/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 55.
    0
    Cezaevinde bloklar suç unsurlarına göre ayrılmıştı. Kaldığım blokta, çek - senet dolandırma, zimmet, sahtekârlıktan suç ve ceza almış mahkûmlardan oluşuyordu. Karşımızdaki C Blokta cinayet, gasp ve yaralamadan ceza almış mahkûmlar bulunmaktaydı. Bloklar arası iletişim kurulamıyordu. Ancak bahçe saatinde, bahçeye çıktığımızda, karşı bloktaki arkadaşlarla pencerelerden konuşabiliyorduk. Konuşanlar da, dışarıdan birbirlerini tanıyorlarsa sohbet ediyorlardı.
    Saat gecenin sekizini gösteriyordu. Televizyonda ana haberleri takip ediyorduk. Affın yirmi beş temmuzda masaya yatırılacağını söylüyordu Ecevit. Koğuş içi alkış ve naralar bizleri şenlendirmişti. Zeki Kanar Ağabey çaycıya patlat bakalım çayları dedi. Çaycı da, abim çayımız kalmadı deyince, ben şimdi bulurum dedi. Bizim koğuş üçüncü kattaydı. Koğuş camları ile üst ranzalar bölümü paraleldi. Ranzaya çıktı. Bana asansörü verin dedi. Asansör kelimesi bana burada yabancı gelmişti. Bakalım, bu asansör neyin nesi diye merakla olanları izledim. Bir poşet, poşetin ucunda sekiz - on metre uzunluğunda çarşaftan yapılmış ip ve poşetin içinde ağırlık olsun diye üç - dört tane limon vardı. Camdan, bir alttaki koğuşa sesleniyor. E / 4, E / 4 diye bağırıyor. Sesi duyan birisi cama çıkıyor. Evet burası E / 4, sen kimsin diye soruyor. Burası E / 6, bizde çay bityi, sizde var mı? diye soruyor. E / 4 de var abi, gönder asansörü verelim diyor. Poşet, ip ve limondan asansör, limonun ağırlığı ile aşağıya doğru pl sallandırılmakta. Poşet hazır olduğunda tamam çek diye bağırıyor. Çay elimize ulaştığında, tamam sağol, teşekkür ederim, hayırlı geceler deyip işlem tamamlanmış oluyordu. Koğuşumuza yeni gelen ve cezaevine ilk defa düşen Karslı Kenanın da hoşuna gitmişti ki, ikimiz bu olaya biraz gülüştük.
    ···
  2. 54.
    0
    Ziyaret dediğin ne ki? Yirmi dakika, göz açıp kapayıncaya kadar süre dolmuştu. Vedalaşıp ayrıldık.
    Koğuşa geldiğimde üçüncü tur ziyaretçisi gelenlerin isimleri okunuyordu. Tekrar ismim okunduğunda eşim gelmiştir diye düşündüm. Eşim, oğlum Mert, akrabam Birol, eşi Ayşe ve küçük kızı gelmişti. Eşim ve oğlumun her hafta farklı kişilerle ziyaretime gelmesi beni oldukça memnun ediyordu. Hepsinin dileği, canını sıkma, rahat olmaya çalış, bizleri, çocukları düşünme. Bak yakında afta çıkacak, özgürlüğüne kavuşur, tekrar hep beraber bir arada oluruz temennisi ve dilekleri beni biraz olsun rahatlatıyordu.
    Büyük oğlum Mehmet henüz tatilden dönmemiş. Oğlum Mert'in benimle konuşmaması içimi kemiriyordu. Ne de ola evden ayrılalı yirmi dokuz gün olmuştu. Bu bir aylık sürede çocuklarıma nasıl bir sevgi gösterebilirdim ki? Elini uzatsan uzatamıyorsun. Öpüp koklayamıyorsun. Bir atasözümüz vardır. " Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."

    18 veya 19 Temmuz akşamı televizyon kanallarında DSP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit tarafından, af önerisi teklifini getirmesi, bu camiada yaşayan tüm mahkûmlar tarafından ortalığı bir anda alkış tufanına zütürdü. Artık, hepimizin kulağı televizyon kanallarında, ve gözümüz gazetelerdeki afla ilgili en ufak yazıyı ve manşetleri okumayı beklemekteydi. Her birimiz bir değerlendirme yapıyorduk. Bir haftada çıkar, iki - üç haftaya çıkar veya 29 Ekim’e kadar çıkması gerekir yorumlarıyla neşelenmeye çalışıyorduk. Yirmi dört seneden bu yana çıkmayan bir affın Cumhuriyetimizin 75. yıl dönümüyle çıkması gerektiğini savunuyorduk. Bazı gazetelerdeki köşe yazarlarının da affa karşı çıkması bizleri isyan ettiriyordu. Bu affa karşı çıkanların, en azından iki - üç aylığına hapishanede yaşamasını isterim. Çünkü bu ortamda her şeye hasretsin. Özlemle yanıp tutuşuyorsun. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş. Veya kafesteki bir kuşu düşünün. işte bizim yaşantımız da bu kafesteki kuşa benzemekte. Kısmi veya genel affın çıkmasıyla insanların özgürlüğe kavuşması aileleri sevince boğacaktır. Bizler de, büyük seçimle bu affın çıkmasını dört gözle beklemekteyiz.
    ···
  3. 53.
    0
    Topluma sürekli zarar veren kişilerin, defalarca hapishaneye girip çıkmasıyla, ıslah olmayan bu kişilere uygulanacak en büyük ceza, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının yeniden düzenlenerek cezalarının yükseltilmesi ve kısmi veya genel af da olsa yararlandırılmamasıdır. Bu kişiler hapishaneye gire çıka, mahkemelere gide gele, hangi suçun ne kadar cezası olduğunu bir avukat kadar iyi biliyorlar. Bu kişileri topluma kazandırmak bir hayli güç olacağından, cinsiyet ve yaş grubuna göre ıslah evi kurularak, uzun süreli cezalarını çekmeleri gerekir.

    Bugün buraya gelişimin ( 23.07.1998 perşembe ) 23. günü. Çarşamba akşamından herkes banyosunu yapıp sakal tıraşını oldu. Sabah sayımla birlikte kalktık. Tüpümüz bittiğinden çayımızı komşu koğuştan ( E / 5 ) demleyerek kahvaltımızı yaptık. Sabah saat dokuzdan itibaren kulaklarımız gardiyanın sesindeydi. Umut ve heyecanla ziyaretçilerimizi bekliyorduk. ikinci turda ilk gelen ziyaretçilerimizin ismi okuduğunda benim adım da geçti. Ziyaret mahalline gittiğimde, patronumu görünce şaşırdım. Çünkü onu beklemiyordum. Cezaevinin kuralı, sayısını tutmayanları ziyarete almıyorlardı. Hasan Amcaya, seni içeriye nasıl aldılar diye şaşırarak sormuştum.
    O da, uzaktan geliyorum, eniştesiyim. Burada kimsesi yok diye yalvardım, yakardım, içeri girdim dedi. Ziyaretime gelmen beni memnun etti, Allah senden razı olsun dedim. Belki görüşemeyiz, içeri almazlar diye düşündüğümden bir şeyler almadım ama şu beş milyon benden, şu bir buçuk milyon da Ünal’dan. Bu parayı sana nasıl iletebilirim deyince, dayanamadım. Ağladım. Çünkü bir buçuk milyonu gönderen Ordulu hemşerim Ünaldı. Ünal’la uygun müddet Hasan Amcanın kahvesinde çalışmıştım. Kendisi garsonluktan sıyrılıp çalışmış olduğu kahvenin sokağında el arabasıyla köfte ekmek satıyordu. Kazandığı rızkından para ayırıp bana göndermesi, beni çok duygulandırmıştı. Hasan Amca ağlamana gerek yok, sen müsterih ol, bak gündemde af yasası var. inşallah yakında af çıkar, seni aramızda görürüz diyordu.
    ···
  4. 52.
    0
    Koğuş içerisinde konuşurken kelimeleri çok iyi seçip konuşman gerekiyor. Dilimizin kemiğinin olmaması, yanlış yorumlara neden olabildiğinden, karşımızdaki kişinin o anki tansiyonunu yükseltiyordu. Sohbetler arasında en çok sinirlenen Şeref Dayı, Zeki Kanar, Tuncer ve Dursun’du. Bu kişilerle pek sohbet edilmediğinden ben de uzak duruyordum.
    Her cezaevinin kendi bünyesine göre yönetmelikleri olduğu ve kafalarına göre iş yaptıkları kanısındayım. Çünkü burada bulunduğum süreler içerisinde iki revir doktoruna çıkmam konusunda ve dosyam hakkında yazmış olduğum dilekçelerime geçerli veya geçersiz bir cevap vermediler. Bir hafta boyunca griptim. Bünyemi bildiğimden doktora çıkıp ilaç kullanmam gerekiyordu. Maalesef doktora çıkamadım. Aşçımız Yılmaz nane limon suyu kaynatıp, üç gün boyunca içerek kendime gelebildim. Burada da insan sağlığına ve suç işleyip adınız mahkûma çıkmışsa, tarafımıza da değer ve önem verilmeyeceğine bir kez daha tanık oldum.
