1. 1.
    0
    bazen kendimi, bazı insanlara kendimi sevdirmek isterken yakalıyorum. yani cümle anlatım bozukluklu gibi duruyor sanki ama öyle değil bence. çünkü kendimi yakalıyorum ve gene kendimi bazı insanlara sevdirmek isterken. belki şöyle de diyebilirdim: bazen bazı insanlara kendimi sevdirmek isterken yakalıyorum kendimi. döööne döne.
    cümlenin şekliyle değil içeriğiyle ilgilenmek lazım ki maksat hasıl olsun. maksat? onu aramızdan ayrılırken açıklayacağım. şimdi kendimi yakalamama geri dönüyoruz. ne yaparkendi? uzatmayayım. ama düşününce böyle insanı kendi gözünde küçük düşürücü başka bi olay yok bence. hep de kendi hay allah. kibir hoş bir şey değil, bu yakalanmalar hep ondan kurtulabilmek için belki. neticede "ay inanmıyorum birileri tarafından sevilmeye ihtiyacın var, oha filan oluyorum" ezikçe. halbuki o birilerini de bir görseniz.. önüm arkam sağım solum kibir.
    evet, ne var senin de birileri tarafından sevilmeye, takdir edilmeye ihtiyacın varmış yani napalım. öff insan bunu kendine yediremiyor :/ benim kimseye ihtiyacım yok tamam mıı. hayır, bu kendimi sevdirmek istediğim birileri öyle çok ahım şahım insanlar olsa içim yanmayacak. öyle basit basit kimseler ki. basitliklerine de ben karar verdim, bu da on numero.
    sonuçta insanın kendiyle yaşaması, kendine tahammül etmesi, müsamaha göstermesi filan hep çok zor şeyler. ama yine de böyle her yerde söylenmemesi gereken şeyleri neden buraya yazdığımı çözemedim. sanırım itiraf etmek istediğim şey birkaç açıdan benim gözümde çok kötü bişey. sonra bunu burada itiraf ederek ve kendimce kendimi rezil ederek kendimden intikam almaya çalışıyorum. "ee biz kalkalım o zaman.." bi mantığa oturtmaya çalışmayın canııım, anı yaşayın. uzun bi' aradan sonra tekrar "ölsem çok daha iyi" dediğim günler geçiriyorum.
    topluyorum, çıkarıyorum, bölüyorum, çarpamıyorum. bi' türlü çarpamıyorum. çarpsam işin içinden çıkabilirmişim gibi hislerim var. mesela: kapıyı çarpsam, çıksam; tokadı çarpsam, rahatlasam; aklımdan geçenleri çarpsam, dökülsem; şiddetle bi' yere çarpsam, ağlasam. çarpamıyorum ama. ne kapıyı çarpabiliyorum, ne tokadı, ne fikrimi, ne kendimi... böyle olunca çıkamıyorum işin içinden. hesaplarım yarım kalıyor.
    ve bi' çarpamama yüzünden, hayatımın geri kalanı adam olmayacakmış hissi beni yaşlandırmaktan başka bi' taka yaramıyor. aylar sonrasından geliyor: (iyi günlerimmiş meğersem. çarpsam iyiymiş ama.) çarpasınız gelirse çarpın! "nasıl"ını düşünmeye gerek yok. bi' başlayınca gerisi gelir. çarptığın kapı çift yöne açılıyorsa onun da sana çarpma ihtimali var ama olsun. sen o kapıyı çarp. o da sana çarparsa dikkatin artar sonrakiler için. sonra sıra sıra çarparsın zaten. gerisi gelir. sana çarpmazlar. (evet, çarpıldım.)
    yüzüme bir şey olmasından ne bileyim bir çizik, yara, iz bir şey olmasından ölesiye korkuyorum. bir ara gözüme bir şey girip kör olmaktan deli gibi korkuyordum, yolda yürürken böyle bir elim hep her an gözümü korumaya hazır geziyordum neyse ki o korkumu atlattım. hani böyle haberlerde falan görüyoruz ya kaza geçirdi yüzü şöyle oldu, yok biri bi şey fırlattı gözü çıktı falan. bir de şanssız bi insanım ben. kaç kere trafik kazası geçirdim, hatta kaldırımda kendi halimde yürürken motor çarptı bi keresinde. aylarca alay konusu oldum, aman dikkat et kaldırımdan yürüme diye. motor çarptığında da tüm vücudu bıraktım, iki elim yüzümde yüzümü korudum. ellerim parçalanmıştı ama düşün yüzüme tutmasam demek ki... bak düşündükçe daha da paranoyaklaşıyorum.her insan için ortak bir evren var ve bu evrende her insan için yaratılmış farklı dünyalar ya da boyutlar var. mesela şuan bu benim dünyam, geride kalan herşey ve herkes benim yaşam sınavım için gerekli "dekorasyon". belki bu entryi okuyan "sen" bile gerçekten "var" isen senin de kendine ait farklı bir dünyan olabilir ve o dünyada belki ben bir ağaç, bir kedi ya da yaşlı bir adam olabilirim, belki de hiç yokumdur. çünkü adalet kavramı "var" ise, bunu gerektirir; herkesin eşit şartlarda sınava girdiği bir dünya. tıpkı matrix gibi, yaratılmış tek bir simülasyonda sadece baş rolün değişmesi. ahiret denen şey ise, beynimizden fişin çekilmesi.
    ama "adalet" kavramı insanın algılayabileceği düzeyden çok farklı da olabilir. yani eşit boy, kilo, sağlık, aile, çevre, imkan gibi unsurlar belki de adalet için yeterli değildir ve yaratan katında insan beynini algılayamayacağı bir tartım şekli olabilir. kör doğan bir insanla sağlıklı bir insan aslında tanrı katında eşit olabilir. ama ben buna inanmıyorum.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 2.
    0
    okuyan olursa gelsin beni gibsin açık ve net
    ···
  3. 3.
    0
    reklamlar mode on

