/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 75.
    0
    03.08.1998

    Sayımdan sonra kahvaltımı yine tek başıma yaptım. Ortaklarımdan yine saat onda kalkan Mesut, kahvaltı hazırlayıp, Bülent'e seslenerek kalkmasını istedi. Yarım saat sofrada Bülenti bekledi. Çünkü Bülent kalkmamıştı. Sonra baş ucuna giderek, yüksek sesle hiddetli hiddetli, hemşerim kalkıyorsan kalk, peşinde uşağın yok, bu iş burada bitmiştir. Herkes kendi başının çaresine baksın diye ortalığı velveleye veriyordu. Bülent'in de yatağından fırlayıp dikleşmesi ortalığı ayağa kaldırdı. Uyuyanlar uyanmış, ayaktakilerin bir kısmı ikisinin arasında, bir kısmı da Bülent'e sus diyordu. Mümessilin araya girmesi, kardeşim ayrılmak istiyorsan ayrıl, yemeğini kendin yap, ye, iç. Böyle bağırıp çağırmakla huzurumuzu kaçırma dedi. Sonra erzak dolabında ne varsa, payına düşen kadar alıp yemek ortaklığından ayrılmış olur. Artık Bülent ile ikimiz kalmıştık. Bülent' e, bak kardeşim ben yemek yapmasını bilmiyorum, sen biliyorsan elimden geldiğince sana yardımcı olurum, Mesut gibi ortam yaratılacaksa sonradan kötü olacağımıza baştan kötü olalım, herkes kendi başının çaresine baksın, yine de arkadaş kalırız. Aramızda yemek hususunda dargınlık olmasın dedim. O da, Ağabey öyle şey olur mu? ikimiz ortaklığa devam ederiz. Sabahları beni kahvaltıya kaldırma, öğlen ve akşam yemeğini beraber hazırlar ve yeriz. Ben uygunsuzluk yapmam dedi. Kendisi bu arada kahvaltısını yaptı. Beraber keyif çayı içtik. Saat 12’ye doğru öğlen yemeği yapalım, sen de bana yardım et dedi. Taze fasulye pişirecektik. Ben fasulyenin kartlarını seçip ayıkladım. Ortadan ikiye böldüm. O da yıkadı, temizledi, yemeği hazırlayıp ocağa koydu. Piştikten sonra afiyetle yedik. Öğleden sonra iki civarlarıydı. Yemekhanede oturuyordum. Gardiyanın bana ismimle hitap etmesi, beni heyecanlandırdı. Bahçe kapısına yaklaşıp buyurun dedim. Altımda şort vardı. Üstünü giyin, PTT müdürü ziyaretine geldi deyince çok heyecanlandım. Hemen üstümü giyinip yanlarına gittim. Baş gardiyanlık odasında beni bekliyorlarmış. içeriye girdiğimde ben posta müdürü, ben veznedar, ben de dağıtıcı… diyerek tanışıp tokalaştık. PTT müdürü gönderdiğim mektubu aldım. Meslektaşmışız diyerek ziyaretine geldik, nasılsın, iyi misin faslıyla muhabbete başladık. Mektubunda Bayramiç’te görev yaptığını yazmışsın. Benim de Bayramiç’te ( PTT' de ) arkadaşım vardı. Onu aradım. Seni sordum. ismi Necmettin, sana da selamı var dedi. Tanıyorum, işçimizdi dedim. Sonra bir şeyler getirdik. Az veya çok değil kabul buyur, benim babam da mahkumdu. Mahkumun halinden anlarım. Herhangi bir sıkıntın, ihtiyacın olduğu zaman, buradaki ( gardiyan ) memur arkadaşlar da bizden, kendilerine bize ulaşmak istediğini söyle, haberimiz olur olmaz hemen yanına geliriz, her türlü sıkıntını gidermeye çalışacağız. Akşamüstü de hanımını ararım, Yengen ( mektubumda istemiştim )' de kek yaptı, gönderdi, afiyetle ye dedi. Yirmi dakika kadar görüşmemizin sonunda bize müsade, görevimizin başına gidelim. Sorunun olduğu zaman beni muhakkak ara, ara sıra cezaevine gelen postacımızdan halini hatrını sorar, kendini üzme, sağlığına dikkat et diyerek tokalaşıp, öpüşüp vedalaştık. Ben de ayaklarınıza sağlık, kesenize bereket, Allah sizlerden razı olsun dedim. Arkadaşlarım, ziyaretine mi geldi? Evet, gözün aydın diyorlardı. Getirdikleri poşetlerde istediklerim de vardı. Kavun, domates, salatalık, bir tepsi kek, piknik tüp, bir paket Maltepe sigarası, iki tükenmez kalem, üç dosya, bol miktarda çizgisiz dosya kağıdı ve bademcik ( antibiyotik ) hapı vardı. Bugün için çok mutlu oldum. Bir mektubun üzerine ve tanımadığım üç kişinin ziyaretime gelmesi beni o kadar çok ihya etti ki kelimelerle anlatamıyorum. Bu ziyaret benim için çok büyük bir doping oldu. Artık kendimi yalnız hissetmiyordum. Çünkü derdimi, sıkıntımı giderebilecek birisini bulmuştum. Gurbet mahkumu için, bulunduğu yerde böyle birilerinin bulunması benim ve bizler için nimettir.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 74.
    0
    Mesut' un lafı çok zoruma gitmişti. Ama yine de bozuntuya vermeden yemek ortaklığıma devam ediyordum. Artık kendisinden yemek yapmasını öğreniyordum. Yardım etmiyordum. Uzaktan, hangi yemeğin nasıl hazırlanıp pişirilmesini gözlüyordum. Gözlerimle, artık makarna, konserve taze fasulye yapılmasını öğrendim.