    Koğuş içerisindeki arkadaşlarımız arasında çoğumuzun bir lâkabı vardı. Bu lâkap kişinin yapmış olduğu cezasına veya kişisel yapısına göre takılmıştı. işte bazı örnekler. Benim uysal, ağır başlı olduğumdan Mazlum, Tuncer hapishaneye defalarca girip çıktığından Çakal, Şeref çok kısa ve şişman olduğundan Dayı, Zeki piyasada pek çok kesimi tokatladığından Tokatçı, Sabri Gaziantep’te oto hırsızlık çetesi kurduğundan Reyiz, Kenan tek çalıştığından Tekçi, Murat pasaport ve evrak işlerine baktığından Evrakçı, Selman, SSK' ya bağlı kendini müfettiş gösterip diğerlerini dolandırdığından Sahte Müfettiş, Kenan sahte kimlik düzenlediğinden Kimlikçi diyorduk.
    Sohbetlerimizin çoğunluğu, yapılan suçların espiri mahiyetinde anlatmasaydı. Bazı kişiler de ballandıra ballandıra anlatıp, yaptığıyla övünmesiydi. Cezamı bitirip tahliye olduğumda, kaldığım yerden devam edeceğim diyenler de çoktu. Çoğu kişiler yaptıkları işi meslek edindiğinden, bu kişilerin ıslah olacağına inanmıyorum. Buraya düşmek bana ders oldu. Tahliye olunca hayırlısıyla bir iş bulup alın teriyle, emek gücümle çalışıp, para kazanırım diyen pek enderdi. Bu ender kişilerden birisi de ben ve birkaç arkadaşımdı.
    Ben ve benim gibi düşünenler ise, şeytana uyduk, yanıldık, arkadaş kurbanı olduk, çevremizin etkisi altında kaldık, irademize hakim olamayıp, bir hata işledik, aile yapım, itibarım, mevkiim sarsıldı. Cezam neyse çekerim, tahliye olunca da, hayata yeniden dört elle sarılacağım düşüncelerinden ibaretti.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 51.
    0
    Sabah 07:30’da kalkıp saat 08:15’e kadar kahvaltılık çayı hazırlıyordum. Sabah 10:00-11:00 arası keyif çayını, öğlen yemekten sonra 13:00-13:30 arası, ikindi 17:00-18:00 arası, akşam 21:00-22:00 arası çay servisim vardı. Diğer ara saatlerde de kahve istenildiğinde hazırlıyordum. Diğer işim, su taşıma görevlisiydim. Sularımız akmadığında birinci kattan bidonlar su taşıyorduk. Koğuşa yeni arkadaşlar geldikçe görev değişikliği yapıyorduk. ilk haftam çaycılık ve su taşıma, ikinci haftam yemeklerden sonra yerleri süpürme ve kül tablalarını temizleme, üçüncü haftamda da yemek servisi açma ve sofrayı kaldırma görevi verilmişti. Görevlerini aksatmadan, kendime laf söylettirmeden yapmaya çalıştım. Kimse de şikayetçi olmadı. Yemek saatlerimiz haricinde boş zamanım çoktu. istediğim gibi yatıp kalkabiliyor, bahçede volta atabiliyordum. Gündüzleri uyuduğumdan, geceleri saat iki - üçten önce uyuyamıyordum.
    Ben, koğuş içerisinde ve dışında kendi halimde bir insandım. Arkadaşlarla fazla muhabbete girmez, sadece onları dinlemekle yetinirdim. Günlük gazeteleri okur, bulmaca çözmeye ve bu notlarımı kaldığım yerden yazmaya çalışırdım. Arkadaşlar arasında yüzük oyunu oynarken, çok masum oluşumla yüzüğün bende olmadığını belli etmediğimden, fazla konuşmadığımdan lâkabımı Mazlum takmışlardı. Bu lâkabı da Erzurumlu Zeki Kanar takmıştı.
    Artık bana koğuş içinde, benden büyükler, ne haber Mazlum, iyi misin demesi hoşuma gidiyordu. Hapishanede ağır başlı olman, verilen görevi yerine getirmen, duymadım, görmedim, bilmiyorum kelimeleriyle kendini savunman ve başkalarının işine, lafına karışmadığın müddetçe senden iyisi yoktur. Kaldığım koğuşta en çok kızdığım nokta ise, bazı arkadaşlar tarafından televizyon kanalları arasında zapping yapılmasıydı. Televizyonun çok kanallı olması arkadaşlar arasında hangi kanalı seyretmemize engel ve sürtüşmelere neden oluyordu. Kimimiz maç, kimimiz film istiyordu. Salt çoğunlukta kazanılamadığından, bir kişinin isteği üzerine esir oluyorduk. En çokta zapping yapan Tezcan ve Dursun’du.
    Koğuşta bulunan bazı eski mahkûmlar yeni gelenlere emr-i vaki yaptırmayı seviyorlardı. Ağır başlı, kendin bilen ağabeyler hürmet ederken, yaşça emsallerimiz getirsene, zütürsene, şöyle yap, böyle yap demekle, o kişinin moralinin bozulduğunun farkına bile varmıyorlardı.
    Koğuşa geldiğimde dört - beş günlüktüm. Bir ara kahve istendi. Beş fincan kahve yapıp hazırladım. iç bölmeye gidip mümessile ve diğer ağabeylere ikram ettikten sonra, kalan iki fincan kahveyi de, bizim bölmede oturan, bizlerden büyük ama benden sonra gelmiş Hüseyin Ağabeye ve eski mahkûm Şeref Dayıya ikram ettiğimde, tantananın çıkacağını nereden bilebilirdim.
    Yatağında oturan asker cezalısı Tokatlı Duranın, hani benim kahvem, ben eskiyim, kahveyi önce bana verecektin demesi beni çileden çıkartmıştı.
    Şu an fincanım yok. Fincanlar boşalsın, beş - on dakika sonra içsen ne olur dediysem de, hararetli konuşmalar tansiyonlarımızı çıkartmıştı. Benden küçük birisi tarafından emir almak, o kişinin de diğer büyüğüne saygısızlık yapması çok zoruma gitmişti. Hararetle konuşması sırasında kendimi tutamayıp ağlıyordum. Koğuş mümessili geldi. Olayı öğrenmek istedi. ikimizin de ayrı ayrı ifadesini alıp dinledikten sonra, Duranın sonradan gelip benden özür dilemesi, olayın kapanmasına vesile oldu.
    Tümünü Göster
    ···
  6. 50.
    0
    Kardeşim,
    Abi sen rahatına bak. Yengemi ve yeğenlerimi düşünme. Maddi ve manevi her zaman yanlarındayız, hiç üzülme demesi beni daha çok duygulanırmıştı. Ağlamamak elimde değildi. Bir kez daha gözlerimden yaşlar süzüldü. Ağlamaklı geçen bu ziyaretimin süresi hemen dolmuştu. Bana getirdiği on paket kısa samsun ve pizza vardı. Sigarayı aldım. Pizzayı pişmiş yemek diye vermediler. Askerlerin veya gardiyanların ne kadar mantıksız hareket ettiklerine bir türlü anlam veremiyorum. Evde yapılmış kurabiye, pasta, kek türlerini alıp mahkûma veriyorsun da pizzayı neden esirgiyorsun. Ziyaretçim tarafından getirilen tırnak makası, tarak, şampuan, kot pantolon gibi şeyleri almıyorlar, kantinden almaya mecbur ettiriyorlar.
    Cezaevine geldiğimde üstümde kot pantolon vardı. Kirli çamaşırlarımı biriktirip, ilk ziyaretime geldiğinde eşime verilmesini istemiştim. Haftaya ziyaretime gelirken getirirsin diye de eşime belirtmiştim. Haftaya geldiğinde kot pantolon yasak diye almamışlar. içeride yatan çoğu mahkûmlarda kot pantolon bulunmakta. On beş - yirmi günlük olan mahkûmlardan neden toplanmıyor? Toplanmadığı halde bunun yasakla ne ilgisi var anlayamadım.
    Kardeşim isa ile görüşmemiz tamamlandıktan on beş dakika sonra koğuşa geldiğimde tekrar ziyaretçiler arasında ismim okundu. Bu sefer, eşim, oğlum Mert, teyzemin kızı Zeynep ablam, kızı Arzu ve oğlu Emrah gelmişti. Büyük oğlum Mehmet'i görememiştim. Eşime sordum Mehmet nerede diye.
