insanlarla tanrılar arasında ayrı bir sınıf kuran sanatkar”dır neyzen tevfik, hakkı sülha gezgin‘e göre.
sadri ertem, kendisi için, “neyzen tevfik’i ben başka dünyadan bizim aleme gelmiş yabancı bir insan gibi tanıdım ve her zaman bu hissim devam etti.” der.
burhan felek “usta” hakkındaki yazısında, “her memlekette böyle ara sıra parlayan yıldızlar vardır. bunlar birer seyyaredir ki, hayatın muntazam burçlarından hiçbirine tabi olmazlar.”
hafi kadri alpman ise “neyzen tevfik’i aramızda, anadan doğma körlerin fili tarifi gibi; anlamaya çalışacağız.” diye yazar.
neyzen başkadır elbette.. bambaşkadır. konu dışıdır.. klasman ötesi interdisiplinerdir.. kendisi; sanatkar kelimesini gönül rahatlığı ile (frankfurt okulunun kelimeye kattığı tüm “özgürleştirici” kuram ve manaları ve hatta erken alman romantiklerinin “biriciklik” ve “özgünlük” arayışındaki sanat algılayışını da kapsayarak) sarf edebildiğim, nadir insanlardandır. neyimin sebebi, pek çok derdin ortağıdır. ama yine de azdır. ben pek anlatamam..
kendi ağzından;
“babamın okuyup adam olmam hakkındaki emelleri, benim yeteneksizliğimden çok kader denilen nesnenin daha ben küçükken, önce bilincimin bir burcunu yıkmak , daha sonraları da çeşitli sebepler ve etkiler altında ruhuma derbederliği aşılamak yoluyla oynadığı oyunla daha başlangıçta sonuçsuz kalmıştı. okula yeni başlamıştım, bir akşam paydos olmuş, ben babamla eve gitmek üzere yola düşmüştüm. tam çarşı hizalarına geldiğimiz sırada uzaktan gelen davul, zurna sesleriyle durakladık. ben daha o yaşta bile mugibinin tutkunu, çılgınca düşkünüydüm. nihayet alayın ucu köşk içi meydanında gördündü. biraz daha yaklaşınca zurna ve lataların ahengine tempo tutan davul tokmakları sanki hep birden kafama inmeye başlamıştı.
yaklaşan kalabalığın ellerinde on, on beş sırık, sırıkların ucunda da kegib insan kafaları vardı.
gözlerim dehşetle yerinden fırlamış ve ben çığlığı basmıştım. şaşıran babam, güya o feci manzarayı bana daha fazla göstermemek için önünde bulunduğumuz demirci dükkanına dalıvermişti. oysa olan olmuş ve çocuk ruhumda müthiş bir fırtına kopmuştu. eve dinmeyen titremeler içinde getirildim ve bir çok korku ilaçlarından geçirildim. fakat yazık ki bilincimin bir burcu göçmüş, akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkanında düşüp, kaybolmuştu..”
şahsına münhasır söylemi, bir insana ancak bu kadar yakışır.
“umumi harbe (birinci dünya savaşı) kadar 1868 okka (yaklaşık 2400 kg.) rakı içtim.. bütün gazeteler de yazdı ya. ondan sonrasını -ki bundan sonra gittikçe artan bir tempoda, 14 sene daha yaşamıştır- hesap etmedim. bir mandalina, bir dilim portakalla bir okka (1283 gr) rakı içtiğim çok olmuştur.. günlerce değil yemek, bir lokma ekmek bile ağzıma koymadım.
rakıdan başka üç-dört ton esrar içmişimdir. bir o kadar da afyon yuttum. bu üç azametli hükümdar, kafamın üstünde saltanat kurdular, senelerce kımıldamadılar. bu üç kuvvetin sayesinde her renge girdim, her boyaya boyandım. sürttüm sefil oldum, serserilerle gezdim, parasız kaldım. sokaklarda, yeni camiin arkasındaki merdivenlerde köpeklerle yattım. taş, soğuk, yağmur bana hiçbir şey yapmadı, sapasağlam gezdim.. fakat bazen tımarhaneyi boyladığım da oldu, hem kaç kere. (zamanında kendisinin özel yatağı olduğu rivayet edilir, bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde. o geldiğinde hasta varsa bile başka yere alınır, neyzen yatağına yatırılırmış.) velhasıl her ne türlü hayat şekli varsa hepsinin üstüne çadır kurup oturdum.”
