-
1.
+2üstünden dokuz yıl geçmiş, defalarca yazıp yazıp sildiğim; kimseye anlatmaya dilimin varmadığı adı bende saklı bir aşkın hikayesi bu gençler. aslında birilerinin okuyup "anlat panpa" demesini ummaktan çok, artık içinde tutamaktan ileri gelen bir itirafın vuku bulması hali. bu sözlüğe seneler önce kaydolduğumda belki ciğerlerim şimdikinden çok daha temiz, karaciğerimse daha yağsızdı. en son 2 yıl evvel başımda kavak yellerinin estiği bir vakit, saçma sapan entry'ler girmişim buraya. şimdi nereden geldi aklına derseniz, şöyle söyleyeyim; sarhoşluktan ve yalnızlıktan. anlatacak kimsem yok lan. neyse, kafam güzel. müzeyyen abla da çalıyor; iyisi mi birkaç kelam edeyim size...
http://www.youtube.com/watch?v=H9n5OwOgVpQ -
2.
0yıl: 2004
yer: akdeniz'de bir sahil ilçesi, memleketim.
88 doğumlu olduğumuzdan mütevellit, yaş henüz 16. biz yörüğüz, yazları ana baba yaylaya giderdi. ben o sıra dershaneye gidiyordum; öss kasıyordum. -çok bi gibim de kazanamadım da neyse işte, hazırlanırdık yine de- dolayısıyla ben gitmedim, tek başıma kalıyorum evde. turist kızlarla pinpon oynuyoruz evin yanındaki otelde. en fazla yaptığımız, gündüzleri birbirimize güneş kremi sürmek, geceleri de palmiye ağaçlarının altında, kalbimiz küt küt atarken öpüşmek. o vakitler, en az iskoçya dük'ü kadar iyi ingilizce konuşabildiğimizi sanırdık. bu özgüvenimizin sebebi, birbirimizi anlayabiliyor olmamızdan fazlası değildi... "i see an endless ocean in your eyes... " bu bütün iskandinav kızlarına söylediğim klişe tavlama sözümdü. öpüşmeye başlamadan hemen önce söylerdim hep. -
3.
0bir arkadaşım vardı, internet kafede çalışıyordu. benden bir cd istiyordu kaç gündür. ulan yarın getireceğim, bugün getireceğim derken; ektik durduk elemanı. dostluğu şad olsun kırılmadı hiç. günlerden bir gün, akşam evde otururken elektrikler kesildi. ulan bekle bekle yok, bekle bekle yok. baktım daha geleceği yok, hem bir yürümüş olurum diyerek bizim elemanın istediği cd'yi de alarak çıktım yola. çocuğun çalıştığı internet kafeye gittim, iki el kantır salladık falan. derken, bir kız geldi kafeye babasıyla. ama o zamana kadar gördüğüm en güzel kızlardan biriydi. bu adını biraz sonra öğreneceğim beckis'ti. isveçliydi. velhasıl, kız oturdu bir masaya, sonu ".se" ile biten sitelere giriyordu. tabi kafenin binleriyle beraber kim yazar bu hatuna muhabbeti yaparken, ben atıldım; ihale bana kaldı. gittim kızın yanındaki masaya oturdum. bilen bilir, iskandinav kızları diğer avrupa kızlarından farklıdırlar. biraz soğukturlar, kolay kolay pas vermezler ilk tanışmada. ulan allem ediyorum yok, kallem ediyorum yok. kız dönüp "hayır mı birader" bakışı bile atmadı lan, saatlerce önündeki ekrandan gözünü bile ayırmadı...
-
4.
0o dönem msn messenger vardı. bugünün facebook'u kadar yaygın. 7 cihan bunu kullanıyor. bu msn'de şöyle bir şey vardı. o an sohbet ettiğin kişinin mail adresi, sohbet penceresinin üstünde görünürdü. ulan baktım, biriyle çetleşiyor bu beckis. dedim ki, ulan bu kız güzelse, kesin arkadaşı da güzeldir. hiç olmazsa onu ekleyeyim; belki bir ekmek çıkar. censur... diye başlayan bir mail adresi vardı kızın, ekledim... işte bu, hayatımda yaptığım en güzel, en çirkin, en doğru, en yanlış, en tatlı, en acı şeydi gençler... hayatımın gibilme süreci, 2004 yılının o haziranında "arkadaş ekle" kısmına o mail adresini yazıp enter tuşuna basmamla başladı...
http://www.youtube.com/watch?v=m4A-GrD9VLg -
5.