    Anneannesi ve dedesiyle Çanakkale’ye, tatile gitti dedi. Kızmama hiç gerek yoktu. Oğlum sınıfını geçmiş, iki tane takdir getirmişti. Üstelik benim hapishanede oluşum, onu da etkilemiştir, gezip dolaşması, birazcık olsun üzüntüsünü unutturur diye düşünüyordum. Aynı şekilde eşim de bunun açıklamasını yapmış bulundu. Bu sefer ağlamamıştım. Artık hapishanenin çileli hayatına kendimi adapte ettirebiliyordum. Ağlamakla sızlamakta elime bir şey geçmeyeceğini, daha çok içten içe eriyeceğimin farkına varıyordum. Kendimi avutabilmem için de, özellikle bu notlarımı yazmaya karar vermiştim.
    Koğuşa ilk geldiğimde bir hafta boyunca yer yatağında yattım. Eski mahkûm arkadaşlardan tahliye olundukça veya sevke gidildikçe, iç koğuşta ranza boşaldığında, buraya transfer olmuştum. Asker deyimiyle bize de kıdem basmıştı. Bir ranzam olmuştu. Ranzanın üst katında yatıyordum. Koğuş içinde ilk görevim çaycılıktı.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 49.
    0
    Koğuş içi temizliğe çok önem veriyorduk. Asalak böceklerin oluşmaması için her cumartesi sabahı beş - altı kişi bir olup, koğuşu yıkıyor, duvarların, ranzaların, mutfağın, tozları alınıyor, camlar siliniyor,her taraf tertemiz, pırıl pırıl yapılıyordu. Yemeklerden sonra muhakkak dişler fırçalanacak, her tuvalete girilip çıkıldığında eller sabunlanacak, tuvalet bol suyla sellenecek ve herkes yatarken el, ayak ve yüzler tekrar yıkanacaktı. Yapmayan, unutan olduğu zaman, herkes birbirini takip edip, hey arkadaşım, dişini fırçala, veya elini sabunla veya ayaklarını yıka diye uyarıyordu.
    Ben geceleri saat 23:00’den sonra yatağıma çekiliyor, sigaramı içerken, bazen hayallere dalıyor, bazen de kaldığım yerden bu hatıramı tamamlamaya çalışıyordum. Çoğunlukta geceleri saat 02:00-03:00 arası yatıp, uykuya dalıyordum. Gece 00:00’den sonra hapishanede bir sessizlik oluyor. Bu sessizlikte askerlerin gece çaldığı düdükler ve gece saat birde nöbet değişimindeki vukuatım yoktur komutanım sesi, silahları doldur boşalt emriyle silahın mekanizmasından gelen şakır şukur sesleri dikkatimi dağıtıyordu. Bazen çok uzaktan da olsa bir arabanın korna sesini duymak kulağına hoş geliyordu. Bizim koğuş en üst kattaydı. Yenilik olarak tek bir ağacın tepesini ve caminin ince uzun minaresinin otuz santimlik bir yüksekliğini görebiliyorduk. Aynı blok altında kader mahkûmlarının, havalandırmaya çıktığımızda, cezaevi gardiyanını, gökyüzündeki beyaz bulutları veya havalar yağmurlu ise karabulutlardan başka görebilecek olduğu herhangi bir şey yoktu.
    Haberleşme aracımız ise haftalık ziyaretçilerimiz veya mektuplarımızdı. Ziyaretçisini bu hafta bekleyipte o kişi gelmediğinde, ben dahil ziyaretçisini bekleyen arkadaşlarımızın suratı hemen değişiyordu. insani bir üzüntü kaplayıp gidiyor. Acaba kotu bir şey mi oldu varsayımlarını üzerinde duruyor, bir sebep, bir vesile arıyorduk. Burada bulunduğum süreler içerisinde şu ana kadar ziyaretçim aksamadı. Dokuz temmuzda ikinci ziyaretime gelenler eşim, oğullarım Mehmet ve Mert, Nuran, Şevket ve Emrah’tı. Yedi kişiyi bir arada görünce şaşırdım. Demek ki arayanım - soranım varmış diyordum. Nuran ve Şevket'in konuşmaları beni çok duygulandırdı. Göz yaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. ikisinin telkinleri beni biraz rahatlatmıştı. Bu arada çocuklarımla, eşimle konuşup sakinleşmeye çalıştım. Yine gardiyanın acı düdüğü, ışıkların yanıp sönmesi ziyaret saatinin bittiğini belirtiyordu. Yine ağlamaklı şekilde onlardan ayrıldım. Öğleden sonra büyük kuzenimin oğlu Emrah, evde unutulan ihtiyaçlarımı getirmişti. Bir yirmi dakika daha görüşmek bana mutluluk vermişti. 16 Temmuz sabah saat 09:300 sıraları ziyaretçisi gelenlerin ismi okunuyordu. Adım okunduğunda eşim gelmiştir düşüncesiyle ziyaret mahalline gittiğimde, bölümler arasında ziyaretçimi ararken ne göreyim kardeşim isa, hanımı Sibel ile gelmiş. Onları görünce bir tuhaf oldum. Kardeşime hoş geldin dememle ağlamam bir oldu. Kendimi toparladıktan sonra sohbete başladık.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 48.
    0
    resercedd
    ···
  9. 47.
    0
    Bahçe saatimiz bir gün, sabah sekiz - on arası, öğlen 12:00-14:00 arası, diğer günde de 10:00-12:00 arası, akşam üstü de 16:00-20:00 arasıydı. Adımlarımla ölçtüğüm yirmiye kırk bir dörtgen alanda bulunmuş olduğum bloktaki mahkum arkadaşlarla çıkıyorduk. Kimisi gruplar halinde volta atıyor, kimisi tek başına, kimileri de duvar diplerine gruplar halinde oturup, sohbet ediliyordu. Bazen de bloğun eski mahkumları futbol veya voleybol maçı oynuyorlardı.
    Bloğumuz üç katlı olup, karşılıklı çift daireden altı koğuş bulunuyordu. Her koğuşta ki bölme ( oda ) ve banyo mevcuttu. Benim de bir haftalık sürem dolunca, bahçeye çıkmaya başladım. Çoğunlukla tek başıma volta atıyor veya bir köşeye çömelip top oynayanları seyrediyordum. Zaman zaman da derin hülyalara dalıp, tahliye olduktan sonra yapabilecek olduğum işleri kafamda canlandırıyordum. En çokta ailemi düşünüyordum.
    Her akşam saat yedi kırkta koğuşumuzun kapısı nöbetçi gardiyan tarafından kapatılıyordu. Saat 20:00-22:00 gibi nöbet değişiminde gardiyan gelip koğuşun mevcudunu alıp, kapıyı üstümüze kilitlerken, o kapının çıkarttığı sesi ömür boyu asla unutamam. Kapıyı kilitlerken, arkadaki demir sürgüleri çekerken ki çıkan da-da-dan sesleri hepimizde bir ürperti yaratıyor, kendi aramızda yine akşam oldu, ömrümüzden bir gün daha geçti diyorduk. Akşam yemeği yenilip ve çaylar da içildikten sonra televizyon kanallarından herhangi birisine katılıp televizyon seyrediyor veya her akşam olmasa bile eğlencesine yüzük oyunu oynuyorduk. Oyunumuz dörder kişilik gruplar halinde iki grup olup, birimiz masanın öbür yüzüne, diğer grupta öbür yüze geçip, yüzlerimiz birbirine bakacak şekilde oturuyoruz. Her grubun bir ebesi oluyor. Ebe oyunu başlatacağı zaman üç kişi omuz omuza verip, ellerimizi arkaya birleştirip, avuçlarımızı açık tutup, ebe yüzüğü herhangi bir oyuncunun eline koyup, yum eller masanın üstüne çık dediğinde, öbür grubun ebesi kapalı ellere sağ elini aç, sol elini aç, iki elini birden aç dediğinde yüzük çıkarsa kapalı el sayısı toplamı, yüzüğü saklayanın hanesine yazılıp, on beş sayısını tamamlayan oyundan çıkıyordu. Oyunun cilvesi, bazen teşhisi tam koyarmış gibi olduğunda, yüzük sağ elimde var dediğimde, çıkmadığında sekiz sayı birden veriyorsun. Bunu iki - üç sefer yapıp sekizer sayı peş peşe olduğunda kaybeden tarafın morali bozuluyor, grup içerisinde tatlı sözlü sürtüşmeler oluyordu. Oyun bitiminde meyvelerimi yiyip bir taraftan da sohbete devam ediliyor. Her öğün yemeklerimiz ayrı ayrı oluyordu. Öğlen başka yemek, akşam başka yemek hazırlanıyordu. Öğlen yemeği tek çeşit oluyorsa, akşam yemeği iki çeşit oluyor veya öğlen yemeğimiz iki çeşit olup akşam yemeğimi tek çeşit oluyordu.