    1 Ağustos 1998 Cumartesi akşamı için Türkiye Spor Yazarları Derneği, Fenerbahçe - Beşiktaş maçı vardı. Gündüzden Mesut ile Nevzat Dayı bir karton Marlboro’suna iddiaya girdiler. Mesut Galatasaraylı olmasına rağmen Beşiktaşı, Nevzat Dayı da Fenerbahçe’yi tutuyordu. ikisinin de maddi durumları zayıftı. ( Mahkumun yemesinden, içmesinden, ziyaretçisi ve parası gelip gelmediğinden durumu belli oluyordu ). Ve maç Beşiktaşın 3-1’lik galibiyeti ile bittiğinde, Mesut' un gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Oh be, bir haftalık sigaram geldi demesi, kendisine olan kinimi daha çok arttırmıştı. Biz burada hepimiz mahkumuz. Gelenimiz, gidenimiz pek olmuyor. Dayının parasını iade etsen nasıl olur dediğimde, yok öyle şey olmaz. Vallahta vermem, billahta vermem, iddaaya girmeseymiş dedi. Kardeşim, aynı şey senin için de geçerli. Sen çok kaybetseydin, Dayıya da aynı şeyi söylerdin dedim. Velhasıl ikna edemedim. Dayı da sigaranın parasını ödemişti. Uyuyamadığımız bir kaç arkadaş oturmuş çay içiyorduk. Konu yine bunlardan açılınca suçun Nevzat Dayıda olduğuna karar verdik. iki ayda, üç ayda bir ziyaretine gelip üç-beş kuruş verdiyse, iddiaya girmeseydi tezini savunduk.
    ···
  3. 73.
    0
    Üçümüz de sabah kahvaltısını ayrı ayrı yapıyorduk. Sabah sayımından sonra Mesut ve Bülent tekrar yatıyordu. Ben uykumu aldığımdan kahvaltımı yapıyordum. Mesut saat 21:30-22:00 gibi kalkıyor, Bülent'te öğlen yemeğine yakın, zorumuzla kalkıyor ya öğlen yemeği yiyor, ya da kahvaltı yapıyordu. Mesut, kendini yemek yapmaktan sorumlu tutmuş gibi gözüktüğünden ve ben her seferinde yardım edeyim mi diye sorduğumda kabul etmiyordu. ilk bir haftamda, sabah kahvaltısından sonra, ben de uyuyordum. Mesut öğlen yemeğini hazırlamış, sofrayı kurmuş Bülent ve beni yemeğe davet ediyordu. Ben hemen kalkıyordum. Oysa Bülent' in baş ucuna iki-üç sefer gitmek gerekiyordu. Bu görev de benimdi. Bir gün öğlen yemeğinden sonra; Mesut'un; şahsıma karşı tehdit edercesine dokunaklı sözlerine içerlenmiştim. Bana; Burhan, cezan uzun. Af çıkmadığını düşünürsek, sen bu cezayı yatamazsın, bie melemen bile pişirmesini, bir makarna yapmasını bilmiyorsan aç ve sefil kalırsın, böyle devam ederse; yemek ortaklığından da vazgeçerim diyordu. Ben de, sözlerin doğru olabilir. Kimse acından ölmemiş. Zeytin ekmekte yesem karnım doyar, kimseye minnet ve yükte olmak istemem. Yemek yapmasını bilmiyorsam suç mu? dediğimde, alındığımı anlamış olacak ki, arkadaşım, ben senin iyiliğin için söyledim. Benim şurada kırk günüm kaldı. Gidene kadar beraber yer, içeriz diyordu. Mesut' un bu sözleri beni kızdırmıştı. içimden yemek ortaklığından ayrılasım geliyordu. ileriki günlerde de bu tip şeyler söz konusu olursa kesin kez ayrılmayı düşünüyorum. Geldiğim günden beri her gün saat 08:30’da kalkıyorum. idarenin vermiş olduğu, kişi başına bir adet ekmek yeterli gelmediğinden, üçümüz için üç ekmeğin haricinde günlük olarak iki ekmek fazla alıp, ücretini ben ödüyordum. Bir gün olsun erken kalkıp, ekmek aldıklarını görmedim. idare, ayrıca her gün için iki yüz yetmiş üç bin liralık günlük istihkak veriyor, haftalık olarak tanzim edilen kumanya, bakkal tarafından cezaevine getiriliyordu. yemek ortaklığı kaç kişiyse, iki yüz yetmiş üç bin çarpı kişi adeti tutarı şeklinde kumanya ihtiyacımızı gideriyorduk. Koğuş içinde erzağı biten birbirinden borç alıyordu. Manav türündeki ihtiyaçlar ise özele girdiğinden yekün aramızda pay ediliyordu. Bizim grupta da bu işle Mesut ilgileniyordu. Kumanya ve manav listesini hazırlayıp erzaklarımız geldiğinde, limiti aştığımızdan, bakkal tarafından ücret istendiğinde bir milyon altı yüz bin lira için Bülenti yanıma göndermiş ödememi istiyorlardı. Ve ödedim de. Mesut ve Bülent gelen erzaklarım dolaba yerleştirirken tanzim edilen listeyi de kontrol ediyorduk. Listeyi kontrol ettiğimde istihkamımız, bir kişi, iki yüz yetmiş üç çarpı yedi gün eşittir bin dokuz yüz on bir, çarpı üç kişiyiz, o da eşittir beş bin yedi yüz otuz üç tutarındaydı. Fazlalık kumanya ve manav listesi fiyatı da eklendiğinde iki milyon yüz bin liralık ücretin aramızda pay edilmesi gerekirken; Mesut' un beş yüz bin lirasını ödeyip, bir milyon altı yüz bin liranın benden talep edilmesine içimden kızmıştım. Bakalım ileriki haftalarda durum neyi gösterecek.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 72.
