-
101.
0Simit sattım çocukken. Mahallemdeki çocuklar öğle vakti arkadaşları ile birlikte denize giderken, ben onların karnını doyururdum o zamanlar. ilk başlarda otuz simitle çıkardım işe. Simit tepsisini kafamın üstüne koyduğum gibi bizim sokağa dalardım. Remziye Teyze ve Gülizar Abla dörder tane alırlardı. iki ona, bir ona, iki de şuna derken, sokağın sonuna gelmeden kafamdaki tepsinin ağırlığı azalır, mutluluğum artardı. iş bittikten sonra havlumu alıp denize gidecek olmamın heyecanı içime dolar, fırına dönüp paraları ve tepsiyi iade ederken, "Al şunları da sat, sonra gel." cümlesiyle yıkılırdım. Sattığım otuz simit karşılığı bir simit benim atıştırmalığım olurdu. Bir defaya mahsus yiyebildim hakkım olan simidi. Karnımı doyurmaya çalışırken yediğim azarla birlikte büsbütün doymuştum. Hiç simitçi sattığı simidi yer miymiş? Bunu, sadece yoldan geçen biri söyledi. içime oturdu yediğim simidin yarısı. Dişlerimin arasındaki susamları dilimle temizleyip teker teker yerdim en sonunda. Onu bile yapamadım. Hiçbir şey diyemedim. Kalan yarısını atmadım. Önlüğümün cebine, en alta iteledim. Sonra yedim. Önlüğümün cebindeki paraları özenle taşırdım her gün. Tepsimi tekrar doldurup sokağa simit satmaya çıktığımda, cepteki paraları da fırına teslim ederdim. Hemen hemen bir hafta boyunca simit satıp eve para zütürdüm. Benim sayemde alınabilecek ikili ekmekten istediğim kadar yiyebilecektim artık. içimi rahatlatıyordu nedensizce. Ekmeğin her türlüsünü yedim. Sana yağı sürüp üstüne tuz da serptim, şeker de. Salça da sürdüm, reçel de. Çokokremi sürmem biraz zaman aldı. Gece yarısı tuvalete gidip, ses çıkmasın diye sıçtığını tekrar çişiyle temizlemeye çalışan ben, sokağa istediğim zaman çıkıp, istediğim kadar gezebiliyordum artık.
Babamdan ne ses var, ne de soluk. -
102.
0Bitirdiğin yerde zütünü gibtim.
-
103.
0Dedem çaycı benim. Selanik’ten göçtükten sonra ailesiyle birlikte bir köye yerleştirilmişler. Dedem de yeni hayat, yeni umutlar, yeni iş derken anneannemle birlikte evlenip en yakın kasabaya yerleşmeye karar vermişler. Dedem çaycılığını yaptığı dükkanı, az biraz birikmişi ve eşinin dostunun yardımıyla birlikte satın almış. Üstüne iki kat çıkmış sonra. Dayım, teyzem, annem dünyaya gelmiş sırayla. Sonra da küçük dayım. Gel zaman git zaman, dedem çaycılığı hiç bırakmamış. Büyük dayıma diktiği ilk katı, küçük dayıma da ikincisini vermiş. Yıllar sonra kızlar koca bulup gidecek ya nasıl olsa, onlara herhangi bir pay bırakmamış. Bırakacak başka bir payı kalmamış kahveden başka. O da yarın öbür gün ölürsem diye kahveyi anneannemin üstüne yapmış. Kahvenin sokağa bakan köşesinde depo gibi tek odalı, tuvaleti olan bir yer vardır orda. Üst katlarda da dayımlar ve yeni gelinler. Dedem ve anneannem yaşlanınca yük olmayalım diye, o depo gibi yerde kalmaya başlamışlar. Zamanla ev halini almış. Sobasıydı, merdanelisiydi, halısıydı, televizyonuydu derken, anneannem ve dedem tek göz oda ve mutfaktan ibaret bu yerde yaşamaya başlamışlar. O tek gözlü odanın kapısının karşısında bir fırın vardı o zamanlar. Zamanla el değiştire değiştire farklı insanlar yaşamaya başladı orada. Benim zamanımda ise ben o fırından simit alıp satardım işte. O tek göz odada kalmıştık beş insan. Ve soba. Kahvenin karşısında da, babamın amcalarının evi varmış eskiden. Gele gide, gele gide annemi kestirmişler gözlerine. Başta ne anneme, ne de babama söylemişler olayın aslını. Anneannem anneme,ö büyük amcamlar babama anlatmışlar yavaştan durumu. Annem, bir kere görmenin zararı olmaz deyip oluruna bırakmış. Babam da kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünüp, annemle görüşmek istediğini söylemiş. Annem ve babam bir araya gelmişler bir akşam. Herkes oradaymış söylediklerine göre. Yarım saat baş başa kalmışlar kapalı bir kapının ardında. Konuşmuşlar, anlaşmışlar ve evlenmeye karar vermişler. Annemi o zamandan beri tanıyor gibiyim sanki. Kadir inanır filmleri için, akşamdan sıra bekleyen, bütün bir mahalle doluşup aynı filmi defalarca izlemenin sonucu biriktirilen mutsuzluk. Zayıf günleri. Akşam kardeşleriyle dondurma almaya gittiği akşamlardan tanıyor gibiyim. Sanki çok önceden bir tanışmışlığımız var. Annem değil de teyzem olsaydı, ya da başka bir akrabam. Yine sevilecek bir kadın kendisi. Her genç kız gibi zayıfmış annem de. Hatta zamanında gittiği nakış kursunun mankenliğini bile yapmış. Boynu uzun, kuğu gibi. Simsiyah saçları gözleri ile aynı renkte. Mankenlik yaptığı zaman çekilmiş fotoğraflardaki bakışları, dağ deler gibi. Sanki o pozu orada dakikalarca kımıldamadan vermiş gibi.Tümünü Göster
-
104.
