/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 51.
    0
    Koğuş içi temizliğe çok önem veriyorduk. Asalak böceklerin oluşmaması için her cumartesi sabahı beş - altı kişi bir olup, koğuşu yıkıyor, duvarların, ranzaların, mutfağın, tozları alınıyor, camlar siliniyor,her taraf tertemiz, pırıl pırıl yapılıyordu. Yemeklerden sonra muhakkak dişler fırçalanacak, her tuvalete girilip çıkıldığında eller sabunlanacak, tuvalet bol suyla sellenecek ve herkes yatarken el, ayak ve yüzler tekrar yıkanacaktı. Yapmayan, unutan olduğu zaman, herkes birbirini takip edip, hey arkadaşım, dişini fırçala, veya elini sabunla veya ayaklarını yıka diye uyarıyordu.
    Ben geceleri saat 23:00’den sonra yatağıma çekiliyor, sigaramı içerken, bazen hayallere dalıyor, bazen de kaldığım yerden bu hatıramı tamamlamaya çalışıyordum. Çoğunlukta geceleri saat 02:00-03:00 arası yatıp, uykuya dalıyordum. Gece 00:00’den sonra hapishanede bir sessizlik oluyor. Bu sessizlikte askerlerin gece çaldığı düdükler ve gece saat birde nöbet değişimindeki vukuatım yoktur komutanım sesi, silahları doldur boşalt emriyle silahın mekanizmasından gelen şakır şukur sesleri dikkatimi dağıtıyordu. Bazen çok uzaktan da olsa bir arabanın korna sesini duymak kulağına hoş geliyordu. Bizim koğuş en üst kattaydı. Yenilik olarak tek bir ağacın tepesini ve caminin ince uzun minaresinin otuz santimlik bir yüksekliğini görebiliyorduk. Aynı blok altında kader mahkûmlarının, havalandırmaya çıktığımızda, cezaevi gardiyanını, gökyüzündeki beyaz bulutları veya havalar yağmurlu ise karabulutlardan başka görebilecek olduğu herhangi bir şey yoktu.
    Haberleşme aracımız ise haftalık ziyaretçilerimiz veya mektuplarımızdı. Ziyaretçisini bu hafta bekleyipte o kişi gelmediğinde, ben dahil ziyaretçisini bekleyen arkadaşlarımızın suratı hemen değişiyordu. insani bir üzüntü kaplayıp gidiyor. Acaba kotu bir şey mi oldu varsayımlarını üzerinde duruyor, bir sebep, bir vesile arıyorduk. Burada bulunduğum süreler içerisinde şu ana kadar ziyaretçim aksamadı. Dokuz temmuzda ikinci ziyaretime gelenler eşim, oğullarım Mehmet ve Mert, Nuran, Şevket ve Emrah’tı. Yedi kişiyi bir arada görünce şaşırdım. Demek ki arayanım - soranım varmış diyordum. Nuran ve Şevket'in konuşmaları beni çok duygulandırdı. Göz yaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. ikisinin telkinleri beni biraz rahatlatmıştı. Bu arada çocuklarımla, eşimle konuşup sakinleşmeye çalıştım. Yine gardiyanın acı düdüğü, ışıkların yanıp sönmesi ziyaret saatinin bittiğini belirtiyordu. Yine ağlamaklı şekilde onlardan ayrıldım. Öğleden sonra büyük kuzenimin oğlu Emrah, evde unutulan ihtiyaçlarımı getirmişti. Bir yirmi dakika daha görüşmek bana mutluluk vermişti. 16 Temmuz sabah saat 09:300 sıraları ziyaretçisi gelenlerin ismi okunuyordu. Adım okunduğunda eşim gelmiştir düşüncesiyle ziyaret mahalline gittiğimde, bölümler arasında ziyaretçimi ararken ne göreyim kardeşim isa, hanımı Sibel ile gelmiş. Onları görünce bir tuhaf oldum. Kardeşime hoş geldin dememle ağlamam bir oldu. Kendimi toparladıktan sonra sohbete başladık.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 52.
    0
    Kardeşim,
    Abi sen rahatına bak. Yengemi ve yeğenlerimi düşünme. Maddi ve manevi her zaman yanlarındayız, hiç üzülme demesi beni daha çok duygulanırmıştı. Ağlamamak elimde değildi. Bir kez daha gözlerimden yaşlar süzüldü. Ağlamaklı geçen bu ziyaretimin süresi hemen dolmuştu. Bana getirdiği on paket kısa samsun ve pizza vardı. Sigarayı aldım. Pizzayı pişmiş yemek diye vermediler. Askerlerin veya gardiyanların ne kadar mantıksız hareket ettiklerine bir türlü anlam veremiyorum. Evde yapılmış kurabiye, pasta, kek türlerini alıp mahkûma veriyorsun da pizzayı neden esirgiyorsun. Ziyaretçim tarafından getirilen tırnak makası, tarak, şampuan, kot pantolon gibi şeyleri almıyorlar, kantinden almaya mecbur ettiriyorlar.
    Cezaevine geldiğimde üstümde kot pantolon vardı. Kirli çamaşırlarımı biriktirip, ilk ziyaretime geldiğinde eşime verilmesini istemiştim. Haftaya ziyaretime gelirken getirirsin diye de eşime belirtmiştim. Haftaya geldiğinde kot pantolon yasak diye almamışlar. içeride yatan çoğu mahkûmlarda kot pantolon bulunmakta. On beş - yirmi günlük olan mahkûmlardan neden toplanmıyor? Toplanmadığı halde bunun yasakla ne ilgisi var anlayamadım.
    Kardeşim isa ile görüşmemiz tamamlandıktan on beş dakika sonra koğuşa geldiğimde tekrar ziyaretçiler arasında ismim okundu. Bu sefer, eşim, oğlum Mert, teyzemin kızı Zeynep ablam, kızı Arzu ve oğlu Emrah gelmişti. Büyük oğlum Mehmet'i görememiştim. Eşime sordum Mehmet nerede diye.
    Anneannesi ve dedesiyle Çanakkale’ye, tatile gitti dedi. Kızmama hiç gerek yoktu. Oğlum sınıfını geçmiş, iki tane takdir getirmişti. Üstelik benim hapishanede oluşum, onu da etkilemiştir, gezip dolaşması, birazcık olsun üzüntüsünü unutturur diye düşünüyordum. Aynı şekilde eşim de bunun açıklamasını yapmış bulundu. Bu sefer ağlamamıştım. Artık hapishanenin çileli hayatına kendimi adapte ettirebiliyordum. Ağlamakla sızlamakta elime bir şey geçmeyeceğini, daha çok içten içe eriyeceğimin farkına varıyordum. Kendimi avutabilmem için de, özellikle bu notlarımı yazmaya karar vermiştim.
    Koğuşa ilk geldiğimde bir hafta boyunca yer yatağında yattım. Eski mahkûm arkadaşlardan tahliye olundukça veya sevke gidildikçe, iç koğuşta ranza boşaldığında, buraya transfer olmuştum. Asker deyimiyle bize de kıdem basmıştı. Bir ranzam olmuştu. Ranzanın üst katında yatıyordum. Koğuş içinde ilk görevim çaycılıktı.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 53.
    0
    Sabah 07:30’da kalkıp saat 08:15’e kadar kahvaltılık çayı hazırlıyordum. Sabah 10:00-11:00 arası keyif çayını, öğlen yemekten sonra 13:00-13:30 arası, ikindi 17:00-18:00 arası, akşam 21:00-22:00 arası çay servisim vardı. Diğer ara saatlerde de kahve istenildiğinde hazırlıyordum. Diğer işim, su taşıma görevlisiydim. Sularımız akmadığında birinci kattan bidonlar su taşıyorduk. Koğuşa yeni arkadaşlar geldikçe görev değişikliği yapıyorduk. ilk haftam çaycılık ve su taşıma, ikinci haftam yemeklerden sonra yerleri süpürme ve kül tablalarını temizleme, üçüncü haftamda da yemek servisi açma ve sofrayı kaldırma görevi verilmişti. Görevlerini aksatmadan, kendime laf söylettirmeden yapmaya çalıştım. Kimse de şikayetçi olmadı. Yemek saatlerimiz haricinde boş zamanım çoktu. istediğim gibi yatıp kalkabiliyor, bahçede volta atabiliyordum. Gündüzleri uyuduğumdan, geceleri saat iki - üçten önce uyuyamıyordum.
    Ben, koğuş içerisinde ve dışında kendi halimde bir insandım. Arkadaşlarla fazla muhabbete girmez, sadece onları dinlemekle yetinirdim. Günlük gazeteleri okur, bulmaca çözmeye ve bu notlarımı kaldığım yerden yazmaya çalışırdım. Arkadaşlar arasında yüzük oyunu oynarken, çok masum oluşumla yüzüğün bende olmadığını belli etmediğimden, fazla konuşmadığımdan lâkabımı Mazlum takmışlardı. Bu lâkabı da Erzurumlu Zeki Kanar takmıştı.
