kör musanın oğlu gavat mustafanın dolmalık biberini gibtiğimden beri köyde kimse zat-ı halimle konuşmadı. (bkz:
dolmalık biberi nasıl gibtim)
derken yırtık donlu çoban rızanın beni korkuluğu giberken gördüğünü ve tüm köye yaydığını öğrendim. (bkz:
bostan korkuluğunu nasıl gibtim)
artık köyde kalmaya yüzüm yoktu. zaten fizyolojik durumum artık köye müsait değildi. tasımı tarağımı, 2 aydır insan etine değmeyen yarağımı toplayıp ayrılmaya karar verdim. son kalan eşyaları toplarken bizim yeğen geldi eli kolu poşet dolu. kasabaya inmişler züt oğlanları gelirken de kıvır zıvır bişeyler almışlar. göz ucuyla poşetlere bakarken işte onu gördüm. aman allağım göz göze geldiğimiz an saniyeler akarken yelkovanın akrebin çıkardığı tıkırtılar patlamaya hazır sağanak yağmur öncesi gök gürlemeleri gibi geliyor. bir kez daha beynimden vurulmuşa dönüyorum soğuk terler boşanıyor her yanımdan. "ver ulan o pringles kutusunu" diyip saldırıyorum poşetlere yeğen şaşkın. vermek istemiyor, direniyor, benim cipslerim onlar diyor. yemedik ciplerini diyip bunun boğazından tutup ağzını havaya doğru açıyor ve bütün kutuyu yutkunmasına fırsat vermeden boca ediyorum midesine. artık özgürsün acılı mekgiba dilberim diyip tuvalete koşuyoruz beraber. narince seviyorum karton suratını. fazla fırsat vermeden biniyorum üstüne. fakat o da ne? fahişenin deliği büyük geliyor koca oğlanıma. yanlarından bastırarak deliği ufaltıp kerkiniyorum metal sesleri serenat ile eşlik ediyor şevhetli ciksimize. sıvıyorum tohumlarımı baharatının kokusuna.