0Gözümü açtığımda elimdeki bülbül kafesiyle karanlığın içinde öylece oturmuş, bir yanıt bekliyordum. Korkmadığımın farkındaydı annem. Her otuz-kırk saniyede bir yukarıdaki yırtıktan ışık giriyordu içeri. Hareket halindeydik ve bir kamyon veya kamyonetin içinde ortalama hızın üzerinde seyrediyorduk. Yırtığın içinden giren rüzgar, içerde şişme yapıyor ve yırtığı maksimum boyutta genişletiyordu. Yukarıdan vuran lambaların ışığı, içerisini aydınlatıyor ve çevremde nelerin olduğunu görebiliyordum. Anladım ki taşınıyoruz. Işıkta ara ara parlayan ve altı olmayan çaydanlığın ne işi vardı yoksa. Neden yanımda bir oklava olsun ki?Tümünü Göster
Rüzgarın sertliğini ve gecenin sessizliğini bozan, henüz adını koyamadığımız bülbülümüzdü. Aksayan ritmiyle ara ara ötüyor, bulunduğum yeri anlıkta olsa unutturuyordu bana küçük kuş. Saatlerce yol aldık. Durduk, yavaşladık, hızlandık, çok hızlandık. Yokuşlardan indik. Hiç yokuş çıkmadık. En sonunda bir yokuşun kenarında durduk. Motorun sesi kulaklarımı neredeyse duyamaz hale getirmişti. Motor sustu, ve yerimizde anlık gidip geldik. El freni sonunda çekildi. Annem yol boyunca konuyla alakalı herhangi bir şey söylemedi. Karşılıklı saatlerce, yol boyu ara ara birbirimize bakarak sustuk. Annem hala konuşmuyor, sessiz bekleyişini sürdürüyordu. Kamyonetin kapısı açıldı ve birkaç saniye sonra uzun zamandır görmediğim siluet, nihayet belirmişti sokak lambasının aydınlığıyla. Heyecanlanmadım. Gerilmedim de. Hiçbir şey hissedemedim o an. Bilmiyorum. Babam yine bir anda ortalıktan kayboldu. Bu kaybı iki-üç dakika kadar sürse de, yine kaybolacaktı. Emindim. Yoksa o kamyonetin kapısının açıldığı anda bir şeyler hissederdim. Eminim. Kamyoneti süren, yüzü az biraz bilindik bu ağabeyle bir şeyler konuştu babam. Daha sonra kamyonetten indik. Babam ve tanıdığı, kamyoneti sokağın sonuna zütürmelerinde yardımcı olacak biriyle konuşuyorlardı bu kez. Üçüncü kişi, birkaç dakika içinde, sonradan öğrendiğim yeni evimizin kapısının önünde bulunan arabasına girerek, arabasıyla birlikte daha ileri gitti. Arabadan indi ve o gece gülen ilk kişiyi gördüm. Yüzündeki o sıcak samimiyetiyle birlikte, gözünü hepimizin üzerinde gezdirerek konuşmaya başladı. Merhabalar. Ben Mehmet. Ha burada oturuyorum. Siz mi taşınacaksınız buraya diye sordu. Mehmet Ağabey'in boynu ve ensesi kalındı. Bu görünüşü, kilosunu daha fazla göstermeye yetiyordu. Sesi bu sebepten ötürü biraz daha fazla kalın çıkmasını sağlıyordu sanırım. Babam, Mehmet Ağabey'in uzattığı eli sıkmakta gecikmedi vee vet, biz taşınacağız, gerçi saat biraz uygun kaçmıyor ama, uzun yoldan geldik, artık sabaha hallederiz diye yanıtladı babam. Olur mu ya öyle? Hamdiyeee... Hamdiyeee... Gel hele gel! Bak yeni komşular geldi... Aloo... Gelsene... diye diye Hamdiye Teyze' yi önce evden, ardından bahçe kapısından çıkartıp bizimle tanıştırdı Mehmet Ağabey. Kısa bi konuşmanın ardından, Hamdiye Teyzelerin bahçesinde aldık soluğu. Eşyalarımız Mehmet Abinin yardımıyla bahçeye kadar taşınmış, babamın nakliyeci arkadaşına ödeme yapılmış ve yeni insanların yeni sohbetiyle başlamıştı bu kez gece. Babamın yüzündeki mutluluk görülmeye değerdi. Çaresizlikten, ne yapacağını henüz kestirememekten kaynaklıydı bu mutluluk. Büyük bir gemiyi kasabanın yeni ve küçük limanına sokmak gibiydi.
Bazen işler yolunda gitmez. Hem de hiç gitmez. işi düzeltmek için bütün imkanlarını, bütün aklını kullanırsın o zaman geldiğinde. Şunu yaparsam şu olacak, eğer bu olursa bu da olur, bu da. Ama şunun olması lazım deriz hep. Sürekli yapacağımız, yapmak üzere olduğumuz işin sonrasının sonrasını görmek, ona göre hareket etmeye çalışırken işi batırmak. işte böyle bir karmaşa vardı babamın gözlerinde. Mehmet Ağabey'in her sorusuna ayrıntılı cevap veriyordu babam. Bir an önce tanışmak, kaynaşmak istiyordu belli ki. Bu davranışının sebebi hiç bilmediğimiz bir yere geldiğimizden dolayı kaynaklanıyor olabilir miydi? Bir an önce çevre yapmak için uğraşmak. Hamdiye Tezye kızının uyduğunu, ama sabah ilk iş beni onunla tanıştırmak olduğunu söyledi. Bütün gece bana söylenen tek cümle buydu. Elimdeki kafesi bir anlık masaya koydum. Onca çay bardaklarının arasında duran bülbülümüz sesini çıkartmıyordu. Ölmemişti. Yorgundu sadece. Hamdiye Teyze bülbülü kafesiyle birlikte elimden aldı. Suyunu koydu. Yemini bulmam için beni evimizin bahçesine yolladı. Bahçeden çıkarken, babam bir anda adımla seslendi. Demir bahçe kapısının eşiğinde durdum ve bir sonraki cümlesini kurmasını bekledim. Aylar sonra benimle ilk kez konuşmuştu. "Çaydanlığın içinde!". -
105.
0Hamdiye Teyzelerin tam karşısındaki mavi bahçe kapılı ev. Eski. Dokuz numara. Bu saatte taşınmak, bu saatte istanbul' da, daha içini bile görmediğim bu yeni ama eski ev, bize ne kadar şans getirebilirdi? Ne kadar mutlu olabilirdik? Acaba kendime ait odam olabilecek mi? Hakan Şükür'ün posterini, Galatasaray atkımı yatağımın başucuna çaprazlama bir şekilde duvara asabilecek miyim? Onca soruyla birlikte mavi bahçe kapısının önünde duruyordum. Yavaşça çamaşır ipinden yapılmış kilidini çektim. Kapı, yerde taştan yapılma bir kapağa takılarak yarıya kadar açıldı. Sokak lambası bahçenin sağ kenarını aydınlatıyordu sadece. Gözlerim, sarı ve loş bir ışıkta parlamasını umut ettiğim çaydanlığı arıyordu. Halılar, tepsiler, tavalar, çatal, bıçak. Hepsinin bir kenarı ya da köşesi parlıyordu. Aceleyle çıkmışız belli. Hiçbirine özen gösterilmeden toplanmış ya da toplatılmış eşyalar. Koli bile yok doğru düzgün. Çaydanlığı bulmam uzun bir zaman aldı. Arkamı dönüp girdiğim kapıdan çıkmak üzereyken kapının sağında bulunan, yavaşça yukarı doğru süzülen incir ağacını gördüm. ipi tekrar çektim ve kapının kilidinin oymasına girmesi için bekledim. Yerler gökyüzü gibi siyahtı. Artık adresimiz burasıydı. Aşık sokak.Tümünü Göster
Sabah olmuş, babam ben uyanmadan kısa bir süre önce gitmiş. Gelecekmiş ama. Önce bir eve bakıyorum. Yerler kuru tahta. Ha kurtlandı ha kurtlanacak. Odanın bir penceresi evin köşede olduğunu anlatıyor. Kafamı camdan uzatıp çevreme baktığımda gördüğüm tek şey yine bir bayır. Zift dökmüşler kısa bir süre önce belli. Yer yer kabarıklıklar var yokuşun üzerinde. Karşı evde de yaşlı bir amca. Sinirli sinirli bakıyor bana. Kapatıyorum hemen pencereyi. Henüz takılmış, ütü kokan tülü örtüyorum amcanın üzerine. Bir müddet ince tül perdenin arkasından bakışıyoruz. Babam geliyor. Yanında iki usta ile birlikte geliyor. Oturma odasının altı kömürlükmüş. Ustaları, tahtaları söküp yeni tahta takmaları için getirtmiş. Ölçü alıp gidiyorlar hemen. Sabahtan kurulmuş televizyonun karşısına geçerek sofranın başında yerimi alıyorum hemen. Elimi yüzümü yıkamayı unutmuş olmalıyım ki, hoş, gerçi her zaman unuturum, annem uyarıyor. Odadan çıkıp karşımda duran ve bahçeye açılan kapı ile aramda iki ya da üç metre var. Kapının yanında hemen bir kapı daha. Kapalı henüz. Merdaneli, bulunduğum odanın kapısının sağ tarafında kalan mutfak tezgahının hemen altında. Bir oraya bir buraya savuruyor dün gece giydiğim kıyafetleri. Bahçeye çıkıyorum. Gece görmediğim, incir ağacının hemen yanındaki muslukla selamlaşıyorum. Çeşmeyi açtıktan çok sonra su akmaya başlıyor. Elimi yüzümü yıkıyorum. Annemin getirdiği havlu ile birlikte yüzümü kurularken gözüme mavi bir kapı daha ilişiyor. Annem, tuvaletin geldiyse git yap diyor. "Ellerini tekrar yıka ama tekrar, sonra sofraya. Çabuk." Çayı soğutmayayım diye bir an önce işe koyuluyorum. Açıyorum mavi kapıyı, işeyip çıkıyorum hemen. Selamlaşamadık. istemedim.