    Koğuştaki arkadaşlarımın çoğunluğunun ziyaretçisi geliyordu. Ziyaretçilerimiz tarafından getirilen çeşitleri sebze ve meyveler bir sırada toplanıp, haftalık erzak tamamlanmasa bile ekgiblerimizi cezaevi kantininden haftalık olarak cuma günleri tamamlamıyorduk. Diğer çeşitli ihtiyaçlarımızı da haftalık pazartesi ve cuma günleri koğuşumuzun kantin sorumlusu tarafından liste yaparak tamamlamıyorduk
    Tümünü Göster
    ···
  10. 46.
    0
    Haftanın perşembe günleri, saat dokuz - beş arası E / 6 blok’a ait ziyaret günüydü. Her ziyarete on beş kişi çağrılıyordu. Süremiz yirmi dakikaydı. Ziyarete gelenler de kalabalık olduğundan, ziyaretçilerle aramızda cam bölme ve demir parmaklıklarda olduğundan, herkes yüksek sesle konuşuyordu. Zaman zaman kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Yirmi dakikalık süre kısıtlı olmasına rağmen, biz mahkumlar için yeterli olmasa bile yine de çok memnun kalıyorduk. Gönül doyasıya konuşup koklaşmak, birbirimizin elini tutmak, temas etmek istiyorsa da, kuralı çiğneyemiyorduk. ilk ziyaretime 2 Temmuz 1998 Perşembe günü öğlen saatlerinde, eşim, iki oğlum ve komşumun Nermin Hanımla oğlu Erkan gelmişti. Koğuşumuzdaki Şeref Dayıya, ziyaretçin tarafından evime haber verilsin, benim de çocuklarım, eşim ziyarete gelsin demiştim. Şerif Dayı da ziyarete gelen kızına verdiğim telefon numarasını aramasını, eşimle konuşmasını söylemiş, kızı da harfiyen uygulamış.
    Eşim ziyaretime geldiğinde, ilk sorum burada olduğumu nereden öğrendin, telefon açan oldu mu diye sormuştum. O da beni küçük bir kız aradı, senin bu arada olduğunu olduğunu, bugün ziyaret olduğunu söyledi. Anladım ki Şeref Dayının ön üç - ön dört yaşındaki kızı haber vermişti.
    Ziyarette çocuklarıma dokunamadım. Saçlarını okşayıp, öpüp koklayamadığımdan içim bir hoş olmuştu. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Büyük oğlum Mehmet'in masum masum bakışları, küçük oğlum Mert'in hiç konuşmaması beni delirtiyordu. Kendimi suçlu hissedip, onlara eziyet vermemin üzüntüsü içimi parçalıyordu. Eşimin, kocaman adamsın, çocukların yanında ağlama, bari onları etkileme demesiyle kendimi toparlamaya çalışıyordum. Gardiyanın kegib kegib acı düdüğü ve lambaların sönmesi ziyaretin bittiği anldıbına geliyordu. Son cümlelerimiz veda öpücüklerimiz ve el sallamalarımız başlamıştı. Artık bu hafta görüş yapılmayacaktı.
    E / 6 koğuşuna ilk ayak basanlar, bir hafta boyunca bahçeye çıkamıyordu. Mümessilimiz tarafından konulan yasaklı bir emirdi. Ben ve benden sonra gelenler de aynı uygulamaya tabi tutuldu. Buradaki amaç, arkadaşları ismen tanımak, onları süzebilmek, yapısını, karakterini kafana göre çözebilmekti. Bu arkadaşlarımızdan bir tanesi de, 43 yaşındaki Erzincanlı, Boğaztaş köyünden Tuncer’di. Şen şakrak, kafasına bir şey takmayan, iyice hapishane kaşarı olmuş birisiydi. Her lafının altında insanı gülümsetecek bir espiri yatıyordu. Bekar, kimi kimsesi olmayan bir şahıs. Bir an önce cezasını çekip, tahliye gününü bekleyip, özgürlüğüne kavuşmasından başka neyi düşünebilr ki? iş - güç sahibi, evli, çoluk çocuğa karışmış kişiler için hapis yatmak, ömürlerini burada çürütmek hiçte kolay değildi.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 45.
    0
    Sanki hepimiz bu koğuşa seçmece gibi toplanmış gözüküyordu. En küçüğümüz yirmi iki - yirmi altı yaş arası, en büyüğümüz de elli - elli beş yaşları arasındaydık. Herkes saygıda kusur etmiyordu. Görevliler, görevlerini ihmal etmeyince de, sorun kalmıyordu. idârede en takdir edilen E / 6 koğuşu gösterilmekteymiş.
    Sabah kahvaltımız sekiz on beş - sekiz kırk beş arası olup, öğle yemeğimiz saat 13:30 - 14:00 arası olup, çay saatlerimiz, 10:30 - 11:00 arası, öğlen 14:00 - 14:30 arasına, ikindi 17:00 - 17:30 arası, akşam 21:00 - 21:30 arası, meyve veya tatlı saatimiz 22:00-22:30 arasıydı.
    Kesin yatma saatimiz de gecenin saat 00:00’de olup televizyon kapatılarak, herkes yatağına çekilmek zorundaydı. Uykusu gelmeyenler, koğuşumuzun kapısının yanında iki - üç sandalye atılarak, oturup, sessiz, kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde izin verilmişti. Veya yatağına uzanarak gazeteni oku, sigaranı iç veya uzandığın yerden gözlerini tavana dik, derin hülyalara dalıp, özgürlüğüne kavuştuğunda neler yapabileceğinin hayaliyle yaşa.
    Sular akmadığında banyo yapmak, çamaşır yıkamak yasaktı. Sular da genele gece 23:00’den sonra gelip sabah 08:30’a kadar akıyordu. Çoğumuz da banyomuzu erken saatlerde kalkıp yapıyorduk. Çamaşır işi de gece 00:00’den sonra yapılıyordu. Sıcak su haftada bir kere akmaktaydı. Sıcak suyumuz ekgib olmuyordu. Bir metrelik kablo temin edilip, ortadan ikiye bölünmüş, iki ucu açık olup fiş yerine sokulduğunda, diğer iki uca da boş saka tenekesi ezilerek, diğer uçları bağlandığında bir ısıtıcı yapılmış oluyordu. Bunun yasak olduğunu hepimiz biliyorduk. Gardiyanlara yakalattırmamak için sürekli saklıyorduk.
    Yemek yeme saatlerimiz haricinde herhangi bir şey yiyip - içmek yasaktı. Çok acıkanlar ise ancak zeytin ekmek yiyebiliyordu. Mümessilimiz Ömer Bey tarafından bir kural konulmuş, herkes buna riayet ediyordu. işin garip tarafı da kendi paranı istediğin gibi harcayamamandı. Koğuşumuzda bulunanların kimisinin parası yoktu. Kendine göre herhangi bir şey alıp yemeye kalksan, diğer arkadaşlarına ikram etmesen ayıp olacak veya bir şey almaya kalktığında mevcudumuz kadar alman gerekecekti. Hele hele maddi durumun da sınırlıysa hiç alamayacaksın demektir. bu vesileyle içindeki canının çektiği yemek yeme, içme duygusunu sömürmen gerekiyordu. Örneğin, eşim ikinci ziyaretime geldiğinde bir koyun butu getirmişti. O bütün yağlarını kızartıp, sabah kahvaltısında yemek çok hoşuma gidiyordu. Ama bunu yapamadım. Ve yapamıyordukta.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 44.
    0
    01.07.1998

    Dursun’la beraber içeri girdiğimizde altı - yedi kişi vardı. Ayakkabılarımızı çıkarttık. Yerler halıfleks kaplıydı. Masanın yanına oturun dediler ve oturduk. ikimiz birden selâmımızı verip, hayırlı akşamlar dileyip, hepinize geçmiş olsun dedik. Onlar da aynı şekilde selâmımızı alıp ikimize de geçmiş olsun dediler. isimlerini sonradan öğrendiğim Şeref ve Nedim abiyle konuşmaya başladık. ilk etapta gözlediğim kadarıyla koğuşa yeni gelenlere aynı sorular sorulmakta. Onlar soruyor, biz cevaplandırıyoruz.
    - Nerelisin?
    - Tutuklu musun? Hükümlü müsün?
    - Hükümlüysen ne kadar ceza aldın?
    - Evli misin? Çoluk - çocuk var mı?
    - Nasıl yakalandın?
    - icraatın neydi?
    Bu arada çay ikram edildi. içeriye giren geçmiş olsun, hoşgeldin deyip öbür odaya geçenler de vardı. Tahminim, o odanın da koğuş olduğunu yanıltmadı. Bulunduğumuz odada altlı - üstlü iki ranza, bir yemek masası, sekiz kişilik, bir televizyon ve kıyafet dolapları yan yatırılarak mutfak tezgâhı kurulmuş, üstünde aygaz ve bir arkadaş yemek yapmakla meşguldü.