0enter'a basmamla, kızın online olması bir oldu. bu, arkadaşlık isteğimi kabul ettiği anldıbına geliyordu. hemen offline oldum, zira beckis hala yanımdaydı, babası da sigara içiyordu kafenin dışındaki yaylı sandalyelerde. çıktım dışarı, beckis'in babasının yanına gittim, bir ateş istedim sigaramı yaktım. konuştuk, isveçlilermiş, kızı hentbol oyuncusuymuş, kendisi bir süt firmasında şoförlük yapıyormuş. 15 günlüğüne tatile gelmişler, 5 günleri kalmış falan filan. sert mizaçlı, ters şapkalı volvo gibi adamdı vesselam...
-
6.
0bir sonrası gün, sabah saatlerinde msn'e girdim, online'dı. biraz bekledim. "hej" yazdı bana. ben de aynı şekilde cevap verdim. bana isveççe bir şeyler yazdı, o vakitler google translate de yok ki, anlayalım. ingilizce biliyor musun dedim. "-biraz" dedi. ben de, "it's okay" dedim, sanki prens çarls'ız amk. neyse ingilizce konuşmaya başladık, kimsin necisin falan derken, nereden buldun beni dedi. beckis'le konuşuyordun dün dedim, ben de ekledim dedim. kızmadı. kezban değildi lan neticede. sen türkiye'de ne yapıyorsun, tatilde misin dedi. hayır burada yaşıyorum, ben buralıyım dedim. türkçe "hadi ya, türk müsün?" yazdı, o an hagi'nin monaco'ya attığı golden sonra ilk kez bu kadar dumur olmuştum. evet dememle birlikte, hayatımın "o an"dan sonra asla aynı olmayacağını çok sonra anlayacaktım...
-
7.
0artık türkçe konuşuyorduk, o kadar şaşkındık ki ikimiz de, ulan acaba tanrı diye bir şey gerçekten var mıydı, bu bir işaret miydi, yoksa hayat sadece bir yanılsamadan mı ibaretti, hiçbiri gerçek değil miydi? o an önemli değildi, ergendik. van direkşın yoktu, blue vardı. lady gaga yoktu, kyle minogue vardı. birbirimize fotoğraflarımızı yolladık, o vakitler biraz yakışıklıydım lan. her gün havuzda, denizde cıbıldaştığımızdan karın kaslarımız falan vardı, şimdiki gibi değildik. beğenmişti lan beni. o günden sonra, hayatımda hiç kimsenin beni beğenmesini umursamadım...
bir gözleri vardı. böyle mavi mavi. adamın sinesine sinesine doluyordu. hiç gerçeğini görmemiştim ama fotoğrafları bile gözlerimi kamaştırmaya yetiyordu. yüzü bembeyazdı. malum iskandinavya... ben kendimi ali lukunku gibi hissediyordum onun yanında. o kadar siyahtım. bir an önce beyazlaşmam gerekiyor falan diyordum. ama meğer o bölgelerde kavruk olmak bir statü göstergesiymiş lan. güneş insanı diyorlarmış bize. ben senin en çok tenini seviyorum diyordu bana. ben de inadına şapkasız çıkıyordum sokaklara, daha fazla siyahlaşmak için. görüştüğümüz zaman daha çok sevsin diye beni... ergendim lan, 16 yaşında liseli bir ergen, kalbindeki kadını kainatın en güzel varlığı olarak gören bir ergen...
http://www.youtube.com/watch?v=pfkzWKdjG-k
(çocukluk aşkıdır, öyle olur ilk aşk; ilerde unutur gidersin dediler, bana yalan söylediler. bilmiyorlardı, gözleri öyle bir maviydi ki, gökyüzü hicap ederdi önü sıra) -
8.