    bazıları polo giyer anlatır bazıları polo'ya biner yaşatır.

    golf polo

    reklamlar mode off
    ···
  4. 4.
    0
    @9 a itafen baloda kızı dansa davet ettim ak anlatıyorum
    ilk gençlik ve ergenlik dönemleri için konuşacak olursak, kabustan hallicedir. bırak hayatın sillesini; gompile dekmiğini zumzuğunu apçakisini yemiş bu biraderin, bunu da gördü, bunu da yaşadı. yaşamakla kalmadı şu an anlatıyor bile:

    lise son sınıfın ilk günlerindeyiz abi; bi gün edebiyat hocası, okullar arasında düzenlenen yarışmaya katılacak olan bi tiyatro oyununda oynamamı istedi, ilk başlarda züt möt kırdıysam da derslere neyi girmeyiz hesabı kabul ettim.

    fakat bana yannan gibi bir rol düşmüştü: yaşlı, babacan, yardımsever bir işadamı. üstelik kullandığı malzemeler oyuncu kızların şahsi eşyaları olan makyaj ekibi, kısıtlı imkanlarla süper iş çıkardı; saçıma aklar yağsın diye fondöten mi dökmediler, benzim solsun diye pudra mı çalmadılar, gözlerimin altı morarsın diye kalem sürüp parmaklarıyla mı dağıtmadılar... lan aynaya bi baktım, iğrenç bi yaşlı olmuşum, ne babacanı yardımseveri? baba olsa reddedersin, dede olsa kapıdan sokmazsın, huysuz itin biri. bi de fotoğrafımı çektiler hatıra olsun diye, yemin ediyorum fotoğrafta dişlerim de yeşil. yeşil abi. çaktırmadan ağzımı söküp takma diş mi taktılar naptılarsa herifler beni maddi manevi yaşlandırdı. rengarengim. tip itibariyle ota taka kalp spazmı geçiren bi herifim. hemen yıllanmış tiyatrocu tribine girdim, "dostlarım... sahnede ölmek, evet sahnede ölmek istiyorum... alkışlar... siz de duyuyor musunuz?"

