/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 76.
    0
    Canımız su ve kola istiyordu. Tuncay, ismini öğrendiğimiz askerlerden Abdullah’a seslenerek, bizim araç komutanının yanımıza gelmesini istedik. Komutan geldi. Tuncay bu sefer alttan alarak komutana, siz iyi bir insana benziyorsunuz. Halimizden anlayın. Bizlere su ve kola temin edemez misiniz dedi. Komutan da biraz sonra hareket edeceğiz, teğmen de bizim komutanımız, ne diyorsa yapmak zorundayız. O şimdi yemek yemeye gidecek, gittiğinde askerlere doldurttururum. Kolayı da benzin alacak olduğumuz yerden alırız dedi. Hep bir ağızdan, sağol komutanım. Sen de olmazsan bu yol çekilmez dedik. Boşalan pet su şişelerini askerlerimiz doldurdu. Saat yirmiüç onda istasyondan ayrıldık. Yirmiüç kilometre ilerledikten sonra da şoförümüz benzin alırken, Abdullah kolamızı da almış oldu. Bu sefer en büyük asker bizim asker, Allah seni sevdiğine kavuştursun diye Abdullaha tempo tuttuk. Kelepçeler gevşek olduğundan tekrar bileklerimizden çıkarttık. Altı saattir yoldayız. Kıçımızın üstüne otura otura ve ayaklarımız rahat şekilde uzatamadığımızdan, hareket alanı da olmadığından, kıçımın ve diz kapaklarım ağrımaya başlamıştı. Hepimizin şikayeti aynıydı. Yol da bitmek bilmiyordu. Saatler ilerledikçe, bir an önce evimize kavuşmayı ( yani gidecek olduğum cezaevine ) istiyorduk. Oturduğumuz yerden uyuklamaya çalışsakta rahat edemiyorduk. Herkes bir şeyler anlatıyor, müciplik yapmaya çalışıyordu. Bir ara oturduğum yerden gayr-i ihtiyari sağ bacağımı karşımda oturanın apış arasına doğru uzatmıştım. O' da kardeşim noluyor yahu? Cinsel tacize mi uğruyorum demesi, bizleri güldürmüştü. Espiri ve şakalarla yola devam ederken, Eskipazar - Ovacık yol ayrımına geldiğimizde saat gecenin birini geçiyordu. Hiçbirimiz uyuyamıyorduk. Ben ve birkaç kişi de, pencerden karanlıkta olsa nereden geçiyorum, nereye geldik diye çevreye bakınıyorduk. Gece saat ikide Ovacık yoluna girdiğimizde, diğer ring arabası Eskipazar yönüne doğru hareket etti. Araba gittikçe sallanıyor, her taraftan şangır şungur sesler geliyordu. Bu yolun bozuk ve arazi yolu olduğunu kanaat ettik. Yol aldıkça, saatler ilerledikçe uyku da bastırıyordu. Arabanın sürekli hoplaması, sallanması uykuya daldığım anda gözlerimi dört açtırıyordu. Arazi yolundan ormanlık yola daldığımızı, yolun kapalı olmasıyla anladık. Araba durdu. Bir ileri bir geri yaparak dönmeye çalışıyorduk. Karanlıkta ay ışığından yararlanıp, pencereden etrafa bakınmaya çalışıyorduk. Her taraf karanlık ve bol ağaçlı bir ormana girdiğimiz belliydi. ilk geldiğimiz yere dönüp dolaşıp üç dört sefer geldik. Şoför bir yol daha tutturup istikametine yöneldi. Biz de aabanın içinde, Kastamonun ormanları içerisinde kaybolduk. Ayılara yem olacağım komutan bizi serbest bıraksa. içimizden kaçan olur mu gibi sorulara ayılara yem olmaktansa bir arabanın içinde kalmayı tercih ederiz. Kimimiz de kaçarım diye bozulan morallerimizi düzeltmeye ve şakalaşmaya devam ediyorduk. Köy gibi yere geldiğimizde üç-beş tane hanenin sokak lambalarının yandığını görüyordum. Şoför bir evin yanında durdu. Komutanın araba hoparlöründen Ahmet Ağa, Ahmet Ağa diye seslendiğini duyduk.
    Gecenin üçünde kim Ahmet Ağa? ( ismini hiçbirimiz bilmiyoruz ya! Genelde köy gibi yerlerde Ahmet, Hasan; Mehmet ismi çok yoğun olduğundan, araç komutanımız da bu şekilde seslenmişti.) Karanlıktan adım sesleri geliyordu. Biri komutanın yanına gelerek, ( Gecenin sessizliğinde neler konuştuğunu duyuyorduk.) buyrun komutanım. Hayırdır inşallah, bir durum mu var? sorusuna, komutanın cevabı biz istabul’dan geliyoruz, Ovacığa nasıl gideriz, yolumuzu kaybettik diyordu. Ahmet Ağa yolu tarif etti, yeniden yola koyulduk. Ortalama kırk-kırk beş dakika yol aldık. Araba yine durdu. Komutan bu sefer Mehmet Ağa, Mehmet Ağa diye sesleniyordu. Zavallı köylüm, Mehmet Ağa belki de korkarak komutanın yanına geldi. Buyurun komutanım, hayır mı, şer mi? Bir durum mu var sorusuna komutan, biz istanbul’dan geliyoruz, arabada mahkum var, Ovacığa gideceğiz, yolu bir türlü bulamadık diye cevapladı. Mehmet Ağa rahatlamış ve korkusunu yenmiş olacak ki, komutanım buyurun oturalım, çay ayran ikram edeyim diyordu. On-on beş dakika oturdular. Ayran içtiler. Pencereden olup bitenleri karanlıkta görmeye ve işitmeye çalışıyorduk. Güzergah tarif edildikten sonra tekrar yola koyulduk. Nihayet sabahın beşinde Ovacık Cezaevine gelmiştik. Askerlerin, Ovacık mahkumları torbalarınızı hazırlayın, ineceksiniz emriyle altı kişi toparlanarak, araçtan ellerinde torbalarıyla ikişer ikişer inmeye çalışıyordu. Her birimiz, birbirimize Allah kurtarsın temennisiyle vedalaştık. Ovacık Cezaevinde tuvalet ihtiyacımızı da giderdik. Devir teslim işlemleri yapılıp saat beş otuzda tekrar yola koyulduk. Tan vakti sökmüş, sabah olmuştu.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 77.
    0
    özet geç bin
    ···
  3. 78.