+1vakitler geldi geçti. bir gün bir konuşma sırasında "aşkım" deyiverdim. o da bana "aşkım" dedi. ulan bir insan, beyaz bir ekranda, gibik bir msn penceresinde birisinin kendisine "aşkım" yazmasından ne kadar mutlu olabilir ki? öyle olmuyormuş işte. sonsuz bir kumsalda saatlerce koşmuş bir köpeğin, önüne koyulan suyu içişi gibi; çocuğunun elinden kaçan uçan balonunu son anda yakalayan bir babanın sevinci gibi; açlıktan avazı çıktığı kadar ağlayan bir bebeğe memesini dayayan bir annenin içinde hissettiği bahtiyarlık gibi sevindim. o kadar sevindim ki; ne zaman gülsem, ne zaman mutlu olsam aklıma o an gelir. tıpkı yıllar sonra bir otobüste "o"nun parfümünü süren tiki kıza bakıp hıçkıra hıçkıra ağladığım gibi; mutluluk o anı hatırlatır bana... 1 sene sonra falan evleneceğim, muhtemelen dedem kurdeleyi kestiği zaman da "o an" aklıma gelecek. mutluluk oydu, mutluluk o andı, mutluluk onun uzaklarda da olsa, benim olduğunu bildiğim o güzel vakitlerdi...
http://www.youtube.com/watch?v=wXqY7dw0LYQ -
9.
+1günler haftalar geçiyordu. birbirimizi görmeden aşık olmuştuk. ya da öyle olduğumuza kendimizi inandırmıştık. aborjinler kendi kendilerini düşünce gücüyle öldürebiliyormuş ya hani, hah işte biz de öyle kendi kendimizi öldürmüştük, kendi kendimizi aşık etmiştik...
nasıl görüşecektik, nasıl buluşacaktık. 0 15,5 ben 16,5 yaşındaydık. ebeveynimiz olmadan, şehirler otobüsüne bile bindirmezlerdi bizi ama biz farklı ülkelerdeydik. o isveç'in lund diye bir şehrindeydi, bense, mersin'e komşu antalya'nın 100 bin kişilik, yazın hangover, kışın game over bir şehrinde yaşıyordum. ama güzel rakı içiyordum. bir babam vardı. o da güzel rakı içiyordu. rakıyı o yüzden severim. mis gibi babam kokar. o vakitler pek anlamazdım, neden içer ki bunu derdim; ama öyle olmuyormuş işte... o zamanlar edip cansever'i de anlamıyordum ama şimdi anlıyorum...
Bu gemi ne zamandır burada
Çoktan boşaltmış yükünü
Gece de olmuş, rıhtım da bomboş
Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa
Arkada, güvertede
Ah, neresinden baksam sessizlik gene.
Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
içerde üç beş kişi
Yalnızlık üç beş kişi
Bir kadeh rakı söylerim kendime
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime
Söyle be! ne zamandır burda bu gemi
Denizin değil hüznün üstünde.
Belki yarın gidecek
Bir anı gelecek bir başka anının yerine.
insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.
http://www.youtube.com/watch?v=LuUrxvX4xC8 -
10.
0birbirimize mektuplar yazıyorduk. mektuplar ki, bitmeyen. bir an önce postalanmak istenen... sayfalarca yazıyordum. şiirler yazıyordum. babamın kitaplığını karıştırırken nazım'ı öğrendim, attila ilhan'ı, turgut uyar'ı... o vakitler anladım şiir denilen şeyin neden olduğunu... "ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın bahtiyarlığına benzer seni sevmek" diyordu nazım hikmet... anlamıştım. ciğerlerime o bahtiyarlığı çekiyordum her nefeste, onun benim olduğunu düşünürken...