    prova hesabı okulda milletin önünde iki kere oynadık gibtiğimin oyununu (düşünsene olm, "la almayın diyom dıbına kodumun cekedinden sigaramı ya. akşama kalmıyo yarraam!" diye bağırdığın heriflerin önünde "mümtaz? eğer kızımı üzecek olursan korkarım karşında beni bulacağını bildirmek zorunda kalacağım." diye amcık ağızlı ihtiyar rolü kesmek durumundasın. nasıl bir malzeme verdiysek 10 sene oldu halen mevzunun daşşağını geçiyor deyyuslar). sonra da yarışma jürisinin önünde oynamak üzere büyük kolej'e gittik. oyunun başlamasına saatler vardı ve heyecandan olacak bi anda sesim kısılıverdi. koştum hocaya napıcaz sıçtık hesabı; karı gayet soğukkanlıydı:

    - güzellik! haydi kantine git ve kendine bir adaçayı ısmarla! (dıbına koyim hangi kitaptan fırladın sen?)

    gittim kantine, çayı beklerken iki tane kız yaklaştı yanıma:

    - merhaba.
    - ha? hımeraba.
    - tiyatro için geldiniz di mi siz?
    - ııaaa hıhı evet. siz de izlicek misiniz?
    - evet izlicez.
    - ne oynuyosun sen, rolün ne yani?
    - heheh... eee ben bir işadamıyım. evet. zengin bir... işadamıyım ben...
    - hihih
    - bu arada adım enis.
    - fulya.
    - ezgi ben de. oyundan sonra burada mısınız?
    - biz mi? biz burdayız. ben burdayız biz.
    - tamam ama bizim sınıfa gitmemiz lazım şimdi, sonra görüşürüz.

    kız arkadaşımdan ayrılmışım, abazanlık had safhada, çılgına döndüm, sevinçten topuğum zütümü dövüyor.

    koştum kulise, oturduk oyun saatini bekliyoruz. makyaj neyi tamamlandı, yine güzelce nursuz ihtiyara çevirdiler beni, millet repliğini ezberlemeye çalışıyor falan, gergin bi ortam. bi iki saat sonra oyun başladı ve benim sahnede ilk görünme vaktim geldi çattı. seyirciye ilk görünüşüm şu şekilde olacak:

    sahnenin ortasında bi sekreter kız masada oturuyor, ben giriyorum; tam o esnada masadaki telefon çalıyor, sekreter telefonda birine dertlerini anlatırken, ben arkada el cepte acıyarak izliyorum, sonra "konuştuklarını duydum" diye lafa girerek yardım falan edeceğimi söylüyorum.

    bir de teybe kaydettikleri bir telefon zili sesi var, ben sahneye girer girmez arka tarafta play'e basacaklar, zil sesi duyulduktan sonra sekreter telefonu açacak. hadise bu. son derece basit. haldır huldur girdim sahneye, bekle bekle telefon melefon çaldığı yok, el cepte karıyı izliyorum. saniyeler geçti hala telefon efekti yok. görüntü itibariyle babacan bi adamdan ziyade, sekreterini şehvetle sinsi sinsi izleyen, bi yandan cepten cepten gibi sıvazlayan sapık bi moruğu canlandırıyorum adeta. tip zaten kafadan ofsayt.