    0
    Elinde pembe ile yavru ağzı arasında bir pantolonla geliyor Arzu Abla. Başlıyorum ağlamaya. Herkes gülüyor. Babam kahkahalarla giydiriyor pantolonu zütüme. Diretiyorum, elini gösteriyor. Diretiyorum, elini bir daha gösteriyor. Diretmeye devam ediyorum ve o eli, sonunda koca kafamın arkasında sert bir şekilde hissediyorum. Kahkahalar devam ediyor. Boynumda asılı suluğum ve beslenme çantam, üstümde yeşil montum, zütümde pembe pantolon ve elimde kuşe kağıda basılmış Türk bayrağı ile birlikte okuyorum milli marşımızı. Ardından ağzımı oynatarak eşlik ediyorum Andımıza.
    ···
  4. 79.
    0
    Ölümün kimin başına, nerede ve ne zaman geldiğine tanık olmak çok şaşırtıcı. Hatta o kadar çok şaşırtıcı ki, şaşırdığını bile anlayamıyorsun. ikinci sınıfın sonlarıydı. Sınıf öğretmenimiz, yıllık ders progrdıbını bitirmiş olacak ki, dersin yirmi-yirmi beş dakikası şehir bulma ya da toplama çarpma oyunu oynamakla geçerdi. Hepimizin ismini tek tek okur, biz de tahtaya çıkardık. Öğretmenimiz, söylediği şehri en kısa sürede bulana, okulun kantininden cino alırdı.
    ···
  5. 80.
    0
    Cino, en sevdiğim çikolatadır bu arada. Portakallı. Her gün en az üç tane yerdim. Ekmek almaya gittiğimde, yanında başka bir şey daha alacaksam eğer, Cino kanıma girerdi. Cebime girecek onca paradan alacak olduğum ekmeğin fiyatını çıkartırsam eğer, Cino aldığım anlaşılırdı. Ama birden fazla ekmek, ayrıca yoğurt, kabarta tozu veya un gibi şeyler de alacaksam, o kadar hesabın içinde alacağım bir Cino arada kaynardı. Hatta kim uğraşacak o kadar paranın hesabıyla der, en az bir, en fazla iki Cino alırdım. Birini yolda yürürken enlemesine ağzıma tıkar, diğerini de sol elimin onca poşet yükün altında ezilmesine umursamaksızın Cino'nun paketini açmaya çalışır ve eve varana kadar, onu da yemek için uğraşırdım. Hiç bedavaya Cino yemedim okulda.
    Bir dahaki dersimiz, yine aynı öğretmenimizin girdiği beden eğitimi dersiydi. ilk önce erkekler, sonra kızlar sırasıyla boşalttı sınıfı. Eşofmanlarve spor ayakkabılar bir-bir çıktı kimisi yeşil, kimisi siyah poşetlerden. Kimimiz heyecanına yenik düşüp poşeti yırttı. Kimimizin babası esnaf ya da pazarcıydı ve spor ayakkabısı yoktu. Bizzat kendimin attığı poşetin düğümünü çözerek ağzını açtım. Eskiden ışıkları yanan spor ayakkabılarımı poşetten çıkardım ve giydim. Bir açılıp, bir kapanan gri sınıf kapısını bu kez de ben araladım ve benden önce çıkanlara yetişebilmek için adımlarımı hızlandırdım.
    ···
  6. 81.
    0
    Okulun dış kapısına varmaya az kala ayakkabılarımı yere sürte sürte kendimi durdurdum. Merdivenlerden indim ve soluma dönüp on metre ilerideki bir diğer basamaklara varmak için yürüdüm. Üç basamak indim ve tekrar yine soluma döndüm. Önümde yedi basamak, yanımda ise mermerden yapılma kaydırak. Kaydırak gibi. Oradan kaysan ineceğin yedi basamaktaki harcayacağın zamanın onda birini bile harcamazsın. Kaykayın sonu kırık ama. Sert bir darbe sonucu hasara uğramış olan betondan yapılmış bu merdivenin demir iskeleti hemen orada. Kaydın diyelim, dikkat etmelisin. Eğer yatarak kayarsan ve o kısa süre içerisinde doğrulamayıp ve ayaklarını öne atıp ayakta duramazsan, o demirler sana batar. Tıpkı Osman'a battığı gibi.
    Bir önceki dersten beri üzerine iddiaya girip oynanan ezilmiş kutu kolanın beton zeminde çıkarttığı gürültüyü bastırmıştı Osman'ın sesi. Zaten on-on beş saniye sonra da kesildi. Osman, belki zaman kazanmak, belki kızlara hava atmak, belki de şov yapmak istiyordu. Fakat Osman ya hızına, ya hormonlarına, ya da egolarına yenik düştü ve kafa üstü kayayım derken, demirlerin kafasına saplanmasına sebep oldu. Arka sıramda oturan Osman'ın yerine üç gün boyunca çiçekler konuldu.
    Cuma günü derse geç kalmam öğretmenimizin dikkatini hiç çekmemişti. Aksine o bugün sinirli değil, hala çok üzgündü. Özrümü dileyip sırama geçerken farklı iki sıraya konmuş çiçeklerin dikkatimi çekmesi ve öğretmenimize kulak asmam, beni daha da çok şaşırttı. Osman'ın arka sırasında oturan Münevver, dün akşamevine giderken bir kamyonun altında ezilerek can vermişti. iki arka sıram da çiçeklerle donatılmıştı. Ölümün peşime takıldığını düşünmek, beni bu kez oldukça korkutmuştu. Öğretmenimizin dediğine göre, Münevver dün sabah okula giderken, annesinden beslenme çantasına muz konulmasını istemiş, annesi de Münevver'e olmadığını ve alamayacaklarını içeren bir konuşma yapmıştı. Nedensizce hayatını kaybeden Münevver'in annesi bir muz bile alamadığını öğretmenimize ağlayarak anlatmış. Bunun üzerine bir şey yapması gerektiğini düşünen öğretmenimiz, beslenme saatlerinde muz yenmesini yasaklamıştı.
    ···
  7. 82.
    0
    Davut Bakkal' a ekmek almaya gittiğim sabah, günün ne kadar sıcak geçeceğini anlamıştım. Hafta sonları, dışarı sadece ekmek almak için çıkardım. Günün kalan saatlerinde evde oturup ya televizyon izler, ya da Temel Britannica angiblopedilerini karıştırırdım. Şu Temel Britannica yanımdan geçse, ilk önce kokusundan tanırım. Babam çalıştığı kahvehanede, Hürriyet'in verdiği kuponları toplar, her ay bayiye zütürürdü. Hemen hemen bütün set vardı oturma odasındaki vitrinin içinde. içine üçüncü şekeri gizlice attığım çay bardağı ile birlikte oturmuş, Recep Amca’yı kesiyorum tül perdenin arkasından. Recep Amca da çay içiyor. Cebinden Samsun paketini çıkartıp bir dal yakıyor. Annem sesleniyor bahçeden. Pikniğe gidecekmişiz. Eyüp Sultan'a.