    Akşamın sekizinde sayım yapıldığında mevcudumuz on yedi kişiydi. Koğuşa yeni gelenlere saygı ve hürmet gösterilerek misafirperverlik örneği sunuluyordu. Beş kişilik servisin öbür odaya verildiğini sezinledim. Bizler de sekiz kişi sofraya oturarak, akşam yemeğini yedik. Diğer kalanları da,sofradan kalkanların yerine oturarak, yemeklerini yiyerek yemek faslı tamamlanmış oluyordu. Çaylar ikram edildi, saat on sularında da meyveler yendi. Sıcak sularımız hazırlanmış. Banyo yapmamızı istediler. Havlu, iç çamaşır, sabun, jilet gibi malzemelerimiz soruldu. Olmayan ihtiyacımızı belirtip, koğuş içerisindeki arkadaşlardan temin edilerek, banyomuzu yapmış bulunduk. Bir haftadan bu yana banyo yapmamıştım. Sıcak suya hasret kalmıştık. Banyomu yapınca hafiflemiştim. Bu ara merak ettiğim odaya çağrıldım. Ya mümessil ya da koğuş ağası denilen vatandaşla tanışacağımı biliyordum.
    Odaya girdiğimde, içerideki kişiye hayırlı akşamlar, geçmiş olsun temennisinde bulundum. Sandalyeye oturmamı istedi. Adımı, ne işle meşgul olduğumu, cezaevine düşüşümün sebebini, cezaevi içinde koğuş içi bazı kurallara riayet edileceğini, herkesin burada bir kader mahkumu olduğunu, bir arada bulunduğumuz süreler içerisinde, hepimizin birbirimize karşılıklı saygıyı ve sevgiyi esirgemeyeceğini, sırası ile iş bölümü yapıldığını, yeni mahkûmlar geldikçe görevden düşürüleceğimi, kişisel, koğuş içi ve cezaevi sorunlarımız olduğunda kendisine gidebileceğimizi, karavana yenilmediğini, yemekleri aşçının yaptığını, her hafta cuma akşamları toplantı yapıldığını ve olanlardan belli miktarda para toplanıp çeşitli ihtiyaçlarımızın karşılanacağını, parası olmayanın hakir ve hor görülmeyeceğini, dışarıda nasıl bir aile yaşantınız var ise bunu da burada imkanlarımız kısıtlı da olsa uygulanacağını karşılıklı oturup konuştuk. Bir nev-i akit imzalamış oluyordum. Konuşması bittiğinde, beş milyon mutfak, erzak parasını takdim edip, sıkıntımın olduğunda yanınıza gelebileceğimi belirtip, iyi akşamlar diyerek yanından ayrılıp öbür odaya geçtim.
    Sohbet ettiğimizde bir taraftan da gözlerimle koğuşun içini süzüyordum. Yerler halıfleks kaplı, küçük buz dolabı üstünde kurulu televizyon, yerden elli - altmış santim yükseklikte yemek masası, çay bahçelerinde bulunan yuvarlak beyaz masa ve dört sandalyesi, altlı - üstlü ikişerli ranzalardan beş tane olup, bu ranzalarda da nevresim ve çarşafların tertemiz, rengarenk olması içeriyi çok temiz gösteriyordu. Genelde hepsinde alt - üst ranza arasındaki boşluklara perde yapılması, alt ranzaların da divan örtüsü biçiminde süslenmesi, her nevresimin üstünde süt beyaz gibi havluların bulunması, içeriye ayrı bir güzellik katıyordu.
    Gece saat on bir sıraları meyve ikram edildi. Diğer arkadaşlarla da sohbet edilerek gece on ikiyi yapmıştık. Koğuşta toplam on dört ranza bulunuyordu. Mevcudumuz on yedi kişi olduğundan üç kişi yer yatağında yatıyorduk. ilk gecemi derin bir uykuyla geçirdim. Zira altı gün tahtanın üstünde yatmak, yatakta yatmaya benzemiyordu.
    Sabah yedide kalktık. Sekizi on geçe sayım yapıldı. Kahvaltımız yapıldıktan sonra, herkes görev listesindeki görevini öğrenip, görevinin başına intikal etti. Koğuş içi görev; bulaşık, çay - kahve, su doldurma, su taşıma, küllükleri temizleme, yerleri süpürme, çöp taşıma, kantini takip ve ekmek taşıma ve gazete almadan ibaretti. Görevliler kesinlikle uyumuyordu. Koğuşun eski mahkûmları, yatıp kalkmakla, bahçeye belirli saatlerde çıkıp temiz hava almakla, gazete okumak ve bulmaca çözmekle meşguldü.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 43.
    0
    Ben de bu kuralı çiğneyemeyeceğime göre zorunlu olarak çıkmam gerekiyordu. O günün akşamı saat 18’de karantinada bulunan otuz altı kişiden kalanı, beş - altı kişi hariç, çoğumuzu liste üzerinde koğuşlara taksim etmişler. Sorumlu gardiyanların eşliğinde, üstlerimiz tekrar aranarak bulunacak olduğumuz blokların kapısına kadar geldik. Benim F Blok, Koğuş 6 idi. Şubeden de göz aşinalığı ile birbirimizi tanıdığımız ve karantinada tekrar karşılaştığım Dursun Yıldırım arkadaşımla karantinada da aynı koğuşa düşeriz temennisi ve duasıyla, karantinadan çıkan bütün arkadaşları A Blok kapısına topladıklarında ( karantinadayken fotoğraf çekiştirmiştik, altı yüz tl verdik ) ismi okunana verilen cezaevi için kimlik kartı dağıtılırken, bir de baktık ki, Dursun’la ikimizin duası kabul olmuştu. E blok’a gelene kadar bir sürü bölünmüş mazgalların arasından geçtik. inanın bu mazgallar ( demir parmaklıklar ) insana çok soğuk geliyor. E Blok gardiyanları tarafından tekrar didik didik arandık. Buraya gelene kadar zaten ayrı ayrı yerlerde ( nizamiyede askerler tarafından, karantinaya girerken, çıkarken, A Blok kapısında, E Blok kapısında ) aranmıştık.
    E Blok kapısında sekiz - on kişi bekliyoruz. Kimliklerimizi tekrar elimizden aldılar. Masada bir gardiyan oturuyor, yine yazıp çiziyor, diğeri ismen çağırıp üstümüzü boşaltıyor. Şu kadar para var diye öbürüne sesleniyor. O da at bakalım sakalımızı diyor. Sanki çok iş yapmışlar veya bizler onlara gebe kalmışız, işimizi görmüşler gibi cebren para istemeleri beni yine sinirlendirmişti. Yine beş yüz bin lira uzattığım halde yetmez demesi, beynimi iyice sulandırmıştı. Diretsen, sonucun kötü olabileceği aklıma geliyor, ya dayak yersin veya olmadık zıtlaşmayla tek kişilik hücreye gidebilirsin düşüncesi, kızgınlığımı frenlemeye yetiyordu. Neticesinde akşam saat 18:30 gibi koğuşa girmiş bulunduk.
    ···
  14. 42.
    0
    30.06.1998 saat 8:00

    Üç kişi ve bir sivil polis eşliğinde nizamiyeden içeri girdik. Askerler tarafından üstümüzde sadece külot kalıncaya kadar her tarafımız arandı. Kayıt işlemlerimiz yapıldı. Askerler tırnak makası, sabun, tarak, anahtar gibi şeylerimi aldı. Yüz - yüz elli metre yürüdükten sonra cezaevinin giriş kapısına geldik.
    Sağ ayağımı içeri atarak, besmele çekerek, Allahım seni beni buradan kurtar, sağ salim çocuklarıma, özgürlüğüme kavuşayım diyordum dua ederek içeri girdim. Gardiyanların nöbet değişim saati olduğundan, biraz bekledik. Yine tek tek her tarafımız aranarak, baş gardiyanlık odasına girdik. Ana baba adı, doğum yeri, evli bekar olduğu, adres, hastalık gibi sorular sorarak yine form dolduruldu. işlem bitince, merdivenlerden aşağı gardiyanın yanına uğra dediler. Merdivenin altına indim. Gardiyan efendi yine deftere giriş yapıp aynı soruları sorması, üstümü tekrar araması bana iyice sinir yapmıştı. Zaten iki genel aramadan geçtik. Ne aramaya çalışıyor diye mırıldanıyorum ki, cebini boşalt dedi. Paramı masasının üstüne koydum. Beraber saydık. Utanmadan sakalımızı görelim dedi. Beş yüz bin bıraktım. Yetmez demez mi? Biz iki kişiyiz diye yer vermiyorum desen olmaz. Neyin ne olacağını bilmiyorum. Masanın üstüne bıraktık bir milyonu. O da cebine indirdi ve karantina adı verilen koğuşa girdim.