Çakmaktaşlarla kahvaltı ediyoruz. Soğuk bir hava var içerde. Kapının ya da camın açık olmasından değil. Belirlenememiş bir problem, konuşulmamış şeyler var babamla annemin arasında. Biliyorum. gibtir ediyorum çakmaktaşları. Haşlanmış yumurtanın beyazını yiyor ve çayımı bitiriyorum. Babam sarısını da yemem için diretiyor. Baba ben uzun süredir sarısını yemiyorum diyemiyorum. Aynı cümle bu kez yüksek bir sesle tekrarlanıyor. Bırak çocuğu, sevmiyor o sarısını diyor Annem. Ardıma bile bakmadan bahçeye çıkıyorum. Eski evden kalma bir kaç oyuncak parçasını toplayıp zaman geçirmeye çalışırken, mavi bahçe kapısının kilidi oynuyor yuvasından. Bir iki denemeden sonra kapı tekrar taştan yapılma kapağa sürtüp açılıyor yarıya kadar. Hamdiye Teyze kızını getirmiş. ikisi de güler yüzlü. Tanışıyoruz. Bu yıl kısmet olursa beraber aynı sınıfta bile olabilirmişiz. Huuuuu diye sesleniyor Hamdiye Teyze kafasını bahçeye açılan kapıya doğru uzatarak. Huuuuu! Komşu! diye yineliyor. Annem, yıllarca verdiği o pozu düzeltiyor sonunda. Gülümseyerek, hoş geldin Hamdiye Abla, buyur gel kahvaltı ediyoruz diyor. Hamdiye Teyze, bırak kahvaltıyı, gel bize hadi, bişi yaptım bişi. Oturup yiyek. Kısır da yaparız. Remziye Abıla da gelecek diyor. Annem, bu inanılmaz teklifi reddetmeyip geleceğini söylüyor ve bakışları yıllık pozuna geri dönüyor. -
106.
0Her gün halı yıkanıyor sanki bizim sokakta. Açık deterjan ve suyun karışımı. işin içine sokakta girdi mi, işte o zaman o koku bizim mahalle oluyor. Ziftlerin arasında kalan su birikintilerinin rengi gökkuşağı gibi. Arada köpürüp kabına sığamıyor. Bir dahaki oyuğa kadar akıp gidiyor gökkuşağı rengindeki köpükler. Öğlen kimse çıkmıyor kapıya. Akşam üstü sanki herkes birbirine sabahtan haber vermiş gibi, bi kapının önünde toplanıyorlar. Sokakta en az iki tane çaydanlık yerini alıyor. Top oynatmıyorlar Mehmet Abinin arabasına gelmesin diye. Çizilir mizilir, kimse uğraşmasın istiyor. Doksan beş model Broadway. Arkası oldukça havada duran beyaz bir araba. Kapımızın hemen karşısında, Hamdiye Teyzelerin yan tarafında, mavi apartmanın korkuluklarının dibinde, iki-ikibuçuk metrelik dallarından ayrı bir ağaç gövdesi duruyor. Beton dökülmüş üstüne. Kimse uğraşmamış ağacı sökmek için. Dalları korkuluklara dolanmış olsa gerek, kesmişler ağacı. Ağaçtan arda kalan Y harfi şeklinde bir gövde. Hafif arkaya, korkuluğa yaşlanmış gibi. Topumla basket oynuyorum orada. Y'nin arasına atmaya çalışıyorum. isabet edince, korkuluklara çarpan top, geri geliyor. Sayı yapıyorum. Yeni çocuklarla tanışıyorum. Bir saate kalmadan Sega oynuyorum. Hiç oynamamıştım. Atari dahi oynamamıştım. Mario oynayalım mı sorusuna, Mario nedir bilmem diye cevap vermek, beni istemeden üzüyor. Yeni arkadaşım, birin ikisinden dörde, dördün ikisinden sekize geliyor kısa bir süre sonra. Bense yanması için bekliyorum. Yanıyor sonra. Bu kez ben oynuyorum. ikinci saniye daha, mantarı çıkartmak için vurduğum anda yanıyorum. Gülüyor arkadaşım. Çıkıp eve geliyorum. Ağlıyorum. On dakika geçmeden arkadaşım geliyor peşimden. Konu kapanıyor. Basket oynuyoruz. O da basketi bilmiyormuş. Ama ben gülmüyorum. Top sekmiyor bile. Nasıl güleyim. Bizim camın karşısında oturan amcayı soruyorum Metin'e. Recep Amcaymış. Deliymiş kendisi. Bir oğlu varmış ki, aman! Eve her gece farklı farklı kızlar atarmış. Çok bira içermiş. Arada Recep Amcaya bile vururmuş. Kavga edermiş sürekli. Denk gelmemeliymişim. Bir tokatta bayıltırmış.
-
107.
0Bizim ev sokağın tam köşesindeydi. Yani en az iki sokağa pencereleri olması gerekirken, bizim evin sadece bir penceresi sokağa bakıyordu. Ev sahibimiz, yıllar önce evi ikiye böldürmüş. Bahçe kapısının baktığı sokağa, bizim evin penceresi bakmıyordu. Recep Amcanın balkonu ile penceremizin mesafesi üç-üçbuçuk metre kadar. Yani perdenin arkasına gizlenip onun ne yaptığını izlesem, beni yakalar. Defalarca yakaladı halbuki. Bir şey yaptığı da yok hani.Öyle dakikalarca uzun uzun kıpırdamadan bakar, dururdu. Recep Amcaların hemen sağında Lütfiye Teyzelerin bahçe kapısı, onun hemen sağında da Metinlerin evi vardı. Metin, kafası hep sıfır numara gezerdi. Sarışın, mavi gözlüydü. Gözleri genelde dolu dolu gezerdi Metin. Pek konuşmazdı. Konuştuğu zaman da saçmalardı. Yani kimse Metin'i dinlemezdi. Bir çok kez izledim Metinleri. Burak, Fırat, Cenk ve Metin her daim hafta sonu öğlen vakitleri bizim bu pencerenin önünde oynarlardı. Hatta Metin bir gün beyaz ranger olamadığı için ağlamıştı da. Annesi Huriye Abla'yı ilk o gün görmüştüm. Babasının olmadığını, annesinin de Eyüp'te dilencilik yaptığı söylenmişti. O gün Huriye Abla'yı ilk kez gördüğümde üzerinde bembeyaz kedi tüyleriyle bezenmiş koyu lacivert bir pardesü vardı. Son gördüğümde de. iki ablası, iki de ağabeyi vardı Metin'in. Hiçbir işe karışmayan, sürekli bakkala gönderilen Metin, bir gün elinde beyaz bir mağaza poşetiyle kapımızı çaldı. içeri buyur ettim ve olay kendiliğinden gelişti. Gözüm iliştiği anda içinde ne olduğunu merak ettiğim elindeki poşetini, iki-üç adım ilerleyip bahçenin ortasına bıraktı. Kapıyı kapatıp yanına yaklaştım. Beraberce gözlerimi bir an bile ayırmadığım Çetinkaya marka poşetin yanına oturduk. O gülümsüyor, bense merakla bekliyordum.
-
108.