bir keresinde, bir mektubun sağ üst köşesine bir dikdörtgen çizdim ve ortasından öptüm koklaya koklaya. sanki onu öpercesine... ve altına not düştüm; "burada dudaklarımın izi var; dudak ver, o iz ikimizin olsun." kağıtlarla öpüşüyorduk artık. çok sevmişti bu fikri. artık her mektubunun sağ üst köşesini boş bırakıyordu ve altına not düşmüyordu; zira biliyordum o boşlukta ne olduğunu...
boş mektuplar gönderir olmuştuk birbirimize, her bir milimetrekaresini defalarca öptüğümüz... mecnun'un leyla'sı kimdi ki, o ki; tanrının aşkı yüzü suyu hürmetine yarattığı afet-i devran. mavim. emsali firdevs-i ala'da bulunmayan... gözlerini kırptığı vakit, açıncaya kadar yüreğimin pır pır ettiği, o mikrosaniyelerde ya açmazsa diye korkuya kapıldığım, kirpikleri kaşlarına değdiği vakit iç geçirdiğim... o ki; gözlerinin kenarındaki bir piksel mavilik için cihanı yakacağım... o ki; dudakları yanaklarına yaklaşıverse, güleceğini bilip, kalbimin hızlı attığı... o ki; sevdiğim, kadınım, mavim...
http://www.youtube.com/watch?v=a2LcjSWAxik -
11.
0o vakitler, whatsapp falan yoktu. facebook'ta yoktu. ev dışında telefonla haberleşmenin tek alternatifi, mesaj çekmekti ve turkcell'de yurtdışına bir sms 3 kontördü. turkcell bugün bu kadar zenginse, benim de payım var bunda, emin olun. 0046'yla başlayan o malum numaraya o kadar çok şarkı sözü, o kadar çok şiir gönderdim ki; ondan sonra edineceğim sevgililere karşı hiç romantik olamayacak kadar romantizm, hiç özenli olmayacak kadar da emek harcadığımı çok sonra tecrübe edecektim...
bizim görüşmemizin bir mümkünatı yoktu fikrimizce. en azından o an için. günler geldi geçti, artık geceleri onu düşünmeden uyuyamıyor, her gün okula giderken gördüğüm denizde gözlerini arıyor olmuştum. müzeyyen senar'ı, zeki müren'i sevmeme müsebbip olmuştu o gözler... akşam olmuştu, hüzünlenmiştim ben yine; hasret kalmıştım gözlerinin rengine...
http://www.youtube.com/watch?v=I1WwFNahKRg -
12.
0geç saatti. telefonum çaldı, sana bir sürprizim var; çabuk msn'e gel demişti. kardeşimle aynı odada kalıyorduk, gece annem, kardeşim odadayken p0rn0 izlememden korktuğundan üçlü prizi odasına alıyordu. ona rağmen gittim çaldom üçlü prizi, girdim msn'e beklemeye başladım. hemen online oldu.
"aşkım; çok mutluyum. sana inanamayacağın bir şey söyleyeceğim" dedi. ben evlenme teklifi edecek sandım dinlemeye koyuldum. başladı anlatmaya;
-şimdi annemin bir arkadaşı vardı, gönül diye hani bahsediyorum ya bazen.
-evet, uyuz gönül.
-hah işte o kadının yıllar önce aldığı bir kooperatif hissesi varmış, bu sene bitiyormuş; mayısta evi teslim edeceklermiş.
-ee?
-ya o ev sizin orada, 7 yıl sonunda bitmiş. annemlerle konuşurlarken duydum, bu yaz tatile gelecekmişiz oraya. şaka gibi değil mi?
...
gece 3 falan. oranın saatiyle 2. hayatımda ilk kez tanrının olduğuna o an inandım lan. bu kadar içten dua edince demek ki oluyormuş dedim liseli aklımla. o kadar şaşırmış ve sevinmiştim ki, mouse'ın topunu çevirip duruyordum olduğum yerde mutluluktan. bağırsam bağıramam, koşsam koşamam. oturduğum yerde çakıldım kaldım, ekrana baktım; kalp atışlarımı işitiyor, avuçlarımın içindeki teri hissediyor olmuştum...
o geceden sonra, uyumuyor olduğum çok vakitte kendimi, geldiğinde onunla yapacaklarımı hayal ederken buluveriyordum...
