1. 26.
    0
    TURAN DURSUN, TURAN DURSUN’A KARŞI
    -Halit PAYZA-

    Turan Dursun, Sivas’ın ünlü Şarkışla ilçesinin şimdi Gümüştepe olarak anılan Altın Köyünde 1934’te doğduğunda, babası -Ağrı’nın Tutak ilçesi’nin, sonra Muş’un kimi köylerinde kıt kanaat din bilgisi ile imamlık yapacaktı-, baba mesleğini sürdürecek bir oğlu olduğu için gururlanmış olmalı. Doğarken mesleği biçilmişti Dursun’un.
    Ancak her öykü başladığı gibi bitmez, öyküler kimi zaman yazarını değil kendi olağan akışı ile kendi sonunu belirler. Her canlı ölmez, öldürülür de… islam’ın dediği gibi insan eşref-i mahlûkat olsa da, insanın insanı öldürmesini yasaklasa da kuralı koyanlar kuralı bozarlar. Eşref-i mahlûkat’ı da öldürürler. islam adına yaparlar ve ‘öldürmeyeceksin’in dışında, kendi yaptıkları yasaları yine kendileri bozarlar, oyunda mızıkçılık yaparlar. Zor oyunu bozar.
    Baba Dursun’un, oğul Dursun’a ilişkin öylesine büyük düşleri vardır ki, oğlunu ‘Basra’da, ‘Küfe’de’ büyük din adamları yetiştirmiş diğer kutsal kentlerde bile rastlanmayacak bir din âlimi yapmak istiyordu. Dilinden bu sözü düşürmez. Lâik eğitim almasını istemedi, ilkokula göndermedi onu. Babası laik eğitim veren ilkokulları ‘gâvur okulu’ sayıyordur. Dursun’un yaşamı, okul sıralarında, teneffüslerde okulun bahçesinde, kütüphanelerde çağdaş kitap kokuları arasında geçmedi. Şeyhlerin, şıhların, adı büyük din addıbına çıkmışların tekkelerinde, dergâhlarında büyüdü. Hocaları Ağrı’nın Tutak Köyünden Şeyh Ramazan, Molla Nadir Efendi gibilerdir. Babasını gururlandırmak istiyordu ve onun istediği gibi bir din âlimi olacaktı. Kürtçe ders veren din adamlarını da anlayabilmek için Kürtçe öğrendi. Arapçayı, en az bir Arap kadar, hatta grameri onlardan çok daha iyi bir biçimde, çocuk denilecek yaşlarda öğrendi. Arapçası o kadar iyiydi ki, hem 7-8. yüzyıl Arapçasını, hem de değişime uğramasından sonraki 11-12. yüzyıl Arapçasını biliyordu.
    Bir şeyi bilmek, onu en iyi biçimde bilmek demektir. Bilmeseydi, babasının ve olmasını istediğinin etkisinden çıkıp, kendi ayakları üzerinde ve bilimsel bilgiyle tanıştığında olduğu Turan Dursun olabilir miydi?
    Dinayet işleri Başkanlığına bağlı kurumlarda görev alabilmek, müftü olabilmek için en az ilkokulu bitirmiş olmak gerekiyordu. Babası çok uzağı görmekten, bu basit bilgiyi öngörememişti. Dursun ilkokulu dışarıdan okuyarak bitirdi. Köy imamıydı, bir camisi, o camiye gelen bir cemaati vardı. istanbul’da Üçbaş ve ünlü ismailağa medreselerinde hocaydı. Tekirdağ’da, Altındağ’da, kendi ili olan Sivas’ta Müftülük yaptı.
    Yaşam en iyi öğretmendir, kötü öğretmendir ama iyi öğretir. Turan Dursun da adına yaşam denilen hocadan ders almaya başladı. Her geçen gün yeni bilgiler ediniyordu ve edindiği bu yeni bilgiler, babasının yönlendirmesi ve oğlun onu gücendirmemesi için öğrendikleri ile çelişmeye başlamıştı. Şeriatı kabullenemiyordu ve Mustafa Kemal öğretisini benimsemeye başlamıştı. iki ayrı dünya, Turan Dursun’un bilincinde çatışıyor, bilimsel bilgi dogmatizmi giderek baskılıyordu. Müftülük Lojmanı yaptırmak yerine hastane yapılmasını istiyordu, yaşadığı çevreyi ağaçlandırmak gibi istemleri vardı. Cemaatini sinemaya zütürüyordu. Adı Kâfir’e çıktı. Komünist unvanını ise Atatürk Büstüne çelenk koyması ile kazanmıştır.
    Aydın müftü olmak ona ilk ödülünü getirdi: Sürgün. ikincisi çok sonra gelecekti: Ölüm! Karanlık aydınlığa izin vermedi, biri diğerinin nedeni ve sonucuydu. Birinin olduğu yerde diğerinin yaşama olasılığı olamazdı. Bir değil birden çok sürgün ve tek bir ölümle ödüllendirildi. Kendi karanlığını yenmiş, dogmaları aşmıştı ama yendiği karanlık ve dogmaları taşıyanlarca yaşdıbına son verildi. Müftü ve aydın olarak yaşadığı sürece sürgündü, Müftülüğü bırakıp, istifa ederek ayrıldığında öldürüldü. Din adamı kimliği ile sürgünü uygun görenler, din adamlığını, Müftülüğünü geride bıraktıktan sonra karanlık amaçlarını gerçekleştirebilirlerdi. Öyle de yaptılar.
    4 Eylül 1990’da istanbul’da Koşuyolu’nda bulunan evinin yakınlarında tabancayla öldürüldü. Öldürenler eşref-i mahlûkatı, yaratılmışların en şereflisi insanı, geride üç öksüz çocuk bırakarak öldürdüler. Öldürenler, Turan Dursun’un her gece başını koyduğu yatağının üzerine bir de kartvizitlerini bırakmışlardı, bir kitabı: Kutsal Terör Hizbullah. Kitaplığından da pek çok şeyi alınmıştı. Bunlar arasında Turan Dursun’un notları, kitap taslakları da vardır.
    Turan Dursun, daha güzel bir dünya istiyordu. Daha güzel bir dünya tabuların yıkıldığı, aklın özgürleştiği dünyaydı. Öncelikle kafalardaki zincirlerden kurtulmak gerekiyordu. Akıl ve bilim aydınlık taraftaydı, din ve iman karşı tarafta. Akılcılıkta, bilimsellikte gözlem, deney, nesnellik ölçüttü, diğer taraf bunlara kapalıydı. Görüşlerini yayımlatmak için çok uğraşmıştı ve her çaldığı kapı yüzüne kapatılıyordu. “Din Bu”nun(1) birinci cildine yazdığı önsözde “Bu yazıların, yazılı basında yer alması için çok uğraştım” diyordu, “Çok kapı çaldım. Aylarca, yıllarca sürdü çabalarım. Ama hep geri çevrildi. ‘Çağdaş’, ‘aydın’ olarak tanınan kesimde bile, ürküntüler oluşturuldu. En ‘hafif’ olanlar sunulduğunda bile, ‘yer verirsek bizi taşlarlar’ diye karşılandı. ‘Taşlanmak ne demek, ‘bombalanacaklarından’ korkanlar bile oldu” diye yazacaktı.
    Kitaplarının ilk sayfasına kendi el yazısı ile çoğaltılmış ilk sayfalarında “Ölürsem” başlıklı şiirimside “O zaman anlarsın./Ölünce biri./Pazar karışır./ikiyüzlü olur hemen yüzler./Hemen./Dersin ‘neymiş meğer’!/Ben de ölürsem eğer./Ey ‘aydın cemaat’!/Lütfen öldürme beni!/Lütfen!” diyordu.
    Bilinen anlamda cemaate değildi sözleri, aydın cemaat diyordu. Ölmekten değil, bunu ‘eğer ölürsem eğer’le karşılıyordu ve öldükten sonra da aydın olarak nitelendirdiği cemaatin yeniden öldürmemesini istiyordu; “Ey ‘aydın cemaat’!/Lütfen öldürme beni!” Aydın cemaat öleni nasıl öldürecekti; unutarak, yok sayarak, öyle düşünse bile takiye yaparak!
    Bu yüzden iki kez öldürüldü. ilkinde silahla, ikincisinde aydın cemaat tarafından!
    Anladınız mı?
    Tümünü Göster
    ···
  2. 25.
    0
    ayrıca @24 ün anasını gibmiştir
    ···
  3. 24.
    0
    islamı eleştiren büyük huur çocuğudur.
    ···
  4. 23.
    0
    @22 SEN NEDiYON LAN DEĞiŞiK
    ···
  5. 22.
    0
    öldürülen aynı kalitedeki bir farkla dini savunan yazılar yazanlar gibinizde değil adam atesit olmuş ya nasıl peşindesiniz amk
    ···
  6. 21.
    +1
    unutmadık ulan
    ···
  7. 20.
    0
    umarım bu ülkede nice turan dursunlar vardır..
    ···
  8. 19.
    0
    Müftülüğü ne zaman bıraktınız?