    ···
  8. 83.
    0
    Daha ilk yokuşu inmeden başlıyor sızlanmalar. Hava çok sıcak. Daha ilk yokuşu inerken, Nuriye Ablanın terasa astığı halıdan bir damla düşüyor enseme. Sonra omuzuma. Yok böyle bir serinleme. Yere bakıyorum. Hiçbir su birikintisi yok. ilk defa sıcağın etkisi, bizim sokağı bile etkilemiş diyorum içimden. Kulağını yere yaklaştırıp dinlesen o sesi, cos diyecek. Köşeyi dönüp bir sonraki yokuştan inerken dönüp bakıyorum ardıma. Yolun yarısı net, yarısı dalgalanıyor sıcak hava dalgasından. Erkan'ın annesi Nermin Teyze' den biraz çekiniyorum açıkçası. Tek gözünün olmaması beni ondan uzaklaştırıyor. Annem bir gün merakına yenik düşüp açmıştı bu konuyu ona. Kaynanası beddua etmiş. Gözün yumurta kırılır gibi yerinden çıksın da aksın inşallah. Göz, yumurta arasında bir konuydu. Hiç anlamamıştım. Güvercinleri kovalayarak Eyüp Sultan' dan geçiyoruz. Arada güvercinlere şut çekiyorum. Erkan topu tekrar getirmek için koşuyor sıcağın altında. Fanilyası şimdiden gözüküyor sırılsıklam olmuş tişörtünden. Kavruk enselerimizle Eyüp Sultan türbesini geçiyoruz güneşin altında. Mermer zemin ayakkabımın kaymasını sağlıyor. Büyük bir zevkle kayarak ilerliyorum zeminde. Cevşenler, seccadeler, ezan okuyan renkli renkli saatler, ihramlar her yerde. Sıcağı umursamayan teyzelerin, ter kokularının arasından sıyrılıp geçiyoruz. Halicin kokusu geliyor burnuma. Az önce tuttuğum nefesi bırakıp ciğerlerime dolduruyorum Haliç’i. Temiz olmasa da idare ediyor.
    ···
  9. 84.
    0
    Bir çam ağacının altına bırakıyoruz taşıdığımız bütün nevaleyi. Annemler sofrayı hazırlamaya başlıyor. Termos, çay bardakları, ikili ekmekler, poğaçalar, domatesler, peynirler bir bir sepetlerden çıkıp, kilimin üstünde yerini alıyor sırasıyla. Çaylar ardı ardına içiliyor. Biz de az ilerde salıncakların keyfini sürüyoruz. Kaydıraktan defalarca kayıyoruz. Bir süre sonra ayakkabım ağırlaşıyor içine dolan kumdan. Çıkarıp yalın ayak devam edeyim derken tek bir adımımla geri zıplıyorum serin toprağa. Şimdi iyi geliyor. Kuru kuruya serinlik. içim yanmış. Annemin yanına gidiyorum. Su istiyorum. Ağırlık olmasın diye su almadıklarının, ilk susayanı çeşmeye yollayacaklarının şakasını yapıyorlar gelişi güzel. Arkama dönüp bakıyorum. Sesimi duyuramayacağım kadar uzaklıktaki Erkan'ın kaydıraktan ters kaydığını görüyorum. içinde tek bir damla dahi bulunmayan boş iki gazoz şişesiyle, diğer çam ağaçlarının arasından çeşmeye doğru yürüyorum. Ayakkabımın içinde kalan kum taneleri parmak aralarıma giriyor. Kaşına kaşına, tatlı sert yürüyorum. Kaldırımdan aşağı adımımı atıp yarısı olmayan mazgalın üstünden zıplıyorum. Çeşme on beş-yirmi adım ilerimde. Ses geliyor derinden. Sağımdan duyuyorum. Kafam dönüp sesi arıyor. Çok geçmeden, iki adım atana kadar görüyorum sesin sahibini. “ Su … “ diyor dudakları beyazlaşmış, saçı sakalı birbirine karışmış esmer adam. Belki de başka bir şey diyor. Ben öyle duyuyorum. Zaten bir kere duyuyorum. Sol elini yumruk yapmış, işaret parmağı ile bütün vücudunu gölgeleyen çam ağacını gösteriyor. Gösterdiği yere bakan gözlerim ne başka bir yere bakıyor, ne de ayaklarım ilerliyor başka bir istikamete. içimde anlam veremediğim korkuyla bir müddet beyaz dudaklarını izliyorum. Gitmem için diretiyor ayaklarım. Tatlı sert yürümeye başlıyorum. Köşeyi döndüğüm gibi çeşmeye varıyorum. Aynı görevi üstlenmiş diğer insanlarla sıraya geçip, şişelerini, bidonlarını, güğümlerini doldurmalarını izlemeye başlıyorum. Dilim damağıma yapışıyor.
    ···
  10. 85.
    0
    Yutkunuyorum. Nafile. Sabırsızlıkla mücadele ediyorum susuzlukla ve sıcakla. Sıra ban geliyor. Yanmış siyah saçlarımla beraber çeşmenin altına sokuyorum kafamı. Aynı anda çenemden aşağı süzülüyor tuzlu sular. Ardından ağzıma doğru ilerliyor. Arkamdaki çay evine ait olan iskemlelerle göz göze geliyorum. Çay bardağını andırıyor hepsi. Şişeleri bir sağa bir sola çalkalıyorum içine doldurduğum az biraz suyla. Suyu dinliyorum Şişe doldukça su sabırsızlanıyor. Dayanamayıp taşıyor hemen. istemeden gülümsüyorum buna. Birini enseme, diğerini sol kolumun altına koyuyorum. Tatlı sert yürüyeyim derken tekrar sıraya giriyorum. Vazgeçiyorum hemen. Ayakkabılarımı çıkarıp çeşmenin su birikintisine sokuyorum ayaklarımı. Normal yürüyorum artık.
    Sola çevriliyor kafam. Beyaz dudaklı amcayı arıyor gözlerim. Nitekim buluyor da. Topu topu üç parça gazete kağıdının altında şimdi. Üzerine taş koymuşlar. Polisler baş ucunda. Öylece uzanıyor. Sol eli uçuşan gazete kağıdının altında beliriyor. Parmağı takip ediyor gözlerim. Az ötedeki bir diğer çeşmeyi kestiriveriyorum.
    ···
  11. 86.