    bizim sekreter baktı telefon efektinin geleceği yok ağzıyla "zırrrr" sesi çıkardı, lan beni bi gülme aldı. yarışmaymış, oyunmuş, takım bilinciymiş gibimde değil, gak gak gülüyorum. sonra kız telefonla konuşmasını bitirdi, yaklaştım yanına "konuştuklarını dinledim güzel kızım" diyerek iki akıl verdim, yardımcı olacağımı falan söyledim. şimdi, bu sahnenin sonunda sekreter elimi öpüyor. kıza elimi öptürdüğüm anda arka sıralardan gülüşmeler duydum. bayağı kahkaha attı gencolar hatta. nasıl bi hıyarsam artık, ben de gülerek karşılık verdim. resmen gibtim attım tiyatroyu.

    oyun bitti, seyirciyi selamladık; hemen koştum kulise, aklımda fulya'yla ezgi'den başka bi tak yok. makyajı sildim, giyindim, koştum dışarı. sahnedeki saçmalamalarım ve o elinin ayarını gibtimin makyözleri sebep olacak; seyirci koltuklarında bi allah'ın kulu yok, salonun kapısına bakıyorum yok, okulun içinde koşuyorum yok, millet yaldır ha yaldır servisine binip gibtir olup gidiyor, ben milleti çeviriyorum:

    - nerede lan? ezgi'yle fulya nerde?
    - ya ne diyosun ya? kim ne biliyim ben?
    - nerdeler lan onlar? gitmeyin lan. nerde diyorum lan. fulyalardı diyorum oğlum. nerde olum güzel kızlar vardı nereye gittiler lan? fulyaaa... nerdesiniz lan fulyalar? ühühüü

    lan ne güzel yeni sevgili yapacağdık diye resmen çöktüm, saçlarıma aklar düştü, gözlerimin altı morardı, rengim sarardı. dişlerim de yeşildir o an muhtemelen. arkadaşımı aradım:

    - alo? sina napıyosun?
    - napıyım, nerdesin, bitti mi oyun?
    - bitti bitti. canım sıkkın oturuyom öyle.
    - hayırdır lan noldu?
    - buluşak birazdan, anlatırım gelince.
    - tamamdır abi. ben de büşra'yla buluşcam şimdi, iyi olcak geldiğin, acayip sıkılıyom karıyla
    - iyi peki hadi

    ortamların üçüncüsü olmayı dahi kabullenen bir yüzsüze dönüşüvermiştim moral bozukluğundan. buluştuk, benim hadiseyi detaylarıyla anlatmamın üzerine büşra "ben sana bu akşam bi güzellik yapıcam" dedi; bu sözlerin mealini bilahare anlayacaktım. bi yerlerde yiyip içtikten sonra, akşam karı bizi bi club'a zütürdü. oturduk yavaştan içiyoruz, büşra bi ara aniden kayboldu. karı piyasada yok. biraz sonra döndüğünde yanında masamıza doğru dört nala kişneyen bir karı getiriyordu. büşra karısı o ortamların kurdu olduğundan bulmuş bi tanıdık getirmiş bizim masaya, benimle tokuşturacak. fakat gelen bildiğin kocaman karı yani, o zamanın parasıyla 23 yaşında olduğunu öğrenecektim; bense, yalnızca 17 yaşındaydım. büşra eğildi, kulağıma fısıldadı: "çaktırma, 23 yaşındasın". kaptı kızı tuvalete zütürdü ve anlattığına göre şöyle bir diyalog yaşanmış aralarında:

    - nasıl buldun enis'i, yakışıklı çocuk di mi?
    - ay bebe bu daha be?
    - ya ne bebesi? 23 yaşında o.
    - hahadagibtir ennn fazla on dokuzdur bu.

    döndüler masaya, karı yanıma oturdu, büşra kızla konuşmam için kaş göz işareti yapınca muhabbete başlamaya karar verdim. fakat yeni tanışılan bir kıza sorulacak en taktan soruyu yöneltiyordum ona: "nerede okuyorsun?" lan sanane?

    işin daha da tak tarafı kıza sorarken çok mu heyecan yaptım ne tak yediysem "nerde okuyon?" diye çıkıverdi ağzımdan. hatta tam anlamıyla telaffuzunu vermem gerekirse ağzımdan çıkan soru cümlesi tam olarak "nirde ohoyon?" idi... heheh.