    Peygambere inanmadığım zaman bıraktım. Çöpçülüğe başvurmuştum. Bir arkadaşımım önerisiyle TRT'de göreve aldım, bir sürü program yaptım.

    Babamla ilişkilerim Kopuyor

    Din adamlığını bırakmanız babanızla ilişkilerinizi nasıl etkiledi? Bu konuda türlü söylentiler çıkarılıyor.

    Aslında babamı anlıyorum; Beni din adamı olarak görmek istiyordu. Bana başka bir hedef koymuştu. Oysa şimdi başka konumdayım. ilişkilerimiz ilk Sivas'ta müftüyken kopmaya başladı. Hafik ilçesi ne bağlı Hezek köyünde bir Alevi-Sünni olayı olmuştu. Tavrım Sunniler tarafından çok eleştirildi. Hezek'te 12 hane Sünni, gerisi Alevi. Çevre de hep Sünni. Aleviler kafirlikle suçlanırdı. "Cami yapalım, suçlanmayalım" demişler. Hıdır imam olmuş. Sünniler son derece şımarık. "Nasıl kendinize mal edersiniz, imam bizden olmalıdır" demişler. Karnıaçık diye bir adam, 12 yaşındaçocuğu çıkarmış, "imam bu olacak" diye inat etmiş. Aleviler de öte yandan diretmişler tâbi: "Hayır' bizim Hıdır'ımız var!" Kavga kaymakamlığa yansıyor. Kaymakam yeni mezun, deneyimsiz ya da fazlaca Sunni. Köylüleri topluyor, "Aleviler bir yana, Müslümanlar bir yana" diyor. Aleviler patlıyor. "Biz Müslüman değil miyiz!" Kaymakama başkaldırıyorlar, olay büyüyor. il Müftüsü olarak, Hafik Müftüsünü de alıp, soruşturmak üzere gittik. Kaymakamın ifadesini alacaktık kaçmış. Alevilere yatkındım, durumlarına üzülüyordum, acıyordum. Araba tutup gittik. Çok duygulandım, kurbanlıkla karşılamaya çıkmışlar. "Bizim kestiğimizi yemezsiniz" dediler. Hafik Müftüsü benden yaşlı, korktu. "Ben hepsinin hocası sayılırım, ben yiyeceğim" dedim. imam sorununu çözmek için de, "Seçimyapacağız" dedim. Öyle bir adet yok ama, Aleviler'in çoğunlukta olduğunu biliyordum. Eğer çocuk seçilirse 12 yaşında diye itiraz ederdim. Karnıyarık "bak müftü!" dedi, öyle kaldı. El kaldırma yoluyla Hıdır seçildi. Çok öfkelendiler. şimdiki aklım olsa neyapacaksınız imamı derdim.

    Hıdır'ı bir de kadroya aldım, maaş bağladım. Sünniler arasında bu olay çok yankı yaptı. Sünni hocalarla, Alevi dedeleri toplattım. Alevi-Sünni çekişmesine son verilecek diye konuştuk. Babamla ilişkilerimiz bunun üzerine çok sarsıldı. Daha sonra dinsiz ve Tanrısız olduğumu öğrendi. Saldırılar hakaretler geldi. Karşılık görmeyince yoruldu. Kardeşlerimle de arası açıldı. Bana karşı sevgisi ve saygısı daha çoktu. "Sizin şeyhiniz" derdi. Sürtüşme, ilişkilerin kopmasına dönüştü, yıllarca görüşmüyorum. Kardeşleriniz nasıl karşılıyorlar sizi? Alışılan ağabeylikten farklı bir durumdayım. Yanlış da olsam "iyi bir yanı vardır" diye bakıyorlar. Kimseyi benim kadar sevmemişlerdir. Ama yavaş yavaş uzaklaştılar. Çocuklarınız farklı bir babanın çocuğu olmayı nasıl yaşadılar? Çok övüneceğim çocuklar. Hiç yanlış yapmaz bir baba olarak görürlerdi. Sık, sık sabahlara kadar tartışırız. Sonradan benim de yanlışlarım olabileceğini düşündüler. Sıradan bir baba olarak. Ama din konusunda bilinçliler.

    Hakkınızda hiç dava açıldı mı?

    Hayır. Hukuki açıdan dikkat ediyorum.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 18.
    0
    Peygambere ve Tanrıya inancın Gerçek Olmadığını Anlıyorum

    Hani böyle bir yere kadar insanın bilincinde bir birikim olur olurda, sonunda bir kıvılcım çakar. "Hah tamam dersiniz". Öylesine yerleşmiş ki insanın kültürüne ve bilincine. Kesin hesaplaşmak, kopuş zordur. Olmadığını bilseniz bile "ya varsa" kalır insanın içinde. Siz ne zaman dinsi: oldunuz? Ne zaman kesin olarak çözdünüz kafanızdaki soruları? Ben sürekli Tanrı kavrdıbına başkaldıran bir yapıyı taşıdım. Bu bir evrimsel süreç içinde bir gelişme niteliğinde oldu. Söylerdim, Tanrı ile kavga ederdim. Arkasından tövbe estağfurullah derdim. Örneğin, Kuran Allah sözüyse Kuran'daki kölelik niye? Niye insanların bir kesimine "sen kölesin"tamam olur, kölelik de olur" denmiş. Madem Allah'tır köleliği kaldırmalıydı, kimine köle kimine özgür dememeliydi. Ama arkasından da hemen tövbe estağfurullah derdim. Böyle, çocukluktan bu yana başkaldırı hep süregelmiştir.