0Kapişonlu hırkaların ucunda olur, plastik bir cisim. Ağzımda onu gezelerken bir yandan da çizgi film izliyorduk. Hatta yanımızda anneannem de vardı. Ben izlediğim bu çigi filme bir an dayanamayıp gülmüş, ağzımda gevelediğim bu şeyi de bir anda yutmuştum. Nefes boruma kaçan bu cisim anneannemi pek etkilememiş, beni de çok sarsmamıştı. Bir-iki dakika boyunca sırtıma aralıklı vurmuştu. Bir süre sonra öksürmeyi bırakınca anneannem de vurmayı kesmişti. Nefes borumda tam dört gün boyunca bu cisimle gezdim. Dördüncü gün yengemlerdeki altın gününe annem beni de yanında zütürmüştü. Genelde altın gününe gelen bütün akrabalarımız yanında kızını, oğlunu getirirdi. Ev hanımları tarafından yapılan yarım saatlik muhabbeti ev sahibinin kekleri, börekleri, çayları ve kısırları tatlandırmıştı. Diğer veletler de benim gibi nasipleniyordu bu ikramdan. O gün, yengemin misafir odasındaki yemek masasının yanına oturmuş, dayımın iskambil kartlarıyla vakit geçiriyordum. Onlar gibi fal bakmasını bilmesem de, kendimce bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Güne gelen kadınlardan birinin tek bir lafıyla ortam bir anda sessizliğe gömüldü. Odada on saniye kadar gömülü kalan bu sessizliğin yaratıcısı Nevin Abla'ydı. Neyimiz olur, kimin nesidir bilmem ama bu eve geldiğinden beri susmak nedir bilmiyordu. Yarım saattir sürekli farklı yönlere dönen bu muhabbetin sahibi Nevin Abla, var olan, olmuş ve olabilecek bütün konular hakkında bilgi sahibiydi. Hatta bu özelliğini o kadar çok belli ediyordu ki, aralarındaki tek bekar oydu. Kurabiyeye konması gereken kabartma tozunun miktarını en iyi bilen bu kadın, uzunca süre gömdüğü bu sessizliği, yavrum o ses senden mi geliyor sorusuyla tekrar diriltmişti. Kime dediğine aldırış etmediğim halde annemin bana seslenerek Nevin Abla'yı işaret etmesi, sorunun ikinci kez yinelenmesine neden olmuştu. Evet dedim. Yapmasana çocuğum dedi. Bir şey yapmıyorum ki diye cevapladım. Dalga geçtiğimi düşünen Nevin Abla sinirlenmişti. Çıkart ağzından o düdüğü dediği anda annem, kafamda yanan ampulü görmüş olacak ki, geçen gün yuttuğum cismi gülerek anlatmaya başladı. Nevin Ablanın kızgın bir halde annemi azarlaması ortamı iyice germişti. Yengem, dayımı arayıp bir an önce gelmesini istedi. Sebebi belliydi. Nefes boruma kaçan bu cisim, nefes almamı kısmen engelliyor, ağzımdan ıslık gibi hafif bir uğultunun çıkmasına neden oluyordu. Ve bir an önce tıbbi müdahale gerekiyordu.Tümünü Göster
Doktorun, babama yan yatsa ölebilirmiş dediğini hatırlıyorum en son. Nevin Abla hayatımı kurtarmıştı. -
109.
0Elimde tuttuğum o kolyeyle birlikte yatak odasından çıkıp bahçeye geldim. Elimde tuttuğumu Hamdiye Teyze'ye gösterecekken annemin, su kaynamıştır, hadi oyalanma demesinin ardından vazgeçip içeri döndüm. Belki de annem, aslında benim ne kadar salak olduğum hakkındaki bu konuşmayı engellemişti farkında olmadan. Olsun. Hamdiye Teyzenin öğrenmediği iyi oldu.Tümünü Göster
Kaynayan bir güğüm suyu elimdeki bez parçasıyla yatak odasına, banyoya zütürdüm. Ardından annem suyu ılıştırmak için elinde soğuk su dolu başka bir güğümle geldi. Suyu ılıştırıp giderken hala soyunmadığımı gören annem, haydi oğlum, hala neyi bekliyorsun? Ne oldu yoksa? Çıkart bakayım şu üstünü diyerek üstüme geldiği anda, anneme bir şey olmadığını söyledim. Gözüyle görmeden inanmayacağını anladığım için fazla diretmedim. Yaram dışarıda değil, içerdeydi. Fakat bunu anneme anlatamaz, onu inandıramazdım. Bülbülün nasıl öldüğünü görmediği için, onu nasıl öldürdüğümü kendine göre yorumlayacak, türlü türlü senaryolar yazacaktı. Vazgeçtim. Anlatmadım. Beni anlamadan odadan çıkan annem, akşam kim bilir ne diyecekti bu olaya? Banyoya girdim. Kovadan doldurduğum bir maşrapa sıcak suyu üstüne oturacağım tabureyi ısıtması için yavaş yavaş döktüm. Maşrapadan sıcak suyla birlikte krem rengi tabureye düşen akrebi gördüğüm anda ne hissettiğimi anımsayamıyorum. Korksaydım muhtemelen bağırırdım. Akrebe dokunmadan banyoyu terk ettim. Sızlandım durdum. En sonunda sobanın yanında, beyaz leğenin içinde banyomu yaptım. Başımdan aşağı dökülen her maşrapa suyla pisliğim leğenin içine doluyordu. Saatlerce yıkansam da leğenin içinde biriken su sürekli pis kalacak gibiydi.
işlediğim bu cinayetten dolayı gece gözüme uyku girmemişti. Babam işten gelene kadar kimse fark etmedi bülbülün öldüğünü. işten yorgun argın dönmüş babam, oturma odasında önüne konmuş arpa çorbasını içerken fark etti bülbülü. Uyuyor numarası yapıyordum. Yemeğini bıraktı ve üstümdeki yorganı bir anda çekip, kolumdan tuttuğu kafesin yanındaki çekyatın ucuna fırlattı. Elimle kafamı korumaya çalışıyorken bir yandan da içimdeki korkunun taşkınlığıyla ağlamaya başlamıştım. Babam söylenerek bülbülü kafesinden çıkarttı. Çok kızgındı. Eline maşayı aldı ve bana doğrulttu. Bana bak dedi. Yaşlı gözlerimi kolumla silip ona doğrulttum. Elindeki maşayla sobayı açtı ve buraya gel dedi. Tut diye bağırdı ve sol elinin içinde tuttuğu bülbülü gösterdi. At dedi. Sesi çok yüksekti. Ağlamaya devam ediyordum. At dedim diye kulağımın dibine haykırdığı anda, kapalı gözlerimle elimle sımsıkı tuttuğum bülbülü avcumu açarak saldım.
Sobayı hiç sevmedim velhasıl. -
110.
0resercedd
-
111.
0Koğuş içi temizliğe çok önem veriyorduk. Asalak böceklerin oluşmaması için her cumartesi sabahı beş - altı kişi bir olup, koğuşu yıkıyor, duvarların, ranzaların, mutfağın, tozları alınıyor, camlar siliniyor,her taraf tertemiz, pırıl pırıl yapılıyordu. Yemeklerden sonra muhakkak dişler fırçalanacak, her tuvalete girilip çıkıldığında eller sabunlanacak, tuvalet bol suyla sellenecek ve herkes yatarken el, ayak ve yüzler tekrar yıkanacaktı. Yapmayan, unutan olduğu zaman, herkes birbirini takip edip, hey arkadaşım, dişini fırçala, veya elini sabunla veya ayaklarını yıka diye uyarıyordu.Tümünü Göster
Ben geceleri saat 23:00’den sonra yatağıma çekiliyor, sigaramı içerken, bazen hayallere dalıyor, bazen de kaldığım yerden bu hatıramı tamamlamaya çalışıyordum. Çoğunlukta geceleri saat 02:00-03:00 arası yatıp, uykuya dalıyordum. Gece 00:00’den sonra hapishanede bir sessizlik oluyor. Bu sessizlikte askerlerin gece çaldığı düdükler ve gece saat birde nöbet değişimindeki vukuatım yoktur komutanım sesi, silahları doldur boşalt emriyle silahın mekanizmasından gelen şakır şukur sesleri dikkatimi dağıtıyordu. Bazen çok uzaktan da olsa bir arabanın korna sesini duymak kulağına hoş geliyordu. Bizim koğuş en üst kattaydı. Yenilik olarak tek bir ağacın tepesini ve caminin ince uzun minaresinin otuz santimlik bir yüksekliğini görebiliyorduk. Aynı blok altında kader mahkûmlarının, havalandırmaya çıktığımızda, cezaevi gardiyanını, gökyüzündeki beyaz bulutları veya havalar yağmurlu ise karabulutlardan başka görebilecek olduğu herhangi bir şey yoktu.