    - nirde ohoyon?
    - ya bak nerde okuyosun falan bunlar önemli değil. bak, ben erkek arkadaşımdan yeni ayrıldım ve uzun süreli bi ilişkiydi çok yıprandım. düşünmüyorum yani şu an düşündüğün gibi bişey. hem bırak şimdi bunları gel hadi dans edelim.

    sanki az evvel muhabbeti gırtlağına itelenen ben değilmişim gibi bu dans teklifinin üstüne atlıyordum. kız elimden tutup dans pistine zütürecekken, tarihe geçen bir hareket yaptım: (bunu yazdığıma da inanamıyorum lan) cebimde neden taşıdığımı şu an bilmediğim bir bereyi çıkardım ve o cehennem sıcağında kafama geçirdim. üstüm başım aynen şöyle: üzerimde ingiltere milli takımı'nın sweatshirt'ü, zütümde 501, ayağımda nike cortez (ki bunları o dönem marka giydiğimi sanarak giyiyordum. zütteki özgüvene bak, sanki bana ferre takım giyiyor) ve kafamda defter kaplamada kullanılan muşamba laciverti bi bere. karı şaşkın ama çaktırmıyor. geçti karşıma ördek gibi kollarını çarparak dans ediyor, ben karıyı etkileyecem diye usher tribindeyim; yemin ediyorum pistte bir dakikadan fazla durmadı.

    döndük masaya, geceyi tek kelime etmeden tamamladık. ayrılırken kulağıma eğildi ve "bi daha yaşıtın kızlarla takıl tamam mı?" dedi. son olarak kıza iyi geceler "abla" dediğimi hatırlıyorum.

    o gece harbiden çok ağladım. nabayım, ucuzdu o vakitler gözyaşı, harcadım.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 5.
    0
    Ralph Lauren ( d. 14 Ekim 1939, The Bronx, New York) Amerikalı moda tasarımcısı ve aynı adı taşıyan ticari markanın yaratıcısı. Halen bu marka Polo Ralph Lauren olarak bilinmektedir.
    Konu başlıkları [gizle]
    1 Biyografi
    2 Polo Ralph Lauren
    3 Değeri
    4 Kuruluşlar
    5 Dış bağlantılar
    6 Kaynakça
    Biyografi [değiştir]

    Aşkenaz yahudilerinden olan Ralph Lauren (Ralph Rueben Lifshitz), The Bronx, New York, ABD'de doğmuştur. Belarus'dan göçmen olarak gelen bir aileye mensuptur[1].
    Daha çocuk yaşlarda tekstil mağazalarında çalışıp para kazanmaya başlamıştır. Ralph Lifshitz, Salanter Academy Jewish Day School'a gitmiş ve ardından Marsha Stern Talmudical Academy'de öğrenimine devam etmiştir. Sonrasında ise DeWitt Clinton High School'u 1957'de bitirmiştir[2][3]. 16 yaşındayken Ralph'ın erkek kardeşi Jerry, onun soyadını Lifshitz'den Lauren'e çevirtmiştir. Ralph öğrenim yaşdıbına Baruch College'da devam etmiştir. Burada işletme öğrenimini tamamlamıştır. 1962'den 1964'e kadar ABD ordusunda görev yapan Ralph Lauren, 1968'de Ricky Low-Beer ile evlenmiştir. Herhangi bir moda okuluna gitmeyen Ralph Brooks Brothers'da satış elemanı olarak çalışmıştır. 1967'de Norman Hilton'un finansal desteği ile kendi tasarımlarını "Polo" etiketi ile satabileceği bir kravat dükkânı açmıştır.
    1987 yılında beyin tümöründen ameliyat olmuştur. Eşi Ricky'den iki erkek ve bir kız çocuğu bulunmaktadır. Ayrıca Lauren, otomobil koleksiyonu ile de bilinmektedir.
    Polo Ralph Lauren [değiştir]