    0
    Babamın yine işe gideceği bir gün, hepimiz erkenden kahvaltı etmek için kalkmıştık. Yere kurulmuş sofrada çay bardakları, çatallar, artık Allah ne verdiyse yerini almıştı. Kapının hemen bitişiğinde duran soba, üzerindeki çaydanlığı kaynatıyor, çaydanlıkta dayanamayıp fokurduyordu. Gümüş rengi, siyah kulplu çaydanlığın ağzından fışkıran su taneleri sobanın üzerine düşüyor, sürekli yinelenen sesin arasına sıcaktan haşat olmuş bülbülümüzün şakıması da karışıyordu. Üstüne bir de televizyonda yayınlanan Sevimli Kahramanlar'ın sesi eklenince, beş-on saniye boyunca aralıklı ve sürekli geçen diyaloglarla evimizde bir şenlik havası esiyordu.
    Bülbül evin en uzak köşesindeydi. Kafesin altında bulunan ve çalışmayan ev telefonumuzun da üstünde durduğu bu raf, aynı zamanda eşya dolabımdı. Sana yağdan sürekli coslayan sobayı anneannem doldurup yakmıştı. Sürekli sobayla ilgilenmesi ve sobanın üzerine konmuş maşanın üstündeki kızarmış ekmekleri bir bir eliyle alması ve hızlıca sofraya atmasından anlamıştım. Anneannem, dedem, annem ve kucağındaki kardeşim, babam, ben, hep beraber yer sofrasının çevresine bağdaşımızı kurmuş, sevimli kahramanlarla kahvaltımızı ediyorduk. Bir anda aklıma aylardır adı konmamış olan bülbülümüz gelmişti. Sıcaktan mı olsa gerek bilmiyorum, normalinden daha fazla ses çıkartıyordu o gün. Babama kafesinin kapısının açılması konusunda bir şeyler zırvalamış, sonunda olumsuz bir cevap almıştım. Herkesin ağzından, bülbülün kafesinin açılmaması hakkındaki sert uyarıları dinliyor, tamam, yapmam şeklinde kafamı sallayıp, uyarıları dikkate aldığımı gösteriyordum. Bütün bir kahvaltı boyunca bülbülden konuştuk. Oda sıcakmış, eğer tavana doğru uçarsa, odanın içinde bulunan sıcak hava dalgasından dolayı kanatları yanar, ölürmüş, yok sobanın borularına konmaya çalışırsa yanarmış, yok o, yok bu. Tamam dedik.
    Babam, dedemle birlikte kahveye gitmiş, annem ve anneannem de, bahçede Hamdiye Teyze ile birlikte örgü, dikiş, örnek gibi konular hakkında sohbete dalmışlardı. Dayanamadım. Kafesin yanında, penceremizin altında bulunan çekyata oturmuş, küçük kuşun neler yaptığını inceliyordum. Kafesin kapısını açtım ve yavaşça, bülbülü korkutmadan sağ elimi kapıdan içeri soktum. Kolumla ve diğer elimle bülbülün kapıdan kaçıp gidemeyeceği şekilde kapatıyor, aynı zamanda bülbüle yaklaşmaya, onu sevmeye çalışıyordum. Geçen süreler içerisinde merakım ve isteğim artıyor, elimin kenarından sürekli bülbülü yakalamak için uğraşıyordum. Bülbül kaçtıkça onunla yarışa giren ben, sonunda yarışı kazanmış olmanın verdiği mutluluk ve özgüvenle elimdeki bülbülü kupa kaldırır gibi kaldırıyor, zaferimi kutluyordum. Bülbülü daha yakından incelemek için koltuğa tekrar oturduğum anda parmağımı ısırması, onu yere fırlatmama neden olmuştu.
    Yarım saat önce kahvaltı sofrasındaki uyarıları, az önce öldürdüğüm bülbülü, içinde bulunduğum durumu ve akşama yaşanacak olan olayları düşündüğüm o an, kaybolmak, kaçıp gitmek ve bir daha dönmemek istedim. Henüz yerde, cansız bir şekilde yatan o bülbülü alıp, tüm soğukkanlılığımla kafesine geri koyacak, katilin ben olmadığını gizleyecek cesaretim bile yokken, evden kaçmayı düşünmek ve bunu istemek düpedüz salaklıktı. Yaşanan bu olay neticesinde evden kaçmam, ailede büyük bir problem yaratacak, ölen bülbülün mevzusu kapanacak ve beni affedecekler düşüncesi bile salaklıktı. Ne olacak? Eve bütün gece gelmeyip sağda-solda takılacak, suçum cezasız kalacak, el bebek-gül bebek büyütülmeyen beni kaçışımın ardından gördüklerinde bağırlarına mı basacaklardı? Bastılar diyelim. Katil olduğum gerçeğini değiştirecek mi?
    Tümünü Göster
    ···
  12. 87.
    0
    Evden kaçsam ne olacak? Elbet er ya da geç yakalanacağım veya eve geri döneceğim. Döndüğüm, daha bahçe kapısından girdiğim anda yerim dayağı. Kaçmadım. Ne olacaksa olur dedim ve utana sıkıla yere fırlattığım bülbülü yerden alıp, kafesine zütürdüm. Kafesin kapısını kapadım ve yüzüme büründüğüm bir şey yok tavrıyla annemlerin yanından geçip, sokağa çıktım.
    Hafta sonuydu sanırım. Çünkü genelde hafta sonları yıkanırdım. Şu yaşıma kadar leğende yıkanmış olmanın verdiği rahatsızlık, banyo yapmak istemeyişimi tetikliyordu. Banyo yapmayı hiç sevmiyordum. Dışarının kirini sürekli eve getirmem annemi yine rahatsız etmiş ve o gün banyo yapmam gerektiğini bana bahçedeki tuvalete girerken söylemişti. Hamdiye Teyze'nin, beni annemin yıkadığını öğrenmesi ve bu konuyla ilgili dalga geçmesi beni sinirlendirmişti. Bu haber kızı Sevda'ya, oradan da bütün sınıfa yayılabilirdi. Ben de Hamdiye Teyze'nin yanında anneme, kendim yıkanırım dedim. Herkes bir şaşırdı. Annem güldü ve çeşmenin yanındaki güğümü göstererek doldurmamı işaret etti. Güğümü aldım ve çeşmeden doldurdum. Annem, anneannem ve Hamdiye Teyze, bir anda değişim göstermeye, olgunlaştığını ispat etmeye çalıştığını düşünen bu çocuğu pür dikkat izliyorlardı. Güğümle birlikte oturma odasına girdim. Güğümü sobanın üstüne bırakıp, sobanın altını açıp tekrar bahçeye çıktım. Git biraz daha oyna, su ısınınca seslenirim diyen anneme karşılık kafamı salladım ve bahçeden çıktım. Allah'ın bu soğuğunda kendi başıma yıkanmak beni hem korkutuyor, hem de endişelendiriyordu. Hem az önce katil olmuştum. Çok gergindim ve bir an önce bugünün bitmesini istiyordum. Daha fazla dışarıda durmak istemedim ve eve geri girdim. Banyonun bulunduğu odaya, yani yatak odasına girdim. Banyo, otuz-otuz beş santimlik bir yükseklikte bulunuyordu ve tahtadan kapısı vardı. Banyoyu inceledim. içinde sadece bir tabure vardı. Cesaretimi toplamıştım. Bundan sonra yapacağım şey, giyecek olduğum temiz çamaşırları dolabından çıkarmak için oturma odasına gitmekti. Bülbülü gördüğüm anda az önce içimde yaptığım muhakeme tekrar aklıma gelmiş, korkum katmerlenmişti. Temiz çamaşırlarımı dolaptan çıkartıp tekrar yatak odasına döndüm. Babamın, annemin ve aynı zamanda benim de kullandığım banyo havlusunu gardolaptan çıkartırken, askılığa asılmış kolyeyi görünce ister istemez güldüm.