Haberleşme aracımız ise haftalık ziyaretçilerimiz veya mektuplarımızdı. Ziyaretçisini bu hafta bekleyipte o kişi gelmediğinde, ben dahil ziyaretçisini bekleyen arkadaşlarımızın suratı hemen değişiyordu. insani bir üzüntü kaplayıp gidiyor. Acaba kotu bir şey mi oldu varsayımlarını üzerinde duruyor, bir sebep, bir vesile arıyorduk. Burada bulunduğum süreler içerisinde şu ana kadar ziyaretçim aksamadı. Dokuz temmuzda ikinci ziyaretime gelenler eşim, oğullarım Mehmet ve Mert, Nuran, Şevket ve Emrah’tı. Yedi kişiyi bir arada görünce şaşırdım. Demek ki arayanım - soranım varmış diyordum. Nuran ve Şevket'in konuşmaları beni çok duygulandırdı. Göz yaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. ikisinin telkinleri beni biraz rahatlatmıştı. Bu arada çocuklarımla, eşimle konuşup sakinleşmeye çalıştım. Yine gardiyanın acı düdüğü, ışıkların yanıp sönmesi ziyaret saatinin bittiğini belirtiyordu. Yine ağlamaklı şekilde onlardan ayrıldım. Öğleden sonra büyük kuzenimin oğlu Emrah, evde unutulan ihtiyaçlarımı getirmişti. Bir yirmi dakika daha görüşmek bana mutluluk vermişti. 16 Temmuz sabah saat 09:300 sıraları ziyaretçisi gelenlerin ismi okunuyordu. Adım okunduğunda eşim gelmiştir düşüncesiyle ziyaret mahalline gittiğimde, bölümler arasında ziyaretçimi ararken ne göreyim kardeşim isa, hanımı Sibel ile gelmiş. Onları görünce bir tuhaf oldum. Kardeşime hoş geldin dememle ağlamam bir oldu. Kendimi toparladıktan sonra sohbete başladık. -
112.
0Kardeşim,Tümünü Göster
Abi sen rahatına bak. Yengemi ve yeğenlerimi düşünme. Maddi ve manevi her zaman yanlarındayız, hiç üzülme demesi beni daha çok duygulanırmıştı. Ağlamamak elimde değildi. Bir kez daha gözlerimden yaşlar süzüldü. Ağlamaklı geçen bu ziyaretimin süresi hemen dolmuştu. Bana getirdiği on paket kısa samsun ve pizza vardı. Sigarayı aldım. Pizzayı pişmiş yemek diye vermediler. Askerlerin veya gardiyanların ne kadar mantıksız hareket ettiklerine bir türlü anlam veremiyorum. Evde yapılmış kurabiye, pasta, kek türlerini alıp mahkûma veriyorsun da pizzayı neden esirgiyorsun. Ziyaretçim tarafından getirilen tırnak makası, tarak, şampuan, kot pantolon gibi şeyleri almıyorlar, kantinden almaya mecbur ettiriyorlar.
Cezaevine geldiğimde üstümde kot pantolon vardı. Kirli çamaşırlarımı biriktirip, ilk ziyaretime geldiğinde eşime verilmesini istemiştim. Haftaya ziyaretime gelirken getirirsin diye de eşime belirtmiştim. Haftaya geldiğinde kot pantolon yasak diye almamışlar. içeride yatan çoğu mahkûmlarda kot pantolon bulunmakta. On beş - yirmi günlük olan mahkûmlardan neden toplanmıyor? Toplanmadığı halde bunun yasakla ne ilgisi var anlayamadım.
Kardeşim isa ile görüşmemiz tamamlandıktan on beş dakika sonra koğuşa geldiğimde tekrar ziyaretçiler arasında ismim okundu. Bu sefer, eşim, oğlum Mert, teyzemin kızı Zeynep ablam, kızı Arzu ve oğlu Emrah gelmişti. Büyük oğlum Mehmet'i görememiştim. Eşime sordum Mehmet nerede diye.
Anneannesi ve dedesiyle Çanakkale’ye, tatile gitti dedi. Kızmama hiç gerek yoktu. Oğlum sınıfını geçmiş, iki tane takdir getirmişti. Üstelik benim hapishanede oluşum, onu da etkilemiştir, gezip dolaşması, birazcık olsun üzüntüsünü unutturur diye düşünüyordum. Aynı şekilde eşim de bunun açıklamasını yapmış bulundu. Bu sefer ağlamamıştım. Artık hapishanenin çileli hayatına kendimi adapte ettirebiliyordum. Ağlamakla sızlamakta elime bir şey geçmeyeceğini, daha çok içten içe eriyeceğimin farkına varıyordum. Kendimi avutabilmem için de, özellikle bu notlarımı yazmaya karar vermiştim.
Koğuşa ilk geldiğimde bir hafta boyunca yer yatağında yattım. Eski mahkûm arkadaşlardan tahliye olundukça veya sevke gidildikçe, iç koğuşta ranza boşaldığında, buraya transfer olmuştum. Asker deyimiyle bize de kıdem basmıştı. Bir ranzam olmuştu. Ranzanın üst katında yatıyordum. Koğuş içinde ilk görevim çaycılıktı. -
113.
0Sabah 07:30’da kalkıp saat 08:15’e kadar kahvaltılık çayı hazırlıyordum. Sabah 10:00-11:00 arası keyif çayını, öğlen yemekten sonra 13:00-13:30 arası, ikindi 17:00-18:00 arası, akşam 21:00-22:00 arası çay servisim vardı. Diğer ara saatlerde de kahve istenildiğinde hazırlıyordum. Diğer işim, su taşıma görevlisiydim. Sularımız akmadığında birinci kattan bidonlar su taşıyorduk. Koğuşa yeni arkadaşlar geldikçe görev değişikliği yapıyorduk. ilk haftam çaycılık ve su taşıma, ikinci haftam yemeklerden sonra yerleri süpürme ve kül tablalarını temizleme, üçüncü haftamda da yemek servisi açma ve sofrayı kaldırma görevi verilmişti. Görevlerini aksatmadan, kendime laf söylettirmeden yapmaya çalıştım. Kimse de şikayetçi olmadı. Yemek saatlerimiz haricinde boş zamanım çoktu. istediğim gibi yatıp kalkabiliyor, bahçede volta atabiliyordum. Gündüzleri uyuduğumdan, geceleri saat iki - üçten önce uyuyamıyordum.Tümünü Göster
Ben, koğuş içerisinde ve dışında kendi halimde bir insandım. Arkadaşlarla fazla muhabbete girmez, sadece onları dinlemekle yetinirdim. Günlük gazeteleri okur, bulmaca çözmeye ve bu notlarımı kaldığım yerden yazmaya çalışırdım. Arkadaşlar arasında yüzük oyunu oynarken, çok masum oluşumla yüzüğün bende olmadığını belli etmediğimden, fazla konuşmadığımdan lâkabımı Mazlum takmışlardı. Bu lâkabı da Erzurumlu Zeki Kanar takmıştı.
Artık bana koğuş içinde, benden büyükler, ne haber Mazlum, iyi misin demesi hoşuma gidiyordu. Hapishanede ağır başlı olman, verilen görevi yerine getirmen, duymadım, görmedim, bilmiyorum kelimeleriyle kendini savunman ve başkalarının işine, lafına karışmadığın müddetçe senden iyisi yoktur. Kaldığım koğuşta en çok kızdığım nokta ise, bazı arkadaşlar tarafından televizyon kanalları arasında zapping yapılmasıydı. Televizyonun çok kanallı olması arkadaşlar arasında hangi kanalı seyretmemize engel ve sürtüşmelere neden oluyordu. Kimimiz maç, kimimiz film istiyordu. Salt çoğunlukta kazanılamadığından, bir kişinin isteği üzerine esir oluyorduk. En çokta zapping yapan Tezcan ve Dursun’du.