    0
    2 AĞUSTOS 1998

    Nevzat Dayının ziyaretçisine, gardiyanlardan gizli Araç PTT müdürüne verilmek üzere bir mektup vermiştim. Yazmış olduğum altı sayfalık mektubumda, geçmişimde örnekler vererek, bazı ihtiyaçlarımı belirtip, mümkünse ziyaretime gelmesini rica etmiştim. PTT' ye vermiş olduğum hizmetlerimden dolayı kendimi PTT kimliğinden sıyıramamıştım. Meslektaş düşüncesiyle, elini vicdanına koyup, gurbet mahkumunu sevindirir diye, gözlerim ziyaretçi penceresinde, kulaklarımda gardiyanın sesindeydi. Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri gelenim olmadığımdan, mektup eline ulaşmadı veya hafta içi gelir veya ister gelsin ister gelmesin diye kendi kendime homurdanıp durdum. Yine de, gelir diye kulağım her an gardiyanın sesinde. Buradaki arkadaşlara ve ağabeylere yavaş yavaş ısınmaya başlıyordum. Bir odada on altı kişi yaşıyorsak dargınlık kızgınlık olmadan bu cezayı bitirmeliydik. Çoğu ile sohbet ediyordum. Prensibim; hal ve hareketlerimin seviyeli, ölçülü, konuşmalarımın da terbiyeli ve üsluplu olmasıydı. Çoğu kez yalnız kalmayı tercih ediyordum. Koğuşa alınan Milli Gazete ve Türkiye Gazetesini en son ben alıp, dikkatimi çekmeyen yazıları bile en ince ayrıntısına kadar gazeteyi okuyordum. Gazetelerin bilmecelerini kesip, biriktiriyordum. Canım sıkıldığında dikkatimi bulmaca çözmeye veriyordum. Zaman zaman da bir tek Uğur' la tavla oynuyordum. Tavla oynamayı bilmese de vakit geçirmeye çalışıyorduk.
    Yemek ortaklarımla halen içli-dışlı olamadım. Mesut' un herşeyin iyisini ben bilirim havası, her konuda söze atılıp şöyle olmuştu, böyle olması gerekirdi gibi laf ebeliği yapması, Bülent' in de ağalar gibi yatıp uyuması, her öğün yemek yemeye çağırmamıza karşılık sallana sallana gelmesi, beni ve Mesutu kızdırıyordu. Fakat her ikisine de kızgınlığımı belli ettirmiyordum. Ortaklarıma ilk günden kendilerine, sabah, öğlen ve akşam yemek saatini belirleyelim demiş, önerim kabul edilmemişti.
    ···
  5. 71.
    0
    Eşime, maddi ve manevi durumunu sorduğumda; manevi yönden elbette babasız olmamız bizleri üzüyor, yanımızda olman bir başka, uzaklarda, hapislerde olman bir başka. Maddi yönden pek sıkıntı çekmiyoruz, kardeşin isa, ağabeyim çıkana kadar evinizin kirasını ben ödeyeceğim, ufak tefek sıkıntınızı gideririm demesi bizi rahatlatıyor, babamın da emekli maaşı var, bize yeter; idare etmeye çalışacağız, sen de idareli olmaya çalış, biraz az sigara iç diyordu. Bu arada Orhan Ağabeye dönerek, beni telefonla yine görüştürebilir misin? Nöbetin ne zaman diye sorduğumda, hafta Cuma günü arasın demişti. Eşime de belirtip Cuma günü için randevu almıştık. PTT' den arkadaşlarını Halit ve Aykut ve de kahvede çalıştığın patronun ziyaretimize geldi. Almamakta direndiysem de hepsi beşer milyon verdi. Paraya ihtiyacın varsa on beş gün sonra tekrar göndermek üzere beş milyon göndereyim diyordu. Ben de, şimdilik beş milyon yeterli. Her ne kadar idare etsem de, bir eve, bir aile ne gerekiyorsa sınırlı da olsa alıp, yiyip içmek zorundaydı. en yakın arkadaşım sigara, üzüldüğümde, ağladığımda, canım sıkıldığında sigara yakıyorum. Yine de idareli olmam gerekiyor, merak etme. Soranların cümlesine selamlarımı ilet, gelecek Cuma günü beni arar mısın dediğimde kartı bitmişti. iki dakika kadar tekrar arar diye bekledim. Maalesef aranmadım. Kart bulamamıştır diye düşündüm. Telefonda eşimin ve oğlum Mert'in sesini duymak; beni çok mutlu etmişti. Bu moralle, haftaya Cuma gününe kadar kendimi avuturum diye düşünüyorum.
    ···
  6. 70.
    0
    01.08.1998

    Genelde hafta sonları sabah sayımı yapılmıyordu. Yine de erkenden kalkmıştım. Yemek ortaklarımdan Bülent ile Mesut uyumuyordu. Tek başıma; zeytin, domates, tere yağdan oluşan sabah kahvaltımı yapmıştım. Gece, görmüş olduğum rüyalarımı kafamda canlandırıyor, kendi kendime yorumlar yapıyordum. Buraya ilk geldiğim gün bizi teslim alan gardiyan Orhan Ağabeye, ısrarlarım sonucu eşimi aramasını istemiştim. O da eşime 1 Ağustos Cumartesi günü saat 09:00 öğlen 16:00 arası ben nöbetçiyim, eşimi ararsan seni görüştürürüm demiş. Bana da bu şekilde anlattığında çok sevinmiştim ve bugün için eşimden telefon bekliyordum. Sakal bırakmayı düşünüyordum. 15 günden bu yana da sakal tıraşı olmamıştım. Cildim alışık olmadığından sürekli kaşıntı yapıyordu. Bugün de sakallarımı keseyim dedim. Bir perde tıraş olmuş, ikinci perde için yüzümü sabunlarken nöbetçi gardiyan Orhan Ağabey, postacı telefonun var demesi beni heyecanlandırmıştı. Koğuştan yüzüm sabunlu çıkıp, ziyaret salonuna telefonun başına geçtiğimde, hanımın arıyor, yavaş sesle konuş demesi, içimde hafif bir ürperti de yaratmıştı. Çünkü yasak olan bir kuralı çiğniyorduk. Ahizeyi kaldırdığımda, eşimin "Alo" sesini duymam içimi hoş etmişti. Nasılsın? iyi misin? Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı? gibi karşılıklı olarak konuşmamızı kartım bitene kadar sürdürdüm dedi. Ben soruyor, o cevaplıyordu. Oğlum Mehmet'i sordum. Annem, babam ve Mehmet evde uyuyorlar. Ben Mert'le erkenden kalıp, Eyüp Camii’sinin yanına ankesörlü kulübelere gelip, seni aradım, bak telefonu Mert'e veriyorum. Seni çok özlüyor, her kelimesinde baba, baba diye sayıklıyor, birazcık oğlunla konuş dediğinde göz yaşlarımı tutamadım. Ağlamaklı sesimle, oğlum Mert, ne yapıyorsun? iyi misin demeye çalışıyordum. Dört yaşındaki oğlumun, baba gelsene demesiyle cezaevinin üstüme yıkılışını hissediyordum.