    Artık bana koğuş içinde, benden büyükler, ne haber Mazlum, iyi misin demesi hoşuma gidiyordu. Hapishanede ağır başlı olman, verilen görevi yerine getirmen, duymadım, görmedim, bilmiyorum kelimeleriyle kendini savunman ve başkalarının işine, lafına karışmadığın müddetçe senden iyisi yoktur. Kaldığım koğuşta en çok kızdığım nokta ise, bazı arkadaşlar tarafından televizyon kanalları arasında zapping yapılmasıydı. Televizyonun çok kanallı olması arkadaşlar arasında hangi kanalı seyretmemize engel ve sürtüşmelere neden oluyordu. Kimimiz maç, kimimiz film istiyordu. Salt çoğunlukta kazanılamadığından, bir kişinin isteği üzerine esir oluyorduk. En çokta zapping yapan Tezcan ve Dursun’du.
    Koğuşta bulunan bazı eski mahkûmlar yeni gelenlere emr-i vaki yaptırmayı seviyorlardı. Ağır başlı, kendin bilen ağabeyler hürmet ederken, yaşça emsallerimiz getirsene, zütürsene, şöyle yap, böyle yap demekle, o kişinin moralinin bozulduğunun farkına bile varmıyorlardı.
    Koğuşa geldiğimde dört - beş günlüktüm. Bir ara kahve istendi. Beş fincan kahve yapıp hazırladım. iç bölmeye gidip mümessile ve diğer ağabeylere ikram ettikten sonra, kalan iki fincan kahveyi de, bizim bölmede oturan, bizlerden büyük ama benden sonra gelmiş Hüseyin Ağabeye ve eski mahkûm Şeref Dayıya ikram ettiğimde, tantananın çıkacağını nereden bilebilirdim.
    Yatağında oturan asker cezalısı Tokatlı Duranın, hani benim kahvem, ben eskiyim, kahveyi önce bana verecektin demesi beni çileden çıkartmıştı.
    Şu an fincanım yok. Fincanlar boşalsın, beş - on dakika sonra içsen ne olur dediysem de, hararetli konuşmalar tansiyonlarımızı çıkartmıştı. Benden küçük birisi tarafından emir almak, o kişinin de diğer büyüğüne saygısızlık yapması çok zoruma gitmişti. Hararetle konuşması sırasında kendimi tutamayıp ağlıyordum. Koğuş mümessili geldi. Olayı öğrenmek istedi. ikimizin de ayrı ayrı ifadesini alıp dinledikten sonra, Duranın sonradan gelip benden özür dilemesi, olayın kapanmasına vesile oldu.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 54.
    0
    Koğuş içerisinde konuşurken kelimeleri çok iyi seçip konuşman gerekiyor. Dilimizin kemiğinin olmaması, yanlış yorumlara neden olabildiğinden, karşımızdaki kişinin o anki tansiyonunu yükseltiyordu. Sohbetler arasında en çok sinirlenen Şeref Dayı, Zeki Kanar, Tuncer ve Dursun’du. Bu kişilerle pek sohbet edilmediğinden ben de uzak duruyordum.
    Her cezaevinin kendi bünyesine göre yönetmelikleri olduğu ve kafalarına göre iş yaptıkları kanısındayım. Çünkü burada bulunduğum süreler içerisinde iki revir doktoruna çıkmam konusunda ve dosyam hakkında yazmış olduğum dilekçelerime geçerli veya geçersiz bir cevap vermediler. Bir hafta boyunca griptim. Bünyemi bildiğimden doktora çıkıp ilaç kullanmam gerekiyordu. Maalesef doktora çıkamadım. Aşçımız Yılmaz nane limon suyu kaynatıp, üç gün boyunca içerek kendime gelebildim. Burada da insan sağlığına ve suç işleyip adınız mahkûma çıkmışsa, tarafımıza da değer ve önem verilmeyeceğine bir kez daha tanık oldum.
    Koğuş içerisindeki arkadaşlarımız arasında çoğumuzun bir lâkabı vardı. Bu lâkap kişinin yapmış olduğu cezasına veya kişisel yapısına göre takılmıştı. işte bazı örnekler. Benim uysal, ağır başlı olduğumdan Mazlum, Tuncer hapishaneye defalarca girip çıktığından Çakal, Şeref çok kısa ve şişman olduğundan Dayı, Zeki piyasada pek çok kesimi tokatladığından Tokatçı, Sabri Gaziantep’te oto hırsızlık çetesi kurduğundan Reyiz, Kenan tek çalıştığından Tekçi, Murat pasaport ve evrak işlerine baktığından Evrakçı, Selman, SSK' ya bağlı kendini müfettiş gösterip diğerlerini dolandırdığından Sahte Müfettiş, Kenan sahte kimlik düzenlediğinden Kimlikçi diyorduk.
    Sohbetlerimizin çoğunluğu, yapılan suçların espiri mahiyetinde anlatmasaydı. Bazı kişiler de ballandıra ballandıra anlatıp, yaptığıyla övünmesiydi. Cezamı bitirip tahliye olduğumda, kaldığım yerden devam edeceğim diyenler de çoktu. Çoğu kişiler yaptıkları işi meslek edindiğinden, bu kişilerin ıslah olacağına inanmıyorum. Buraya düşmek bana ders oldu. Tahliye olunca hayırlısıyla bir iş bulup alın teriyle, emek gücümle çalışıp, para kazanırım diyen pek enderdi. Bu ender kişilerden birisi de ben ve birkaç arkadaşımdı.
    Ben ve benim gibi düşünenler ise, şeytana uyduk, yanıldık, arkadaş kurbanı olduk, çevremizin etkisi altında kaldık, irademize hakim olamayıp, bir hata işledik, aile yapım, itibarım, mevkiim sarsıldı. Cezam neyse çekerim, tahliye olunca da, hayata yeniden dört elle sarılacağım düşüncelerinden ibaretti.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 55.
    0
    Topluma sürekli zarar veren kişilerin, defalarca hapishaneye girip çıkmasıyla, ıslah olmayan bu kişilere uygulanacak en büyük ceza, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının yeniden düzenlenerek cezalarının yükseltilmesi ve kısmi veya genel af da olsa yararlandırılmamasıdır. Bu kişiler hapishaneye gire çıka, mahkemelere gide gele, hangi suçun ne kadar cezası olduğunu bir avukat kadar iyi biliyorlar. Bu kişileri topluma kazandırmak bir hayli güç olacağından, cinsiyet ve yaş grubuna göre ıslah evi kurularak, uzun süreli cezalarını çekmeleri gerekir.

    Bugün buraya gelişimin ( 23.07.1998 perşembe ) 23. günü. Çarşamba akşamından herkes banyosunu yapıp sakal tıraşını oldu. Sabah sayımla birlikte kalktık. Tüpümüz bittiğinden çayımızı komşu koğuştan ( E / 5 ) demleyerek kahvaltımızı yaptık. Sabah saat dokuzdan itibaren kulaklarımız gardiyanın sesindeydi. Umut ve heyecanla ziyaretçilerimizi bekliyorduk. ikinci turda ilk gelen ziyaretçilerimizin ismi okuduğunda benim adım da geçti. Ziyaret mahalline gittiğimde, patronumu görünce şaşırdım. Çünkü onu beklemiyordum. Cezaevinin kuralı, sayısını tutmayanları ziyarete almıyorlardı. Hasan Amcaya, seni içeriye nasıl aldılar diye şaşırarak sormuştum.
    O da, uzaktan geliyorum, eniştesiyim. Burada kimsesi yok diye yalvardım, yakardım, içeri girdim dedi. Ziyaretime gelmen beni memnun etti, Allah senden razı olsun dedim. Belki görüşemeyiz, içeri almazlar diye düşündüğümden bir şeyler almadım ama şu beş milyon benden, şu bir buçuk milyon da Ünal’dan. Bu parayı sana nasıl iletebilirim deyince, dayanamadım. Ağladım. Çünkü bir buçuk milyonu gönderen Ordulu hemşerim Ünaldı. Ünal’la uygun müddet Hasan Amcanın kahvesinde çalışmıştım. Kendisi garsonluktan sıyrılıp çalışmış olduğu kahvenin sokağında el arabasıyla köfte ekmek satıyordu. Kazandığı rızkından para ayırıp bana göndermesi, beni çok duygulandırmıştı. Hasan Amca ağlamana gerek yok, sen müsterih ol, bak gündemde af yasası var. inşallah yakında af çıkar, seni aramızda görürüz diyordu.
