1. 1.
    +1
    @2 @3 @5 triple combo.
    ···
  2. 2.
    0
    @2 jack dorsey
    ···
  3. 3.
    0
    @11 hahahahah
    ···
  4. 4.
    0
    Twitter 140 karakter bu 1247 karakter sigmaz
    ···
  5. 5.
    0
    Adam akrostis yapmış beyler dikkat edin
    ···
  6. 6.
    0
    resim koysan gene okunmaz bu kadar yazı amk.
    ···
  7. 7.
    0
    Eğer bunu twit atmayı başardıysan panpa pentegonu aradım hayatın kurtuldu
    ···
  8. 8.
    0
    @2 @5 twitter adminleri
    ···
  9. 9.
    0
    twitter sana block atar amk
    ···
  10. 10.
    0
    twitter'in kotası var bu yazıyı kabul etmez.
    ···
  11. 11.
    0
    Okumadım
    ···
  12. 12.
    0
    nasıl sığdırdın amk
    ···
  13. 13.
    -1
    eğer program kullanmadıysan yalan. twitterin b140 karakterlik kotası var.
    edit:özet yokmu amk
    ···
  14. 14.
    +1 -2
    En yakındaki ve en büyük görüntülere bakınca kafamın hiç tanımadığım arka
    bölgeleri, arkasının yumurtamsı sivriliği, tıpkı babam gibi biri diğerinden daha
    kepçe olan kulağımın tuhaflığı beni şaşırtırdı. Daha ilginci her seferinde gövdem
    diye yabancı birini yıllardır kendimle birlikte taşıdığımı hâlâ bana ürpertiyle
    düşündüren ensemi görmekti. Üç ayna arasına düşen yalnızca profilim değildi,
    her biri küçük bir açıyla değişen ve gittikçe daha küçülen onlarca, yüzlerce, ama
    her biri bir diğerinden farklı Orhan'ların, elimin bir hareketini aynı anda kölece
    taklit etmeleri de beni gururla eğlendirirdi. Kusursuz birer köle olduklarına ikna
    oluncaya kadar onlara çeşit çeşit hareketler yaptırırdım.
    Bazan camın yeşilimsi sonsuzluğunda en uzaktaki Orhan'ı bulmaya çalışırdım.
    Bazan taklitçi görüntülerimin, elimin ya da başımın bir hareketini aynı anda
    değil de, benden küçücük bir an sonra taklit ettiklerini görebildiğimi sanırdım.
    En ürperticisi, yanaklarımı şişirip, kaşlarımı çatıp, dilimi çıkarıp yüzümle
    oynarken ya da aynalar içindeki yüzlerce Orhan'dan bir köşedeki sekizine, onuna
    dikkat ederken varlığını unuttuğum kendi kollarımın, parmaklarımın
    kendiliğinden yapıverdiği basit bir hareketi, aynalar denizinin yeşilimsi
    derinliklerinde bir yerdeki on-on beş küçük Orhan'ın aynı anda taklit etmesi,
    ama elimin o hareketi yaptığının bilincinde olmadığım için bir an uzaktaki küçük
    Orhanlar'dan bir takımın aralarında anlaşıp artık kendi kendilerine hareket
    ettiklerini sanmamdı.
    Önce ürperir, bunun da bir yanılsama olduğunu aklımın şakadan anlamayan
    yanıyla kabul ettikten sonra aynı korkuya yeniden kapılmak için oyuna devam
    ederdim. Daha sonra, aynaları yalnızca birer parmak yerlerinden oynatıp
    açılarını değiştirmem bu sefer beni bambaşka bir Orhan'lar dizisiyle karşı
    karşıya bırakırdı. Tıpkı bir an odak noktasını şaşıran bir fotoğraf makinesinin
    göz deliğinden bakar gibi, bu yeni sonsuz Orhan'lar arasında ilk ve en yakın
    görüntünün yerini ve kendi asıl yerimi (sanki onu da kaybetmişim gibi) bir an
    çaresizlikle aramaktan hoşlanırdım.
    Bazan annem ve ağabeyimle oynadığımız ve beni her gün uzun bir süre
    eğlendiren bütün bu "yok olma" oyunu sırasında, aklımın kaldıramayacağım
    bilgiyi ustaca eleyen bir yanı da son derece seçici bir şekilde, annemin telefon
    konuşmalarına, babamın nerede olduğuna, ne zaman dönebileceğine ya da bir
    gün annemin de kaybolup kaybolmayacağına açık olurdu.
    Çünkü bazan da annem yok olurdu. Ama o yok olduğu zamanlarda bir açıklama
    yapılır, mesela, "Anneniz hasta, Neriman halada dinleniyor," denilirdi. Tıpkı
    ayna karşısındaki yanılsamaların bir kısmına geçici de olsa iyi niyetle kanmayı
    başardığım gibi, bu açıklamaları makul bulduğumu hatırlıyorum. Babaannemin
    aşçısı ya da kapıcı ismail Efendi yanımıza verilir, vapurlarla, otobüslerle
    istanbul'un bir başka ucundaki, mesela Erenköy'deki bir akrabanın ya da
    istinye'deki bir başkasının evine annemizi ziyarete giderdik. Bütün bu gezilerden
    aklımda hüzünden çok bir macera zevki geriye kalırdı. Ağabeyimin yanımda
    olması, tehlikelerle benden önce onun yüzleşeceği gibi belli belirsiz bir inanç
    korurdu beni.