    ···
  7. 69.
    0
    Koğuşumuzdaki yerli mahkumlardan Nevzat Baltacı, altı yaşındaki kızı Merve’yi akşam saat beşe kadar yanında tutması, onu sevip okşaması, beni çok duygulandırmış ve arkadaşlardan gizli gizli ağlamama neden olmuştu. 37 gündür evlatlarımdan uzak oluşum yüreğimi dağlamıştı. O gün akşama kadar Merve, bizlerin maskotu olmuş, her birimiz bir şeyler ikram etmeye ve onunla şakalaşıp konuşmaya can atıyorduk. ikramlarımız çay, kola, fanta, bisküvi, kavun, karpuz, üzüm ve şeftaliydi. Mervenin çocuksu hareketleri ve konuşmaları hepimizi güldürüyordu. Beş-altı saat yanımızda kalmasıyla mahkumiyetimizi unutmuştuk. Bu da cezaevinde bulunmanın ve gardiyanın inisiyatifine kalmış bir örnekti. Buradaki gardiyanlarımızın iyi niyetli oluşu, yerli ve gurbet mahkumu ayrıcalığını yapmayacağına kanaat gelmiştim.
    Akşam 20:30’da sayım yapılıp, koğuşumuza kilitlenmiştik. Binanın taştan örülmesi bile terlememizi engelleyemiyordu. Çok sıcak vardı, kimimiz gün boyunca iki-üç sefer banyo yapıyorduk. Akşam yemeği yendikten sonra; ziyaretçileri gelen ağabeylerimiz, meyvelerden oluşan bir sofra hazırlayıp, hep birlikte yedik. Yatmam gece saat üçü bulmuştu.
    ···
  8. 68.
    0
    31 Temmuz Cuma, buradaki ilk ziyaret günüm. Yolun uzak ve maddi durumumuzun zayıf olmasından, ziyaretçimin gelemeyeceğinin bilincindeydim. Yerli ( Kastamonu ve ilçeleri dahil ) mahkumlar erkenden kalkıp hazırlığını yapmışlar, ziyaretçilerini bekliyordu. Saat 09:30’da başlayan ziyaret akşam beşe kadar sürmüştü. Koğuşumuzdaki gurbet mahkumu Nevzat Dayının ziyaretine hanımı, kızı ve torunları gelmişti. Yazmış olduğum notta evimi aramalarını, benim iyi olduğumu, merak edilecek bir durumum olmadığını ve selamımın iletilmesini, Araç PTT Müdürüne yazmış olduğum mektubumun bizzat kendisine verilmesini istemiştim. Ziyaret, aralıklı demir parmaklarla bölünmüş, cam bölmesi olmayan küçük bir salonda yapılıyordu. Mahkumlardan çocuğu olanlar çocuklarını yanına alıp, hatta koğuş içine ve bahçeye de alıp, sevip, koklayıp, öpüp okşayabiliyordu.
    ···
  9. 67.
    0
    Bugün 29 Temmuz Çarşamba

    Buraya geleli tam beş gün olmuştu. Kirli çamaşırlarımı biriktirmiştim. Kısa sürede bir af yasası çıkar düşüncesiyle çamaşır yıkamak istemiyordum. Yapılacak bir iş bulamadığımdan, vakit geçsin diye çamaşırlarımı yıkadım. Hava çok sıcaktı ve bahçede durulmuyordu. Güneş çekilene kadar beş-altı arkadaş yemekhanede oturup sohbet ettik. Burada da hasta olmak yok. Hastalanıp dilekçe verdin mi, beş-altı gün sonra doktora zütürüyorlarmış. Bu yüzden hasta olmamam için bol bol Allaha yalvarman gerekiyor diyorlardı. Konuşmalarımızın çoğunluğu af içerikliydi. T.B.M.M 31 Temmuz Cumartesi günü tatile girecekti. Hepimizin umudu, bu tarihe kadar affın çıkmasıydı. Çeşitli yorumlarla kendimizi haklı çıkarmaya çalışıyorduk. Gazeteleri okuduğumuzda af konularında halkın tepkisini, görüşlerini okudukça hepimiz sinirleniyorduk. Af konusu geniş kapsamlı bir kelime olduğundan, herkes kendi yönüne göre ( mağdur ve sanık ) değerlendirmeye çalışıyordu. Ve gün geldi çattı. 31 Temmuzda T.B.M.M tatile girdi. Hepimizin hayali (erken af ) suya düşmüştü. Artık gözlerimizi 29 Ekime dikmiştik. Çünkü Cumhuriyetimizin 75. yıl yıl dönümü itibariyle ortaya atılan ( kısmi veya genel de olsa ) bir af yasası vardı. Günlerce basın ve televizyon kanallarından düşmeyen af yasası hazırlanamamıştı. 1 Ekimde T.B.M.M'nin açılmasıyla ele alınacak yasalardan bir tanesi diye beyanlarda bulunulması, biz mahkumları 29 Ekime endekslemişti. 1 Ağustostan itibaren, iki ay saymaya başlıyoruz. 1 Ekim - 29 Ekim arası patlatılacak bir bomba, hepimizi ailelerimize, özgürlüğümüze kavuşmamızı sağlayacak. Aksini düşünemiyoruz. Ortaya atılan bir yasanın gündem dışı kalması, cezaevlerinde olmadık olayların önüne geçilemeyeceği gibi, affın da bir seçim yatırımı olduğu kanısındaydık. Artık bunu zaman gösterecek.