    Sonra kutsal kitaplarla karşılaşınca, Kuran'dan önceki kitaplarla tanışınca, muhafazid'in aktarmacılığını birden kavradım. Hiç aradan zaman geçmedi. Daha önce Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgim vardı ama islam'ın aktardıklarıyla biliyordum. Kendi kaynaklarından bilmiyordum. Tevrat'tan ve incil'den söz edilirdi. Kendi kaynaklarıyla 1960'lı yıllarda tanıştım. Türkiye Gençlik Teşkilatı'nın bana bir çağrısı, önerisi olmuştu. zütürelim, Papa ile tanıştıralım demişlerdi. Onların amaçları böyleydi. "Bakın bizde de böyle aydın bir. din adamı var." Nadir Nadi'nin sütununda yazı yazdırmışlardı. Baş sayfalarda yer alıyordum. Çok popüler bir müftüydüm. Bir yere gittiğimde Sivas Müftüsü, aydın müftü Turan Dursun istanbul'a geldi, Ankara'ya gitti... O zaman valiye yer vermezlerdi, bana yer verirlerdi. Köy ve Köylüyü Kalkındırma Derneği kurmuştum, Türkiye'de ilk kez köy hareketiyle ilgili olarak. Köy kongresi ondan sonra toplanmıştı. Cemal Gürsel valiyi çağırmamıştı, beni çağırmıştı. Çok popüler bir müftüydüm. ilerici kuruluşların dikkatini çekmişti. Onların ilericilikleri, boyutu o kadardı işte. Beni aydın bir müftü olarak alıyorlar. Dinimiz, bizim islam, şöyleyiz böyleyiz diyorlar. O zaman "Madem Papayla konuşacağım, o Hıristiyan. Biz de Hıristiyanlar konusunda birtakım şeyler biliyoruz ama islam'ın aktardıklarını biliyoruz. Acaba bunların kendi kaynaklarında ne diyor? Onu öğrenmeliyim ki konuştuğum zaman daha güçlü olarak konuşayım" diye düşündüm. Aaa, daha ilk elime aldığımda sahtekarlığını görebildim. ilk elime aldığımda! Hafızlar Kuran'ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin nerede olduğunu, hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. Ama ben hemen bilirim. Çünkü dünyam olageldi. Bir bakıyorum, Tevrat'ın filanca yerinde şunlar var. Aaa filanca surede aynen var, ya da değiştirilmiş biçimiyle var. Levililer'de şu var, ona bakıyorum o da var. Hatta incil'ine bakıyorsun oda öyle. Zaten epeydir de sorular vardı. "Tamam" dedim "bu adam sahtekardır." Ama ne fena oldum. Öyle bir hınç oluştu ki! Çünkü o benim gençliğimi aldı, çocukluğumu aldı.Ben ondan dolayı gençliğimi, çocukluğumu yaşayamadım. Nice insanlar ondan dolayı yaşayamıyor. Birçok insan onun felaketzedeleri durumunda. O vardır diye, O'nun seçtiği karanlık vardır' diye birçok insan doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak biliyor. Yani insanca duygular ve insanca oluşumlar, o nedenle birçok yönden gelişememiş. Hiçbir hastalık; ne bir kanser, ne AIDS, ne falandır, filandır, hiçbir hastalığın korkunçluğu, hiçbir felaketin korkunçluğu, o dinden gelen korkunçluk kadar korkunç gelmedi bana. Ve o dakikadan başlayarak hemen savaşa giriştim. Savaşmam için mesleğimi bırakmam gerekir. Mesleğimin doruğundayım. Rasgele bir müftü değilim. Hani, vardır aydın müftü, gavur imam falanca, ama toplumda saygı görmezler. Çünkü dini bilmezler. Ben hem aydın çevrelerde, aydın müftü olarak tanınıyorum hem de dini, Arapça'yi çok iyi bildiğim içindinsel çevrelerde, din adamları çevresinde bana kafir filan deseler de, son derece büyük saygı görüyorum. Kimi zaman Önümde eğiliyorlar. Böyle saygın bir yerim de var. Ekmek de yiyorum. Eli öpülen bir durumum var. Sivas'ta müftüyken bir sekreterim vardı. Alışılmamış bir müftüydüm. Sekreterim çok güzel bir kızdı. Müftü Vekili olarak koymuştum. Gelenler "Müftü Bey'le görüşmek istiyoruz" diyorlar. Fetvaya gelmişler, fetva soracaklar. "Buyurun benim" derdi. Ben ise köylerde dolaşır ve köylünün ne sıkıntısı var, ne sorunu var, onları toplar getirirdim. Çözmeye çalışırdım. Vali demişti ki o zaman; "Sen müesses nizami değiştiriyorsun." Bu mesleği neden bırakayım? Ama bırakmam gerekiyordu. Çünkü mademki savaşacağım; hem bu meslekle savaşılmaz hem de dürüstçe olmaz. Bütün arkadaşlarım beni burası biraz övünür yanım öyle tanımışlardı. Hep tutarlı olagelmişimdir. Hiçbir konuda düşündüğüm ile yaşadığım arasında bir ayrılık olsun istemedim. Karı koca ilişkilerimde de öyle olmuştur. Dinsiz, pardon muhafazid'siz peygambersiz olduğum dakikadan başlayarak açıkça söyledim. "Ben peygambere inanmıyorum, ama Allah'a inanıyorum" O bir süre sürdü. Ama çok uzun değil. Deneyler yaptım kendi kendime, Tanrının olmadığına ilişkin. Önce Tanrı varsa, bu tanrı muhafazid'in Tanrısı değildir diyordum. Olamaz ama, acaba bu Tanrı ne iş yapar? Varsa ne yapar? Önce var mı? Rastlantılar üzerinde durdum. Rastlantı öğeleri üzerinde durdum. Evde, karım gene şaşırmıştı. "Sen delirdin mi" demişti. Kovaya su doldurdum. Süpürgeyi alıp batırdıktan sonra duvarlara rasgele serptim. Baktım. Bakıyorum duvarlarda çeşitli biçimler oluyor. insan resmi, hayvan resmi, ağaç... Kuruyor. Ben bir daha serpiyorum. Kadıncağız orada öyle bakıyor. "Ne yapıyorsun sen" diyor. "Neden yapıyorsun?" Alah var mı, yok mu onu bulamaya çalışıyorum" dedim. Anlayamıyordu, suyla süpürgeyle duvara serpmeyle Allah'ın ne ilişkisi var. Onlarla bir kanıt bulmuştum. Bu duvarlarda çeşitli resimler oluşuyor. Hayvan resmi. Gerçi süpürge benim elimde, su da. Suyu serpen de benim. Ama o biçimler benim irademden kaynaklanmıyor. Rastlantısal oluyor. Eğer benim irademden kaynaklanıyor olsa, aynı biçimleri bir daha yapabilmeliyim. Aynı biçimde serpiyorum, başka resimler meydana geliyor. Demek ki rastlantısal. Öyleyse neden insanlar da evren de rastlantısal olmasın. Pekala milyonlarca yıl içinde, biçimden biçime geçerek, değişerek. Antropolojiyle de çok yakından ilgilendim. Bu Allahlılık iki üç yıl daha sürdü. Birden tümden o da silindi. O gelişmeler artık Tanrının hiç olmadığı noktaya gelmekle sıçrama gösterdi. Tanrıyı inkar etmek demiyorum, olan bir şey yok ki inkar edeyim. Tanrının yok olduğunu bilme noktasına varmam, o sıçrama, birkaç yılımı aldı.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 17.
    0
    Müftülüğüm

    Müftülüğünüz ne kadar sürmüştü?