    Evlerine, yalılarına gittiğimiz annemiz tarafından uzak yakın bazı akrabalar,
    yaşlı, sevimli, şefkatli teyzeler ve bana korkutucu gelen kıllı amcalar bizi sevip okşadıktan, evde ilgimizi çeken tuhaf bir şeyi, çın çın bir kanaryayı, istanbul'un
    Batılılaşmış bütün evlerini ziyaret ettiğini sandığım bir Alman barometresini
    (Bavyera köylüsü kılığındaki bir karı bir koca, havanın durumuna göre bir eve
    girip çıkıyorlardı) ya da her yarım saatte ona bir cevap yetiştirmek için çırpınan
    kafesteki kanaryayı kararlılığı ve dakikliğiyle şaşkına çeviren guguklu bir saati
    gösterdikten sonra, biz annemizin odasına çekilirdik.
    Genişliğine, ferahlığına, açık pencereden gözüken denizin ve ışığın güzelliğine
    (belki de bu yüzden Matisse'in pencereden gözüken güney manzaralarını hep
    sevdim) şaştıktan sonra annemin böyle güzel ve yabancı bir yerde olmasını
    kederle yadırgar, ama sehpaların üzerindeki birkaç tanıdık tuvalet eşyası, aynı
    cımbızlar ve parfüm şişeleri, sırtının cilası dökülmüş saç fırçası gibi onun birkaç
    eşyasıyla odayı dolduran benzersiz anne kokusu bana bir güven verirdi. Annemin
    beni ve ağabeyimi teker teker kucağına alıp sevip okşadığını bütün ayrıntılarıyla
    hatırlıyorum. Ağabeyime yapılacak işler, söylenecek sözler, tutulacak yollar ve
    davranışlar ve mesela bir dahaki gelişimizde hangi dolaptan alınıp getirilecek
    hangi eşyalar konusunda pek çok öğüt verir (öğüt vermeyi her zaman severdi),
    bütün bunları hiç dinlemeyip pencereden dışarı bakan benimle ise -sıram gelince-
    şakalaşıp eğlenirdi.
    Annemin bir başka yokluğunda, bir gün babam eve bir dadı getirdi. Aşırı beyaz
    tenli, kısa boylu, güzellikten uzak, toparlak ve her zaman gülümseyen, sahip
    olmakla övündüğü bir bilgelikle bize de hep öyle yapmamızı, onun gibi
    gülümsememizi öğütleyen, bazı tanıdık ailelerde olduğunun aksine Türk olduğu
    için bizde hayal kırıklığı yaratan bu kadına ağabeyimle hiç ısınamadık. Çoğu
    Alman kökenli, Protestan ruhlu tanıdık dadılara göre üzerimizde hiç "otorite"
    kuramayan ve evin içinde itişip boğuşmamızdan huzursuz oldukça, "Lütfen,
    sakin sakin, güzel güzel" deyişini babamı da güldürerek taklit ettiğimiz bu kadın
    da kısa bir sürede yok oldu.
    Daha sonraki yıllarda babamın "yok olma" vakalarından ve ağabeyimle ölümüne
    boğuşmamızdan yıldığı zamanlar tepesi iyice atan annem, umutsuzlukla "Alıp
    başımı gideceğim" ya da "Kendimi şu pencereden atacağım," (bir keresinde güzel
    bacaklarından tekini pencerenin eşiğine atmıştı), "o zaman babanız da o kadınla
    evlenir" dedikçe benim gözümün önüne yeni anne adayı olarak annemin bazan
    öfkeyle adını ağzından kaçırdığı ve çoğu zaman hiç sözünü etmediği kadınlardan
    birinin hayali değil, o beyaz tenli, toparlak, iyi niyetli ve şaşkın dadı gelirdi.
    Hep aynı apartmanda, aynı odalarda, sokaklarda yaşamamıza rağmen ve gerçek
    bir ailede olduğuna daha sonraları inanacağım gibi, birkaç küçük çeşitleme
    dışında hep benzeri şeylerin konuşulduğu ve yendiği bir hayat sürmemize
    rağmen (tekrar, mutluluğun kaynağı, garantisi ve ölümüdür!) ne zaman nereden
    geleceği hiç bilinmeyen bu "yok olmalar", beni üzmekten çok sıradan bir hayatın,
    sıkıcı anların ve günlerin içinden çıkarıp, (tıpkı annemin tuvaletinin aynaları
    gibi) birden beni başka bir âleme çeken eğlenceli, şaşırtıcı, zehirli çiçekler
    gibiydiler. Ruhumun karanlık bir yanına seslenen, beni oyalayan, kendi varlığım
    ve unutmak istediğim yalnızlığımı daha çok hissettiren bu "yok olma" anları, aile
    felaketleri, kavgalar yüzünden çok az gözyaşı döktüm.
    Tümünü Göster
    ···