    ···
  10. 66.
    0
    Bugün 29 Temmuz öğleden sonra bir koğuşa misafirliğe gittim. istanbul’dan buraya gelirken altı kişi gelmiştik. Üç kişiyi Koğuş 1' e, bir kişiyi Koğuş 2' ye, diğer iki kişiyi de Koğuş 3 ve Koğuş 4' e vermişlerdi. Birinci ve ikinci koğuş mahkumları birbirlerini pencereden görebiliyordu. Tuncay Kaya ve Ali birinci koğuştaydı. Her gün uzakta uzağa da olsa selamlaşıyor, birbirimizin hal ve hatrını soruyorduk. Tuncayın 4/12 nöbetçi gardiyanından izinli olmasıyla birinci koğuşa ziyarete gittim. Oradaki kişilerle tanıştım. Çaylarını ve sigaralarını içtim. iki saat kadar sohbet edip dertleştik.
    ···
  11. 65.
    0
    ilk iki günüm bana çok sıkıcı gelmişti. Yavaş yavaş arkadaşlarıma uyum sağlamaya çalışıyordum. Koğuşta beş yerli mahkum, kalan kişiler de çeşitli memleketten olup, istanbul’dan buraya sevkle gelmişlerdi. Bugün buraya geleli dördüncü günümdü. Can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyorum. Sıcaktan ve sinekten uyuyamıyor, küçücük bahçede sürekli volta atmaktan, bir ileri bir geri gelmekle başım dönüyordu. Zaten volta atmayı da sevmiyordum. El işi yapanların yanına oturuyor, sıkıldığımdan kalkıp elime kalemimi alıp, günlüğüme devam ediyordum. Bu da beni rahatlatıyordu. Koğuştaki arkadaşlarımın suçları değişik tipteydi. Kimi trafik kazasından, kimi hırsızlıktan, kimi silah bulundurmaktan, kimi yaralamaktan, kimi de zimmetten ( o da benim ) yatmaktaydı. Burada bulunanların içinde en uzun cezalı olanlardan biri Rizeli Muhsin ( kırk ay ), biri de ben ( 22 ay ), diğerleri de üç, dört, sekiz, on, on dört ay gibi cezalarla gelmişler. Mahkumiyet günleri çok zor geçiyor. Evinde kilometrelerce uzakta olmak, anam, babam, bacım, kardeşim, eşim, çoluk çocuğumu düşünmek, dış dünyadaki ortamları hayal etmek, insanı ister istemez üzüntüye zütürmekte. Bu yüzden bazılarımız kendini el işine vermekteydi. Kastamonulu Uğur kardeşimizin elinden yağlı boya, fırça ve kalemi düşürmeyip, gece gündüz sürekli resim yapmaktaydı. Rizeli Muhittin gemi ve evle, Diyarbakırlı ismette sürekli boncuk örmekteydi. Af yasası çıkmassa bu gidişle ben de bir şeylerle uğraşmak zorunda kalacağım. 15 Temmuz’dan bu yana basın ve görsel yayından düşmeyen af kanunu hepimizin umut kapısı olmuştu. On dört günden bu yana hala bir sonuca varamadılar. Büyük olasılıkla Cumhuriyetimizin 75. yılına isabet eden 29 Ekim’e yetiştirileceği haberi, içimizde bir an olsun buruk sevinç yaratıyordu. Çünkü hepimiz bir an önce buralardan çıkıp kurtulmak istiyorduk. Gün boyunca yatana kadar konumuzun çoğu af kelimesiydi. Meclis tatile girene kadar ( 31 Temmuz’a kadar) bir yasa çıkmadıysa hepimiz kendimizi 29 Ekim’e endeksleyeceğiz.
    ···
  12. 64.
    0
    Akşamları saat sekizden sonra, grup aşçıları yemek yapmakla meşgul oluyor, ufacık yemekhanede hareket alanı olmadığından, aşçıya yardım eden pek olmuyordu. Aşçılar yemek yaparken diğerleri voleybol oynuyordu. Bu koğuşta bulunanların bir gününü nasıl geçirdiğini, aşağıdaki şekilde açıklayabilirim.