    Aslında çok fazla. Resmi olarak, 1958'den 1966'ya kadar. Ama dinsel anlamıyla 14 yıl kadar yaptım. Müftü fetva veren konumda olmak demektir. Askerlikten sonra istanbul Çarşamba'da Üçbaş ve ismailağa medreselerinde hocalık yaptım. Orda yüksek düzeyde sayılan dersler okuttum. Müftü olunca ilk görevim Tekirdağ'daydı. Gemerek, Türkili, Altındağ ve Sivas'ta müftülük yaptım. Müftülüğüm sırasında da sürgünlerim oldu. Sivas'ta köyleri ağaçlandırdık. Her köye 50 ağaç dikilsin dedim. Müftülük lojmanı yerine hastane yapılmasına Ön ayak oldum. imamlar için kurs açtım. Konferanslar verdim. Kurs için askeriyeden karavana alıyordum. Komutan, "bir koşulla veririm" dedi, "eğer Atatürk anıtına çelenk koyarlarsa". Böylece ilk kez imamlar Atatürk anıtına çelenk koydular, saygı duruşunda bulundular. Sivas'ın Hanzar köyünde su kaynağı var. Bir süre sonra yitiyor. Bend yapılsa herkes yararlanacak. Valiye göstermek için başında fotoğraf çektirdim. Köylüler gelmeye cesaret edemediler. "Ağa ne der" diye. Ağa karşı çıkmıştı zaten, "eski köye yeni adet mi getiriyorsunuz" demişti. Daha sonra TRT"deki ilk programımın adı "Eski Köye Yeni Adet" olmuştu. Hakkımda komünist diye söylentiler çıktı. Alışılmadık bir müftüydüm. Tarık Zafer Tunaya'nın başkanı olduğu Devrim Ocakları'nın kurucuları arasındaydım. Sovyetler Birliği'nden 20 bin lira para almış diye ihbar olmuş. Diyanet müfettişlerinden Abdullah Güvenç teftişe geldi. Adama su verecek bardağımız yoktu evde. ibrikle vermiştik utana sıkıla. Sinop'un Türkili ilçesine sürgün edildiğimde, kentin dışında yıkık dökük bir kulübe tutmuştum. Ali Şarapçı diye bir öğretmenle karısı bana çok yardım etmişti. Onada komünist diyorlardı. Ben de "keşke komünist olmasaymış, ne iyi adammış" diye düşünüyordum. Komünizmi kaynağından öğrenmeye karar verdim. Ali Şarapçı'ya "Şu komünist kitaplardan getirsen de okusam" dedim. Bilmediklerimi gidip soruyorum, okuyorum, ders gibi. inanç dünyamda bir sarsıntı olmadı. Ancak ürkecek bir şey de yokmuş. Sosyal alanda bir ideolojiden çok bir bilim olarak baktım.

    Diplomanız var mı?

    Liseden dört dersim var. Biri beden eğitimi, diğerleri de hiç barışık olamayacağım dersler. Cebir, fizik, kimya. Bu formül böyle konmuş, ama niye hiç anlatılmıyordu. ilkokul diplomasını askerlikten sonra istanbul'da Mahmutpaşa ilkokulu'ndan aldım. Yoksa müftülük elden gidecekti. Ortaokulu ise Sivas Müftüsü iken dışarıdan bitirdim. Sekreterim, "bir ayda Çerkesçe öğrendiğinize göre, yaparsınız" diye ısrar etmişti.

    Hiç tarikata girdiniz mi?

    Hayır. Bir ara Saidi Nursi'ye sempatim olmuştu. Daha sonra Necip Fazıl Kısakürek'e. Birkaç ay sürdü. Söylediklerinin tam tersini yapıyorlardı, içki, kumar vb.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 16.
    +1
    Evleniyorum
    Nasıl evlendiniz?

    Karımla aynı köydendik. Sivas'ın Şarkışla'sının köyünden. Ailemle birlikte Şarkışla'dan çıkıp dolaştık. Sonra tekrar Şarkışla'nın Yapaltı köyüne dönüp yerleşmiştik. Karımın adi Naime' dir. Naime'yle pek sevişmiş sayılmazdık. Hatta onu başkasına kaçırmayı bile planlamıştık. Bir genç geldi. Bana Naime' yi sevdiğini söyledi. Üç kız. sevmiş, üçünü de elinden almışlar. Üzüldüm. "Gel bu kızı sana kaçıralım" dedim. Ciddi ciddi önerdim. Planladık. O akşam da düğün var. Fakat genç sonradan vazgeçti. Duygusal yönü başka. Ama hep önem verdim. Hep bir şeyler vermeye çalıştım. Verebildim mi veremedim mi, bilmiyorum. Çok ekgiblerim var. Ama hiç kimsenin karısının olmadığı kadar bana aşık olagelmiştir. Komşularımız da şaşardı. Bana göre karı- koca bu duygularını zamanla yitirirler. Karımım bu durumu sürmüştür. Tabii çok nedenleri var. Onun bu duygusal yoğunsallaşması, benim karıma daha da önem vermemi gerektirmiştir. Önem verdim de ne yaptım? Ayrılmayı hiç düşünmedim. Başka sevdiklerim olduğunda onlara yönelmemişimdir. Üç çocuğum vardı. Karımın ise ruhsal bunalımları vardı. Problemliydi. Ben kendimi suçluyordum, benim de bu olayda payın olmuştur diye. Ankara'da Prof. Yusuf Savaşır'a kendimi suçlayarak anlattım. Prof. Savaşır "Kendini suçlama. Hastalığı çocukluktan gelme" dedi. Eşinize hiç dayak attığınız oldu mu? Molla döneminde ilk zamanlarda oldu. Onun üzüntüsü her zaman yoğundu. Fakat bu durum çok sürmedi. O bir dönemdi. Bu böyle olurmuş dedim. Babanız annenizi döver miydi? Çok, çok... O bir gelenek gibiydi. Ha, doktor öyle söyledi. Ondan önce Rasim Adasal'a zütürmüştüm. O şizofren teşhisi koymuştu. "Uğraşma" demişti Rasim Adasal. Onunla dostluğumuz vardı. Ben karıma yardımcı olabilmek için pgiboloji ileçok ilgilendim. Pgibiyatrlarla çok arkadaş olmamın nedenlerinden biri belki de aynı dili konuşuyor olmamızdan. Nasıl bir yöntem bulabilir, yardımcı olabilirim diye çok uğraşıyordum. Dr. Rasim Adasan'ın bir kitabı var. Bunu saat saat uygulamaya çalışmıştımkan ma. iyi gelişmeler elde etmiştim. Sonra zütürdüğümde Rasim Bey şaşırmıştı. "Çok iyi" demişti. Zaman zaman beliriyor, ortaya çıkıyor. şimdiki sorunu şöyle: Kendisi Ankara'da. Sürekli boşancak mıyız diye düşüne gelmiştir. Ben de ömrüm boyunca boşanmayacağımızı kanıtlamaya çalışmışımdır. Biraz önce telefonla konuştuğum karımdı. Doktora gitmiş, adını yanlış söylemiş. "Çünkü, orada sıkma başlar vardı" diyor. "Adımı söylersem Turan Dursun'un karısı olduğumu bilirler, sonra beni gene korkuturlar dedim" diyor.Şeriat olabileceğini düşünmüş, onun için başka ad söylemiş. Doktor ilaç yazmış. çok pahalıymış. Onun için başka doktora yazdırmak istemiş. Doktor "sen öğleden sonra gel, bakalım" demiş. "Acaba, doktor beni tutuklatır mı" diye korkuyor.