Koğuşta bulunan bazı eski mahkûmlar yeni gelenlere emr-i vaki yaptırmayı seviyorlardı. Ağır başlı, kendin bilen ağabeyler hürmet ederken, yaşça emsallerimiz getirsene, zütürsene, şöyle yap, böyle yap demekle, o kişinin moralinin bozulduğunun farkına bile varmıyorlardı.
Koğuşa geldiğimde dört - beş günlüktüm. Bir ara kahve istendi. Beş fincan kahve yapıp hazırladım. iç bölmeye gidip mümessile ve diğer ağabeylere ikram ettikten sonra, kalan iki fincan kahveyi de, bizim bölmede oturan, bizlerden büyük ama benden sonra gelmiş Hüseyin Ağabeye ve eski mahkûm Şeref Dayıya ikram ettiğimde, tantananın çıkacağını nereden bilebilirdim.
Yatağında oturan asker cezalısı Tokatlı Duranın, hani benim kahvem, ben eskiyim, kahveyi önce bana verecektin demesi beni çileden çıkartmıştı.
Şu an fincanım yok. Fincanlar boşalsın, beş - on dakika sonra içsen ne olur dediysem de, hararetli konuşmalar tansiyonlarımızı çıkartmıştı. Benden küçük birisi tarafından emir almak, o kişinin de diğer büyüğüne saygısızlık yapması çok zoruma gitmişti. Hararetle konuşması sırasında kendimi tutamayıp ağlıyordum. Koğuş mümessili geldi. Olayı öğrenmek istedi. ikimizin de ayrı ayrı ifadesini alıp dinledikten sonra, Duranın sonradan gelip benden özür dilemesi, olayın kapanmasına vesile oldu. -
114.
0Koğuş içerisinde konuşurken kelimeleri çok iyi seçip konuşman gerekiyor. Dilimizin kemiğinin olmaması, yanlış yorumlara neden olabildiğinden, karşımızdaki kişinin o anki tansiyonunu yükseltiyordu. Sohbetler arasında en çok sinirlenen Şeref Dayı, Zeki Kanar, Tuncer ve Dursun’du. Bu kişilerle pek sohbet edilmediğinden ben de uzak duruyordum.Tümünü Göster
Her cezaevinin kendi bünyesine göre yönetmelikleri olduğu ve kafalarına göre iş yaptıkları kanısındayım. Çünkü burada bulunduğum süreler içerisinde iki revir doktoruna çıkmam konusunda ve dosyam hakkında yazmış olduğum dilekçelerime geçerli veya geçersiz bir cevap vermediler. Bir hafta boyunca griptim. Bünyemi bildiğimden doktora çıkıp ilaç kullanmam gerekiyordu. Maalesef doktora çıkamadım. Aşçımız Yılmaz nane limon suyu kaynatıp, üç gün boyunca içerek kendime gelebildim. Burada da insan sağlığına ve suç işleyip adınız mahkûma çıkmışsa, tarafımıza da değer ve önem verilmeyeceğine bir kez daha tanık oldum.
Koğuş içerisindeki arkadaşlarımız arasında çoğumuzun bir lâkabı vardı. Bu lâkap kişinin yapmış olduğu cezasına veya kişisel yapısına göre takılmıştı. işte bazı örnekler. Benim uysal, ağır başlı olduğumdan Mazlum, Tuncer hapishaneye defalarca girip çıktığından Çakal, Şeref çok kısa ve şişman olduğundan Dayı, Zeki piyasada pek çok kesimi tokatladığından Tokatçı, Sabri Gaziantep’te oto hırsızlık çetesi kurduğundan Reyiz, Kenan tek çalıştığından Tekçi, Murat pasaport ve evrak işlerine baktığından Evrakçı, Selman, SSK' ya bağlı kendini müfettiş gösterip diğerlerini dolandırdığından Sahte Müfettiş, Kenan sahte kimlik düzenlediğinden Kimlikçi diyorduk.
Sohbetlerimizin çoğunluğu, yapılan suçların espiri mahiyetinde anlatmasaydı. Bazı kişiler de ballandıra ballandıra anlatıp, yaptığıyla övünmesiydi. Cezamı bitirip tahliye olduğumda, kaldığım yerden devam edeceğim diyenler de çoktu. Çoğu kişiler yaptıkları işi meslek edindiğinden, bu kişilerin ıslah olacağına inanmıyorum. Buraya düşmek bana ders oldu. Tahliye olunca hayırlısıyla bir iş bulup alın teriyle, emek gücümle çalışıp, para kazanırım diyen pek enderdi. Bu ender kişilerden birisi de ben ve birkaç arkadaşımdı.
Ben ve benim gibi düşünenler ise, şeytana uyduk, yanıldık, arkadaş kurbanı olduk, çevremizin etkisi altında kaldık, irademize hakim olamayıp, bir hata işledik, aile yapım, itibarım, mevkiim sarsıldı. Cezam neyse çekerim, tahliye olunca da, hayata yeniden dört elle sarılacağım düşüncelerinden ibaretti. -
115.
0Topluma sürekli zarar veren kişilerin, defalarca hapishaneye girip çıkmasıyla, ıslah olmayan bu kişilere uygulanacak en büyük ceza, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının yeniden düzenlenerek cezalarının yükseltilmesi ve kısmi veya genel af da olsa yararlandırılmamasıdır. Bu kişiler hapishaneye gire çıka, mahkemelere gide gele, hangi suçun ne kadar cezası olduğunu bir avukat kadar iyi biliyorlar. Bu kişileri topluma kazandırmak bir hayli güç olacağından, cinsiyet ve yaş grubuna göre ıslah evi kurularak, uzun süreli cezalarını çekmeleri gerekir.
Bugün buraya gelişimin ( 23.07.1998 perşembe ) 23. günü. Çarşamba akşamından herkes banyosunu yapıp sakal tıraşını oldu. Sabah sayımla birlikte kalktık. Tüpümüz bittiğinden çayımızı komşu koğuştan ( E / 5 ) demleyerek kahvaltımızı yaptık. Sabah saat dokuzdan itibaren kulaklarımız gardiyanın sesindeydi. Umut ve heyecanla ziyaretçilerimizi bekliyorduk. ikinci turda ilk gelen ziyaretçilerimizin ismi okuduğunda benim adım da geçti. Ziyaret mahalline gittiğimde, patronumu görünce şaşırdım. Çünkü onu beklemiyordum. Cezaevinin kuralı, sayısını tutmayanları ziyarete almıyorlardı. Hasan Amcaya, seni içeriye nasıl aldılar diye şaşırarak sormuştum.
O da, uzaktan geliyorum, eniştesiyim. Burada kimsesi yok diye yalvardım, yakardım, içeri girdim dedi. Ziyaretime gelmen beni memnun etti, Allah senden razı olsun dedim. Belki görüşemeyiz, içeri almazlar diye düşündüğümden bir şeyler almadım ama şu beş milyon benden, şu bir buçuk milyon da Ünal’dan. Bu parayı sana nasıl iletebilirim deyince, dayanamadım. Ağladım. Çünkü bir buçuk milyonu gönderen Ordulu hemşerim Ünaldı. Ünal’la uygun müddet Hasan Amcanın kahvesinde çalışmıştım. Kendisi garsonluktan sıyrılıp çalışmış olduğu kahvenin sokağında el arabasıyla köfte ekmek satıyordu. Kazandığı rızkından para ayırıp bana göndermesi, beni çok duygulandırmıştı. Hasan Amca ağlamana gerek yok, sen müsterih ol, bak gündemde af yasası var. inşallah yakında af çıkar, seni aramızda görürüz diyordu. -
116.
0Ziyaret dediğin ne ki? Yirmi dakika, göz açıp kapayıncaya kadar süre dolmuştu. Vedalaşıp ayrıldık.