    Kolye değildi gerçi. Babam sadece o cisme boyuna asılabilecek uzunlukta bir ip bağlamıştı. Hatta espirisi bile dönmüştü bu kolyeden kırma boyun bağının. Ucundaki cisim, istanbul'a taşınmadan önce anneannemlerde yaşadığımız zamandan kalmaydı. Dayımın kızı ile evde oturmuş çizgi film izliyorduk.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 88.
    0
    Belli mi olur sağları solları? Bana da sarmasınlar sonra. Zaten sürekli içiyorlar. Ya Metin, ya da Metinler’in yanındaki evde, akrabalarıyla yaşayan Cenk gidiyordu bunlara bira almaya. Yanında dediğime bakma. O sokak tamamen bayır. Yalçın Ağabey, tam bizim evin karşısındaki evinin balkonundan neredeyse her akşam Cenk'e sesleniyor, Cenk’te bayırın en başından Yalçın Ağabey’in yanına kadar iniyordu. Tekrar gerisin geri bayırı tırmanıp, köşeyi döndükten sonra sağda kalan Davut Bakkal’a gidiyor, aldığı şişe birayı tekrar Yalçın Ağabey'e vermek için o bayırı iniyordu. Evine tekrar gitmek için bayırı ikinci kez tırmanan Cenk, her akşam birbirinden farklı küfürlerle söylene söylene bizim pencerenin önünden geçiyordu. Birgün Cenk'in amcası dayanamayıp Yalçın abinin evine, kapısının önüne kadar geldi. Taner Amca, Yalçın Ağabey'den daha kısaydı ve Yalçın Ağabey'in onu kısa sürede haklayabileceğinin farkındaydı. O yüzden, her ne kadar sinirli olsa da sinirini göstermemeye çalışıyor, gayet kendinden emin bir halde Recep Amcalar’ın evinin kapısında bekliyordu. Yalçın Ağabey kapıyı elinde baltayla açtı. Ne diyeceğini şaşıran Taner Amca, bir an önce oradan gidebilmek için söyleyeceklerini bir bir, hızlı hızlı hararetli bir şekilde anlatıyordu. Ne diyon lan sen diye bağırarak kapıdan yarı çıplak çıkan Yalçın Ağabey, elindeki baltayı kaldırarak yine aynı şekil bağırdı. Belki altı-yedi kez ne diyon lan sen diyen Yalçın Ağabey'i duyan Birol Ağabey, bahçeden fırlayarak Yalçın Ağabey'in üstüne atladı. Balta yere düştü ve az ötede boğuşan Birol ve Yalçın Ağabey'i ayırmak üzere birkaç komşu evlerinden çıktı. Kan revan içinde kalak Yalçın Ağabey, deli dana gibi komşuların kollarında direniyordu. Merakla ve heyecanla o akşam üstü bütün olayı izledim. Olaydan yaklaşık yarım saat sonra polisler gelip her ikisini de alıp zütürdü. Üst komşumuz Remziye Teyzenin oğlu da, tanık olduğu için o akşam polisler tarafından karakola alındı. Metin'in her akşamı bu şekilde geçiyordu diyebilirim.
    Yaz-kış fark etmez, Metin her gün kapısının önünde yokuş aşağı oturur, ya bahçesindeki Huriye Ablanın beslediği kedilerle oynar, onlara otuz bir çektirir, canı sıkıldı mı kuyruğundan tutup havaya fırlatır, ya incir yer, ya da futbolcu kartlarıyla veya tasolarıyla oynardı. Kışları genelde bütün sokak toplanır, kardan buz tutmuş o bayırdan poşetlerle, leğenlerle, pimapen panjurlarıyla baştan aşağı kayardık. Recep Amcanın solunda, bizim çaprazımızdaki evde yaşayan Remziye Teyze bile çıkardı sokağa. Aynı bahçeyi paylaştığı kiracısı Adalet Abla ve oğlu Tunahan da bu takıma katılınca, on dakika geçmeden Remziye Teyzelerin aşağısındaki Nuriye Teyze, oğlu Ensar, kocası Tayfun Ağabey ve ardından onun aşağılarındaki komşular bile ellerinde poşetleriyle yorgun-argın bayırın başında alırlardı soluğu. Bu kadar kalabalığın içinde kaymak çok eğlenceli olurdu. Hamdiye Teyzeler, Emine Abla, Hakan, Esra, Sevda, herkes defalarca o soğuk kışa ve deli gibi esen rüzgarın gözlerimize soktuğu kar tanelerine aldırış etmeden tırmanır, kayardık. Kışları çok kar yağmadığından değildi bizleri bir araya getiren. Buzdu. Eğlenceydi.