    Selamın aleyküm. Hayırlı akşamlar. Hepinize geçmiş olsun deyip, üç - dört adım ilerlediğimde içeriden birkaç kişi selamımı alıp, sana da geçmiş olsun dediler. Ve ileriye doğru git, başkanımız orada dediler. Daha önceden de hapishanede yattığım için gözlerim koğuş ağasını veya mümessili aradı. iki ramazanın arasına sıkıştırılmış bir masasının etrafına toplanmış sekiz - on kişinin arasına doğru ilerledim. Aynı şekilde onlara da geçmiş olsun dedim. Üç - dört kişi ayağa kalkıp yer vermeye çalıştılar ve bir ranzanın kenarına sıkışıp oturduğumda beş - altı kişi gözüme yabancı gelmedi. Çünkü ikinci şubenin nezarethanesinde altı gün kaldığımdan orada tanışmış olduğum arkadaşlar benden önce gelenlerdi. Hoş beş sohbetten sonra, benim boylarda az kıvırcık saçlı, alt - üst eşofman giymiş bir arkadaş söze dalıp,
    - Kardeşim tekrar geçmiş olsun, nerelisin? dedi.
    - Sana da geçmiş olsun arkadaşım, Orduluyum. Dedim.
    - Ordulu musun?
    - Orduluyum.
    - Neresinden?
    - Perşembe.
    Neresinden deyince, dur bakalım, akraba çıkacağız dedim kendi kendime.
    - Şenyurt’tanım. dedim.
    - Ben de Neneli Köyündenim.
    - istanbul Sarıyer’de oturuyorum. Cezamı çekmek için burada bulunuyorum. Bu,suç ortağım Hüseyin. Ben de buradan sorumluyum. Adım Coşkun. Dedi.
    Hapishanede, bir koğuşta senden eski bir mahkum hemşerinin olması, insana güven verir. Böylece içim biraz rahatlamıştı. Üç kişi geldiğimizden hemen yemek ayarlandı. Tam doymasakta açlığımızı bastırmıştık. Çay söylendi. Yirmi dakika sonra çay geldi. Tam altı gündür çay içmiyordum. Bir - iki yudum çektiğimde bana ilaç gibi geldi. Peş peşe üç - dört bardak çay içince kendime geldim. O gece saat dörde kadar Coşkunla ve diğer arkadaşlarla sohbet ettik, bulmaca çözdük. Bana tek başıma yatabilecek olduğum bir de ranza ayarlandı. 04:15’te yattık, 7:30’da kalktık. Koğuşun içi süpürüldü, paspas çekildi. Sayım saatini bekledik. Sayımdan sonra kahvaltı yaptık. Tekrar sohbete daldık. Bu ara her saat başı nöbetçi gardiyan gelip, gönüllü sekiz - on kişi istiyorum. Gönüllüler, dizilenin yoksa kendim seçerim diyordu. Her seferinde üç - beş kişi çıkıp kalan kişileri kendisi seçiyordu. Bu ara gönülsüzler arasında piyango bana da vurmuştu. Dış kapıdan kantine gelen malları taşıdık. Öğlen saatinde gelen karavana, bulgur pilavı ve kuru fasulyeden açlığımı bastıracak kadar yedim. Karantinaya geldiğimde bir haftalık sakalım vardı. Saçlarım zaten uzundu. Geldiğim gece koğuş koğuş gezerek,
    karantinaya gelen mahkum berbere saç tıraşı oldum. iki yüz elli lira verdim. Senden önce gelen mahkumlar yaşça küçükte olsalar abi demekle onlara saygı göstermiş oluyorsun. Biz de Coşkun Ağabeye seslenerek bir permatik ve sabun alarak, saçımı yıkayıp, tırnaklarımı kesip, sakal tıraşımı olup, kendime çeki - düzen vermiştim. Akşam altı sıralarında koğuşa dağıtım yapılacağını duyduğumda, soğuk suyla banyo yapasım gelmemişti. Sonra vazgeçtim. Akşam üstü beş sıralarında Coşkun Abi beni bir kenara çekip, ziyaretçin gelene kadar bazı ihtiyaçların olacak. Al şu paketi yanında bulunsun deyip cebime de iki milyon para sıkıştırdı. Bu vefa örneği beni gerçekten çok duygulandırmıştı. Kendisine, boynuna sarılıp ağladım. O, teselli verdikçe ben daha çok hıçkırıklara boğuluyordum. Boğazlarım iyice düğümlemişti, yutkunamıyordum. Bağıra bağıra ağlayasım vardı ama içime sindiriyordum. Bir bardak bu ve bir sigara beni dindirmişti. Çünkü, karantinada 22 saatim de geçmişti. Hemencecik samimi bir ortam yaratılıp, ona alışmıştım. Koğuşa çıkarsan daha çok rahat edeceksin deseler de gidesim gelmiyordu. Fakat bir kural vardır. Karantinaya gelenlerin çoğu koğuşa çıkar. ( Bir - iki haftalığına gelenlerle hasmı olanları koğuşlara vermiyorlar.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 41.
    0
    30.06.1998 Salı

    Saat 14 sıraları Davut Abiyi çağırdılar. Üçümüzle vedalaştı ve gitti. Nereye gittiğini bilmiyoruz. G.T. olduğunu biliyoruz. Mahkemeye çıkacak ama tahliye mi olacak bilmiyoruz, cezaevine mi gidecek, ona hakim karar verecek. Ondan haber almamız için artık cezamızın bitmesini bekleyeceğiz.
    Bahattin de akşam saat beş sıraları çağırıldı. Bu arada yazı işlerine çıkıp yirmi bir gün yatar cezası olduğunu öğrenmişti. Ben ve Selahattin Abiyle vedalaşıp ayrıldı. Zannedersem Bayrampaşa Cezaevine gitti. Çünkü metrise geldiğimde karantinada yoktu.
    Artık Selahattin Abiyle ikimiz kalmıştık. Daha kaç gece burada kalırız diye düşünüyorduk. Arkadaşlarımızdan ayrılmanın üzüntüsü de vardı. Bu ara ikimizin de ismi okundu. Emanete bıraktığımız poşetlerimizi aldık. Altı kişiydik. Bayrampaşa’ya geldik. Minibüste kimse konuşmuyordu. Ve Selahattin ağabeyi de Bayrampaşa Cezaevine bırakıp, en son iki kişi ben dahil Metris Cezaevine saat 18:30’da gelmiş bulunduk. Dış kapıda iki saate yakın bekledik. Sonradan anladım ki, Gayrettepe’den ayrılırken altı kişiydik. Uzun boylu bir amca vardı. Bu şahıs müteahhitmiş. Torpilli olup, evine zütürdüler. Adamcağız evde banyo yapmış. Bir bavul dolusu eşya hazırlanmış. Oğlunun mersedesiyle, iki sivil polis eşliğinde bizim minibüse teslim edildi. Bu arada adamdan da elli milyon lira para aldılar. Ve beş kişi aralarında
    pay ettiler. Zenginliğin gözü kör olsun. Demek ki benim de param olsaydı, elbette ben de evime gidebilir, ailemle vedalaşabilirdim. Adalet, hak, hukuk bunun neresinde? Gariban her zaman gariban olup ezilmeye mahkum olduğunu gözlerimle bir kez daha gördüm.
    ···
  16. 40.
    0
    Birer gün arayla Bahattinin hanımı tarafından kızartılmış tavuk, börek ve gözleme gelmişti. Bu bizler için değişik bir menüydü. Zengin olmanın hali de bir başka oluyor. Bizimkiler ziyaretime geldiğinde akıl edipte bir şeyler getirmemişler.
    Bahattin’le bir ara oturup konuşurken bana iki buçuk milyon verdi. Çünkü başımdan geçen olayları, ailesel durumumu anlatmıştım. Dertleşiyorduk. Cebime parasını koymasını, beni daha çok etkilemişti ki ağladım. Kendimi hâr - hâkir gariban görmüştüm. O da bunu anlamıştı ki bana, boşver ağlama, bunların hepsi geçecek, bu parayı da sigara parası olarak veriyorum. Aklına bir şey gelmesin, yanlış anlama diye hitapta bulunmuştu. Ağlamaktan boğazımdaki düğümler çözüldükten sonra teşekkür edebildim.
    Birinci günümün akşamında akşam saat 8’de komşumuz Polis Metin ziyaretime gelmişti. Beş dakika ancak konuşabildik. Ziyaret yasaktı. Metinin de polis olmasından dolayı görüşebildik. ihtiyaçlarımı belirttim. Havlu, tişört, külot gibi. Ve cebinden beş milyon çıkarttı. ihtiyaçların olur, alırsın deyince, kendimi yine tutamadım. Ağladım. Sabah sekiz sıralarında tekrar gelip, ihtiyaçlarımı getirip, beş dakika kadar görüşüp, kahvaltılık poğaça ve süt getirmişti. Birer gün arayla beni ziyarete gelmesi, bana yarı memnunluk veriyordu. Her günümün akşamı saat 10-11’den sonra telefon kuyruğuna girip eşimi arıyordum. Her seferinde de ağlıyor, boğazlarım düğümleniyordu. Aileden ayrı kalmak, demir parmaklıklar ardında özgürlüğünün kısıtlı olması, elin - kolunun bağlı olması, bir şeyler yapamamanın acısını buralara düşen bilir.
    Nezarethanede bizden başka beş - altı kişi daha vardı. Artık bizler eski tutuklu oluyorduk. Yeni gelenlere buradaki ortamları anlatıp, şöyle yapmayın, böyle yapmayın, yerlere izmarit atmayın diye ricalarda bulunuyorduk. Ben de can sıkıntısından paspas yapıp yerlerdeki izmaritleri topluyordum. Bazen diğer nezarethanelerin kapıları açık olup, kalabalık olduğumuzda buradaki odalara dağılıyorduk. Odanın birisi de kadınlara aitti. Bir ara yedi kadın olmuşlardı. içlerinde güzelleri de vardı. Bunlar ya fuhuştan ya da hırsızlıktan gelmişlerdir diye düşünüyordum. Üç - dört gündür karı yüzü görmeyenler, kadınları kesmeye çalışıyorlardı. Polisler de farkına vardığında hepimizi odaya toplayıp üstümüze kapıyı kilitliyorlardı. Pazartesi sayımda yüz yirmi kişi olmuştuk. Polisler de maşallah iyi çalmışmışlar. Tuttuğunu getirmişler. içlerinde bazı arkadaşlarla konuştuğumuzda yüz ciksen bin - üç yüz altmış bin para cezası için bir -iki gün bile yatanlar vardı.
    Pazartesi sabahı saat 11 sularında kuzenim Nuran'la eşimin gelmesi beni çok mutlu etti. Onları gördüğümde dayanamadım, ağladım. Kucakladım, öptüm. Beş dakika zor görüşebildik. Birde ikide konuşmalarımızı kesip ziyareti bitirin diyorlardı. Eşim ve Nuran'la vedalaştıktan sonra, hemen peşinden kardeşim Nihat geldi. Onunla da beş dakika kadar görüşebildim. Nuran'ın çevresi geniş olduğundan istanbul Emniyet Müdürlüğü’nden ziyaret kartı almış. Ancak ziyareti bu şekilde gerçekleştirebilmiş. Halbuki bu aç köpeklerin önüne yem olarak beşer - onar milyon atsam belki de bir saat görüşebileceğim. Neden mi? Hu kaldığım süre içerisinde Trabzonlu Yavuz diye bir arkadaş geldi. Tekstilineymiş. iki saat sonra eşi geldi. Bir saate yakın görüştüler. Kadıncağız gelirken beş tane gömlek getirmiş. Bunlar da rüşvet diye alıyorlar. Bu polisler kendilerini niye bu kadar alçak düşürüyor bilmem. Halbuki insani olarak bir süre koyarsın, görüştürürsün.
    Tümünü Göster
    ···
  17. 39.
    0
    Dördüncü günün akşamı nezarethane 5'e geldiğimde çok sevinen Davut, burası tam cennetlik diyordu. tuvaletin suyu, kantinin telefonu var diyordu. Çünkü ihtiyaçlarımızı burada karşılayabiliyorduk.
    Sinoplu Selahattin Ağabey; T. K. Kooperatifi’nde müdürken zimmetine para geçirmiş. Tam üç yıl kaçak gezmiş. Üç yılın sonunda en yakın akrabası tarafından ihbar edilip yakalanmış. Tam bir fiil üç yıl yatmış. Cezasını çekmiş, GBT'den düşülmemiş. Cezalı pozisyona düşüp enselenmiş. Altı gün boyunca beraberdik. Sinop’tan faksını bekliyordu. Altı gün boyunca evine bir türlü telefonla ulaşmaktı. Evinin telefonu yokmuş. Komşusu da cevap vermiyordu. Adana’ya düğüne gideceklerdi diyor. Beşinci günün öğleni faksı geldi. Yatmış olduğu cezalı günlerin iade bedeli elli altı milyon lira para cezası gelmiş. Bu parayı ödese yol alıp gidecek. Tahliye olacak fakat adamcağız bir türlü evine haber gönderme imkanı bulamıyordu. Yanımızdaki Bahattin kardeş parayı ödemek istediyse de polisler kabul etmedi. Bu hakarete dördümüzün de kafası yatmadı. Polisler bu kadar gaddar olamazdı. Tek dururken halkımız bunlar için " aynasızlar " dememişler. Demek ki büyüklerimizin de bir bildikleri varmış.
    Bahattin ise içimizde genç olanıydı. Aslen Trabzonlu, Almanya’da işçiymiş. izine gelmiş. Dönüş yaparken havalimanı polisi tarafından GBT'ye sokulup 1992 yılında yatması gereken cezasıyla karşılaşıyordu. Üç aylık evliymiş. Hanımı Ordulu olup, Gebze’de oturuyormuş. On yedi - on sekiz gündür Almanya’da işimin başında olmam gerekirdi. Ben şimdi ne yaparım. Pasaporta da el koyalarsa işim tamamen ters gidecek diye kara kara düşünüyordu. Arada bir dördümüz volta atarken, üçümüz Bahattin’e teselli vermeye çalışıyorduk. Türkiyemizin bir cennet vatan olduğunu, burada da bir iş sahibi olabileceğini vurguluyorduk. Ama o kim bilir neler düşünüyordu bilemeyiz. ikinci günümün sabahı saat on sıraları gibi Bahattin kantin alışverişini yapmış, hepimize birer paket sigara almıştı. Hep beraber çaysız bir kahvaltı yaptık.

    Günler geçmek bilmiyordu. Yapılacak herhangi bir meşgale de olmadığından hepimiz patlıyorduk. Allahtan yanımızda Davut vardı. Bizlere Karadeniz fıkraları anlatarak eğlendiriyordu. Bahattinin maddi durumu iyiydi. Bu kardeşimiz bizler birbirimizden ayrılana kadar tüm öğün yemeklerimizi kantinden alıyordu. Bizlere beş kuruş harcatmazdı. En çok özlediğimiz de çaydı. Öğün yemeklerimiz su, Yedigün, beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin salamdı. Altı gün boyunca hep bunları yedik - içtik.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 38.
    0
    Kesilmiş cezam bulunuyor. Beş yıl, on ay ceza almışım. Dört ayını yatmışım, şartla olup dosyam yargıtayca tasdik olduğunda yirmi iki ay yatar cezam var ve kaçak durumundayım. Genel aramada GBT'ye yakalandık. ikinci şubeye veya herhangi bir polis karakolu nezaretine atıldım. Seni yakalayan birim suçu işlemiş olduğum merkez ( adliyeden ) faks çekerek dosyanı istiyor. Bu dosyanın yakalanmış olduğun yerin Cumhuriyet Savcılığına gelmesi en az iki gün, en çok on gün sürüyor. Ve benim dosya da altıncı gününde geldi. ikinci şubeye gelmiş bulundu. Halbuki faks çekilirken bu kişinin kesilmiş cezası var mı? Varsa şu hapishaneye gönderiyoruz. Dosyanın aşağıdaki adrese gönderilse denilse, nezarethaneler bu kadar tıklım tıklım olmaz ve bu kişi de cezaevine gidip ortdıbına, rahatına bakar.
    Nezarethanede ne yastık, ne yatak, ne de battaniye var. Hiçbirini bulamazsın. iki - üç günden fazla kalanlar için kirli bir ortam. Jilet vermezler, ayna yok ki suratını göresin. Tırnak makasını, tarağını, saatini alan bu kişilerden ne bekleyebilirsin? Sabun ve havlu zaten yok. Üstelik ziyaretçin gelmiyorsa üstün başın perişan hal alacaktır. Mevsim de yaz olduğundan kapalı yerde o kadar insan birbirlerinin ter kokusunu, sigara dumanını çekmesi hastalığa davetiye çıkarıyor demektir.
    .