Koğuşa geldiğimde üçüncü tur ziyaretçisi gelenlerin isimleri okunuyordu. Tekrar ismim okunduğunda eşim gelmiştir diye düşündüm. Eşim, oğlum Mert, akrabam Birol, eşi Ayşe ve küçük kızı gelmişti. Eşim ve oğlumun her hafta farklı kişilerle ziyaretime gelmesi beni oldukça memnun ediyordu. Hepsinin dileği, canını sıkma, rahat olmaya çalış, bizleri, çocukları düşünme. Bak yakında afta çıkacak, özgürlüğüne kavuşur, tekrar hep beraber bir arada oluruz temennisi ve dilekleri beni biraz olsun rahatlatıyordu.
Büyük oğlum Mehmet henüz tatilden dönmemiş. Oğlum Mert'in benimle konuşmaması içimi kemiriyordu. Ne de ola evden ayrılalı yirmi dokuz gün olmuştu. Bu bir aylık sürede çocuklarıma nasıl bir sevgi gösterebilirdim ki? Elini uzatsan uzatamıyorsun. Öpüp koklayamıyorsun. Bir atasözümüz vardır. " Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."
18 veya 19 Temmuz akşamı televizyon kanallarında DSP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit tarafından, af önerisi teklifini getirmesi, bu camiada yaşayan tüm mahkûmlar tarafından ortalığı bir anda alkış tufanına zütürdü. Artık, hepimizin kulağı televizyon kanallarında, ve gözümüz gazetelerdeki afla ilgili en ufak yazıyı ve manşetleri okumayı beklemekteydi. Her birimiz bir değerlendirme yapıyorduk. Bir haftada çıkar, iki - üç haftaya çıkar veya 29 Ekim’e kadar çıkması gerekir yorumlarıyla neşelenmeye çalışıyorduk. Yirmi dört seneden bu yana çıkmayan bir affın Cumhuriyetimizin 75. yıl dönümüyle çıkması gerektiğini savunuyorduk. Bazı gazetelerdeki köşe yazarlarının da affa karşı çıkması bizleri isyan ettiriyordu. Bu affa karşı çıkanların, en azından iki - üç aylığına hapishanede yaşamasını isterim. Çünkü bu ortamda her şeye hasretsin. Özlemle yanıp tutuşuyorsun. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş. Veya kafesteki bir kuşu düşünün. işte bizim yaşantımız da bu kafesteki kuşa benzemekte. Kısmi veya genel affın çıkmasıyla insanların özgürlüğe kavuşması aileleri sevince boğacaktır. Bizler de, büyük seçimle bu affın çıkmasını dört gözle beklemekteyiz. -
117.
0Cezaevinde bloklar suç unsurlarına göre ayrılmıştı. Kaldığım blokta, çek - senet dolandırma, zimmet, sahtekârlıktan suç ve ceza almış mahkûmlardan oluşuyordu. Karşımızdaki C Blokta cinayet, gasp ve yaralamadan ceza almış mahkûmlar bulunmaktaydı. Bloklar arası iletişim kurulamıyordu. Ancak bahçe saatinde, bahçeye çıktığımızda, karşı bloktaki arkadaşlarla pencerelerden konuşabiliyorduk. Konuşanlar da, dışarıdan birbirlerini tanıyorlarsa sohbet ediyorlardı.
Saat gecenin sekizini gösteriyordu. Televizyonda ana haberleri takip ediyorduk. Affın yirmi beş temmuzda masaya yatırılacağını söylüyordu Ecevit. Koğuş içi alkış ve naralar bizleri şenlendirmişti. Zeki Kanar Ağabey çaycıya patlat bakalım çayları dedi. Çaycı da, abim çayımız kalmadı deyince, ben şimdi bulurum dedi. Bizim koğuş üçüncü kattaydı. Koğuş camları ile üst ranzalar bölümü paraleldi. Ranzaya çıktı. Bana asansörü verin dedi. Asansör kelimesi bana burada yabancı gelmişti. Bakalım, bu asansör neyin nesi diye merakla olanları izledim. Bir poşet, poşetin ucunda sekiz - on metre uzunluğunda çarşaftan yapılmış ip ve poşetin içinde ağırlık olsun diye üç - dört tane limon vardı. Camdan, bir alttaki koğuşa sesleniyor. E / 4, E / 4 diye bağırıyor. Sesi duyan birisi cama çıkıyor. Evet burası E / 4, sen kimsin diye soruyor. Burası E / 6, bizde çay bityi, sizde var mı? diye soruyor. E / 4 de var abi, gönder asansörü verelim diyor. Poşet, ip ve limondan asansör, limonun ağırlığı ile aşağıya doğru pl sallandırılmakta. Poşet hazır olduğunda tamam çek diye bağırıyor. Çay elimize ulaştığında, tamam sağol, teşekkür ederim, hayırlı geceler deyip işlem tamamlanmış oluyordu. Koğuşumuza yeni gelen ve cezaevine ilk defa düşen Karslı Kenanın da hoşuna gitmişti ki, ikimiz bu olaya biraz gülüştük. -
118.
0Burada hükümlü bulunan mahkûmların yirmi ila otuz gün arasında sevki çıkıyormuş. Adalet Bakanlığınca ayarlanan bu sevkte, nereye gideceğimi merakla beklemekteyim. Buradaki ortama ve arkadaşlara da alışmıştım. Ayrılmak zor da olsa, sevki çıkanın gitmesi gerekiyordu. istanbul’dan uzak bir yere sevkimin çıkması, beni endişelendiriyordu. Çünkü burada her hafta ziyaretime gelen vardı. Mutlu oluyordum. uzak bir yere gitmek, ziyaretçinin olmaması demekti. Af gündeme geldiğinden. üç akşamdan bu yana yatarken sevkim çıkmasın diye Allaha dua ediyordum.Tümünü Göster
Gariban, arayanı sarayını olmayan mahkûm arkadaşlar için, blok içerisinde hâli vakti iyi olanlardan para toplanıp o kişiye veya kişilere pay ediliyordu. Yardımlaşma ve dayanışmanın bir örneğini de görmüş olup, mutlu oluyordum. Bu gece de hiç uyuyamadım. Gece defalarca kalkıp sigara içtim. Saat dört onbeşte kalkıp tekrar bir sigara daha içip yatağıma uzandım.
24.07.1998
Sabah sayımına zar-zor kalkabildim. Kahvaltımı yaptım. Bahçeye çıkıp biraz volta attım. Saat 22:00 sıraları Tuncer iç koğuşa gelip bugün sevk varmış. Kırk kişi gidecekmiş. ( Bana ) devre sen de hazırlan, gidebilirsin diye takılmıştı. Hakikatten yarım saat sonra, blok gardiyanı gelip sevk edilenlerin isimlerini ve gideceği yeri okurken, inşallah benim ismim okunmaz diye dua ediyordum. ismim ve gidecek olduğum yer, Kastamonu - Araç okunduğunda bir tuhaf olmuş, beynimden vurulmuşa dönmüştüm.
25.07.1998 cumartesi günü açık ziyaretim vardı. Eşim ve çocuklarım gelecekti. Bir aydır çocuklarımı koklayıp sevememiştim. Doyasıya onlarla sohbet edip, kucaklaşıp, hasret giderecektim. Açık ziyarete bir gün kala sevkimin çıkması ve sevk yerimin istanbul’a uzak oluşu beni çok üzmüş, kendimi tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Koğuş arkadaşlarımdan birkaçı yanıma gelip, teselli vermeye çalışıyorlardı. Onlar teselli verdikçe ben daha çok hüzünleniyor, doyasıya bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Koğuş arkadaşlarıma da alışmıştım. Onlardan ayrılmakta zoruma gidiyordu. Behçet, Nedim ve Şeref Ağabey, uzun müddet teselli vermeye çalıştılar. Yeterli miktarda paramın olup olmadığını sordular. Gidecek olduğum yerin, Metris Cezaevinden daha iyi olduğunu, her zaman ziyaretçin gelse açık ziyaret yaparsın. Çocuklarını, eşini yanına alıp sohbet edersin. Telefon açman kolay olur. Bahçen akşama kadar açık olur gibi laflarla beni avutmaya çalışıyorlardı. Ben, sevkimi Tekirdağ - Çanakkale arasında olan cezaevlerinde çıkmasını bekliyordum. Gidecek olduğum cezaevinin istanbul’a yakın olması ziyaretimi kolaylaştırır, aile özlemi çekmezdim. Şimdi uzak yere gidiyordum. Ailemin yanıma gidip gelmesi çok zor olur. Maddi durumum iyi olsa, kendimi bu kadar üzmem diyordum. Arkadaşlarımla bir müddet konuşmadan rahatlamaya çalışmıştım.