    New York'da The Magnificient Mile üzerindeki Polo Ralph Lauren mağazası
    1970'de Lauren, erkek giyiminde yarattığı çizgi ile COTY Ödülü'nü kazanmıştır. Aynı zamanda kadınlar için de tasarımlarını geliştirmiştir ve bu arada ilk Polo amblemi de kullanılır olmuştur.
    The Financial Times, Ocak 2010 baskısında Polo Ralph Lauren raporunda şirketin 2009 mali yılında $5 milyar gelir elde ettiğini bunun 1 milyar dolarlık likiditeyi de içerdiğini bildirmiştir.
    2010 yılında Lauren, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından Legion d'honneur ile taltif edilmiştir.
    Değeri [değiştir]

    2010 itibariyle, Forbes Ralph Lauren'in servetini $4.6 milyar olarak tahmin etmektedir. Bu rakam ile Lauren dünyanın en zengin 173. kişisi olmaktadır.[4] 2012 itibariyle, Forbes Ralph Lauren'in servetini $7.5 milyar olarak tahmin etmektedir. Bu rakam ile Lauren dünyanın en zengin 122. kişisi olmaktadır.[5]
    Tümünü Göster
    ···
  6. 6.
    0
    U.S Polo Assn dünyaca ünlü bir giyim markasıdır.18 83 yılında ingiltere'de kurulmuştur.U.S Polo Assn dünyanın hemen her ülkesinde satış yapmaktadır
    ···
  7. 7.
    0
    yine geldi oç
    ···
  8. 8.
    0
    lan polo giyilen bişeymiydi
    ben bi şeker birde sigara olarak bilirdim amk
    ···
  9. 9.
    0
    şu başlıkta bi tek tyler nortonu gördüm
    ···
  10. 10.
    0
    Karesi Beyliği,[2] Karesioğulları Beyliği,[3] Karasi Beyliği[4] veya Karasioğulları Beyliği,[5][6] Anadolu Selçuklu Devleti'nin gerilemesinden sonra Oğuz boyları tarafından Balıkesir-Çanakkale ve Bergama yöresinde kurulan Anadolu Türk Beyliğidir. Eşrefoğulları'ndan sonra en kısa hükum hüren bir beyliktir. Bu yöredeki ilk Türk devletidir.[1]

    Karesi Beyliği, komşusu olan Osmanoğulları Beyliği'nin genişlemesiyle bu beyliğe katılmıştır. Böylece Osmanlı hakimiyetine katılan ilk beylik olmuştur.[7] ilerleyen dönemlerde Osmanlı Devleti içinde bu bölgede Karesi Sancağı kurulmuştur. Karesi beylerinin ve ileri gelen şahıslarının, Osmanoğullarının egemenliği altına girmelerini takiben, Osmanlı Devleti'nin Rumeli topraklarında yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Balıkesir ili Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına kadar idari taksimatta Karesi ismini taşımıştır.

    Beyliğin adının esasının Karesi (قر ه سى) veya Karası (قر ا سى) mi olduğu ve bu kelimesinin Kara-izi (قر ه ايز ى) ya da Kara isa (قر ه عيس) kelimelerinin yumuşaması ile mi oluştuğu tam olarak bilinmemektedir.

    O dönemde bölgeyi dolaşan ibn Battuta, bu beyliğe "Memleket-i Akirus" demektedir. Bu yüzden Akirus kelimesinden çıkmış olabileceği de ileri sürülmektedir. Akirus "Achirus" islam öncesi bu toprakların adlarından biridir.