    Sabah 08:30-09:00 arası sayım yapılmakta, mecburen hepimiz kalkmak zorundayız. Sayım verildikten sonra isteyen tekrar uykuya dalıyor, uyumayanlar tek başına veya yemek ortağı ile kahvaltısını yemekhanede veya bahçede yapmakta. isteyen sabah sporu yapmakta; sabah mahmurluğu üzerinde olan arkadaşlarımın çoğunluğu el işi yapmakla meşguldu. Ben dahil üç yaşlı amcanın haricindekiler gemi, bocuktan çanta, kartondan ev, yünlük iplik, araba, koltuk örtüsü, yağlı boya resim gibi el işleriyle meşguldu. Yorulana kadar ellerinden düşürmüyorlardı. Arada bir çay molası veriyorlardı. Öğlen yemeği saat iki-üç arası yenilmekteydi. Yemekten sonra tavla, domino oynamakta, yenilen çay demleyip, tüm koğuş içmekteydik. Öğleden sonra yaşlı amcalar uykuya yatıyorlardı. Akşam sayımına kadar bahçemiz açıktı. Bahçenin dikdörtgen boyunda aralıklı adımlarımla gelmekteydi. Yüksekliği iki metre civarındaydı. inşaat demirleriyle aralıklı baklava şeklinde kapatmışlar. Voleybol oynarken çok zorlanıyorduk. Servis atarken veya topu pasöre dikerken demirlere deymesi oyun konsantremizi bozuyordu. Gün boyunca çoğumuz bahçede oturuyordu. Gündüzleri televizyon seyreden yoktu. Af gündemde olduğundan, saat başı haberleri yaşlı amcaların kaçırmayıp edindikleri bilgileri bizlere aktarıyordu. Civardan, rüzgar olduğu zaman kavak ağaçlarının hışırtısından başka şey duyduğumuz yoktu. Sabahları da kuş sesleri dinliyorduk. Yaz olduğundan havalar çok sıcaktı. Bütün pencereler açıktı. Binanın dışından üç tane kedi damdan atlayarak ziyaretimize geliyordu. Çöpler bahçede olduğundan karınlarını doyurmaya geldikleri belliydi. Kediler vahşi olmadığından, kucağımıza alıp seviyorduk. Koğuş pencereleri yirmi dört saat açık olduğundan, bazı geceleri yatağımıza geldikleri de oluyordu. Akşam üstü saat altıdan sonra minyatür kale futbol oynamaktaydık. Top oynamaya başlamadan önce banyo suyunu ısıtımla ısıtmaya çalışıyorduk. Saat 18:30-21:00 arası mecburiyetten koğuşa kilitleniyorduk. Yemekten sonra isteyen el işine devam edip, isteyen televizyon seyretmekteydi. Uyuyamayanlar yemekhanede toplanıp, çeşitli konular üzerinde yorum yapıp, kırıcı olmadan fikir alışverişi yapıyorduk. Bazen hararetli anlarımız da oluyordu. Çeşitli bilmece ve fıkralarla gecenin ikisi, üçü olduğunda, uykumuz geldiğinde yatıyorduk. Her günümüz bu şekilde geçmekte. Kapalı ve dar bir alanda başka bir şey yoktu.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 63.
    0
    Saat 20:30’da diğer nöbetçi gardiyan elindeki listeyle yanımıza gelmişti. Arkadaşlar geçmiş olsun deyip, isim kontrolü yaptıktan sonra sizleri koğuşlara dağıtacağım dedi. Bizler de, memur bey hepimizi aynı koğuşa veremez misin? Bizler ayrılmak istemiyoruz dediysek te, mümkün olmadığını, dört koğuşumuz var, hepsinde birer ikişer boş yatak var, mecburen ayrılacaksınız dedi.
    Beni yanına çağırarak, torbamı ve üstümü didik didik aradıktan sonra üstümdeki parayı da fazla bularak, emanete alıyorum deyip, seni koğuş ikiye veriyorum dedi. Yabancı kişilerle karşılaşacağımdan bir endişe hissediyordum. Çekine çekine besmele çekerek, koğuş ikiye girdim. Erkenden kalkan üç-beş kişi bahçede oturuyordu.
    Arkadaşlar, selamünaleyküm, hayırlı sabahlar, hepinize geçmiş olsun diyerek, oturdukları yere doğru ilerledim. Hep bir ağızdan, aleykümselam, sana da geçmiş olsun, hoş geldin dediler. Buyurun, oturun dendi. Tek tek isimlerini söylediler. içlerinden birisi, benim adım Paşa, Ezincanlıyım, bu koğuşun mümessiliyim. Önce karnını doyuralım, sonra da banyonu yaparsın. Yemek ortağını da seçelim, daha sonra uyur istirahat edersin dedi.
    Ekmek, peynir, zeytin ve baldan oluşan kahvaltım gelmişti. Kahvaltımı yaparken bir taraftan mümessile, ben yemek yapmasını bilmem, aşçılığı olan birinin yanına verirsen iyi olur, bakkal alışverişinin nasıl yapıldığını, arkadaşların nasıl bir insan olduğunu, koğuş içi uyulması gereken kuralların olup olmadığını vs. sorular sorarak cevabını almaya çalışıyordum. Cevapların isteğim doğrultusunda olmasıyla endişemin yersiz olduğuna kanaat geldim. Koğuşta tek tek uyanan arkadaşlar bahçeye çıktığında yabancı yüz siması olarak beni görüyordu. Yanıma uyananlar gelerek geçmiş olsun arkadaş diyenlerle tokalaşıyor, size de geçmiş olsun diyordu. Mümessil Paşa Ağabey, ( yaşça benden büyük ) yemek ortağımı tespit edip, Mesut ve Bülent’e bu ağabeyiniz yeni geldi, sizinle yiyip içecek dedi.
    O kadar çok uykum vardı ki bir an önce yatıp uyumak istiyordum. Hafta sonları sabahleyin sayım geç yapıldığından, yatanların olduğu söyleniyordu. Ben de, onların kalkmasını bekliyor, tanışalım, birdenbire yatmak ayıp olur diye düşünüyordum. Benimle koğuş mevcudu on altı kişiydi. Çaktırmadan mevcudu saydım. Demek ki hepsiyle tanışmışım diye içimden geçirdim. Ağabeyler ben yatmak istiyorum, çok yorgunum dediğimde ranzam gösterildi. Fakat yatak yoktu. Çift yatakta yatanın yatağını aldık. Yatağa da yatak demek için bin şahit lazım. incecik, üç katlı battaniyeden farkı olmayan yatağı serdim. Battaniye istedim. idarenin battaniyesi yok, sen getirmedin mi denildi. Metristen Zeki Kanar Ağabey iyi etmişti ki, battaniye vermişti diyordum içimden. Saat onda yatağımı yapıp hemen uykuya daldım. Saat dörtte yemek ortağım, hemşerim kalk yemek yiyelim diyordu. Yemeğimizi yiyip çayımı da içince kendime gelmiştim. Altı saat uyku da yeterli gelmişti. Koğuşumuzda bir arada ikişerliden altlı üstlü sekiz ranza, küçük bir masanın üstünde televizyon, bir yemekhanesi ve sekiz kişilik bir yemek masası, mutfağı ve tuvaleti vardı. Eski bina olduğundan her yeri yıkık döküktü. Ranzaların görüntüsü hiçte hoş değildi. Eşya dolabı bile yoktu. Duvarlara çivi çakılmış, gazete kağıdı yapıştırılmış, pantolon gömlek gibi eşyalar buraya asılmıştı. Diğer valiz ve torba gibi gereçler de ranzaların altına sıkıştırılmıştı. Çelik dolaplardan üç tanesi erzak dolabı olarak kullanılmakta. Altı göz dolabın hepsi kilitliydi. Çünkü dolaplardan öte-beri çalınmasın diye bu yola başvurmuşlar. Bahçede, çöp bidonlarının kapağı olmadığından sinekler cirit atıyordu. Koğuşun içi sineklerle dolu olduğundan gündüzleri uyuyamıyordum.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 62.