    ···
  6. 56.
    0
    Ziyaret dediğin ne ki? Yirmi dakika, göz açıp kapayıncaya kadar süre dolmuştu. Vedalaşıp ayrıldık.
    Koğuşa geldiğimde üçüncü tur ziyaretçisi gelenlerin isimleri okunuyordu. Tekrar ismim okunduğunda eşim gelmiştir diye düşündüm. Eşim, oğlum Mert, akrabam Birol, eşi Ayşe ve küçük kızı gelmişti. Eşim ve oğlumun her hafta farklı kişilerle ziyaretime gelmesi beni oldukça memnun ediyordu. Hepsinin dileği, canını sıkma, rahat olmaya çalış, bizleri, çocukları düşünme. Bak yakında afta çıkacak, özgürlüğüne kavuşur, tekrar hep beraber bir arada oluruz temennisi ve dilekleri beni biraz olsun rahatlatıyordu.
    Büyük oğlum Mehmet henüz tatilden dönmemiş. Oğlum Mert'in benimle konuşmaması içimi kemiriyordu. Ne de ola evden ayrılalı yirmi dokuz gün olmuştu. Bu bir aylık sürede çocuklarıma nasıl bir sevgi gösterebilirdim ki? Elini uzatsan uzatamıyorsun. Öpüp koklayamıyorsun. Bir atasözümüz vardır. " Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."

    18 veya 19 Temmuz akşamı televizyon kanallarında DSP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit tarafından, af önerisi teklifini getirmesi, bu camiada yaşayan tüm mahkûmlar tarafından ortalığı bir anda alkış tufanına zütürdü. Artık, hepimizin kulağı televizyon kanallarında, ve gözümüz gazetelerdeki afla ilgili en ufak yazıyı ve manşetleri okumayı beklemekteydi. Her birimiz bir değerlendirme yapıyorduk. Bir haftada çıkar, iki - üç haftaya çıkar veya 29 Ekim’e kadar çıkması gerekir yorumlarıyla neşelenmeye çalışıyorduk. Yirmi dört seneden bu yana çıkmayan bir affın Cumhuriyetimizin 75. yıl dönümüyle çıkması gerektiğini savunuyorduk. Bazı gazetelerdeki köşe yazarlarının da affa karşı çıkması bizleri isyan ettiriyordu. Bu affa karşı çıkanların, en azından iki - üç aylığına hapishanede yaşamasını isterim. Çünkü bu ortamda her şeye hasretsin. Özlemle yanıp tutuşuyorsun. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş. Veya kafesteki bir kuşu düşünün. işte bizim yaşantımız da bu kafesteki kuşa benzemekte. Kısmi veya genel affın çıkmasıyla insanların özgürlüğe kavuşması aileleri sevince boğacaktır. Bizler de, büyük seçimle bu affın çıkmasını dört gözle beklemekteyiz.
    ···
  7. 57.
    0
    Cezaevinde bloklar suç unsurlarına göre ayrılmıştı. Kaldığım blokta, çek - senet dolandırma, zimmet, sahtekârlıktan suç ve ceza almış mahkûmlardan oluşuyordu. Karşımızdaki C Blokta cinayet, gasp ve yaralamadan ceza almış mahkûmlar bulunmaktaydı. Bloklar arası iletişim kurulamıyordu. Ancak bahçe saatinde, bahçeye çıktığımızda, karşı bloktaki arkadaşlarla pencerelerden konuşabiliyorduk. Konuşanlar da, dışarıdan birbirlerini tanıyorlarsa sohbet ediyorlardı.
    Saat gecenin sekizini gösteriyordu. Televizyonda ana haberleri takip ediyorduk. Affın yirmi beş temmuzda masaya yatırılacağını söylüyordu Ecevit. Koğuş içi alkış ve naralar bizleri şenlendirmişti. Zeki Kanar Ağabey çaycıya patlat bakalım çayları dedi. Çaycı da, abim çayımız kalmadı deyince, ben şimdi bulurum dedi. Bizim koğuş üçüncü kattaydı. Koğuş camları ile üst ranzalar bölümü paraleldi. Ranzaya çıktı. Bana asansörü verin dedi. Asansör kelimesi bana burada yabancı gelmişti. Bakalım, bu asansör neyin nesi diye merakla olanları izledim. Bir poşet, poşetin ucunda sekiz - on metre uzunluğunda çarşaftan yapılmış ip ve poşetin içinde ağırlık olsun diye üç - dört tane limon vardı. Camdan, bir alttaki koğuşa sesleniyor. E / 4, E / 4 diye bağırıyor. Sesi duyan birisi cama çıkıyor. Evet burası E / 4, sen kimsin diye soruyor. Burası E / 6, bizde çay bityi, sizde var mı? diye soruyor. E / 4 de var abi, gönder asansörü verelim diyor. Poşet, ip ve limondan asansör, limonun ağırlığı ile aşağıya doğru pl sallandırılmakta. Poşet hazır olduğunda tamam çek diye bağırıyor. Çay elimize ulaştığında, tamam sağol, teşekkür ederim, hayırlı geceler deyip işlem tamamlanmış oluyordu. Koğuşumuza yeni gelen ve cezaevine ilk defa düşen Karslı Kenanın da hoşuna gitmişti ki, ikimiz bu olaya biraz gülüştük.
    ···
  8. 58.
    0
    Burada hükümlü bulunan mahkûmların yirmi ila otuz gün arasında sevki çıkıyormuş. Adalet Bakanlığınca ayarlanan bu sevkte, nereye gideceğimi merakla beklemekteyim. Buradaki ortama ve arkadaşlara da alışmıştım. Ayrılmak zor da olsa, sevki çıkanın gitmesi gerekiyordu. istanbul’dan uzak bir yere sevkimin çıkması, beni endişelendiriyordu. Çünkü burada her hafta ziyaretime gelen vardı. Mutlu oluyordum. uzak bir yere gitmek, ziyaretçinin olmaması demekti. Af gündeme geldiğinden. üç akşamdan bu yana yatarken sevkim çıkmasın diye Allaha dua ediyordum.

    Gariban, arayanı sarayını olmayan mahkûm arkadaşlar için, blok içerisinde hâli vakti iyi olanlardan para toplanıp o kişiye veya kişilere pay ediliyordu. Yardımlaşma ve dayanışmanın bir örneğini de görmüş olup, mutlu oluyordum. Bu gece de hiç uyuyamadım. Gece defalarca kalkıp sigara içtim. Saat dört onbeşte kalkıp tekrar bir sigara daha içip yatağıma uzandım.

    24.07.1998

    Sabah sayımına zar-zor kalkabildim. Kahvaltımı yaptım. Bahçeye çıkıp biraz volta attım. Saat 22:00 sıraları Tuncer iç koğuşa gelip bugün sevk varmış. Kırk kişi gidecekmiş. ( Bana ) devre sen de hazırlan, gidebilirsin diye takılmıştı. Hakikatten yarım saat sonra, blok gardiyanı gelip sevk edilenlerin isimlerini ve gideceği yeri okurken, inşallah benim ismim okunmaz diye dua ediyordum. ismim ve gidecek olduğum yer, Kastamonu - Araç okunduğunda bir tuhaf olmuş, beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

    25.07.1998 cumartesi günü açık ziyaretim vardı. Eşim ve çocuklarım gelecekti. Bir aydır çocuklarımı koklayıp sevememiştim. Doyasıya onlarla sohbet edip, kucaklaşıp, hasret giderecektim. Açık ziyarete bir gün kala sevkimin çıkması ve sevk yerimin istanbul’a uzak oluşu beni çok üzmüş, kendimi tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Koğuş arkadaşlarımdan birkaçı yanıma gelip, teselli vermeye çalışıyorlardı. Onlar teselli verdikçe ben daha çok hüzünleniyor, doyasıya bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Koğuş arkadaşlarıma da alışmıştım. Onlardan ayrılmakta zoruma gidiyordu. Behçet, Nedim ve Şeref Ağabey, uzun müddet teselli vermeye çalıştılar. Yeterli miktarda paramın olup olmadığını sordular. Gidecek olduğum yerin, Metris Cezaevinden daha iyi olduğunu, her zaman ziyaretçin gelse açık ziyaret yaparsın. Çocuklarını, eşini yanına alıp sohbet edersin. Telefon açman kolay olur. Bahçen akşama kadar açık olur gibi laflarla beni avutmaya çalışıyorlardı. Ben, sevkimi Tekirdağ - Çanakkale arasında olan cezaevlerinde çıkmasını bekliyordum. Gidecek olduğum cezaevinin istanbul’a yakın olması ziyaretimi kolaylaştırır, aile özlemi çekmezdim. Şimdi uzak yere gidiyordum. Ailemin yanıma gidip gelmesi çok zor olur. Maddi durumum iyi olsa, kendimi bu kadar üzmem diyordum. Arkadaşlarımla bir müddet konuşmadan rahatlamaya çalışmıştım.
    Dayı diye hitap ettiğim Şeref Ağabey, koğuş içerisinde para toplamış. Tekrar yanıma gelip al şu parayı, yanında bulunsun. ihtiyacın olur dediyse de zorla kabullenerek aldım. Allah sizden razı olsun, sağ olun, varolun dedim. Artık yolculuk hazırlığına başlamalıydım. Valiz yasak olduğundan, iki tane büyük çöp torbasını iç - içe geçirip, eşyalarımı toplamaya başladım. Tuncer de yardım ediyordu. Diğer taraftan Zeki Ağabey, koçum, gidecek olduğun yerde battaniye bulunmaz. Bu battaniyeyi yanına al, torbaya yerleştir dedi. Ve artık çağırılmayı bekliyordum.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 59.
    0
    Saat 00:30 Blok gardiyanı gelip, sevkçiler hazırsa kapıda toplansın diye bağırıyordu. Koğuş arkadaşlarımla tek tek vedalaşıp, öpüşüp, helalleştim. Bizim bloktan üç kişi daha kapı önüne sevk için gelmişti. Merdiven başına toplanan diğer mahkum arkadaşlar bizleri yol etmek için toplanmıştı. Onların tempolu alkışları içerisinde kapıdan çıkarken, bizler de Allah sizleri de kurtarsın diye yüksek sesle bağırıp, alkışlar arasında bloktan ayrıldık. Bu tempolu alkış her sevk ve tahliye olana yapılıyordu. Bütün sevkçiler açık ziyaret bahçesinde toplanmıştı. Baş gardiyan elinde listeyle gelip, ismen ve gidecek olduğum yerleri tekrar yeniden okuyup, gelip gelmeyenleri de kontrol ediyordu. Kırk iki kişi olduğumuz söylendi. Sevk yerleri Karabük - Ovacık, Sinop merkez ve Ordu - Ünye’ydi.
    Saat 16:00 olmuştu be herhangi bir hareket yoktu. Kimimiz öfkeli ve sinirliydik. Karnı acıkanlar, koğuştan temin ettikleri ekmek, zeytin, peynir, domatesle açlığını yatıştırıyordu. Ben de çok acıkmıştım. Yanımda da nevalem yoktu.
    Cuma günleri avukat günü olduğundan E - 2 Blok mümessili Yılmaz Ağabey avukatının yanından çıkmış, koğuşa giderken camdan bizlere bakıyordu. Kendisini bizim koğuşa gidip gelirken tanımıştım. Yılmaz Ağabey E - 6'danım. Bizim mümessile söyleyiver, karnım çok acıktı, bana bir şeyler gönderirse çok memnun olurum dedim. Yarım saat sonra gardiyan ismimi okuduğunda, elindeki çantayı bana verip, bunu Ömer Bey gönderdi deyip, kendisine teşekkür ettim. Çantaya iki tane süt, iki paket bisküvi, bir ekmek arası zeytin, peynir, domates ve unutmuş olduğum hamam havlusu konulmuş. Ekmeğin yarısını yiyerek açlığımı yatıştırdım. Gardiyanların eşliğinde beşer kişilik gruplar halinde tuvalet ihtiyacımızı da gideriyorduk. Saat beşe doğru jandarmalar gelip, başlarındaki astsubay, Eflani’ye gidecekler buraya, Ünye’ye gidecekler bu tarafa toplansınlar diye komut vermişti. Askerler, çantaları tek - tek, kişileri de tepeden aşağı arayıp, ikişer gruplar halinde mahkumların ellerini ( birini sağ elinden, diğerini sol elinden ) kelepçeliyorlardı. Tek kalan olursa o da çift elleri önden kelepçeleniyordu. Hazırlanan grup, sıra başına gidiyordu. Başka bir astsubay gelip, Kastamonu - Araca gidecekler yanıma gelsin dediğinde etrafına altı kişi toplanmıştık. Karabük - Ovacık mahkumları da sol tarafıma dizilsin dediğinde onlar da altı kişiydi.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 60.
    0
    Arkadaşlar, on iki kişisiniz. Altı kişiyi Ovacığa, altı kişiyi de Araç’a teslim edeceğiz. Araç komutanı olarak başınızda ben bulunuyorum. Yolculuk esnasında şikayetiniz olursa iletin. Şimdiden bir sorununuz varsa söyleyin diye konuşma yaptı. Kimsenin bir sorunu çıkmadığından, bahçedeki askerler tarafından eşyalarımız ve üstümüz didik didik arandı. Çantalarda bulunan çamaşır deterjanı, şampuan, jilet, ayna ve hapların hepsini toplayıp, bunların arabada, yanınızda bulunması yasak, indiğiniz yerde sizlere iade edeceğiz dediklerinde sebebini öğrenmek istedim. Komutan, bunlar yasak çünkü, bazı mahkumlar yolculuk esnasında kendini jiletliyor, deterjanı suyla karıştırıp içiyor, problem yaratıyorlar. Biz sizleri buradan nasıl sağ - salim aldıysak, gidecek olduğunuz yere de sizleri sağ - salim zütürmek zorundayız diye açıkladı. Bizler de ikişer kişilik gruplar halinde, birimiz sağ elinden, birimiz de sol elinden kelepçelendik. Dosyalarımızın üstüne de boyumuz, kilomuz, vücudumuzdaki yara, iz ve dövme olup olmadığı sorularının cevapları yazıyordu. Herhangi bir firari olayda başına polise ve jandarmaya kolaylık olsun diye eşkallerimiz de belirtilmişti. Grubumuzun üst ve çanta aramaları tamamlanıp, geride kalan diğer grup arkadaşlara Allah kurtarsın diye Metris Cezaevi’nden ayrılmak üzere, ceza ve tutuk evi ring aracına bindirildik. ( Ring mahkumların, aynı güzergah üzerinde, çeşitli il ve ilçelerdeki cezaevi nakli sırasında, üç-dört aracın birlikte hareket etmesine deniliyordu. ) Arabanın sağına altı, soluna da altı kişi oturarak, çöp poşetinden oluşan çantalarımızı, diğer deyimle torbalarımızı da yanımıza alarak orta yerde dizlerimizin arasında topladık. iyice sıkışmıştık. Bu uzun yol nasıl bitecek diye hepimiz mırıldanıyorduk. Komutan, tekrar yanımıza gelip, bir isteğimizin olup olmadığını sorduğunda ben, parmak kaldırıp söz aldım. Komutanım, yolumuz kaç kilometre? Saat kaç gibi orada oluruz? Su, yemek ve tuvalet ihtiyaçlarımızı nasıl gidereceğiz? dedim. Bolu - Düzce, Kaynaşlı’da mola vereceğiz. Tüm ihtiyaçlarınızı orada karşılayacağız diye cevapladı. Arabanın ilk bölmesinde şoför ile komutan, orta bölmesinde bizler, son bölmesinde de tam teçhizatlı beş asker vardı. Askerlerden birisi, bölmeli kapıyı üstümüze kilitledi. Hareket ettiğimizde akşam saat 17:30’u gösteriyordu ve böylece sevk yolculuğumuz başlamış oluyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 61.
    0
    http://www.youtube.com/watch?v=ADOQQiwgU0Y

    SEVK YOLCULUĞU 24.07.1998 17:30

    Yukarıdaki tarih ve saat itibariyle Metris Cezaevi’nden ayrıldık. Arabanın içi çok sıcaktı. Hepimiz ter döküyorduk. Ellerimizin kelepçeli olması rahat hareket etmemizi engelliyordu. ikinci Boğaz Köprüsünün çıkışında durduk. On-on beş dakika hareket etmemiştik. Hepimiz merakla arabanın küçük camlarından dışarıyı gözleyip komutan ve askerlerin konuşmalarını dinlemeye çalışıyorduk. Sıcaktan patlamıştık. içimizden Tuncay arkadaşımız camdan komutana seslenerek yanımıza gelmesini istedi. Komutan yanımıza kadar gelip, sorun nedir diye sorduğunda, Tuncay: Komutanım, kapıyı biraz açık tutar mısınız? Sıcaktan patladık, az hava alalım. Kelepçeler de çok sıkı, biraz gevşetebilir misiniz dedi. Komutan da askere emir vererek, Abdullah, arkadaşların kelepçelerini bir diş gevşet, kapıyı da beş dakika açık tut dedi. Bizler hep bir ağızdan, Sağol komutanım, Allah razı olsun komutanımn diyerek memnuniyetimizi belirtmiştik. Abdullaha neden bekliyoruz diye sorduk. O da Sinop ve Ünye mahkumlarını taşıyan ringi bekliyoruz, üç araç konvoy şeklinde gideceğiz dedi. Saat yedibuçukta üç araç yanyana gelip, araç komutanları kendi aralarında konuşarak yola koyulduk. Arabımızın sağında ve solunda üçer pencere bulunuyordu. Pencerelerde göz kararı ölçtüğümde nem, yükseklikte yaklaşık otuz santim uzunluğundaydı. iki pencerenin camı kırıktı. Araba yol aldıkça esen hafif rüzgar bizleri serinletmeye yetmiyordu. Kelepçelerin gevşek olmasıyla hepimiz kelepçelerden boşandık. Birbirimizin bileğine çift, diğerimizin bileğine tek dolanan zincirlerden kurtulmak hepimizin hoşuna gitmişti. Altı kişinin bileğinde çift sarılan kelepçelerkilitli olduğundan bileklerinde asılı kalmıştı. Askerlerden birisinin de bölmenin deliklerinden bizi gözetlediğinin farkındaydık. Kapının arkasından seslenerek, Arkadaşlar, hepinizin kelepçelerden kurtulduğunu gördüm. iyi niyetimizi suistimal etmeyin. Araba durduğunda kelepçeleri takın. Komutan görürse ellerinizi çok kötü bağlarız dedi. Bizler de, tamam asker, senin için rahat olsun, sana laf getirtmeyiz dedik. Birkaçımız camdan dışarıyı seyrediyorduk. Bir aydır otomobil, ev, yeşillik, ağaç, hayvan ve çeşitli insanları görmemiştik. Dışarıyı seyrederken öf anam, manitaya bak, şu arabayı ben kullanacaktım, şu ağacın altında ne güzel rakı içilir gibi hasretlerini dile getiriyordu. Ben de bir müddet ayakta kalarak dışarıyı seyrettim. insanları, evleri, yeşillikleri ve Sapanca Gölünü, yol boyunca seyretmek çok hoşuma gitmişti. içimden de Allahım ne olursun bizi buralardan kurtar diye yalvarıyordum. içimizden birisi defalarca hapse girip çıktığından, ringleri yaşadığından arkadaşlar ben bu konularda tecrübeliyim, yanıma kola ve bol miktarda yiyecek aldım. Yanında katığı olmayan, acıkan varsa ikram edeyim dedi. Bizler de kola içeriz, yemeği molada yeriz dedik. Hepimiz kola içerek serinlemeye çalıştık. Arabanın içinde on iki kişiydik. Sanki sözleşmiş gibi hepimiz birden sigara yakıyorduk. Dumandan gözlerim yanıyor, diğer taraftan su gibi ter çıkartıyordum. Havanın kararmasıyla rahatlamıştık. Tatlı tatlı esen rüzgar içeriyi serinletiyordu. Saat dokuz kırkta Kaynaşlı’ya, istasyona girdik. Asker, kelepçelerinizi takın, komutanım görmesin diye uyardı. Bileklerimizden çıkarttığımız kelepçeleri tekrar taktık. Kendi kendimizi kelepçeliyorduk. Komutan kapıyı açarak, arkadaşlar, mola yerimiz burası. Yemek olarak sadece ekmek arası köfte yiyebilirsiniz. Tuvalete de ikişer ikişer gideceksiniz dedi. Hepimizin karnı aç olduğundan gelen garsona yarım ekmek arası sipariş verdik. Fiyatı da altı yüz bin lira deyince dudaklarımız uçukladı. Yarım ekmek ve sekiz-on köfte için altı yüz bin lira vermek hepimizin zoruna gidiyordu ama karnımız da açtı. Tamam kardeşim, sen köfteleri hazırla, gelirken de on iki tane kutu kola getir dedik. Bu arada köfteler hazırlanadursun, bizler de tuvalete gitmeye başladık. ikişer ikişer gidiyorduk. Askerler; Beyler kelepçeleri çıkartmak yasak olduğundan büyük tuvalette yasak, ancak çişinizi yapabilirsiniz diyordu. iki kişi kelepçeli olduğundan birimiz arkamızı dönüp, diğerimiz kelepçesiz olan eliyle çişini yapmaya çalışıyordu. Tek elle de çiş yapmak ve yüz yıkamak hayli zor oluyordu. Tuvalet molası bittiğinde ekmeklerimiz gelmişti. Kolalar nerede diye sorduğumda yasak dendi. Hepimizin şalteri atmıştı. Öyle ya, köfte ekmek kuru kuruya yenmez dedik. Askere komutanını çağır dedik. Komutan gelip mesele nedir dedi. Tuncay arkadaşımız, komutana mahkumsak insana bu kadar eziyet verilmez. Havalar zaten sıcak, bu köfte ve ekmekler kuru kuruya gitmez. Yanına ayran, kola, fanta gibi bir şeyler gerekir. Boğazlarımız susuzluktan kurudu diye hiddetli hiddetli konuşurken, bizler de tasdikliyorduk. Hararetli hararetli konuşulurken, karşımıza teğmen çıktı. O da ne oluyor burada, bir durum mu var diye seslendi. Aynı şekilde isteğimizi ona da söyledik. Teğmen Beyler de, sizler birer mahkumsunuz. Bazı yasaklar vardır. Buna da uymalısınız diye hararetli şekilde söylenip, bizleri azarladı. Tuncay da hiçbirimiz köfte ekmek yemiyoruz. Geri alın dedi. Teğmen de böyle bir şey beklemiyordu herhalde. Tuncayın lafı üzerine, köfte ekmekleri geri alın. Bunlara su bile yok. Kapıyı üstlerine kapayın diye askerine sert dille emir verdi. Bizler de yanında kim ne aldıysa ekmek, zeytin, peynir, domates, salatalık, bisküvi gibi şeyleri ortaya çıkartıp, kelepçeli ellerimizle karnımızı doyurmaya çalıştık.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 62.
    0
    Canımız su ve kola istiyordu. Tuncay, ismini öğrendiğimiz askerlerden Abdullah’a seslenerek, bizim araç komutanının yanımıza gelmesini istedik. Komutan geldi. Tuncay bu sefer alttan alarak komutana, siz iyi bir insana benziyorsunuz. Halimizden anlayın. Bizlere su ve kola temin edemez misiniz dedi. Komutan da biraz sonra hareket edeceğiz, teğmen de bizim komutanımız, ne diyorsa yapmak zorundayız. O şimdi yemek yemeye gidecek, gittiğinde askerlere doldurttururum. Kolayı da benzin alacak olduğumuz yerden alırız dedi. Hep bir ağızdan, sağol komutanım. Sen de olmazsan bu yol çekilmez dedik. Boşalan pet su şişelerini askerlerimiz doldurdu. Saat yirmiüç onda istasyondan ayrıldık. Yirmiüç kilometre ilerledikten sonra da şoförümüz benzin alırken, Abdullah kolamızı da almış oldu. Bu sefer en büyük asker bizim asker, Allah seni sevdiğine kavuştursun diye Abdullaha tempo tuttuk. Kelepçeler gevşek olduğundan tekrar bileklerimizden çıkarttık. Altı saattir yoldayız. Kıçımızın üstüne otura otura ve ayaklarımız rahat şekilde uzatamadığımızdan, hareket alanı da olmadığından, kıçımın ve diz kapaklarım ağrımaya başlamıştı. Hepimizin şikayeti aynıydı. Yol da bitmek bilmiyordu. Saatler ilerledikçe, bir an önce evimize kavuşmayı ( yani gidecek olduğum cezaevine ) istiyorduk. Oturduğumuz yerden uyuklamaya çalışsakta rahat edemiyorduk. Herkes bir şeyler anlatıyor, müciplik yapmaya çalışıyordu. Bir ara oturduğum yerden gayr-i ihtiyari sağ bacağımı karşımda oturanın apış arasına doğru uzatmıştım. O' da kardeşim noluyor yahu? Cinsel tacize mi uğruyorum demesi, bizleri güldürmüştü. Espiri ve şakalarla yola devam ederken, Eskipazar - Ovacık yol ayrımına geldiğimizde saat gecenin birini geçiyordu. Hiçbirimiz uyuyamıyorduk. Ben ve birkaç kişi de, pencerden karanlıkta olsa nereden geçiyorum, nereye geldik diye çevreye bakınıyorduk. Gece saat ikide Ovacık yoluna girdiğimizde, diğer ring arabası Eskipazar yönüne doğru hareket etti. Araba gittikçe sallanıyor, her taraftan şangır şungur sesler geliyordu. Bu yolun bozuk ve arazi yolu olduğunu kanaat ettik. Yol aldıkça, saatler ilerledikçe uyku da bastırıyordu. Arabanın sürekli hoplaması, sallanması uykuya daldığım anda gözlerimi dört açtırıyordu. Arazi yolundan ormanlık yola daldığımızı, yolun kapalı olmasıyla anladık. Araba durdu. Bir ileri bir geri yaparak dönmeye çalışıyorduk. Karanlıkta ay ışığından yararlanıp, pencereden etrafa bakınmaya çalışıyorduk. Her taraf karanlık ve bol ağaçlı bir ormana girdiğimiz belliydi. ilk geldiğimiz yere dönüp dolaşıp üç dört sefer geldik. Şoför bir yol daha tutturup istikametine yöneldi. Biz de aabanın içinde, Kastamonun ormanları içerisinde kaybolduk. Ayılara yem olacağım komutan bizi serbest bıraksa. içimizden kaçan olur mu gibi sorulara ayılara yem olmaktansa bir arabanın içinde kalmayı tercih ederiz. Kimimiz de kaçarım diye bozulan morallerimizi düzeltmeye ve şakalaşmaya devam ediyorduk. Köy gibi yere geldiğimizde üç-beş tane hanenin sokak lambalarının yandığını görüyordum. Şoför bir evin yanında durdu. Komutanın araba hoparlöründen Ahmet Ağa, Ahmet Ağa diye seslendiğini duyduk.
    Gecenin üçünde kim Ahmet Ağa? ( ismini hiçbirimiz bilmiyoruz ya! Genelde köy gibi yerlerde Ahmet, Hasan; Mehmet ismi çok yoğun olduğundan, araç komutanımız da bu şekilde seslenmişti.) Karanlıktan adım sesleri geliyordu. Biri komutanın yanına gelerek, ( Gecenin sessizliğinde neler konuştuğunu duyuyorduk.) buyrun komutanım. Hayırdır inşallah, bir durum mu var? sorusuna, komutanın cevabı biz istabul’dan geliyoruz, Ovacığa nasıl gideriz, yolumuzu kaybettik diyordu. Ahmet Ağa yolu tarif etti, yeniden yola koyulduk. Ortalama kırk-kırk beş dakika yol aldık. Araba yine durdu. Komutan bu sefer Mehmet Ağa, Mehmet Ağa diye sesleniyordu. Zavallı köylüm, Mehmet Ağa belki de korkarak komutanın yanına geldi. Buyurun komutanım, hayır mı, şer mi? Bir durum mu var sorusuna komutan, biz istanbul’dan geliyoruz, arabada mahkum var, Ovacığa gideceğiz, yolu bir türlü bulamadık diye cevapladı. Mehmet Ağa rahatlamış ve korkusunu yenmiş olacak ki, komutanım buyurun oturalım, çay ayran ikram edeyim diyordu. On-on beş dakika oturdular. Ayran içtiler. Pencereden olup bitenleri karanlıkta görmeye ve işitmeye çalışıyorduk. Güzergah tarif edildikten sonra tekrar yola koyulduk. Nihayet sabahın beşinde Ovacık Cezaevine gelmiştik. Askerlerin, Ovacık mahkumları torbalarınızı hazırlayın, ineceksiniz emriyle altı kişi toparlanarak, araçtan ellerinde torbalarıyla ikişer ikişer inmeye çalışıyordu. Her birimiz, birbirimize Allah kurtarsın temennisiyle vedalaştık. Ovacık Cezaevinde tuvalet ihtiyacımızı da giderdik. Devir teslim işlemleri yapılıp saat beş otuzda tekrar yola koyulduk. Tan vakti sökmüş, sabah olmuştu.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 63.
    0
    Havanın kokusu içimizi ferahlatıyordu. Arabada kalan altı kişiydik. Ovacığa geldiğimizde kelepçeleri tekrar takmıştık. Takındığımız kelepçeleri tekrar çözdük. Her birimiz rahat rahat oturup, bacaklarımızı uzatabiliyorduk. Gece birden sabahın beşine kadar bozuk yolda seyir etmiştik. Asfalta çıkmış olmalıydık ki arabamızda çok rahat gidiyordu. Uykusuzluktan ölüyorduk. Birkaçımız uyuklamaya başlamıştı. Ben de uyumamaya inat edip küçük pencereden etrafı seyrediyordum. Kara yolları levhasında Araç yazısını görünce uyuyan arkadaşlarımı kaldırıp, uyanın geldik, kelepçelerimizi takalım dedim. Üstümüzü başımızı toparlayıp, kendimize çeki düzen verdik. Perişan ve çok eziyetli bir yolculuktan sonra Kastamonu - Araç Cezaevinin kapısına girmiştik. Arabadan torbalarımızla inerek askerlerin eşliğinde cezaevine girdik. Metristen hareket etmeden önce torbalarımızdan alınan jilet, çamaşır deterjanı, hap, ayna gibi malzemelerimiz iade edildi. Komutanımız, elindeki dosyaları gardiyana vererek, bizlere dönüp, sizleri sağ salim buraya getirdik, burası Metristen iyidir, Asilik yapmadığınız müddetçe cezanızı bitirir, hepiniz ailenize, ananıza, babanıza, sevdiklerinize kavuşursunuz, Allah hepinizi kurtarsın sözleriyle bizlerle vedalaşıp ayrıldı.

    25.07.1998 Cumartesi saat 18:40

    Artık yeni cezaevimize gelmiştik. Nöbetçi gardiyan ( ismini sonradan öğrendiğimiz ) Orhan Bey, bizleri teslim almıştı. Hepimizi elindeki listeyle ismen kontrol edip, bizleri gözlüğünün altından süzüyordu. Torbalarımız burada kalsın, karşı koğuşa girin, istirahathaneye bakın. Saat 20:00-20:30 arası nöbetçi arkadaş gelecek, o sizleri koğuşlara dağıtım yapacak. Karşımızdaki koğuştan bir mahkum arkadaş bizleri görüp, Ağabeyler, hoş geldiniz, geçmiş olsun diyordu. Bizler de tek tek eyvallah, sağ olasın, sana da geçmiş olsun dedik. Biraz sonra elinde bir demlik çay ve bardakla yanımıza geldi. Sıcacık çay bizi memnun etmişti. Her birimiz sırayla çeşitli sorular sorup cevap almaya çalışıyorduk.
    Mahkum arkadaşın karakterini, idarenin tutum ve davranışını, yemek, banyo, ziyaret ve telefon durumunu çeşitli ihtiyaçlarımızın nasıl karşılanacağı hakkında bilgi ediniyorduk. Kötü bir yönü bulunmadığını söyledi. iyimser tavırlarıyla sorularımızı cevaplandırdı. Biz mahkumlar kendi aramızda ne kadar iyi geçinirsek, idare personeliyle de aramız ne kadar iyi olursa, bu ceza burada biter düşüncesine hakimdik. Çaylarımızı içip bitirdiğimizde yanımızdan ayrılıp koğuşuna gitti.
    Bizler şimdilik baş başa kalmıştık. Oturduğumuz yerden görebildiğimiz yerleri süzüyorduk. Koğuş küçücük, içinde iki tane altlı üstlü ranza, ( ranzalarda yatak yok ) kıştan kalma bir odun sobası, küçük bir tuvaleti, aralıklı adımlarımla ölçtüğüm altıya on küçük bir bahçesi, mutfağı ve banyosu bulunmayan, taştan örülme eski virane bir binayı andırıyordu. Allahım burada biz ve bizim gibi insanlar nasıl yaşar diyorduk. Etraftan hiçbir ses gelmiyordu. Şehir dışında ağaçların altında olduğumuz belliydi. Bulunduğumuz koğuşun sağ cephesinde uzun uzun kavak ağaçları görebiliyorduk. Kavak ağaçlarından çeşitli şekilde kuş cıvıltıları ve ötüşleri geliyordu. Bu sesler kulağıma çok hoş gelmişti. Bir müddet kuş seslerini dinledim. Bizi teslim alan nöbetçi gardiyana seslenerek, sayım abim, hepimiz evli barklı, çoluk çocuk sahibi insanlarız, Metristen apar topar çıkartılıp, buraya sevke geldik, ailelerimizin haberi yok, mümkünse evimize telefonla bizlerin buraya geldiğini haberdar et diye yalvarıyordum. isteğimizi kabul etti. Ben ve diğer arkadaşlarım, sigara kağıdına telefon numaramızı ve ismimizi yazıp, parasıyla birlikte gardiyana verdik. O' da, ben bu numaraları arar, buraya geldiğinizi belirtirim. Onlardan alacak olduğum cevabı da Pazartesi nöbete geldiğim zaman söylerim dedi. Evimize haber verileceği için de memnunduk.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 64.
    0
    Saat 20:30’da diğer nöbetçi gardiyan elindeki listeyle yanımıza gelmişti. Arkadaşlar geçmiş olsun deyip, isim kontrolü yaptıktan sonra sizleri koğuşlara dağıtacağım dedi. Bizler de, memur bey hepimizi aynı koğuşa veremez misin? Bizler ayrılmak istemiyoruz dediysek te, mümkün olmadığını, dört koğuşumuz var, hepsinde birer ikişer boş yatak var, mecburen ayrılacaksınız dedi.
    Beni yanına çağırarak, torbamı ve üstümü didik didik aradıktan sonra üstümdeki parayı da fazla bularak, emanete alıyorum deyip, seni koğuş ikiye veriyorum dedi. Yabancı kişilerle karşılaşacağımdan bir endişe hissediyordum. Çekine çekine besmele çekerek, koğuş ikiye girdim. Erkenden kalkan üç-beş kişi bahçede oturuyordu.
    Arkadaşlar, selamünaleyküm, hayırlı sabahlar, hepinize geçmiş olsun diyerek, oturdukları yere doğru ilerledim. Hep bir ağızdan, aleykümselam, sana da geçmiş olsun, hoş geldin dediler. Buyurun, oturun dendi. Tek tek isimlerini söylediler. içlerinden birisi, benim adım Paşa, Ezincanlıyım, bu koğuşun mümessiliyim. Önce karnını doyuralım, sonra da banyonu yaparsın. Yemek ortağını da seçelim, daha sonra uyur istirahat edersin dedi.
    Ekmek, peynir, zeytin ve baldan oluşan kahvaltım gelmişti. Kahvaltımı yaparken bir taraftan mümessile, ben yemek yapmasını bilmem, aşçılığı olan birinin yanına verirsen iyi olur, bakkal alışverişinin nasıl yapıldığını, arkadaşların nasıl bir insan olduğunu, koğuş içi uyulması gereken kuralların olup olmadığını vs. sorular sorarak cevabını almaya çalışıyordum. Cevapların isteğim doğrultusunda olmasıyla endişemin yersiz olduğuna kanaat geldim. Koğuşta tek tek uyanan arkadaşlar bahçeye çıktığında yabancı yüz siması olarak beni görüyordu. Yanıma uyananlar gelerek geçmiş olsun arkadaş diyenlerle tokalaşıyor, size de geçmiş olsun diyordu. Mümessil Paşa Ağabey, ( yaşça benden büyük ) yemek ortağımı tespit edip, Mesut ve Bülent’e bu ağabeyiniz yeni geldi, sizinle yiyip içecek dedi.
    O kadar çok uykum vardı ki bir an önce yatıp uyumak istiyordum. Hafta sonları sabahleyin sayım geç yapıldığından, yatanların olduğu söyleniyordu. Ben de, onların kalkmasını bekliyor, tanışalım, birdenbire yatmak ayıp olur diye düşünüyordum. Benimle koğuş mevcudu on altı kişiydi. Çaktırmadan mevcudu saydım. Demek ki hepsiyle tanışmışım diye içimden geçirdim. Ağabeyler ben yatmak istiyorum, çok yorgunum dediğimde ranzam gösterildi. Fakat yatak yoktu. Çift yatakta yatanın yatağını aldık. Yatağa da yatak demek için bin şahit lazım. incecik, üç katlı battaniyeden farkı olmayan yatağı serdim. Battaniye istedim. idarenin battaniyesi yok, sen getirmedin mi denildi. Metristen Zeki Kanar Ağabey iyi etmişti ki, battaniye vermişti diyordum içimden. Saat onda yatağımı yapıp hemen uykuya daldım. Saat dörtte yemek ortağım, hemşerim kalk yemek yiyelim diyordu. Yemeğimizi yiyip çayımı da içince kendime gelmiştim. Altı saat uyku da yeterli gelmişti. Koğuşumuzda bir arada ikişerliden altlı üstlü sekiz ranza, küçük bir masanın üstünde televizyon, bir yemekhanesi ve sekiz kişilik bir yemek masası, mutfağı ve tuvaleti vardı. Eski bina olduğundan her yeri yıkık döküktü. Ranzaların görüntüsü hiçte hoş değildi. Eşya dolabı bile yoktu. Duvarlara çivi çakılmış, gazete kağıdı yapıştırılmış, pantolon gömlek gibi eşyalar buraya asılmıştı. Diğer valiz ve torba gibi gereçler de ranzaların altına sıkıştırılmıştı. Çelik dolaplardan üç tanesi erzak dolabı olarak kullanılmakta. Altı göz dolabın hepsi kilitliydi. Çünkü dolaplardan öte-beri çalınmasın diye bu yola başvurmuşlar. Bahçede, çöp bidonlarının kapağı olmadığından sinekler cirit atıyordu. Koğuşun içi sineklerle dolu olduğundan gündüzleri uyuyamıyordum.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 65.
    0
    Akşamları saat sekizden sonra, grup aşçıları yemek yapmakla meşgul oluyor, ufacık yemekhanede hareket alanı olmadığından, aşçıya yardım eden pek olmuyordu. Aşçılar yemek yaparken diğerleri voleybol oynuyordu. Bu koğuşta bulunanların bir gününü nasıl geçirdiğini, aşağıdaki şekilde açıklayabilirim.
    Sabah 08:30-09:00 arası sayım yapılmakta, mecburen hepimiz kalkmak zorundayız. Sayım verildikten sonra isteyen tekrar uykuya dalıyor, uyumayanlar tek başına veya yemek ortağı ile kahvaltısını yemekhanede veya bahçede yapmakta. isteyen sabah sporu yapmakta; sabah mahmurluğu üzerinde olan arkadaşlarımın çoğunluğu el işi yapmakla meşguldu. Ben dahil üç yaşlı amcanın haricindekiler gemi, bocuktan çanta, kartondan ev, yünlük iplik, araba, koltuk örtüsü, yağlı boya resim gibi el işleriyle meşguldu. Yorulana kadar ellerinden düşürmüyorlardı. Arada bir çay molası veriyorlardı. Öğlen yemeği saat iki-üç arası yenilmekteydi. Yemekten sonra tavla, domino oynamakta, yenilen çay demleyip, tüm koğuş içmekteydik. Öğleden sonra yaşlı amcalar uykuya yatıyorlardı. Akşam sayımına kadar bahçemiz açıktı. Bahçenin dikdörtgen boyunda aralıklı adımlarımla gelmekteydi. Yüksekliği iki metre civarındaydı. inşaat demirleriyle aralıklı baklava şeklinde kapatmışlar. Voleybol oynarken çok zorlanıyorduk. Servis atarken veya topu pasöre dikerken demirlere deymesi oyun konsantremizi bozuyordu. Gün boyunca çoğumuz bahçede oturuyordu. Gündüzleri televizyon seyreden yoktu. Af gündemde olduğundan, saat başı haberleri yaşlı amcaların kaçırmayıp edindikleri bilgileri bizlere aktarıyordu. Civardan, rüzgar olduğu zaman kavak ağaçlarının hışırtısından başka şey duyduğumuz yoktu. Sabahları da kuş sesleri dinliyorduk. Yaz olduğundan havalar çok sıcaktı. Bütün pencereler açıktı. Binanın dışından üç tane kedi damdan atlayarak ziyaretimize geliyordu. Çöpler bahçede olduğundan karınlarını doyurmaya geldikleri belliydi. Kediler vahşi olmadığından, kucağımıza alıp seviyorduk. Koğuş pencereleri yirmi dört saat açık olduğundan, bazı geceleri yatağımıza geldikleri de oluyordu. Akşam üstü saat altıdan sonra minyatür kale futbol oynamaktaydık. Top oynamaya başlamadan önce banyo suyunu ısıtımla ısıtmaya çalışıyorduk. Saat 18:30-21:00 arası mecburiyetten koğuşa kilitleniyorduk. Yemekten sonra isteyen el işine devam edip, isteyen televizyon seyretmekteydi. Uyuyamayanlar yemekhanede toplanıp, çeşitli konular üzerinde yorum yapıp, kırıcı olmadan fikir alışverişi yapıyorduk. Bazen hararetli anlarımız da oluyordu. Çeşitli bilmece ve fıkralarla gecenin ikisi, üçü olduğunda, uykumuz geldiğinde yatıyorduk. Her günümüz bu şekilde geçmekte. Kapalı ve dar bir alanda başka bir şey yoktu.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 66.
    0
    ilk iki günüm bana çok sıkıcı gelmişti. Yavaş yavaş arkadaşlarıma uyum sağlamaya çalışıyordum. Koğuşta beş yerli mahkum, kalan kişiler de çeşitli memleketten olup, istanbul’dan buraya sevkle gelmişlerdi. Bugün buraya geleli dördüncü günümdü. Can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyorum. Sıcaktan ve sinekten uyuyamıyor, küçücük bahçede sürekli volta atmaktan, bir ileri bir geri gelmekle başım dönüyordu. Zaten volta atmayı da sevmiyordum. El işi yapanların yanına oturuyor, sıkıldığımdan kalkıp elime kalemimi alıp, günlüğüme devam ediyordum. Bu da beni rahatlatıyordu. Koğuştaki arkadaşlarımın suçları değişik tipteydi. Kimi trafik kazasından, kimi hırsızlıktan, kimi silah bulundurmaktan, kimi yaralamaktan, kimi de zimmetten ( o da benim ) yatmaktaydı. Burada bulunanların içinde en uzun cezalı olanlardan biri Rizeli Muhsin ( kırk ay ), biri de ben ( 22 ay ), diğerleri de üç, dört, sekiz, on, on dört ay gibi cezalarla gelmişler. Mahkumiyet günleri çok zor geçiyor. Evinde kilometrelerce uzakta olmak, anam, babam, bacım, kardeşim, eşim, çoluk çocuğumu düşünmek, dış dünyadaki ortamları hayal etmek, insanı ister istemez üzüntüye zütürmekte. Bu yüzden bazılarımız kendini el işine vermekteydi. Kastamonulu Uğur kardeşimizin elinden yağlı boya, fırça ve kalemi düşürmeyip, gece gündüz sürekli resim yapmaktaydı. Rizeli Muhittin gemi ve evle, Diyarbakırlı ismette sürekli boncuk örmekteydi. Af yasası çıkmassa bu gidişle ben de bir şeylerle uğraşmak zorunda kalacağım. 15 Temmuz’dan bu yana basın ve görsel yayından düşmeyen af kanunu hepimizin umut kapısı olmuştu. On dört günden bu yana hala bir sonuca varamadılar. Büyük olasılıkla Cumhuriyetimizin 75. yılına isabet eden 29 Ekim’e yetiştirileceği haberi, içimizde bir an olsun buruk sevinç yaratıyordu. Çünkü hepimiz bir an önce buralardan çıkıp kurtulmak istiyorduk. Gün boyunca yatana kadar konumuzun çoğu af kelimesiydi. Meclis tatile girene kadar ( 31 Temmuz’a kadar) bir yasa çıkmadıysa hepimiz kendimizi 29 Ekim’e endeksleyeceğiz.
    ···
  17. 67.
    0
    Bugün 29 Temmuz öğleden sonra bir koğuşa misafirliğe gittim. istanbul’dan buraya gelirken altı kişi gelmiştik. Üç kişiyi Koğuş 1' e, bir kişiyi Koğuş 2' ye, diğer iki kişiyi de Koğuş 3 ve Koğuş 4' e vermişlerdi. Birinci ve ikinci koğuş mahkumları birbirlerini pencereden görebiliyordu. Tuncay Kaya ve Ali birinci koğuştaydı. Her gün uzakta uzağa da olsa selamlaşıyor, birbirimizin hal ve hatrını soruyorduk. Tuncayın 4/12 nöbetçi gardiyanından izinli olmasıyla birinci koğuşa ziyarete gittim. Oradaki kişilerle tanıştım. Çaylarını ve sigaralarını içtim. iki saat kadar sohbet edip dertleştik.
    ···
  18. 68.
    0
    Bugün 29 Temmuz Çarşamba

    Buraya geleli tam beş gün olmuştu. Kirli çamaşırlarımı biriktirmiştim. Kısa sürede bir af yasası çıkar düşüncesiyle çamaşır yıkamak istemiyordum. Yapılacak bir iş bulamadığımdan, vakit geçsin diye çamaşırlarımı yıkadım. Hava çok sıcaktı ve bahçede durulmuyordu. Güneş çekilene kadar beş-altı arkadaş yemekhanede oturup sohbet ettik. Burada da hasta olmak yok. Hastalanıp dilekçe verdin mi, beş-altı gün sonra doktora zütürüyorlarmış. Bu yüzden hasta olmamam için bol bol Allaha yalvarman gerekiyor diyorlardı. Konuşmalarımızın çoğunluğu af içerikliydi. T.B.M.M 31 Temmuz Cumartesi günü tatile girecekti. Hepimizin umudu, bu tarihe kadar affın çıkmasıydı. Çeşitli yorumlarla kendimizi haklı çıkarmaya çalışıyorduk. Gazeteleri okuduğumuzda af konularında halkın tepkisini, görüşlerini okudukça hepimiz sinirleniyorduk. Af konusu geniş kapsamlı bir kelime olduğundan, herkes kendi yönüne göre ( mağdur ve sanık ) değerlendirmeye çalışıyordu. Ve gün geldi çattı. 31 Temmuzda T.B.M.M tatile girdi. Hepimizin hayali (erken af ) suya düşmüştü. Artık gözlerimizi 29 Ekime dikmiştik. Çünkü Cumhuriyetimizin 75. yıl yıl dönümü itibariyle ortaya atılan ( kısmi veya genel de olsa ) bir af yasası vardı. Günlerce basın ve televizyon kanallarından düşmeyen af yasası hazırlanamamıştı. 1 Ekimde T.B.M.M'nin açılmasıyla ele alınacak yasalardan bir tanesi diye beyanlarda bulunulması, biz mahkumları 29 Ekime endekslemişti. 1 Ağustostan itibaren, iki ay saymaya başlıyoruz. 1 Ekim - 29 Ekim arası patlatılacak bir bomba, hepimizi ailelerimize, özgürlüğümüze kavuşmamızı sağlayacak. Aksini düşünemiyoruz. Ortaya atılan bir yasanın gündem dışı kalması, cezaevlerinde olmadık olayların önüne geçilemeyeceği gibi, affın da bir seçim yatırımı olduğu kanısındaydık. Artık bunu zaman gösterecek.
    ···
  19. 69.
    0
    31 Temmuz Cuma, buradaki ilk ziyaret günüm. Yolun uzak ve maddi durumumuzun zayıf olmasından, ziyaretçimin gelemeyeceğinin bilincindeydim. Yerli ( Kastamonu ve ilçeleri dahil ) mahkumlar erkenden kalkıp hazırlığını yapmışlar, ziyaretçilerini bekliyordu. Saat 09:30’da başlayan ziyaret akşam beşe kadar sürmüştü. Koğuşumuzdaki gurbet mahkumu Nevzat Dayının ziyaretine hanımı, kızı ve torunları gelmişti. Yazmış olduğum notta evimi aramalarını, benim iyi olduğumu, merak edilecek bir durumum olmadığını ve selamımın iletilmesini, Araç PTT Müdürüne yazmış olduğum mektubumun bizzat kendisine verilmesini istemiştim. Ziyaret, aralıklı demir parmaklarla bölünmüş, cam bölmesi olmayan küçük bir salonda yapılıyordu. Mahkumlardan çocuğu olanlar çocuklarını yanına alıp, hatta koğuş içine ve bahçeye de alıp, sevip, koklayıp, öpüp okşayabiliyordu.
    ···
  20. 70.
    0
    Koğuşumuzdaki yerli mahkumlardan Nevzat Baltacı, altı yaşındaki kızı Merve’yi akşam saat beşe kadar yanında tutması, onu sevip okşaması, beni çok duygulandırmış ve arkadaşlardan gizli gizli ağlamama neden olmuştu. 37 gündür evlatlarımdan uzak oluşum yüreğimi dağlamıştı. O gün akşama kadar Merve, bizlerin maskotu olmuş, her birimiz bir şeyler ikram etmeye ve onunla şakalaşıp konuşmaya can atıyorduk. ikramlarımız çay, kola, fanta, bisküvi, kavun, karpuz, üzüm ve şeftaliydi. Mervenin çocuksu hareketleri ve konuşmaları hepimizi güldürüyordu. Beş-altı saat yanımızda kalmasıyla mahkumiyetimizi unutmuştuk. Bu da cezaevinde bulunmanın ve gardiyanın inisiyatifine kalmış bir örnekti. Buradaki gardiyanlarımızın iyi niyetli oluşu, yerli ve gurbet mahkumu ayrıcalığını yapmayacağına kanaat gelmiştim.
    Akşam 20:30’da sayım yapılıp, koğuşumuza kilitlenmiştik. Binanın taştan örülmesi bile terlememizi engelleyemiyordu. Çok sıcak vardı, kimimiz gün boyunca iki-üç sefer banyo yapıyorduk. Akşam yemeği yendikten sonra; ziyaretçileri gelen ağabeylerimiz, meyvelerden oluşan bir sofra hazırlayıp, hep birlikte yedik. Yatmam gece saat üçü bulmuştu.
    ···