    Sizinle birlikte bir çok korkuyu yaşıyor mutlaka.

    Çok ürkek ve korkak bir yapısı vardır.

    Dini inancı var mı?

    Dini inancı tümden yok denebilir mi, bilmiyorum. Yalnız yıllar önce babama "Efendi baba, Allah, Allah diyorsun ama ben senin oğlunu Allah'tan daha yüksek görüyorum. Allah o kadar iyi olamaz" demiş. Babam "hadi, oradan hınzır oğlu hınzır" demiş kovmuş yanımdan, Yıllar önce derdi ki: "Bu peygambere inanmıyorum. Ama Allah'a inanıyorum. Ama sen inanmıyorsun. 'Herhalde yok yoktur' diye düşünüyorum o zaman. Allah senin gibi bir insanı nasıl cehennemde yakar. Öyleyse yoktur." şimdi düşünüyorum kırıntıları filan vardır.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 15.
    +1
    Köy imamı Oluyorum

    icazeti aldıktan sonra Diyanete geldim. Müftü ve vaiz olmak istiyorum. Hasan Fehmi Başoğlu diye müşavere kurulu üyesi vardı. O zaman Din işleri Yüksek Kurulu'na, Müşavere Kurulu deniyordu. Hasan Fehmi de onun başkanıydı. Baktı. Önce şakayla, küçümseyerek "Müftü olmak istiyorsun, şunu oku bakalım". Ben de "Bunu çok aşağı derecedekiler de okurlar. Siz çok üst derecedekilerden okuyun, ben yanlışlarını söyleyeyim" dedim. Çok da gururluydum. Şaşırdılar. Gerçekten hayret ettiler. Kaç tane müftünün icazeti var, fakat çocuk yaştaki müftü olamaz. "Git, sen daha Türkçe bilmiyorsun, askerliğini yap, ondan sonra" dediler. O zaman köy imamlığı yaptım. Adana'nın köyünde ve oradan asker oldum. O köyde çok da şanslı bir durum oldu. Köy öğretmenine Türkçe'yi öğrenmek istediğimi söyledim. "Öyle hatip olmak istiyorum ki, dünyada Türkçe'yi benden daha iyi bilen bir kimse olmasın" dedim. Fakat dilimde sakatlık vardı. Bir tümceyi sonuna kadar söyleyemezdim. Takılırdım. Beni daima avutacak laflar söylerlerdi. işte Hz. Musa da böyleydi, kekeme idi, hiç üzülme derlerdi. imam olduğum Tarsus'a bağlı Baltalı köyündeki öğretmene gittim. "Ben Türkçe'yi örenmek istiyorum" dedim. Hem öğrenmek hem de konuşmak istiyorum. Öğretmen şöyle dedi: Dilinin altına bir şey koy ve konuş. Bağır, çağır, şarkı söyle. Ama konuşurken dilinin altında muhakkak bir şeyler olacak. Dilinin altındaki sinirler gevşediğinde dilin açılacak ve konuşabileceksin. Bir de bana Çiçeron' u örnekvermişti. Yunan düşünürlerini bilirdim. Yunan dünyasından felsefesinden. bilmediğim yoktur. Roma düşünürleriyle pek tanışık değildim. O kim diye sormuştum. Çiçeron'un Romalı olduğunu öğrendim. Denedim. O sıralarda evlenmiştim de, Karım bakardı. Ben kafamı küpün içine sokuyor ve bağırıyorum.
    ···
  13. 14.
    +1
    llah'la ilk Kavgam

    Bu arada sosyal hayatınız nasıldı? Nerede kalıyordunuz örneğin?

    Esans satan adamın evinde kalmıştım. Bana evini de aşmıştı. iki tane çocuğu vardı. Duvarda bir saat vardı, tık tık ederdi. Çocuklarını öyle bir alıştırmıştı ki, onlar da Allah Allah derlerdi. Kendilerini saate uydururlardı. Adam bir yandan öyleydi, bir yandan da ticarette her türlü hileyi yapardı. Ama işime yaramıştı. ilk kezkendime takım elbise yaptırmıştım. Hiç öyle bir şey görmemiştim daha önce. ilk don giydiğim zaman Adana'daydım. Donumu görsünler diye... Şişman bir kız sevmiştim karşıda oturuyor, şişman mişman, kız olsun da ne olursa olsun, gördüm beğendim. Bu kıza nasılkendimi beğendiririm, donumu görürse... Dama çıkmıştım, çabalıyorum ki, kız bana doğru baksın. Bir türlü bakmıyordu. Yani epeyce çaba harcamıştım, kızın ilgisini çekmek için, donuma baksın diye. Kız hiç farkında bile değil, sadece ben gördüm kızı. Ama öğrenciliğimde, aşık olduğum kızlar olmuştu. 7 yaşındayken aşık olmuştum. Bir de Kargalık köyündeyken aşık olmuştum. Safi diye bir kız. Allahla kavgalaştığım zamanlardan birindeydi kızla arkadaşlığım. Sevgili olmuştuk. Kız beni ayartmıştı. Ailesi bizim evlenmemizi istiyordu. Küçüklükten, yani dokuz yaşını buldun mu, şeriata göre evlendirilir. Kız dokuz yaşına geldi mi tamam. Kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. Kız soyun, işte şöyle, böyle", yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. Epeyce ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda. Fakat kızım bir ablası var çarpık çurpuk, Allah'la kavgam ondan. Rüyamda Allah'ı görmüştüm. Bir söğüdü yontuyordu. Bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. Dallarını falan yontuyor. Herkes çevresine toplanmış. Ben bir fırsatını buldum, sokuldum. "Kim bu?" diye sordum. Allah, dediler. "Peki, söyleyeceklerim var" dedim. Önce kızmaması için yemin ettirdim. Yemin etti. "Valla billa kızmam" dedi. "Ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben. senin yerinde olsam bunları yapmazdım. Madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın'? Sonra Safi'yi çok güzel yaratmışsın. Sabo, Safi'nin ablası Çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. Çok üzülüyordum, acıyordum,"neden öyle yaptın" dedim. Böyle bir tartışmamız olmuştu. O zamanlar 10-11 yaşlarındaydım. Kargalık' taydım. Çumra'da takım elbise yaptırma olanağını buldum. Bir de kendime gidip fötr almıştım. Çünkü bir adam görmüştüm fötr şapkalı, diğerlerinden değişik.Ben değişik olmak istiyordum. Hep değişik olmaya çalıştım.
    Günah değil miydi şapka?