Gözlerin gözlerin gözlerin,
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
kaç defa karşımda ağladılar
çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa`nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat istanbul.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gün gelecek gülüm, gün gelecek,
kardeş insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm,
senin gözlerinle bakacaklar. -
13.
0bugünlük bu kadar gençler. bu garip aşk hikayesinin devdıbını belki yarın, belki de yıllar sonra çok sarhoş olduğum başka bir zaman anlatırım. belki de bundan sonrasını içimde tutmaya devam eder, sözünü bile etmem bir daha... hoşça kalın liseliler, gençliğinizin kıymetini bilin. sevin. güzel gözlü kadınları daha bir başka sevin. unutmayın, insan bir kere kızamık olur, bir kere de aşık olur... bu abinizin, bu sözünü de unutmayın...
-
14.
0artık gün sayıyor olmuştuk. nereden nereye. beckis'i tavlar mıyız derken, artık "o"nun yolunu gözlüyordum. artık annem biliyordu, babam biliyordu... kardeşim, lisedeki sıra arkadaşım yasemin, arkamda oturan sertaç'ın sevgilsi can dostum esra biliyordu onu. çünkü o gelecekti ve ben onu koluma takıp kumsalda yürüyecektim, dalgaların sesini dinleyecek bu şarkıyı dinleyecektik...
http://www.youtube.com/watch?v=8jvCDVp1das -
15.
0mektuplaşmalarımız artık gittikçe sıklaşıyordu. birbirimze nasıl öpüşeceğimizi, gizlice nasıl sevişeceğimizi anlatıyor, hayallerimizi dile getiriyorduk. belki 10 farklı ülkeden kızla yatıp kalkmışımdır, hiçbiri onun; "parmaklarımın üzerinde yükselip dudaklarına yapışacağım" dediği andaki kadar kalbimi sıkıştırmadı...
-
16.
0haftalar geçiyor, öss'ye birkaç ay, onun gelmesine de birkaç aydan bir ay fazla kalıyordu. inşaat mühendisliği kazanacaktım sözde... ne zaman aklıma gelse gülerim, ben hep edebiyat okumak istedim. babalar oğullarını hep çok zeki görür ya, beni aynştayn sandığından olsa gerek bizim peder, tutturdu sayısala gideceksin diye...
bir yandan sabahlara kadar ders çalıştığımı sanarak, geometri testlerinin içindeki dik açıları ifade eden kare içine koyulmuş noktalara dalıp gözlerini hayal ediyordum sevdiğimin... gelecekti lan. bir kokusu vardı hiç koklamadığım. koklayacaktım onu. acaba kokusu da mavi miydi gözleri gibi... bekliyordum, odamdaki takvimin bütün yapraklarını koparmıştım, günlerin geçtiğini hayal ederken. ama günler geçmiyor, o gelmiyordu... -
17.
0annem bir mart ayında, "ne zamandı doğum günü haftaya mıydı" dedi, yok anne 10 gün sonra dedim. 15 mart'tı doğum günü. 15 mart'ı bilir misiniz siz? tomris uyar'ın doğum günü... hah işte turgut uyar'ın tomris'i neyse benim sevgilim de oydu benim gözümde... bir atkı örmüştü annem, bir ucunda benim, diğer ucunda onun adının baş harfleri yazılıydı... o kadar sevindim ki; anneme sarıldım. delicesine sarıldım, ona sarılır gibi sarıldım...
-
18.
0ptt'ye bu kez mektupla değil, büyük bir paketle gittim; kem küm ettiler ilk başta sonra yolladım paketi. 1 hafta sonra gitmiş. çok beğenmiş, ağlayarak beni aradı. ne kadar mutlu olduğunu anlattı. her gün takacağını söyledi. öyle de yapmış. bana o atkıyla çekilmiş fotoğraflarını gönderdi. ulan öyle seviniyordum ki; tarifi mümkün değil. elbet bir gün buluşacaktık, o ince boynunu artık o tüy yumağı değil ben saracaktım ama o günler henüz gelmemişti. her geçen gün, ızdıraplara gark oluyor, zamanın ağırlaştığını hissediyordum. artık onun annesi de beni biliyor, hatta küçük kardeşine bile benden bahsediyordu. odasına minik bir akvaryumda birkaç japon balığı almış ve hepsine benim adımı vermişti. artık hep o akvaryumun önünde giyiniyordu, çünkü o balıkların içinde ben vardım... gözleri maviydi, mavi gözleriydi...
http://www.youtube.com/watch?v=E_VrTh2Q4Dc -
19.