    14. yüzyılın başında Batı Anadolu'nun Türk Beylikleri tarafından nasıl paylaşıldığını kaydeden Bizanslı tarihçi Nikeforos Gregoras'a[8] göre Lidya ve Eolya'dan başlayarak Helespont (Çanakkale) ile sınırlanan Misya topraklarında Kalames ve onun oğlu Karasis hüküm sürmekteydi. Kantakuzenos'un[9] eserinde ise Kalames'in oğlu Karasis'in hissesine Lidya'ya kadar olan Misya topraklarının düştüğü ve buraya Karasia denildiği belirtilnmektedir.

    Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Oğuz boyları, Anadolu'nun batısına yerleşmişler ve buralarda Uç Beylikleri kurmuştur. Uç Beyliklerinin görevi ise Anadolu Selçuklu Devleti sınırını korumaktır. Marmara sahilleri, Çanakkale bölgesi, Edremit Körfezi, Kizikos ile sınırlandırılan bu bölgeye, Anadolu Selçuklu Devleti'nin önemli komutanlarından Karesi Bey (Kara isa), babası Kalem Bey ve Germiyanoğlu Yakup Bey, beraberinde büyük bir Türkmen grubu ile gelmiştir.[10] Balıkesir ve çevresinin alınmasında Germiyanoğullarının katkısı olmuştur.[11] Karesi Bey muhtemelen 1296-1297 yıllarında Erdek, Biga, Edremit, Bergama, Çanakkale hariç Balıkesir merkez olmak üzere büyük Misya sahasını Germiyan kuvvetlerinin desteğiyle ele geçirdiler[12][13]. Karesi Bey, Anadolu Selçuklu Devleti'nde Marmara ve Ege kıyılıarının yönetiminden sorumlu bir uç beyi olduğu için kendisine Sahiller Emiri anldıbına gelen Emir-ül Savahil ünvanı verilmiştir. Karesi Bey'in soyu, Danişmendlilerin kurucusu olan Danişmend Gazi'den gelmektedir.[2][14][15]. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından önce diğer Uç Beyleri gibi Karesi Bey de Batı Anadolu'daki Büyük ve Küçük Misya'da bağımsızlığını ilan ederek, bölgede Karesi Beyliği'ni kurmuştur.[10] Karesi Beyliği'nin kuruluş tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte 1296 ile 1300 yılları arasıdır. Fakat Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı uç beylerinin büyük bir çoğunluğu 1299 yılında bağımsızlıklarını ilan ettikleri için Karesi Beyliği'nin kuruluş tarihi 1299 yılı kabul edilmektedir.[3]
    Karesi Bey dönemi

    Bizans imparatoru II. Andronikos Palaiologos, Batı Anadolu'daki Türk yayılmasını önlemek için Alanlar ile işbirliği yapmıştır. 1300 yılında oğlu IX. Mikhail Palaiologos komutasındaki Bizans-Alan kuvvetleri, Manisa'daki Gediz Nehri civarında karargâh kurmuşlardır. Karesi orduları ile savaşan Bizans-Alan kuvvetleri başarısız olmuş, Alanlar geri çekilip savaşı bırakmışlardır.[11] 1301-1302 yıllarında topraklarını savunamayan II. Andronikos Palaiologos, paralı asker olarak kiraladıkları adamları Karesi Türkmenleri üzerine salmıştır. 1304 Ocak ayının ilk günlerinde Bizans imparatorluğu, Katalan Paralı Asker Birliği adlı bir askeri birlik kiralayıp bu askerleri Kizikos bölgesine göndermiş ve bu bölgenin altı mil ötesinde bir su kenarında eşleri ve çocukları ile yaşayan, Edincik bölgesine yerleşmek isteyen bir Türk boyunu katletmiştir.[2][16] Katalanların ani hücumuna uğrayan Türkler, beş bine yakın kayıp vermiştir. Katalanlar, on yaşın üzerinde bütün erkekleri öldürmüş, bölgeyi yakıp yıkmıştır.[17] Bu yüzden Karesi Beyliği, 1302-1308 tarihleri arasında bir durgunluk dönemi yaşamıştır[18]

    ilhanlı Devleti veziri Emir Çoban, Anadolu'ya teftişe geldiğinde Ulubey makamında bulunan Germiyanoğulları Beyi Yakup Bey kendine bağlı beyler ile birlikte Emir Çoban'ın makdıbına giderek bağlılıklarını arz etmişlerdir. Bu beylerin arasında Karesi Bey de vardır.[19]