“dostlarım hırsızlar, yan kesiciler, esrarkeşlerdi. yeni cami’de arnavut isa’nın kahvesinde gece işçileri (hırsızlar), dızdızcılar (bkz:
dolandırıcılar), mantarcılar (bkz:
düzenbazlar) arasında yattığım zamanlar, hayatımın en mutlu zamanlarıydı. orada efsanevi bir hayat sürdüm. bir padişah, bir derebeyi gibi yaşadım. her şeyimi onlar sağlıyordu.. peki ya ben onlar için ne yapıyordum.. hiç.. bir kaç taksim.. işte o kadar.
oralarda yattığım zamanlar ben de bazen işe çıkardım. hırsızlığa sanma ha!.. midemi ispirto ile ıslattıktan sonra, kafama da kuvvet vermek için bir çifte telli (iki sigara kağıdını birbirine ekleyerek yapılan esrarlı sigara) yapar, sarı kızdan (sarılmış cigara) bir iki nefes çeker, yola çıkardım. doğru sadrazam talat paşanın kapısına. kendisine haber yollardım. dünyalığımı gönderirdi hemen rahmetli..”
kendisini 1953 yılında (neyzenin vefat ettiği yıldır) dinleme şansına erişmiş behçet kemal çağlar anlatıyor;
“… ve neyzen sahnede ne muhteşemdi…
şehir tiyatrosunun sahnesi, yunan klagiblerini temsil ettiği günler de dahil, hiçbir zaman eski yunandan gelme tiyatro ananesinin hakkını bu kadar verememiş, filozof ve epiküryen kadim yunan tipini bünyesinde bu kadar canlandıramamıştı. milletler üstü büyük insanlardan birini, tarih sayfasında değil, roman kahramanı olarak değil, karşımızda yaşıyor olarak görmekten şaşkına dönmüştük. mevlana’nın neyini üfleyen büyük tevfik’de, çamurdan halk olunmuş, bedenlere ruh nefh etmeye memur bir eda vardı..
ney şikayet eder derler.. bu, artık şikayeti unutmuş, dertle haşır neşir olmuş bir neydi. ayrılıklardan şikayet etmiyor, çalanın büyük kavuşmaya doğru gittiğini, dünyadan ve mafiha’dan kopup gitmekte olduğunu belirtiyordu.”
sefil gibi gözüken bu hayat aynı zamanda padişah’ın (v. mehmed reşad) huzurunu da, başkannın (mustafa kemal) sofrasını da görmüştür. çok sayıda daha “düzgün” hayat olanağını bilerek ve isteyerek reddetmiştir.
büyük bir ulusçudur da aynı zamanda. en güzel gecesinin gene sokakta kalmakta olduğu bir gecede bulduğu türk bayrağını örtünerek uyuduğu gece olduğunu söyler.
mustafa kemal ile tek kez görüşebilmiş, o da mustafa kemal’in şapka devrimini balıkesir’de tatbik ettiği sırada olmuştur.
neyzen’i köşküne çağırır, ve uzun süre dinler. daha sonra yanına çağırır, neyzenin elini kalbinin üstüne bastırarak dakikalarca tuttuktan sonra:
- ne kuvvetli ruhun var, der
sonra sorar:
- neyzen, ne istersin söyle.
- sayende her şeyim var. teşekkür ederim.
- bir şey iste canım!
- bir nüfus teskeresi versinler, emrediniz!
mustafa kemal hayretle:
- senin nüfus tezkeren yok mu?
- bundan evvel hükümet mi vardı ki, nüfus tezkerem olsun.
neyzen’in hayatını gezerken insanı en çok şaşırtan şey; onu bir kez dinleyenin adeta şeyhinin edebi uşağı olan mürit gibi; neyzenin nefesinin kulu olduğunu görmektir.. o kadar geniş bir seven kitlesi vardır ki, “hangi eve gitsem mutlak bir yerden tanıdığım çıkar.. hangi kapı olsa bir tas çorbamı verir. bankadan bile zenginim ben..” der..
aslında bu kadar uzun olmayacaktı ama yazdıkça onu düşünüyorum ve yazasım geliyor.. bitmez çünkü neyzen ama sanırım cenazesindeki kalabalığı oluşturan insanların geneline bakmak kendisini özetlemek için yetecektir. çopanoğlu kalabalığı anlatıyor;
“bu kalabalık onun cemaatidir; kimler yok ki? başta vali, hasta döşeğinden kalkıp gelmiş. muavinler, daire müdürleri, kalburüstü memur sınıfı. sonra, üniversite kadrosu, profesörleri, talebesiyle orada. edebiyat ve sanat adamları, isim yapmış büyük şahsiyetler, her biri kendi yolunda yeni fetihlere, yeni ganimetlere ermiş meşhurlar, şairler , romancılar, münekkitler, sahne adamları. sonra mugibi çevremiz, dergah erenlerinden sokak kemancılarına varıncaya kadar hepsi orada.
bunlardan başka sarhoşlar, esrarkeşler ayyaşlar, serseriler.. onlar derlenmişler, toparlanmışlar, kılıklarını düzeltmişler, ’neyzen baba’nın tabutuna sarılmışlar. tevfik’in cenazesi altında işte bunlar yan yana, omuz omuza birleşmişlerdi..”
öldün de ne oldu be neyzen.. orada ne gördün de göçtün acaba?