    Fötr şapka da biraz da sarığa benziyor. O nedenle de çekici geldi. Onu almıştım, biraz beni kınadılar, sonra bıraktım. Çünkü iyim halklaydı. Müşterilerim onlardı. Bana para verecek onlardı. Bırak dediler, bir süre sonra bıraktım.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 13.
    +1
    Yol paranızı nasıl karşılıyordunuz?

    Camilerde, caminin içinde, kapıların önünde mendil serip "talebeye yardım, hafıza yardım" artık nasıl söylenirse, para isterdim. Ama daha sonra müftü olduğum zaman bana bağış yapılacak diye aklım giderdi. Bu yüzden mevlitlere bile gitmezdim. Tekirdağ'da 1958'de müftü vekilliği yaparken maaşım 135 liraydı, 80 lira da kira veriyordum. Geçinebilmek için Cabbar Ağanın hamamında bilet kesiyordum. Bir gün temel atmak için duaya çağırdılar. Yakın dostlarımdı, kıramadım gittim. Duaya başlarken "ev kimin için" diye sordum. "Vilayetin müftüsü, ayıptır, kiradan kurtaralım" demişler. Ev benim içinmiş. "Kimsenin benim onurumla oynamaya hakkı yok, sizimahkemeye vereceğim" diye bırakıp geldim. Yani o bağıştan tiksinti oluşmuştu çocuk yaştayken. Fakat başka bir yolu yoktu. Ancak onları toplayacaktım ki, Basra'da Kufe'de olmayacak ölçüde hoca olmanın yolunu bulayım. O şekilde topladığım paralarla idare ettim. Evet, hocaya gittim beni okutur musun, dedim. Hoca, "benim talebe okutmadığımı sana söylemediler mi?" dedi. "Ama efendim, başka bir çarem yoktu, size geldim, beni okutun." "Sen Kazvini'yi okuyabilir misin" dedi. Siz okutursanız okurum, dedim. Hoca birimtihan etti beni. Çarpı1dı. Beklemediği bir şey. inanılacak bir şey değil. Öyle şeyleri okudum, bildiğimi gösterdim ki, onu, diyelim ki bir Kayseri, bir Konya müftüsü bilemez. Öyle bir çocuğum, inanılır gibi değil. "Seni okuturum ama 100 lira alırım" dedi. şimdi ben 100 lirayı nasıl veririm hocaya? Bana kim 100 lirayı verecek ki hocaya vereyim? Hep bulunduğum yerlerde bağışlarla okumuştum. Hem hocalar hiç para almazdı. Öyle bir gelenek yoktu. Okuturlar, ama para almazlardı. Oralarda buralarda dolaşıyordum. Salak salak, düşünceli düşünceli dolaşırken, esans kutusu ile esans satan biriyle karşılaştım. Düşünceli durumum dikkatini çekmiş. Durumu anlattım. Adam tuttu, o kafirdir, dinsizdir, bilmem nedir, dedi. Sonra "Bu esans kutusunu sana veririm, sen satarsın, geliri paylaşırız" dedi. "Peki" dedim. O birtakım hadisler söyledi bana. Satarken söyleyeyim diye. Dedim, böyle hadis yok. "Sen yokluğuna mokluğuna bakma, dedi, daha uydurabilirsen sen de uydur." Bazı hadisler de ben uydurdum. Esansların hangisini peygamber severmiş, hangisi kullanılırsa sevap olurmuş, Arapça söyleyince dua gibi oluyor bunlar. [Arapça söylüyor.] Kim peygamberin kokusunu koklamak isterse. işte kırmızı gül yağlarını koklayabilir. Ondan çok para geliyordu. Orada bir gelişme daha oldu. Bir bakkal dükkanında benim yaşlarımda ya da benden birkaç yaş daha büyük bir çocuk vardı, o da okumak istiyordu. "Arapça okuyabilir miyim", dedi. "Okursun, ben okuturum" dedim. "Ama sen de hocanın parasına ortak olacaksın." Amacım onun okuması değil, hocanın parasına ortak yapmak. Sonra o da müftü oldu, emekli oldu. Ankara'nın Elmadağ Müftüsü oldu. Ve esans kutusu ile Kazvini'yi bitirdim, hocadan okudum. Hocadan farklı bir icazetname aldım. işte şu, şu, şu ilimleri bitirmiştir, diye. On iki ilim denilen şeyi hemŞafii, hem Hanefi yöntemi ile bitirmiştim. Yine daha çocuk yaştayken geldim, müftü, vaiz olmak istiyorum, dedim. Daha askerliğimi yapmamıştım. O zaman sanırım bitirdiğimde 17-18 yaşlarında filandım.

    Ne kadar süre kaldınız orada?

    Çumra'da, bir -bir buçuk yıl kadar. Ondan önce de dolaşmıştım bir süre. En son Kazvini'yi okudum ve icazeti aldım hocadan.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 12.
    +1
    Kendi başınıza?

    Kendi başıma. 13-14 yaşında. Ondan sonra Türk hocalara gittim. Bir ara Çerkezlerle kaldım. Çok iyi Çerkesçe öğrendim. Çerkez hocasında biraz okudum, Türk hocalarında biraz okudum. Ve Türk hocalarında okuduklarımla da en son basamağa kadar çıktım. Yani icazeti Türk hocalarından a1dım. En son okuduğum Konya'nın Çumra ilçesindeki Tahir hocaydı.

    Konya'ya kadar geldiniz?

    Tabi, tâbi. Adana, Sivas, Kayseri, Konya, Malatya, nerede bir hoca görürsem, işitirsem, bu kitapları okutabilir, gider ondan onu okurdum. Dediler ki, Kazvini'yi ancak Konya' nın Çumra ilçesindeki hoca okutabilir. Kazvini'yi pek kimse bilmiyor aslında. Türk hocalar da pek bilmezler, okumazlar ama, okunması eskiden öngörülmüş olan listenin içinde o da var. Madem o da var, madem ben de öyle olacağım. öyleyse okumalıyım. Gittik Konya'nın Çumra ilçesine, hiç alışık olmadığım bir hoca tipiyle karşılaştım. Şimdi bizim bildiğimiz hocalar biraz şarkıdan türküdenuzak kalırlar. Yani yaşamla pek ilgilenmezler.

    Batıya ilk geldiğiniz.