    Buraya gelişimin ikinci günün sabahı. Sayımdan sonra, ismi çağırılanlar tek tek nezarethaneden çıkıp gittiklerinde yer döşemesine geçtim. En azından rahat oturup kalkarım. Yatar uyurum diye düşündüm. Banka oturup uyuklamaktansa rahatımı düşünmüştüm. Böylelikle yanıma üç arkadaş daha geldi. Bunlar Davut, Bahattin ve Selahattin’di. Hepsine sırasıyla kendimi tanıtıp, ne için burada olduğumu, dışarıda ne işle meşgul olduğumu ve aile yapımdan kesitler verdim. Kah şamata, kah ciddi konuşmalarla kısa sürede kaynaştık. Ordulu Davut anlattığına göre bir şirkette koruma görevlisiymiş. Beş yıl önce TV tamirciliği yaparken sonradan öğrenmiş olduğu çalıntı TV almış. Hırsız yakalanmış. Televizyonu Davut’a sattığını söylemiş. Böylece hırsızlık malı satın almaktan Davut hakkında G.T. çıkmış. Adresini beş yıl sonra bulup, Salı günü evinden polis alıp, ikinci kata hırsızlık nezarethanesine getirmişler. Burada dört gün kalmış. Geldiğinde yanında yetmiş milyon parası varmış. ikinci katta oturmaya yer yok. Tuvalet yok, su yok, kantin yok, sigara yokmuş. Bir dal Maltepe içebilmek için polise on beş milyon verdim diyen, hırsızlıktan gelen bütün insanların çoğu işkenceden geçiyor dedi. Parası olan polise verip, aman abi beni dövme diye yalvarıyormuş. işkence odasına gidip gelenleri gördüğümde altıma kaçıracak gibi oldum diyen, ağzı burnu yamulan, üstü başı kan revan içinde gördükçe korkum gittikçe arttı diyen, Filistin Askısı, hayalarından elektrik verme gibi copla dövmek, işkencelerin başında geliyormuş. Her nöbet değişiminde polisler dayak yemeyenleri çağırıp işkence yapıyorlarmış. Sıra buna geldiğinde, işkence odasına gidip, sayın abim, olan bütün param bu. Alın şu altmış milyonu aranızda paylaşın, beni rahat bırakın suçsuzum demiş. Ve dayak yemekten kurtuldum diye anlattı. Her nöbet değişiminde polisler birbirlerine şu adama, şuna, buna dokunmayın diye tembih ediyorlarmış. neden olacak, paralı adamlardan paralarını alıp, kendi aralarında pay edip, o kişiy hesapta koruyorlar oluyor. Gazetelerde okuyoruz. işkence yok, polislerimiz insanlarımıza insan gibi muamele yapacak diye. Bu mu muameleleri? bu mu insana sayı ve sevgileri? Nerede kaldı insan hakları derneği? işte bu gibi yerlere gidip görmeleri gerekiyor.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 37.
    0
    Tutukluluğumun ilk gecesinde saat 23 sıralarında komşumuzun evini arayıp eşimi istedim. Durumu anlatırken gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Ben kahveden ayrılırken patronuma komşumun telefonunu vermiştim. O da hemen evi aramış. Eşim hemen Zeynep ablayı yanına alıp, kahveye doğru yola koyulup, durumun nasıl patlak verdiğini öğrenmeye gitmiş. Annesini aramış ve durumları izah edip yanına çağırmış. Ertesi gün de kayın validem ve kayın pederim çocukların ve eşimin yanına gelmişler.
    Cuma sabahı, 8-8:30 arası sayım yapıldı. Onar kişilik sıralar halinde dizildik. Saat dokuzdan sonra isimleri okunan, nezarethaneden çıkıp gidiyor, gidenlerin nereye gittikleri hakkında çoğumuzun bilgisi olmuyordu. Daha sonra öğreniyoruz ki, ismi okunan hakkında G.T. varsa mahkemeye, kesilmiş cezası varsa cezaevine, para cezası alan varsa parasını ödeyip tahliye oluyor ve cezalarını yatıp veya para cezasını ödeyenlerin bilgisayardan düşümü yapılmayanların, tutukluluk hali devam edip, suçun işlenmiş olduğu il veya ilçeden ( savcılığın faksını bekleyip ) neticesine göre ya tahliyesine veya bir bombası patlayıp tutukluluğunun devdıbına karar veriliyordu. ( Buradaki bombanın tanımı ise şöyle: Kişi birkaç suç işlemiş olup, bir iki tanesinden tahliye olup, diğer işlemiş olduğu suçun cezasından haberi olmadığı gibi, hakkında kesilmiş ceza veya G.T. çıkmış oluyor.) . Nezarethanede bulunduğum süreler içerisinde çoğu insanlarımızın para cezası ( trafik, maliye vb. ) veya cezasını hapishanede geçirip, tahliye olup, düşümü yapılmayan kişilerden oluştuğunu gözledim. Bu insanların burada iki - üç gün, hatta daha fazla günler de kaldığı oluyordu. Bürokrasinin ne kadar yavaş işlediğini, ne kadar çok yanlış işlemlerin olduğunu görüyordum. Örneğin, kişinin suç işlemiş olduğu yer ispat olsun, orada cezaevinde yatmış, cezasını çekmiş, fakat bilgisayardan düşümü yapılmamış. Ve bu kişi polise yakalanıp, GBT'ye sokulduğunda aranıyor, sabıkalı, cezasını çekmesi gerekiyor diye göründüğünde apar topar ikinci şubeye getiriliyor. Bu kişinin eli kolu burada bağlı, ulaşmak istediği yere ulaşamadığını da düşündüğünüzde tek çaresi ikinci şubenin çekmiş olduğu faksın karşı taraftan gelecek olan cevaba bağlı kalıyor. Bu cevapta bir ila beş gün arası sürüyor. Şimdi bu kişinin burada boşa geçen günlerini, maddi ve manevi tazminatını kim ödeyecek? Halbuki bu durumdaki kişilerin durumunu hemen GBT'ye okumuş olsalar veya bu tip insanları uyarsalar, bağlı bulunduğum Cumhuriyet Savcılığına git düşümünü yap deseler nezarethaneler de bu kadar kalabalık olmaz. ikinci bir örnek, kişinin kesilmiş cezası var ve kişi de durumunu biliyor ve kaçacak durumda. Buna kendimi örnek vereyim.
    Tümünü Göster
    ···
  20. 36.
    0
    Kahvenin müşterilerinden Keltoş diye hitap ettiğimiz, aynı zamanda Bursalı Hüseyinin de arkadaşı olan Yavuz Ağabeyimiz arkadan bizi takip edip, iki ekmek, kaşar, helva alıp, nezarethanenin kapı nöbetçisi polise teslim edip elimize ulaştığında, yarı memnun olmuştuk.
    Akşam saat dokuza doğru içeriye girenler gittikçe artıyordu. O gün umumi uygulama varmış. GBT'ye takılanlar, soluğu Gayrettepe’de alıyordu. Yakalananlar suçlarına göre nezarethaneye atılıyormuş (hırsızlık, gasp, cinayet vs. ). Saat yirmi iki sıralarında kantin geldi denildi. ihtiyaç sahipleri sıraya girip, genç delikanlıya yiyecek, sigara, telekart vs. şeyler yazdırıp, bir - iki saat sonra isimlerimiz okunup poşetimizi elimize aldığımızda herkes şaşırıyordu. Çünkü fiyatlar aşırı derecede kazıktı. Otuzluk telekart iki yüz elli bin lira iken beş yüz bin liraya satılıyordu. Bakkal sahibi genç, bir turda sağlam kırk - elli milyon kaldırıyordu. Sabah, öğlen, akşam turlarını hesaplayın. Günlük kazancı biz tutuklulardan yüz - iki yüz milyon arası para kaldırıyordur. Bana göre buraya düşen yandı. Ziyaretçin gelir, görüştürmezler. ihtiyaçların olur, karşılayamazsın. Burada on gün de, yirmi gün de kalan oluyormuş. Benim de burada beş gecem geçti. Kolumuzdan saati aldılar. Ceplerimizden çakmak, tarak gibi şeyler de toplanmıştı. Saati anlayabilmek için içeriye yeni girenlere ya da bakkal genç delikanlıya soruyorduk. Tuvalet havalandırmasından günün karardığını, akşam olduğunu anlıyorduk. Otuz - kırk arası adımlarımla ölçtüğüm bu salonda sık sık volta atıyordum. Bir ara yoruldum. Oturmaya yer ararken genç bir delikanlı abi gel oturalım dedi. Onunla geceyi muhabbet yaparak geçirdik. Kendisi Ordu Aykastı’danmış. Hakkında genel takip varmış. Kahvede yakalanmış. inşaatta işçi olarak çalışıyormuş. Ailesi köydeymiş. Akşam üstü işi bitince kahveye gelip arkadaşlarından borç para toplayıp köye hasta olan çocuğunu ameliyat ettirmek için gidecekmiş. Çay kahve içerken polislerin ani baskını sonucu yakalanmış. Bunları anlatırken ağlıyordu. Ben kendi derdimi unutmuş, ona teselli vermeye çalışıyordum. Gecenin ilerleyen saatlerinde üç - dört metre uzunluğundaki banka , sağ ve sol kolunun üstüne yatarak yarı uykulu sabahı yaptık.
    ···