+1
ev aşırı karanlık, son zamanlarda her gün böyle, voltaj düşük ondandır diyorlar ona da inanmıyorum. sigarayı bırakmadan önceki ikibininci sigaramdı o anda içtiğim. bindokuzyüzdoksandokuz tane daha içip bıraktım gelecekte. ev karanlık olunca algılar da çok acayip durumda tabii. mesela odamda bir tek masa var, bir de bir bardak. bildigin bardak işte oğlum, camdan filan.
bardağın dibindeki damlayı alnıma damlatmaya çalıştım böyle, iki damla geldi alnıma, anında dağıldı burnuma dogru aktı, masa salaklığıma kih kih güldü. çok aşırı bir ev burası bazen. dayanılmaz hale gelebiliyor ilişkilerim masalarla.
sonra annem geldi misafirlikten, kardeşim maalleden geldi, dizini çizmiş at gibi. babam gelmedi. hava çok karanlık çünkü. babalar alacakaranlıkta gelir eve en geç. en geç o da. daha gelmez sakın beklemeyin babamı, annem ve kardeşim ve ben.
mutfak lambasını yaktım sonra mutfakta, elimin çok basit bir hareketi yetti bunu yapmaya, ampul çevreye ısı yaydı ama ben hissedemedim, onun yerine ışığının gücüne hayran olup gözümü kısarak baktım ampüle. akkor gibi bir şey var içinde. ne saf bir kelime akkor, sanki hiçbir kötülük gelmez o kelimeden. aynı "dübel" kelimesi gibi. bu kelimelere fena halde ihtiyacımız var bence. dübel, tabure ve akkor üçlüsüyle koca bir hayatı geçirmeliyiz. kendimizi sadece bu kelimelerle ifade etmeliyiz belki de, can acıtmamak için.
kimseden dübel isterken yüzünüzde garip bir ifade olmaz değil mi? çok net bir ifade “abi dübelin var mı?” ya da “şu tabureyi uzatır mısın?”
yemeğe oturduk sonra, herkes her zamanki yerine oturdu, ezberlenmiş gibi. niye annenin yerine oturdugunda “kalk ordan orası benim yerim” der ki anne? hani annelik en yüce duyguydu, yerini bile vermiyor kadın oğluna.
o ezberlenmiş masaya dışardan bir misafir –arkadaş filan- geldiğinde, oturduğunda nasıl bir besleme tavır alır çocuk peki? böyle köşesine oturur masanın, yemeklerden fazla istemez hayvan gibi aç olsa da. “tımım, yeter teyze” filan der. niye kimse samimi değil ki? açsan ye oğlum. bu ne ezik br tavır. aynı tavır oyuna çağırmak için eve gelen arkadasta da vardır. eger yemekteysen kapının önünde bekler, ne yapacağını bilemez, ayağı ile yere hayali tekmeler atar. sen de yemeğini acele acele yersin.
ezberlenmiş kalıplarla yasanan hayatların tek ilacı tabure bence. yemege gelen arkadasa bir tabure versen hemen oturur, taburenin o inanılmaz mimarisi üzerine kendine yeni oyunlar bulur, taburenin altındaki yeri kavrayan daireye kendi etrafında –kıç ve ayaklarından yardım alarak- turlar attırır.
ve tabureler yere devrildiklerinde çıkardıkları kuru gürültü ne süperdir. ayağınla düşen taburenin altına bastırıp dikersin tekrar, sonra biraz döner etrafında ve hızlıca toparlamaya çalışır kendini. tabure kültürünü bu ülkeye yerleştirmeliyiz bence. bu işin başka çıkar yolu yok.
yemek bitti, herkes dağıldı, herkes kendi hayatını yaşıyor oğlum, aile filan hikaye. üç tane hayat bir evde. kendi krallıklarını kurtarma derdinde herkes.
yattık iki üç saat sonra, kim ne düşünüyor acaba? kardeşim ve annem hayatlarında bir kere tabure için bir gram efor sarfetmişler midir? sanmam. sonra sabah olur ve yine kimse düşünmez tabureyi akkoru ve dübeli.
oysa onlar bizim hayatımızı kurtaracaktı.
not: bu eski bir yazım, ve bu yazıyı yazarken nasıl bir ruh halinde olduğumu, taburenin neyi sembolize ettiğini zerre hatırlamıyorum, hatırlarsam yazarım.