    Anadolu Selçuklu Devleti'nde Sarı Saltuk ismindeki bir reis kumandasında, 10.000 ile 20.000 arası nüfusları olan Batıni mezhebindeki[6] bir Türkmen aşireti, Sinop sahillerinden gemilere binerek önce Kırım'a oradan da Aktav Tatarlarının reisi Şehzade Nogay'ın emri ile Rumeli'deki Dobruca (Dobriçe) bölgesine ve 1264 yılında Kiligria-Romanya'ya geçmişler ve oralara yerleşmişlerdir.[20] Hoca Ahmet Yesevi'nin halifelerinden biri olan Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli'ye yardım için gönderilmiştir.[10] Sarı Saltuk'un 1280-1281'de Babadağ'da ölmesi üzerine, daha fazla Bulgar ve Rumların baskısına dayanamayan Türkmenlerin bir kısmı 1306 yılında Ece Halil adlı bir reisin emrinde gemilere binip Trakya üzerinden Çanakkale-Lapseki Yöresi'ne geçmiştir.[20] Bütün eşya ve hayvanatıyla bu topraklara gelen Türmenler, Karesi Bey tarafından iyi karşılanarak Karesi ve havalisinde iskan edilmişler[3] ve beyliğin topraklarının değişik bölgelerine ve özellikle Kaz Dağı'nın kuzey eteklerine Dağobası ve Evciler bölgesine yerleşmişlerdir. Bu Türkmenlerin önemli bir kısmı da bugün Havran'a bağlı Sarnıçköy'nü yurt tutmuşlardır.[21] Bu halk Şamanist inanacına göre kutsal sayılan Kaz'ın adını da ida Dağı'na vermişlerdir.[20] Karesi topraklarına yerleşen Türkmenler, bölgedeki Türk nüfus ve kuvvetleri artmıştır. Karesi Bey, kendi ismiyle anılan Beyliğinin sınırlarını, Bizans imparatorluğu'nun zayıflığından ve beraberinde bulunan Ece Halil'in adamlarından faydalanarak daha da genişletmiştir. Ayrıca iç Anadolu'da Moğolların saldırılarından kaçan Türk boyları da Karesi Beyliği'ne sığınmıştır. Bu boylar arasında Çepni boyları da mevcuttur.[3]

    1308 yılında Bayramiç ve Ezine çevresinde bir Türkmen Prensliği kurulmuş fakat bu Beylik aynı yılda Karesi Beyliği'ne bağlanmıştır.[20]

    Karesi Bey, 1330 yılından önce ölmüştür. Tam ölüm tarihi bilinmemektedir. Karesi Bey ölünce onun için bir türbe yapılmıştır. Karesi Bey'den sonra Beyliğin başına Aclan Bey geçmiştir. Aclan Bey zamanında, Osmanoğulları Beyliği ile iyi ilişkiler kurulmuştur. Hacı ilbey, Aclan Bey'in vezirliği hizmetinde bulunmuştur. Yine de Aclan Bey'in kimliği netlik kazanmamış, Demirhan Bey veya Yahşi Bey olduğu ileri sürülmüştür.
    Beyliğin bölünmesi ve yıkılışı
    Tümünü Göster
    ···
  11. 11.
    0
    iyi ki kısa yazmışsın
    ···
  12. 12.
    0
    allahını seven su çırpsın yüzüme yanıyor gözlerim
    ···
  13. 13.
    0
    okuyan varmı beyler ?
    ···