    Yok hayır, bu kesim, Türklerdeki ilk başlayışım Adana'nın Dörtyol ilçesinde oldu. Orada da Molla Zahid vardı. Molla Zahid'de okumuştum. Türk hocası. Fakat oralarda hep bana Kürtoğlu derlerdi. Çünkü çok az bildiğim Türkçe, hep Doğudaki Kürtçe ile karışık olan Türkçe'ydi. O bozuk Türkçe'yle bitirdim Türk kesimindeki okumalarımı. Konya'nın Çumra ilçesindeki Tahir Efendi'yi alışılmadık bir hoca olarak gördüm. Çünkü, adam kahveye gidiyor; eli arkasında kapıdan girdiği zaman kahvedekiler, hoca efendinin türküsüyle şarkısını koyun diyorlar. O zaman gramofonlar var. Hocaya bir dinletirlerdi. Hiç oturmazdı hoca. Dinler, çıkar giderdi. Öyle bir gururlu hocaydı ki! Vali gelmiş, kendisi de oradakisıradan bir ilçe camisinin imamı. Kaymakam, hocayı valiye tanıtıyor. Valinin nasıl olduysa adını öğrenmiş hoca, Ahmet diyelim, "Ahmet nasılsın" diyor. Vali şaşırıyor. Hiç beklemediği bir şey. Hoca kendisini çok alim gördüğü için, "Mademki ben alimim, herkesin bana saygı göstermesi gerekir. Vali de kim oluyormuş" filan derdi. Ama bu adamın namaz tutmadığını söylerlerdi. içki içiyor derlerdi, falan. Belki de öyleydi. Ama tabi ben tanık olmadım. O hocaya gittim, ama hoca hiç öğrenci filan okutmazmış. Yalnız çok ünlüydü. Burada bütün hepsini bitirdikten sonra Mısır'a gitmiş, orada da okumuş. Sürekli birçok ülkede okumuş bir hoca. Ben gittim, Kazvini'yi okumak istediğimi söyledim: "Beni okutabilir misiniz, beni köle sayın". Hep böyle derdim, her gittiğim hocaya zaten. "Ben sizin kölenizim, beni kö1e olarak sayın" derdim. Kabul ederse kalırdım.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 11.
    +1
    Kaç yıl sürdü orada eğitiminiz?

    12 ya da 13 yaşıma değin. Orada okuyacağım kadarını bitirdim. Şafilerin içinde, Kürtlerin içinde okuyacağım kadarını okudum.

    Onlar Şafi miydi?

    Tabi, tabi hepsi şafiydi.

    Peki, babanız nasıl izin verdi, Şafii değil? -

    Babam Hanefi de, hepsi Sünni. Şimdi Sünni mezhepleri Şafii, Hanefi, Maliki, Hanbeli. Bunların dışındakilere pek değer vermezler. Alevilere çok korkunç düşmanlığı var babamın. Babam bir Hıristiyan'a bir Yahudi'ye yer verir de, Alevi' ye kesinlikle yer vermez.

    Köpekle aranız nasıl?

    Köpeklerden çok korka gelmişimdir. Köpek dediniz, değil mi.?

    Evet.

    Her zaman korka gelmişimdir. Çünkü yemekleri toplarken evlere giderdik, köpeklerle karşılaşırdık. Isırılma olayı olduğu için.

    Şafiiler el sürmüyorlar, değil mi?

    Evet, Şafiiler el sürmezler. Sürmezler de köpek, kulleteyne girer, başını sokar, oradan su içer de, yine de gidip oradan su kullanırlar. Hem el sürmezler, hem de köpeklerle içli dışlılar.

    icazet Alışım

    Türk babadan geldiğim için kendimi Türk gördüm. Bu nedenle, Şafiiler kesiminde, Kürtler kesiminde, icazet derecesinde, en son basamağa kadar okuduktan sonra bile, Türklerde geçerli olan yöntemi öğrenmeli demişimdir. Ve sonra başladım Türk hocaları aramaya. Bu kez kent kent dolaştım.
    ···
  17. 10.
    +1
    Kaç kişi olurdu?

    En az 40-50 öğrenci olurdu. Yatar kalkarlardı. Romanımda orada homociksüel olayların bulunduğunu da belirtiyorum. Erkek, çocuk denmez. Çocuk yaşta olan yalnızca ben vardım. Yani en az 13-14 yaşında. 25-30 yaşlarında olanlar da vardı. Çeşitli basamakta olan mollalar.

    Peki, o dönem boyunca eve gelinebilir miydi? Yaz tatili gibi..

    Yok, hayır. Bazen yazın ya da kışın ailelerini çok kısa bir süre görüp gelenler olurdu. Tümden bırakıp gidenler de. Geri dönmek istemeyenler de olurdu. Bıkıp usanmıştır. Bırakmıştır, başka mesleklere geçmiştir. Böyle olanlar da vardı.

    Buradan çıkınca ne yapıyorlar?

    Molla oluyorlar ya da gidiyor o da böyle bir kurum oluşturuyor. Kendi çevresinden şeyhle ağayla bağlantı kuruyor. Hani herkes, Türkiye'de zengin olma umudunu taşıyarak "ben de şunu yaparsam, şu kazanı elde edersem, ben de sınıf değiştiririm" diye düşünür ya, onun gibi orada o üst şeye ulaşmanın yolunu aramak herkeste vardı. Kimi başarırdı, kimi başaramazdı, öyle.

    Yasal açıdan yasak değil mi?

    Oralarda yasak hiçbir zaman geçerli olmamıştır. Yasalara göre yasak aslında, tabi. Her şeyi ağalar çözüyordu. Oranın insanını jandarmaya, mahkemeye gönderen de ağa olurdu, kurtaran da ağa olurdu. Şeyh, ağa ve molla, bunlar her zaman iç içe olagelmiştir. Millet vekilleri de onlardan oluşmuştur. Bugün biraz çağdaş görünümleri vardır, ama değişen bir şey yoktur.
    ···
  18. 9.
    +1
    Tek başınıza kalıyordunuz öyle değil mi?

    Tabii. Ben de camide kalıyordum. Camilerde kürt öğrencilerle birlikte. Zekat getirilirdi. Toprak ürünlerinin onda biri hala toplanır orada. Devlet ayrı vergi toplar, mollalar ayrı vergi toplar. Daha doğrusu şeyh adına, ağa adına fitre ve vergiler toplanır, getirilir. Gelenlerle oradaki öğrenciler geçinirler. Tabii bu arada öğrenciler köylerden de yiyecek alır, toplarlar. Öyle ilginç durumlar meydana gelir ki, bu toplama işinde. Kulplu kazanlar vardır. Ortasından ağaçlar sokulur. Öğrencinin biri bir sapından, diğeri öteki sapından tutar. Ev ev dolaşırlar. Şimdi diyelim sizin eve geldik, kapınız çalınır. Siz bilirsiniz ki fakih geldi. Fakih derler öğrencilere. Evde ne varsa, ne pişmişse ondan bir kap yemek getirirsiniz. Varsayalım bu bir kap çorbadır, çorbayı bu kazana dökersiniz. Öbür evde süt vardır, süt dökerler kazana. Bir başka evde pekmez vardır, aynı kazanın içine... Yani etlisi, sütlüsü.. tatlısı ne varsa, aynı kazanın içinde birikir. Kendine özgü bir karışım olur. Bu karışım getirilir, hücre denilen bir yer vardır caminin bitişiğinde. Hücre oda demek. O hücrede bölüşülür. Kimilerinin tabakları vardır, hazırlamışlardır. Bir tek tabak. Öğrenci bulabilmiş ise sadece bir tane tabağı vardır. Kiminin hiç tabağı yoktur, ekmeğin üzerine dökülür o karışım. Sağdan soldan dökülmesin diye de ekmeği çabuk çabuk yalar, tam dökülmeyecek duruma geldiğinde artık ne kadar yiyecekse o kadar yer. Ne kadar yiyecekse dediğim, yani onu üç öğün yemek zorunda. Belki bitirmek isteyecektir onu, ama öğleye ne yesin, akşama ne yesin? Onun için canı istese de onu bitiremez, saklayacak.