0okuldayım. milli güvenlik dersine giren huur çocuğundan henüz dayak yemişim, yanaklarım kıpkırmızı. yan sıramda bana aşık olduğunu düşündüğüm, bütün sınıfın hasta olduğu bir kız var; gözlerini dikmiş bana bakıyor. bütün arkadaşlarım, "takma kafana" diyor ama taktım lan, ergenim işte. sigara içerken gördü, tokatladı bizi. yan sıradaki kız "ne yapsak moralin düzelir" dedi; ağzımı açmadım. o kadar sinirliyim ki; sabahattin ali'nin "ses" öyküsündeki cengaver konservatuvara alınmadığı zaman böyle sinirini boşaltmak için ayaklarıyla usul usul yeri dövüyor ya hani jürinin karşısında, tempo tutar gibi. hah işte aynen öyle. sanki hüzzam makamında bir şarkı çalıyor arka fonda ve ben tempo tutuyorum, topuğum yerde sabit kalmak suretiyle ayağımın ön kısmını sabit aralıklarla yere vurup çekiyorum.
o an gibtir olup gitmekten başka hiçbir şey sakinleştiremez beni diye düşünürken, sağ sebimdeki nokia 3200'ın iki kez kegib kegib titremesi beni daha sonra defalarca olacağı gibi yine yanıltır. tuş kilidini açıp mesajı okumamla beraber, yanımda oturan yasemin'e sarılır sevinçten yanağını öperim. "15 temmuz" yazar mesajda. biletini almıştır, artık geri geri sayışlarımızın bir bitiş noktası vardır. artık takvimlere kırmızı kalemle işaret koyacağım bir tarihim vardır. siz, hayatınızda hiç görmediğiniz bir insan için gün saymak nedir bilir misiniz? ben bilirim. öyle iyi bilirim ki, artık hiçbir şey için gün sayamayacak olacak kadar iyi bilirim...
http://www.youtube.com/watch?v=wLl2nyGRXUg -
20.
0bizim oralarda onun iş bulması çok kolaydı değil mi? nasıl olsa 2 anadili, 1 de yabancı dili vardı, rehberlik yapardı. zaten turizm okumak istiyordu. hem bizim memleket de çok güzeldi, 10 dereceden aşağıya düşmez, kar yağmazdı. orada yaşardık. neden olmasındı ki? mutluluk pastasının bir dilimi de bize niye düşmeyecekti lan? old boy'daki gibi, bir hayvandan beter de olsak, yaşamaya hakkımız yok muydu ki?
o anlam veremiyordu üniversite sınavına vesaireye. onun tek derdi hangi bölümü okuyacağına dair karar verememesiydi. bizdeyse durum farklıydı, kaç puan alırsak ne okuyabilirdik. mühendislik tercihimizin bir altında nalbantlık onun altında mimarlık onun altında kimya bölümü vardı, bu ne biçim çelişkiydi hiç anlamıyordu. neticede o dünyanın en gelişmiş ülkesi, olof palme'nin memleketi isveç'te, bense garip oğlan ecevit'in ülkesi türkiye'de yaşıyordum. ama istanbul'un yerlisiydi, anası babası 80'de ağır birer solcu oldukları için gitmişlerdi oraya, ailelerimiz bile anlaşırdı. buraya gelse, yabancılık çekmezdi. gelecekti. sevecektik birbirimizi, sevişecektik, çocuklarımız olacak, hem müzeyyen senar'ı, hem bryan adams'ı bilecekti. denize yakın bir evimiz olacak, pazar günleri balık tutmaya gidecektik...