freud açıkçası genel olarak saçmaladığını düşündüğüm, nazarımda ancak bir fantezi ve edebiyat malzemesi olarak hoşa gidebilecek (burçlar konusunda da öyle düşünüyorum mesela) ürünler vermiş bir insandır. freud'un hayatını fikirlerinden daha ilginç bulduğumu belirtmek istiyorum, ama zaten fikirleriyle hayatını da nereye kadar ayırabiliriz bir insanın, bunu da sorarım size.
1856'da o zamanlar moravia denen topraklarda doğmuştur sigmund, ki şimdi çek cumhuriyeti sınırları içinde kalmaktadır moravia, ve adı pribor olmuştur (1990 yılında, çöken komünizmle şehrin "stalin meydanı"nın "freud meydanı"na çevrilmiş olduğunu da sözün ve dikkatin dağılması pahasına belirtmek istiyorum).
babası oldukça başarısız bir pamuk tüccarıdır. moravia'da da yetersizlikten yetersizliğe koşunca aile önce almanya'ya, ardından da viyana'ya göçer. dört yaşında kısa pantolonlu bir sabi iken ayak bastığı viyana'yı sigmund sevecek ve bir ciksen yıl kadar daha orda kalacaktır.
babasıyla annesi evlendiklerinde frau freud yirmi yaşındadır ve kırk yaşındaki baba freud'un üçüncü eşidir. anlattıklarına göre zayıf, çekici, koruyucu, sevgi dolu bir kadındır ve ilerde oedipus kompleksi teorisinin de öngöreceği gibi freud'un ona karşı tutkulu, ciksüel bir bağlılığı vardır. babasına karşı hep kızgınlık, nefret, kıskançlık hissettiğini, daha iki yaşında iken bile kendini ondan daha üstün gördüğünü yazmıştır freud bir tek bana okuttuğu günlüklerine.
freud'un annesine karşı hissettikleri karşılıksız değildir ama. annesi de ilk çocuğu olan sigmund'la çok övünmektedir ve ilerde onun büyük bir adam olacağından emindir. freud hayatı boyunca çok kendine güvenli, yoğun bir başarma azmiyle ve şan şöhret hayalleriyle dolu yaşadıysa bunu biraz da annesinin ona karşı girdiği tavra bağlayabiliriz. kendisi bağlamış en azından, "annesinin tartışmasız gözdesi olan bir adam hayatı boyunca bir fethetme duygusu, bir başarılı olma inancı taşır, ki bu da onu genellikle gerçek başarıya zütürür" demiş (ruhunu son çağırdığımdaki sohbetimiz sırasında dedi açıkçası bunu, ben not aldım).
freud ailesinde sekiz çocuk vardır. ikisi zaten başka annedendirler ve kendi çocukları olan yetişkin insanlardır. sigmund'un kendi öz kardeşleri ile arası ise gayet mayhoştur. kardeşleri doğdukça anne sevgisini paylaşacak olmak ona kıskançlık ve öfke nöbetleri geçirtmektedir.
böyle birtakım pgibolojik sorunları vardır belki, ama çocukluktan beri zehir gibi işlemektedir kafası, ve bu ebeveynleri tarafından da desteklenir. mesela freud -ailede diğer çocuklara nasip olmamış- özel odasına kapanıp ders çalışır ve yemeklerini bile odasında yer vakit kaybetmemek adına. o ders çalışırken rahatsız olmasın diye kızkardeşleri piyano çalamaz hem. halbuki freud'un iki sene küçüğü hildegard gerçekten de çok yetenekliydi, belki bir clara schumann olacaktı bu aile baskısı olmasaydı (bunu da hildegard anlattı son sefer derin bir iç çekişle).
freud liseye yaşıtlarından bir sene erken gider, ve hemen hemen her derste sınıf birincisi olur. almanca ve ibranice'yi çok iyi konuşmasının dışında lisede latince, yunanca, ingilizce ve fransızca öğrenir; italyanca ve ispanyolca'yı kendi kendine söker. gerçekten büyükmüşsün sigmund.
askeri tarih de dahil olmak üzere pek çok ilgi alanı varken o kariyer yapmak için o yıllarda viyanadaki bir musevi için gelecek vaad eden tıbbı seçer. kendi de kullanarak kokainle deneyler yapar uzun süre ve bağımlılık yaptığı ortaya çıkıncaya dek kokaine mucize ilaç, panacea muamelesi yapar. akademik kariyerden onu üniversitedeki bir hocası vazgeçirir; profesör olana kadar çok zaman geçecektir ve ciddi maddi zorluklar çekecektir, oysa onun martha bernays'la evlenmek için acil paraya ihtiyacı vardır. böylece özel bir klinik açar. bunu izleyen yıllarda hipnoz ustası charcot'yla ve konuşarak tedavi etme fikrinin babalarından josef breuer'le çalışır; ünü, başarı grafiği annesinin en zengin düşlerini bile aşar.
teorilerine bakıp da freud'un bir nevi ciksomanyak olabileceği fikrine varıyorsanız bütünüyle yanılıyorsunuz. gayet olumsuz bakmaktadır freud cikse; onu zararlı, aşağılayıcı, hayvansı bir ihtiyaç olarak görüp, zihni ve vücudu kirlettiğini yazar. kendisi de göründüğü kadarıyla kırk bir yaş itibariyle cinsel faaliyetlerine nihayet vermiştir. zaten evliliğinde de zaman zaman iktidarsızlık çektiği ve de kondomdan ve coitus interruptus'tan (o dönemin standart doğum kontrol yöntemleri) tiksindiği için ciksten kaçındığı da anlatılır.
1920 ve 30'larda kariyerinin zirvesindeyken sağlığı da gitgide kötüleşmeye başlar freud'un. 1923'ten ölümüne dek geçen on altı yılda ağız kanseri için (günde yaklaşık yirmi puro içen de bir adammış yalnız) otuz üç ameliyat da dahil bir sürü acı verici tedaviden geçer.
bu arada siyasal çalkantılardan da nasibini alır adamımız. hitler 33'te iktidara geldiğinde einstein ve hemingway'le beraber onun kitaplarını da yaktırır. 1938'de naziler avusturya'yı ilhak ettiklerinde (bkz:
anschluss), tüm baskılara rağmen viyana'yı terk etmeyi reddeder freud, evi defalarca nazi grupları tarafından basılır. ancak kızı anna* tutuklandıktan sonra londra'ya geçmeyi kabul eder. ve dört kızkardeşini de konsantrasyon kamplarında kaybettiğini insanlık adına utanarak söylemek istiyorum bu noktada.
freud'un sağlığı kötüleşse de zihni hiç bulanmaz ve hayatının son gününe kadar çalışmaya devam eder. ama 1939 eylülünde acılar dayanılmaz hale geldiğinde doktoruna "artık bu işkenceden başka bir şey değil ve hiçbir anlamı yok" demek zorunda kalır. zamanında ona gereksiz acı çektirmeyeceğine söz vermiş olan herr doktor biraz fazla doz morfinle bu hayata son verir ve yeryüzünden şu ana dek geçip gitmiş ciksen milyar insan içinde çağımızı en çok etkilemişlerden biri olarak dünya ölülerine katılır freud.