    Sizin tabağınız var mıydı?

    Yoktu. zütürüp bir yere saklamaya çalışırdım. Saklamasam, bulan yer. Artık nerede saklarsın, bir sopa deliğinde, şurada burada... Kimi zaman hiçbir yer bulamazsınız, yastığın, minderin altına koyarsınız, yağlanır tabii ki. Bitlerle de zaten özdeş duruma gelmiştik. Yani bit ve biz oralıydık. Bit oranın ayrılmaz bir parçasıydı. Mütalaa saati vardı. Önce metin ezberleme var. Metinlerini alan öğrenciler koşarlar, caminin çevresinde bulabildikleri yerlerde, eğer yazsa açık havada, kışsa ağırlarda; ellerinde kitapları, gide gele metin ezberler. Akşama değin bunu yaparlar. Akşam olunca mütalaayla ilgili saat vardır. Herkes gelir, öbek öbek olurlar caminin içinde bir papatya gibi. Ayaklar arkaya doğru, başlar öne doğru, ortaya bir kütük konmuştur. Onun üstünde ilahi lambası vardır. Ortadaki kütüğün ve ilahi lambasının çevresinde uzanmış sessizce kitab okunur, buna mütalaa denir.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 8.
    +1
    Zamanla sevdiğim kızlar olmuştu. Onlara, Türkçe şiirler türküler bulamayınca , Arapça söylemişimdir.Bir kız hakkında Arapça söylenen şiiri ben sevgilime söylemişimdir.

    Var mı aklınızda öyle bir şiir?

    Var. Örneğin bir Mecnun Leyla'ya sesleniyor: [Arapça şiiri okuyor.] Bir yere gidiyor. Çok güzel bir yer. Geyikler falan var. Geyikler alabildiğine güzel. Güzelleri görür de, güzeller güzeli Leyla'yı düşünmez olur mu? Leyla hemen gözünün önüne geliyor ve karşısındaki geyik Leylalaşıyor, birden oluyor. Ve işte o zaman diyor ki :

    "Ey, buranın güzel geyikleri. Burada size Tanrı adına and vermek istiyorum. Lütfen söyleyin. Leyla da sizden midir, yoksa bir insan mıdır? insanın böyle güzeli olmayacağına göre Leyla sizdendir de, herhalde siz söylemiyorsunuz."

    Bunun gibi şiirler. Ben oralarda Kürt hocalardan okunması doğal olan ve olmayanları öğrendim. Diyorum ya, 15 yılı "sarf" ve "nahv" ve Arapça gramerlere verdikten sonra başka şeylere artık yer kalmaz. Mantıktan bir iki şey okuturlardı, okurlardı. Bir Kavl Ahmet diye birşey var. Aslında Kul Ahmet'tir de, onu okuyamamışlar, Kavl diye okumuşlar. Çünkü Arapça' da hem Kul okunur o, hem de Kavl. Kavl, söz demektir. Oranın insanı Türk olmadığı için Kul Ahmet'in adını Kavl Ahmet diye söylemişdir. Bütün doğuda bu kitap okutulur, Kavl Ahmet diye bilinir. Mantıktan, Aristo'nun kitaplarından birini okuturlar. Tasavvuri Tasdikat diye bir şey var. O da yine mantığa ilişkindir, onu biraz okuturlar. Ama asıl Arapça edebiyatına gelince, başka bilim dallarına gelince, pek fazla bir şey okumazlar, okuma olanağı bulmazlar. Ancak belirli, sıradan olmayan mollaları oniki ilim denilen bilim dallarını okuyup bitirmiş olabilir ki , o da parmakla gösterilecek nitelikli kimselerdir. Ben en son basamaklarına kadar okudum orada. En son basamakları Cem'ül Cevamidiye ad verdikleri bir kitaptır. Tüm islam hukuğunu içine alır. Ona kadar okudum. Yine çocuk yaşalardaydım. Fakat kendimi hep Türk olarak gördüm. Kürtlerin içinde yaşardım. Ailemin yanına bazen giderdim, zor konuşurdum Türkçeyi.
    ···
  20. 7.
    +1
    Bugün de hala var mı?

    Var, hatta epeyce var. Bugün dinsel konular, Arapça falan yok olmuş bile olsa yeniden yaratabilecek durumda bu köylerdeki kimi mollalar. Tabii eskisi kadar yok, ama yine de var. imam Hatip okullarında, yüksek imam enstitülerinde, ilahiyatta pek Arapça öğrenilemiyor. Bir sürü dersin arasında bunun uzmanlığı elde edilemiyor. iyi Arapça'yı öğrenmek kolay olmuyor; yani klagib Arapça'yı, muhafazid dönemindeki Arapça'yı, sonra o dönemi izleyen yüzyıllarda kurumlaşmış birtakım dallara göre oluşmuş Arapça'yı. Düşünün ki 7. Ve 8. yy. da o Abbasi helifelerinin kılavuzluğunda, batı dünyasından pek çok şey Arapça'ya aktarılmıştır. Mesela, Aristo'nun ünlü Organon'u çevrilmiştir. Ben 12 yaşında iken Aristo'nun "Poetika"sını ezberlemeye koyulmuştum.

    Sizin kendi çabanızla mı?

    Kendi çabamla. Bize okutuluyordu ama herkes okumuyordu. Ben kafama koymuştum ya, Basra'da Kufe'de olmayacak ölçüde bir alim olacağım diye. Nerde ne var hemen öğreniyordum. Nerede okutabilecek bir kimse varsa gidip ondan öğrenmeye çalışıyordum. işime yarar yaramaz, hedefime zütürecek bir basamak olarak görüyordum. Basra'da Kufe'de olmayacak ölçüde alimin bilmesi gerekenler neler olur? işte bunlar olur. Bu da var mı okutulacak şeyler arasında ? Evet, var. Öyle ise ben de okumalıyım, ben de bilmeliyim. Düşünün, hiç işime yaramayacağını söylemişlerdi, Aruz'u kendi yapıtından okumuş ezberlemiştim. Edebiyatçı değilim. Aruz benim ne işime yarayacaktı? Ama 2000 kadar şiir ezberlemiştim. Bunların 1000 tanesi sadece bir gramere ait "elfiyye". Herhangi bir sureyi okur gibi hala okuyabiliyorum. En azından 2000 kadar Arapça şiir ezberledim. Bazıları çok da hoşuma gider. Zaman zaman söylerim.
    ···