    0
    Havanın kokusu içimizi ferahlatıyordu. Arabada kalan altı kişiydik. Ovacığa geldiğimizde kelepçeleri tekrar takmıştık. Takındığımız kelepçeleri tekrar çözdük. Her birimiz rahat rahat oturup, bacaklarımızı uzatabiliyorduk. Gece birden sabahın beşine kadar bozuk yolda seyir etmiştik. Asfalta çıkmış olmalıydık ki arabamızda çok rahat gidiyordu. Uykusuzluktan ölüyorduk. Birkaçımız uyuklamaya başlamıştı. Ben de uyumamaya inat edip küçük pencereden etrafı seyrediyordum. Kara yolları levhasında Araç yazısını görünce uyuyan arkadaşlarımı kaldırıp, uyanın geldik, kelepçelerimizi takalım dedim. Üstümüzü başımızı toparlayıp, kendimize çeki düzen verdik. Perişan ve çok eziyetli bir yolculuktan sonra Kastamonu - Araç Cezaevinin kapısına girmiştik. Arabadan torbalarımızla inerek askerlerin eşliğinde cezaevine girdik. Metristen hareket etmeden önce torbalarımızdan alınan jilet, çamaşır deterjanı, hap, ayna gibi malzemelerimiz iade edildi. Komutanımız, elindeki dosyaları gardiyana vererek, bizlere dönüp, sizleri sağ salim buraya getirdik, burası Metristen iyidir, Asilik yapmadığınız müddetçe cezanızı bitirir, hepiniz ailenize, ananıza, babanıza, sevdiklerinize kavuşursunuz, Allah hepinizi kurtarsın sözleriyle bizlerle vedalaşıp ayrıldı.

    25.07.1998 Cumartesi saat 18:40

    Artık yeni cezaevimize gelmiştik. Nöbetçi gardiyan ( ismini sonradan öğrendiğimiz ) Orhan Bey, bizleri teslim almıştı. Hepimizi elindeki listeyle ismen kontrol edip, bizleri gözlüğünün altından süzüyordu. Torbalarımız burada kalsın, karşı koğuşa girin, istirahathaneye bakın. Saat 20:00-20:30 arası nöbetçi arkadaş gelecek, o sizleri koğuşlara dağıtım yapacak. Karşımızdaki koğuştan bir mahkum arkadaş bizleri görüp, Ağabeyler, hoş geldiniz, geçmiş olsun diyordu. Bizler de tek tek eyvallah, sağ olasın, sana da geçmiş olsun dedik. Biraz sonra elinde bir demlik çay ve bardakla yanımıza geldi. Sıcacık çay bizi memnun etmişti. Her birimiz sırayla çeşitli sorular sorup cevap almaya çalışıyorduk.
    Mahkum arkadaşın karakterini, idarenin tutum ve davranışını, yemek, banyo, ziyaret ve telefon durumunu çeşitli ihtiyaçlarımızın nasıl karşılanacağı hakkında bilgi ediniyorduk. Kötü bir yönü bulunmadığını söyledi. iyimser tavırlarıyla sorularımızı cevaplandırdı. Biz mahkumlar kendi aramızda ne kadar iyi geçinirsek, idare personeliyle de aramız ne kadar iyi olursa, bu ceza burada biter düşüncesine hakimdik. Çaylarımızı içip bitirdiğimizde yanımızdan ayrılıp koğuşuna gitti.
    Bizler şimdilik baş başa kalmıştık. Oturduğumuz yerden görebildiğimiz yerleri süzüyorduk. Koğuş küçücük, içinde iki tane altlı üstlü ranza, ( ranzalarda yatak yok ) kıştan kalma bir odun sobası, küçük bir tuvaleti, aralıklı adımlarımla ölçtüğüm altıya on küçük bir bahçesi, mutfağı ve banyosu bulunmayan, taştan örülme eski virane bir binayı andırıyordu. Allahım burada biz ve bizim gibi insanlar nasıl yaşar diyorduk. Etraftan hiçbir ses gelmiyordu. Şehir dışında ağaçların altında olduğumuz belliydi. Bulunduğumuz koğuşun sağ cephesinde uzun uzun kavak ağaçları görebiliyorduk. Kavak ağaçlarından çeşitli şekilde kuş cıvıltıları ve ötüşleri geliyordu. Bu sesler kulağıma çok hoş gelmişti. Bir müddet kuş seslerini dinledim. Bizi teslim alan nöbetçi gardiyana seslenerek, sayım abim, hepimiz evli barklı, çoluk çocuk sahibi insanlarız, Metristen apar topar çıkartılıp, buraya sevke geldik, ailelerimizin haberi yok, mümkünse evimize telefonla bizlerin buraya geldiğini haberdar et diye yalvarıyordum. isteğimizi kabul etti. Ben ve diğer arkadaşlarım, sigara kağıdına telefon numaramızı ve ismimizi yazıp, parasıyla birlikte gardiyana verdik. O' da, ben bu numaraları arar, buraya geldiğinizi belirtirim. Onlardan alacak olduğum cevabı da Pazartesi nöbete geldiğim zaman söylerim dedi. Evimize haber verileceği için de memnunduk.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 61.