Dayı diye hitap ettiğim Şeref Ağabey, koğuş içerisinde para toplamış. Tekrar yanıma gelip al şu parayı, yanında bulunsun. ihtiyacın olur dediyse de zorla kabullenerek aldım. Allah sizden razı olsun, sağ olun, varolun dedim. Artık yolculuk hazırlığına başlamalıydım. Valiz yasak olduğundan, iki tane büyük çöp torbasını iç - içe geçirip, eşyalarımı toplamaya başladım. Tuncer de yardım ediyordu. Diğer taraftan Zeki Ağabey, koçum, gidecek olduğun yerde battaniye bulunmaz. Bu battaniyeyi yanına al, torbaya yerleştir dedi. Ve artık çağırılmayı bekliyordum. -
119.
0Saat 00:30 Blok gardiyanı gelip, sevkçiler hazırsa kapıda toplansın diye bağırıyordu. Koğuş arkadaşlarımla tek tek vedalaşıp, öpüşüp, helalleştim. Bizim bloktan üç kişi daha kapı önüne sevk için gelmişti. Merdiven başına toplanan diğer mahkum arkadaşlar bizleri yol etmek için toplanmıştı. Onların tempolu alkışları içerisinde kapıdan çıkarken, bizler de Allah sizleri de kurtarsın diye yüksek sesle bağırıp, alkışlar arasında bloktan ayrıldık. Bu tempolu alkış her sevk ve tahliye olana yapılıyordu. Bütün sevkçiler açık ziyaret bahçesinde toplanmıştı. Baş gardiyan elinde listeyle gelip, ismen ve gidecek olduğum yerleri tekrar yeniden okuyup, gelip gelmeyenleri de kontrol ediyordu. Kırk iki kişi olduğumuz söylendi. Sevk yerleri Karabük - Ovacık, Sinop merkez ve Ordu - Ünye’ydi.Tümünü Göster
Saat 16:00 olmuştu be herhangi bir hareket yoktu. Kimimiz öfkeli ve sinirliydik. Karnı acıkanlar, koğuştan temin ettikleri ekmek, zeytin, peynir, domatesle açlığını yatıştırıyordu. Ben de çok acıkmıştım. Yanımda da nevalem yoktu.
Cuma günleri avukat günü olduğundan E - 2 Blok mümessili Yılmaz Ağabey avukatının yanından çıkmış, koğuşa giderken camdan bizlere bakıyordu. Kendisini bizim koğuşa gidip gelirken tanımıştım. Yılmaz Ağabey E - 6'danım. Bizim mümessile söyleyiver, karnım çok acıktı, bana bir şeyler gönderirse çok memnun olurum dedim. Yarım saat sonra gardiyan ismimi okuduğunda, elindeki çantayı bana verip, bunu Ömer Bey gönderdi deyip, kendisine teşekkür ettim. Çantaya iki tane süt, iki paket bisküvi, bir ekmek arası zeytin, peynir, domates ve unutmuş olduğum hamam havlusu konulmuş. Ekmeğin yarısını yiyerek açlığımı yatıştırdım. Gardiyanların eşliğinde beşer kişilik gruplar halinde tuvalet ihtiyacımızı da gideriyorduk. Saat beşe doğru jandarmalar gelip, başlarındaki astsubay, Eflani’ye gidecekler buraya, Ünye’ye gidecekler bu tarafa toplansınlar diye komut vermişti. Askerler, çantaları tek - tek, kişileri de tepeden aşağı arayıp, ikişer gruplar halinde mahkumların ellerini ( birini sağ elinden, diğerini sol elinden ) kelepçeliyorlardı. Tek kalan olursa o da çift elleri önden kelepçeleniyordu. Hazırlanan grup, sıra başına gidiyordu. Başka bir astsubay gelip, Kastamonu - Araca gidecekler yanıma gelsin dediğinde etrafına altı kişi toplanmıştık. Karabük - Ovacık mahkumları da sol tarafıma dizilsin dediğinde onlar da altı kişiydi. -
120.
0Arkadaşlar, on iki kişisiniz. Altı kişiyi Ovacığa, altı kişiyi de Araç’a teslim edeceğiz. Araç komutanı olarak başınızda ben bulunuyorum. Yolculuk esnasında şikayetiniz olursa iletin. Şimdiden bir sorununuz varsa söyleyin diye konuşma yaptı. Kimsenin bir sorunu çıkmadığından, bahçedeki askerler tarafından eşyalarımız ve üstümüz didik didik arandı. Çantalarda bulunan çamaşır deterjanı, şampuan, jilet, ayna ve hapların hepsini toplayıp, bunların arabada, yanınızda bulunması yasak, indiğiniz yerde sizlere iade edeceğiz dediklerinde sebebini öğrenmek istedim. Komutan, bunlar yasak çünkü, bazı mahkumlar yolculuk esnasında kendini jiletliyor, deterjanı suyla karıştırıp içiyor, problem yaratıyorlar. Biz sizleri buradan nasıl sağ - salim aldıysak, gidecek olduğunuz yere de sizleri sağ - salim zütürmek zorundayız diye açıkladı. Bizler de ikişer kişilik gruplar halinde, birimiz sağ elinden, birimiz de sol elinden kelepçelendik. Dosyalarımızın üstüne de boyumuz, kilomuz, vücudumuzdaki yara, iz ve dövme olup olmadığı sorularının cevapları yazıyordu. Herhangi bir firari olayda başına polise ve jandarmaya kolaylık olsun diye eşkallerimiz de belirtilmişti. Grubumuzun üst ve çanta aramaları tamamlanıp, geride kalan diğer grup arkadaşlara Allah kurtarsın diye Metris Cezaevi’nden ayrılmak üzere, ceza ve tutuk evi ring aracına bindirildik. ( Ring mahkumların, aynı güzergah üzerinde, çeşitli il ve ilçelerdeki cezaevi nakli sırasında, üç-dört aracın birlikte hareket etmesine deniliyordu. ) Arabanın sağına altı, soluna da altı kişi oturarak, çöp poşetinden oluşan çantalarımızı, diğer deyimle torbalarımızı da yanımıza alarak orta yerde dizlerimizin arasında topladık. iyice sıkışmıştık. Bu uzun yol nasıl bitecek diye hepimiz mırıldanıyorduk. Komutan, tekrar yanımıza gelip, bir isteğimizin olup olmadığını sorduğunda ben, parmak kaldırıp söz aldım. Komutanım, yolumuz kaç kilometre? Saat kaç gibi orada oluruz? Su, yemek ve tuvalet ihtiyaçlarımızı nasıl gidereceğiz? dedim. Bolu - Düzce, Kaynaşlı’da mola vereceğiz. Tüm ihtiyaçlarınızı orada karşılayacağız diye cevapladı. Arabanın ilk bölmesinde şoför ile komutan, orta bölmesinde bizler, son bölmesinde de tam teçhizatlı beş asker vardı. Askerlerden birisi, bölmeli kapıyı üstümüze kilitledi. Hareket ettiğimizde akşam saat 17:30’u gösteriyordu ve böylece sevk yolculuğumuz başlamış oluyordu.Tümünü Göster
-
memati basss öldü beylerrrrrrrr
-
kirli kadin donu kokladim bi keresinde
-
cam4da blackmirror gibi olay yaşandı
-
arabam arıza yaptı
-
sudandan numara arıyor beni amk
-
bi adam bwni aradı çok korktum
-
süper babawnne
-
31 çekmek daha iyi
-
ben yurtdisindayin dost
-
sünnet yüzünden 31 yine zevk vermedi
-
bana hiç şuku gelmemesi
- / 1