ···