+1
-2
En yakındaki ve en büyük görüntülere bakınca kafamın hiç tanımadığım arka
bölgeleri, arkasının yumurtamsı sivriliği, tıpkı babam gibi biri diğerinden daha
kepçe olan kulağımın tuhaflığı beni şaşırtırdı. Daha ilginci her seferinde gövdem
diye yabancı birini yıllardır kendimle birlikte taşıdığımı hâlâ bana ürpertiyle
düşündüren ensemi görmekti. Üç ayna arasına düşen yalnızca profilim değildi,
her biri küçük bir açıyla değişen ve gittikçe daha küçülen onlarca, yüzlerce, ama
her biri bir diğerinden farklı Orhan'ların, elimin bir hareketini aynı anda kölece
taklit etmeleri de beni gururla eğlendirirdi. Kusursuz birer köle olduklarına ikna
oluncaya kadar onlara çeşit çeşit hareketler yaptırırdım.
Bazan camın yeşilimsi sonsuzluğunda en uzaktaki Orhan'ı bulmaya çalışırdım.
Bazan taklitçi görüntülerimin, elimin ya da başımın bir hareketini aynı anda
değil de, benden küçücük bir an sonra taklit ettiklerini görebildiğimi sanırdım.
En ürperticisi, yanaklarımı şişirip, kaşlarımı çatıp, dilimi çıkarıp yüzümle
oynarken ya da aynalar içindeki yüzlerce Orhan'dan bir köşedeki sekizine, onuna
dikkat ederken varlığını unuttuğum kendi kollarımın, parmaklarımın
kendiliğinden yapıverdiği basit bir hareketi, aynalar denizinin yeşilimsi
derinliklerinde bir yerdeki on-on beş küçük Orhan'ın aynı anda taklit etmesi,
ama elimin o hareketi yaptığının bilincinde olmadığım için bir an uzaktaki küçük
Orhanlar'dan bir takımın aralarında anlaşıp artık kendi kendilerine hareket
ettiklerini sanmamdı.
Önce ürperir, bunun da bir yanılsama olduğunu aklımın şakadan anlamayan
yanıyla kabul ettikten sonra aynı korkuya yeniden kapılmak için oyuna devam
ederdim. Daha sonra, aynaları yalnızca birer parmak yerlerinden oynatıp
açılarını değiştirmem bu sefer beni bambaşka bir Orhan'lar dizisiyle karşı
karşıya bırakırdı. Tıpkı bir an odak noktasını şaşıran bir fotoğraf makinesinin
göz deliğinden bakar gibi, bu yeni sonsuz Orhan'lar arasında ilk ve en yakın
görüntünün yerini ve kendi asıl yerimi (sanki onu da kaybetmişim gibi) bir an
çaresizlikle aramaktan hoşlanırdım.
Bazan annem ve ağabeyimle oynadığımız ve beni her gün uzun bir süre
eğlendiren bütün bu "yok olma" oyunu sırasında, aklımın kaldıramayacağım
bilgiyi ustaca eleyen bir yanı da son derece seçici bir şekilde, annemin telefon
konuşmalarına, babamın nerede olduğuna, ne zaman dönebileceğine ya da bir
gün annemin de kaybolup kaybolmayacağına açık olurdu.
Çünkü bazan da annem yok olurdu. Ama o yok olduğu zamanlarda bir açıklama
yapılır, mesela, "Anneniz hasta, Neriman halada dinleniyor," denilirdi. Tıpkı
ayna karşısındaki yanılsamaların bir kısmına geçici de olsa iyi niyetle kanmayı
başardığım gibi, bu açıklamaları makul bulduğumu hatırlıyorum. Babaannemin
aşçısı ya da kapıcı ismail Efendi yanımıza verilir, vapurlarla, otobüslerle
istanbul'un bir başka ucundaki, mesela Erenköy'deki bir akrabanın ya da
istinye'deki bir başkasının evine annemizi ziyarete giderdik. Bütün bu gezilerden
aklımda hüzünden çok bir macera zevki geriye kalırdı. Ağabeyimin yanımda
olması, tehlikelerle benden önce onun yüzleşeceği gibi belli belirsiz bir inanç
korurdu beni.
Evlerine, yalılarına gittiğimiz annemiz tarafından uzak yakın bazı akrabalar,
yaşlı, sevimli, şefkatli teyzeler ve bana korkutucu gelen kıllı amcalar bizi sevip okşadıktan, evde ilgimizi çeken tuhaf bir şeyi, çın çın bir kanaryayı, istanbul'un
Batılılaşmış bütün evlerini ziyaret ettiğini sandığım bir Alman barometresini
(Bavyera köylüsü kılığındaki bir karı bir koca, havanın durumuna göre bir eve
girip çıkıyorlardı) ya da her yarım saatte ona bir cevap yetiştirmek için çırpınan
kafesteki kanaryayı kararlılığı ve dakikliğiyle şaşkına çeviren guguklu bir saati
gösterdikten sonra, biz annemizin odasına çekilirdik.
Genişliğine, ferahlığına, açık pencereden gözüken denizin ve ışığın güzelliğine
(belki de bu yüzden Matisse'in pencereden gözüken güney manzaralarını hep
sevdim) şaştıktan sonra annemin böyle güzel ve yabancı bir yerde olmasını
kederle yadırgar, ama sehpaların üzerindeki birkaç tanıdık tuvalet eşyası, aynı
cımbızlar ve parfüm şişeleri, sırtının cilası dökülmüş saç fırçası gibi onun birkaç
eşyasıyla odayı dolduran benzersiz anne kokusu bana bir güven verirdi. Annemin
beni ve ağabeyimi teker teker kucağına alıp sevip okşadığını bütün ayrıntılarıyla
hatırlıyorum. Ağabeyime yapılacak işler, söylenecek sözler, tutulacak yollar ve
davranışlar ve mesela bir dahaki gelişimizde hangi dolaptan alınıp getirilecek
hangi eşyalar konusunda pek çok öğüt verir (öğüt vermeyi her zaman severdi),
bütün bunları hiç dinlemeyip pencereden dışarı bakan benimle ise -sıram gelince-
şakalaşıp eğlenirdi.
Annemin bir başka yokluğunda, bir gün babam eve bir dadı getirdi. Aşırı beyaz
tenli, kısa boylu, güzellikten uzak, toparlak ve her zaman gülümseyen, sahip
olmakla övündüğü bir bilgelikle bize de hep öyle yapmamızı, onun gibi
gülümsememizi öğütleyen, bazı tanıdık ailelerde olduğunun aksine Türk olduğu
için bizde hayal kırıklığı yaratan bu kadına ağabeyimle hiç ısınamadık. Çoğu
Alman kökenli, Protestan ruhlu tanıdık dadılara göre üzerimizde hiç "otorite"
kuramayan ve evin içinde itişip boğuşmamızdan huzursuz oldukça, "Lütfen,
sakin sakin, güzel güzel" deyişini babamı da güldürerek taklit ettiğimiz bu kadın
da kısa bir sürede yok oldu.
Daha sonraki yıllarda babamın "yok olma" vakalarından ve ağabeyimle ölümüne
boğuşmamızdan yıldığı zamanlar tepesi iyice atan annem, umutsuzlukla "Alıp
başımı gideceğim" ya da "Kendimi şu pencereden atacağım," (bir keresinde güzel
bacaklarından tekini pencerenin eşiğine atmıştı), "o zaman babanız da o kadınla
evlenir" dedikçe benim gözümün önüne yeni anne adayı olarak annemin bazan
öfkeyle adını ağzından kaçırdığı ve çoğu zaman hiç sözünü etmediği kadınlardan
birinin hayali değil, o beyaz tenli, toparlak, iyi niyetli ve şaşkın dadı gelirdi.
Hep aynı apartmanda, aynı odalarda, sokaklarda yaşamamıza rağmen ve gerçek
bir ailede olduğuna daha sonraları inanacağım gibi, birkaç küçük çeşitleme
dışında hep benzeri şeylerin konuşulduğu ve yendiği bir hayat sürmemize
rağmen (tekrar, mutluluğun kaynağı, garantisi ve ölümüdür!) ne zaman nereden
geleceği hiç bilinmeyen bu "yok olmalar", beni üzmekten çok sıradan bir hayatın,
sıkıcı anların ve günlerin içinden çıkarıp, (tıpkı annemin tuvaletinin aynaları
gibi) birden beni başka bir âleme çeken eğlenceli, şaşırtıcı, zehirli çiçekler
gibiydiler. Ruhumun karanlık bir yanına seslenen, beni oyalayan, kendi varlığım
ve unutmak istediğim yalnızlığımı daha çok hissettiren bu "yok olma" anları, aile
felaketleri, kavgalar yüzünden çok az gözyaşı döktüm.
Tümünü Göster