    Kışları buz, yazları çaydı bizim mahalleyi bir arada getiren. Genelde annemin hiçbir komşusu yokuş aşağı oturmayı sevmediğinden, bizim kapının ya da Hamdiye Teyze'nin kapısının önünde otururlardı. Hamdiye Teyze'nin sağ, yan komşusu Emine Ablalar, solda da Nedim ve Numanlar oturuyordu. Emine Ablaların üst komşusu Nermin Teyze, kızı ve aynı zamanda sınıf arkadaşım Esra, küçük erkek kardeşi Erkanlar oturuyordu. Erkan kardeşimden iki yaş büyük, benden de üç yaş küçüktü. Yani dört yaşındaydı. Kardeşim daha konuşmayı bile çözemediğinden sürekli evde otururdu. iki yaşındaki bir çocuktan beklenilebilecek tek şey bu olsa gerek. Bazen annemin gözünün önünde olacak şekilde çıkar, karşı komşumuz Musa Ağabey'in oğlu Nedimle ve yan komşumuz Muhittin Ağabey'in oğlu Yavuzla top oynardı. Arada bu oyuna ben, Nedim'in ağabeyi Numan, Yavuz'un ağabeyi Resul ve ablası Bedriye de katılınca, Erkan ve ablası Esra, Hamdiye Teyzenin kızı Sevda da sokağa çıkarlardı. Kışları sadece karın yağıp, yerlerin buz tuttuğu nadide günlerde sokağa çıkan bu insanlar, yazları evlerine girmezlerdi. Muhittin Ağabey'in eşi Remziye Teyze, Hamdiye Teyze, Emine Abla, Nuriye Abla ve oğlu Ensar, Esralar, diğer Remziye Teyzeler, biz, hepimiz sokağa doluşurduk. Bizim sokakta tam üç tane Remziye Teyze vardı. Biri yan, biri üst, biri karşı komşumuz olan bu Remziyelerden ikisi, birbirleriyle küstüler. Üst ve karşı komşumuz olan teyzelerin oğlu ve kızı bir ara arkadaş olup, ayrılmışlar. Karşı komşumuz Remziye Teyzenin oğlu Selçuk Ağabey, Serap Abladan ayrılınca, iş buraya kadar gelmiş. Serap Ablanın ağabeyinin adı da Selçuk. Ama o işin aslını bilmiyormuş. Yazın, yaklaşık yirmi-yirmi beş kişinin sürekli kapı önünde oturduğu bu sokak, sürekli temizdi. Ne bir sigara izmariti, ne de bir çekirdek kabuğu. Herkes kendi kapısının önünü muhakkak her gün süpürüp, yıkardı. Bu yüzden bizim sokak, sürekli açık deterjan kokardı. Çaylar, yemekler, herşey musluk suyu kullanılarak yapılırdı. Zaten mahalleden sucu geçmezdi. Herkes suyunu çeşmesinden içerdi. Sucudan çok, hurdacı ya da sinek arabası geçerdi bizim mahalleden. Öyle bir kokardı ki o sinek arabası, iki sokak aşağı kadar inerdim peşinden koşarak. Kafam güzel olurdu. iki bayır çıkardım eve varana kadar. Tayfun Ağabey'in bakkalını, ardından Şaziye Teyzelerin evini, en sonunda da Nuriye Abla'nın evini tırmanıp sola döndüm mü, on-onbeş adım sonra, saçlarımdaki sinek arabasının sinmiş olduğu o kokuyla eve varırdım. Bir gün yine aynı şekilde geldim. Bahçeye girdim ve anneme yakalanmayayım diye saçlarımı yıkamaya koyuldum. Yan komşumuz Resul, sokaktan bana alaycı bir şekilde seslendi. Hafif ıslanmış saçlarımla bahçe kapısına doğru kafamı çevirdiğimde, kapalı tahta kapının aralığından Resul'ün beni sabırsızlıkla beklediğini gördüm. Çeşmeyi kapatıp kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açtığımda Resul'ün sokağa dizdiği gazoz kapaklarını gördüğümde, gülümsedim. Taşındığım bu zamandan, birbuçuk-iki yıldan beri kimsenin gazoz kapağı oynadığını görmemiştim. Hatta daha öncesinde, simit sattığım zamanlarda da gazoz kapağı oynayanlar çok azdı. Tasoya gücü yetmeyen meşe, meşeye gücü olmayan gazoz kapağı oynuyordu. Aldığım on meşeye karşılık, verdiğim bir tutam macunu kavanoz kapağına yapıştırdığım zaman anlamış olmalıydım. Hem Resul'ü, hem de gazoz kapağı oynamayı. Aldığım on meşeyi sadece üç taso karşılığı satabilmiştim. Yollarda gazoz kapağı arayarak harcadığım onca zaman, şimdi Resul'ün beden almış haliydi. Dalga geçtim Resul'le. içerlendi. Arkasını dönüp gidecekmiş gibi yaparken, elindeki macundan ağırlığı yarım kilo olmuş kavanoz kapağını bana fırlattı. Kapıya çarparak büyük gürültü yaratan kavanoz kapağı, beni büsbütün korkutmuş ve şaşırtmıştı. Kavanoz kapağının ağırlığından anlamıştım. Onunki fakirlik değil, zevkti. Ama dayanamadım. Bahçe kapısının arkasında, bel hizam kadar bir yükseklikte dikili olan incir ağacının altından farkettirmeden bir taş alıp, Resul'e fırlattım. Taş, Resul'ün kafasına isabet etti. Çığlık içinde yere yığılan Resul ağlamaya, bağırmaya başladı. Hemen bahçe kapısını kapayıp, eve girdim. On dakika sonra bahçe kapımız açıldı ve Remziye Teyze'nin bağırışıyla annemin irkilmesi bir oldu.
    Güzel bir sonbaharın hafta sonunda yediğim bu dayak, akşama yiyecek olacağım dayağın habercisiydi. Annem sinirlenip, geçen gün Metin'e ettiğim küfürü babama ispiyonlamıştı. Babamın da dayağı üzerine tekli koltukta uyuya kalmışım. Gece Cine 5'in karıncalı yayına girmesiyle rüyam sona ermişti. Rüyamda ne gördüğümü hatırlamıyorum. Ama bir rüya gördüğümü hatırlıyorum.
    Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurda bile top oynamak, evimizin önündeki taşa oturmak, plastik boruyla önüne gelen kediye iğneli fişek fırlatmak için vardım ben. Her mevsim çıktım sokağa. Sokağımdan ötesine gitmedim ama. Aşık sokak benim için en iyisi olmasa bile seviyordum. Mahalle maçlarında oynayamasam bile birkaç kez kaleye geçmişliğim vardır. Bizim sokaktaki Metin'in aracılığıyla oldu tabi. Bir daha da o özgüvenimi kırıpta gidemedim diğer maçlara. Zaten çağırmadılar. Halbuki duvardan gol atacak kadar aşağılıklardı. Bediş izleyip onların taklitlerini yapmaya çalışan kızlara asılan bu mallardan ne bekleyebilirsin?
    Yine de bu sokağın vedar-ı iftiharı olmaktan dolayı gurur duyarım. Metin'i bilemem.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 89.
    0
    Tekrar merdivenler. Eski, yıkık, çatısı olmayan, camı kırık olan evler. Nihayet varıyoruz. Kalabalık bizi bekliyor. Bana olan ilgi büyük. Koca kafama vura vura sevip, okşuyorlar. Suratıma oranla daha büyük olan kulaklarım ve yanaklarım kıpkırmızı kesiliyor. Önlüğümün yakasını açmışım, hafif serseriyim. Sıcak, ilgi, kalabalık beni mahvetti. Bu kadar ilginin üstüne azan ben, finalde çay bardağını tutamayıp, çayı pantolonuma döküyorum. Aynı sıcak ortam bu kez daha da ısınıyor. Babam ağzını açmıyor. Bakışları beni uyarıyor. Annem gülüyor. Gitmesin bari çocuk okula diyor Arzu Abla. Olur mu hiç öyle Arzu? Daha ilk günden ne bu böyle, olmaz diyor Babam. Emrah'ın sağda solda bir pantolonu muhakkak vardır, ben bir ona bakayım o zaman diye cevaplıyor Arzu Abla. iki üç dakika kadar külotla oturuyorum tahta sandalyenin üstünde. Merdivenler hala aşağı doğru iniyor.
    ···
  15. 90.
    0
    Yüz bin liranın arkasında, Atatürk'ün öğrencilere çiçek verdiği gün, kısa Marlboro'nun bir milyon yedi yüz elli bin lira olduğu gece. Babamla birlikte evden çıktık. Geziyoruz. Yeni iş yerine zütürüyor beni. Artık o da kahveci olmuş. Çay getirip zütürecekmiş. Bardak yıkayacakmış. Bütün işi buymuş. Ha bir de dükkanı kaparken yerin tozunu alacakmış öyle bir. Günlük iki milyona iyi işmiş. Zaten kira on üç liraymış. Yakında beni de okula yazdırıp, kalemimi, kitabımı, defterimi, suluğumu ve hatta az evvel önünden geçtiğimiz kırtasiyenin kapısının önünde asılı duran, Spider Man baskılı beslenme çantasını bile alacakmış. Gözlerimin orada takılı kaldığını fark etmiş olmalı.
    Okula başladığım günü hatırlıyorum. Beslenme çantam, yumurtam, meyve suyum ve suluğum, gri önlüğüm, yakam, herşeyim hazır. Çok yakın bir akrabamıza uğrayacakmışız, kahvaltı etmeye çağırmışlar. Oradan hemen benim okuluma, istiklal marşına yetişecekmişiz. Sokaktan çıkıp, tam karşımızda bulunan merdivenlerden oluşmuş bir sokağa giriyoruz. Basamaklar yol ilerledikçe artıyor, bitiyor ve yürüyoruz.
    ···
  16. 91.
    0
    Poşetin ağzını açtı ve içindekini yere döktü. Yaklaşık iki yüz elli-üç yüz tasoyla göz göze geldiğim an, artık oraya ait olduğumu anlamıştım. Tasolarım, taşınırken kaybolmuştu ve cebimde sadece yanımdan hiç ayırmadığım togepi tasosu vardı. Bilmiyorum, Togepi'nin sessiz ve sakin olması, sürekli kucakta durması, onu sevmem için iyi bir nedendi sanırım. Habire gülüyordu. Metin'e Togepi'yi gösterdiğimde güldü. Yüzlerce tasonun içinde eliyle koymuş gibi buldu Misty'i. Ardından Ash'i ve Brock'u. Bu kadar taoyu nereden bulmuştu? Üstelik ailesi fakir. Burada işi ne yoksa? Gıpgıcır Togepi tasoma karşılık on tane taso verebileceğini ve onunla oynamamı isteyen Metin, bir eliyle yerden tasolarını topluyor, diğer eliyle de kendi tasoma doğru uzanıyordu. Vakit geçsin diye kabul ettim. Zaten geri çeviremezdim, çünkü tasom, poşetine girmişti. Birlik, daha sonra ikilik, ardından üçlük ve yine ikilik oynadık. Elimde kafliğim ve bir taso kalmıştı. Hiç kepememiştim. Üstelik sinirlerim acayip bozulmuştu. Bir kere bile kepemeden, kökülmüştüm. Yere fırlattığım hafif ıslanmış olan kafliğimi elime almamla Metin'in kafliğine oynayalım mı demesi beni büsbütün delirtmiş, sinirden küfür edip, sonucunda kabul etmeme sebep olmuştu. Islanmış tasoyu eşofmanımla kuruttuktan sonra ortaya koydum. Metin de üstüne Togepi'yi koydu. Heyecenım artmış, Togepi'yi geri alabilmek için elime geçen bu fırsatı iyi değerlendirmek istemiştim. Res mi, tas mı diye sordu Metin. Tas dedim. Res geldi. Normalde ilk vuruşu bir önceki eli kepen yapardı ama Metin'in centilmenliği tutmuştu. Metin kafliğini fırlattığı gibi ikisini de döndürmüştü. En sevdiğim, yanımdan asla ayırmadığım tasomu on tane tasoya değer görüp satmış ve yavaş yavaş kepilirken çoktan pişman olmuştum. Üstüne üstlük kökülüp rezil olmuştum. Tasomu geri kazanabilmek için elime geçen o fırsatı değerlendiremeyip hüsrana uğrayan ben, farkında olmadan yirmi tasonun borcunu sırtıma yüklenmiştim. Çünkü Metin benim kafliğimi on taso değerinde görmüş, kendisi de eşit sayılabilecek kaflikle oynamıştı. Zaten o tasoyu kaybetmiş ve değer biçilen kafliğime karşılık Metin'e olan borcum yirmi taso olmuştu. Olmamalıydı. Yaptığım hata beni pişman etmiş ve oldukça üzmüştü. Herneyse, bu Metin'in ağabeyi serçe parmağının tırnağını kırmasından dolayı Recep Amca'nın oğlu Yalçın Ağabey ile kavgalıydı. Metin öyle sölemişti. Her akşam muhakkak birbirlerine saldırmasalar bile atışıp, bahçeden bahçeye küfürleşirlerdi. Pencereden bakıp, olanı biteni izlemeyi ne kadar çok istesem de, hiç açmadım o perdeyi.
    Tümünü Göster
    ···
  17. 92.
    0
    Adam olacak çocuğa katılmayı hiç düşünmedim. Ne herhangi bir çocuk progrdıbına katılacak cesaretim vardı, ne de Barış Ağabeyin onlarca insanın içinde soracağı sorulara cevaplarım hazırdı. Çünkü cevaplarım sürekli değişkendi. Merak ettiğim bir soru varsa, kendim bulmaya çalışırdım. Bigibletimle belirlenen saatler arası gezmeye çıkar, çevremde olan biteni anlamaya çalışmak için var olan bütün gücümle pedallara asılırdım. Sorularım belli değildi. Bu yüzden öncelik olarak sorularımı belirlemeliydim. Acelem yoktu. Üstelik bigibletim tamir olmamıştı bile.
    Misafir odamızın duvarında, örgü ipinden yapılmış, testiden su içen bir kadın vardı. işte o kadının tam altında içi minik balıklarla dolu koskocaman bir akvaryumumuz vardı. Futbolcu kartlarıyla tek başıma oynamaktan usanmış bir halde misafir odasına dalışımı, iyi niyet göstergesi olarak balıkları besleyişimi, balıkların fazla yemekten öldüğünü hiçbir zaman unutmam. Onca balığın katili bendim. Adam olacak mıyım? Emin değilim.
    Bu ev ile ilgili hatırladığım son şey, babamın o eve bir cumartesi günü, bıyıklarını kestirip gelmesi ve ardından pazara oyuncak almak için gitmemizdi. Gerçekten korkmuştum. Neden kesmişti bıyıklarını? Babam, güle eğlene, bense oldukça gergin bir halde pazarın yolunu tutmuştuk. Ansızın, güneşin etkisindeki ışıklı spor ayakkabılarımın, yandığını bildiğim halde görünmeden yanıp sönmesi gibi sönüyor hatırladıklarım. Kendimi korumanın tek yolu ağlamamdı o zamana kadar. Anladım ki ağlamak bir şeyi değiştirmiyor. Babam bana bakıp gülüyor, ben ona bakıp ağlıyor, ben ağladıkça Babamın gülüşü, yerini kahkahaya bırakıyordu. Tavana asıldığında kendi ekseni etrafında dönen o helikopter için günlerce beklemiştim. Fakat şimdi istemiyordum.
    ···
  18. 93.
    0
    özet geç bin
    ···
  19. 94.
    0
    Birkaç yıl sonra anneanneme taşındık. Neden taşındığımızı, neden bir odanın içinde beş kişi yatıp kalktığımızı bilmiyorum. Ama soba kenarında uyuyakalmamak gerektiğini iyi biliyorum. Soba beni etkilemeyi öyle iyi başarmıştı ki, yanında uyumadan geçirdiğim her kış gecesi için kendime kızmıştım. Bütün bir akşam üstüne tükürüp, üzerine mandalina kabuğu atıp, odayı mükemmel bir kokuya boğup eğlencem sona erdiğinde, yattığım yerde uyuyakalmışım. Bir yorganla üstüm örtülmüş. Ansızın elimin yanışıyla acı içinde uyandım. Derimin sobaya yapıştığını, ardından o tavuk kokusunu anımsıyorum. Bir süre sonra kokudan uyanacak olanları uyandırmamak için mecburen camı açıp odayı havalandırdığım anda annemden yediğim azarı unutmam. Az önce kendisine büyük bir sevgi beslediğim bu sobayla böyle talihsiz bir olay neticesinde tanışmak, aklımın ucundan bile geçmezdi.
    Babamın eve gelmeyişinin kaçıncı günü olduğunu, neden eski evimizdeki eşyaların anneanneme yakın bir apartman dairesine taşındığını bilmiyorum. Sorularıma cevap bulamıyorum çünkü soruların neden oluştuğunu bilmiyorum. Kısacası hiçbir şey bilmiyorum ve öğrenmek için de uğraşmıyorum. Tatilde gibiyim. Anneanneme gelmişiz. Bütün akrabalar aynı sokakta. Her gün herkesi görmekten usanmıyorum. Bakkala gönderilmekten, para üstünden, ekmekten, yoğurttan, sigaradan, yarım kilo şekerden, şeker poşetini delmemeye dikkat etmekten, hiçbirinden usanmıyorum. Günler çok güzel ve dolu geçiyor. Hatta bir gün boyunca sırf bakkala gidip para üstü toplasam, ikram bile alıp yiyebiliyorum. Haftada en az iki gün ikram yiyorum bazen. Bu arada bir poşet dolusu tasom bile var. Jetgiller, Tom ve Jerryler, Çakmaktaşlar. Hemen hemen hepsinden var. Oynayıp kazanmak ya da kaybetmekten çok, elimde bulunmalarını, hiçbir yere ayrılmamalarını istiyorum. Bir anda kendimi tutamayıp kaldırım kenarında taso oynayanların yanında alıyorum soluğu. Bir bakıyorum ki ben oynuyorum bu sefer bazıları çizik, bazıları silik, bazılarının tam ortasında çıkıntı bulunan tasolarla. Daha iki gün önce at arabasından üzerine düştüğüm omuzumu zorlamamaya çalışıyorum taso oynarken. Topaç gibi döndürebiliyorsun mesela o tasoları. Fırıldak oluyor. Hatta hangi paketin içinde taso olup olmadığını bile biliyorum. insan merak edince.
    Babamın hala bizim geldiğimiz yerde olduğunu, halletmesi gereken bir takım işlerden dolayı buraya gelemediğinin haberini alıyorum annemden.
    Tümünü Göster
    ···
  20. 95.
    0
    Herhangi bir lakabı yoktu babamın. Varsa da ben bilmiyorum. Dedem yıllar önce bir köy düğününde ölmüş. Kaza kurşunu diyorlar. Konu çok uzamıyor. Bana benzermiş burnu, kulakları. Babaannem de, dedemin ölümünden sonra bir süre yalnız yaşamış. Malum, o zamanlar dul bir kadının çocuğuyla bir başına kalması, milleti bir süre sonra rahatsız edermiş. Öyle dediler. Babaanneme de öyle demiş olmaları gerek ki, kadın ikinci evliliğini yapmış. Ondan da bir çocuğu olunca, babamı istememiş yeni koca. Babaannem de babamı, dedemin erkek kardeşine vermek zorunda kalmış. On yaşında ailesi dağılmış olan babamın yeni ailesi, amcası ve amcamın ailesi olmuş. On yıllık bir hayat, şuracıkta altı-yedi satır yer kaplaması kadar kısa geçmiş olmalı ki, bundan ötesini bilmiyorum.
    Babam, bildim bileli aynı kilodaydı. Ne zayıf ne toplu, ortadaydı. Yemese de olur, buyur edilince de afiyet olsun diyecek kadar kibar, diretilince mecbur oturmak zorunda kalandı. Boyu da kilosu gibiydi. Ortada. Siyah saçlı ve siyah gözlüydü. Esmerdi. Dış görünüşündeki orta hali, içinin yansımasıydı sanki. Çok komik biri değildi, asık suratlı da değildi. Normaldi. Gerektiği yerde güler, güldürürdü. Sanki güldürmesi için gerekli bir şey var. Yok, ama güldürürdü. Bu da, sanki onun güldürmesi için gerekli bir ortam olmalıymış gibi bir his oluştururdu. Çelimsiz değildi. Aksine, çevikti. Çocukluğunda yaşadığı köydeki futbol kulübünde kalecilik yapmıştı. Kalecilik, ailesinden kopunca orada kalmıştı. Kalecilik, ona biraz çeviklik katmıştı belli ki. Futbolu sevmesinin sonucu koyu bir Galatasaraylıydı. Normalden hızlı konuşurdu. Bu da onun konuşurken başka şeyler düşündüğünün bir göstergesiydi sanırım. Çünkü konuşma uzadıkça, konu farklı yerlere gidebiliyordu kimi zaman.
    ···