    0
    Canımız su ve kola istiyordu. Tuncay, ismini öğrendiğimiz askerlerden Abdullah’a seslenerek, bizim araç komutanının yanımıza gelmesini istedik. Komutan geldi. Tuncay bu sefer alttan alarak komutana, siz iyi bir insana benziyorsunuz. Halimizden anlayın. Bizlere su ve kola temin edemez misiniz dedi. Komutan da biraz sonra hareket edeceğiz, teğmen de bizim komutanımız, ne diyorsa yapmak zorundayız. O şimdi yemek yemeye gidecek, gittiğinde askerlere doldurttururum. Kolayı da benzin alacak olduğumuz yerden alırız dedi. Hep bir ağızdan, sağol komutanım. Sen de olmazsan bu yol çekilmez dedik. Boşalan pet su şişelerini askerlerimiz doldurdu. Saat yirmiüç onda istasyondan ayrıldık. Yirmiüç kilometre ilerledikten sonra da şoförümüz benzin alırken, Abdullah kolamızı da almış oldu. Bu sefer en büyük asker bizim asker, Allah seni sevdiğine kavuştursun diye Abdullaha tempo tuttuk. Kelepçeler gevşek olduğundan tekrar bileklerimizden çıkarttık. Altı saattir yoldayız. Kıçımızın üstüne otura otura ve ayaklarımız rahat şekilde uzatamadığımızdan, hareket alanı da olmadığından, kıçımın ve diz kapaklarım ağrımaya başlamıştı. Hepimizin şikayeti aynıydı. Yol da bitmek bilmiyordu. Saatler ilerledikçe, bir an önce evimize kavuşmayı ( yani gidecek olduğum cezaevine ) istiyorduk. Oturduğumuz yerden uyuklamaya çalışsakta rahat edemiyorduk. Herkes bir şeyler anlatıyor, müciplik yapmaya çalışıyordu. Bir ara oturduğum yerden gayr-i ihtiyari sağ bacağımı karşımda oturanın apış arasına doğru uzatmıştım. O' da kardeşim noluyor yahu? Cinsel tacize mi uğruyorum demesi, bizleri güldürmüştü. Espiri ve şakalarla yola devam ederken, Eskipazar - Ovacık yol ayrımına geldiğimizde saat gecenin birini geçiyordu. Hiçbirimiz uyuyamıyorduk. Ben ve birkaç kişi de, pencerden karanlıkta olsa nereden geçiyorum, nereye geldik diye çevreye bakınıyorduk. Gece saat ikide Ovacık yoluna girdiğimizde, diğer ring arabası Eskipazar yönüne doğru hareket etti. Araba gittikçe sallanıyor, her taraftan şangır şungur sesler geliyordu. Bu yolun bozuk ve arazi yolu olduğunu kanaat ettik. Yol aldıkça, saatler ilerledikçe uyku da bastırıyordu. Arabanın sürekli hoplaması, sallanması uykuya daldığım anda gözlerimi dört açtırıyordu. Arazi yolundan ormanlık yola daldığımızı, yolun kapalı olmasıyla anladık. Araba durdu. Bir ileri bir geri yaparak dönmeye çalışıyorduk. Karanlıkta ay ışığından yararlanıp, pencereden etrafa bakınmaya çalışıyorduk. Her taraf karanlık ve bol ağaçlı bir ormana girdiğimiz belliydi. ilk geldiğimiz yere dönüp dolaşıp üç dört sefer geldik. Şoför bir yol daha tutturup istikametine yöneldi. Biz de aabanın içinde, Kastamonun ormanları içerisinde kaybolduk. Ayılara yem olacağım komutan bizi serbest bıraksa. içimizden kaçan olur mu gibi sorulara ayılara yem olmaktansa bir arabanın içinde kalmayı tercih ederiz. Kimimiz de kaçarım diye bozulan morallerimizi düzeltmeye ve şakalaşmaya devam ediyorduk. Köy gibi yere geldiğimizde üç-beş tane hanenin sokak lambalarının yandığını görüyordum. Şoför bir evin yanında durdu. Komutanın araba hoparlöründen Ahmet Ağa, Ahmet Ağa diye seslendiğini duyduk.
    Gecenin üçünde kim Ahmet Ağa? ( ismini hiçbirimiz bilmiyoruz ya! Genelde köy gibi yerlerde Ahmet, Hasan; Mehmet ismi çok yoğun olduğundan, araç komutanımız da bu şekilde seslenmişti.) Karanlıktan adım sesleri geliyordu. Biri komutanın yanına gelerek, ( Gecenin sessizliğinde neler konuştuğunu duyuyorduk.) buyrun komutanım. Hayırdır inşallah, bir durum mu var? sorusuna, komutanın cevabı biz istabul’dan geliyoruz, Ovacığa nasıl gideriz, yolumuzu kaybettik diyordu. Ahmet Ağa yolu tarif etti, yeniden yola koyulduk. Ortalama kırk-kırk beş dakika yol aldık. Araba yine durdu. Komutan bu sefer Mehmet Ağa, Mehmet Ağa diye sesleniyordu. Zavallı köylüm, Mehmet Ağa belki de korkarak komutanın yanına geldi. Buyurun komutanım, hayır mı, şer mi? Bir durum mu var sorusuna komutan, biz istanbul’dan geliyoruz, arabada mahkum var, Ovacığa gideceğiz, yolu bir türlü bulamadık diye cevapladı. Mehmet Ağa rahatlamış ve korkusunu yenmiş olacak ki, komutanım buyurun oturalım, çay ayran ikram edeyim diyordu. On-on beş dakika oturdular. Ayran içtiler. Pencereden olup bitenleri karanlıkta görmeye ve işitmeye çalışıyorduk. Güzergah tarif edildikten sonra tekrar yola koyulduk. Nihayet sabahın beşinde Ovacık Cezaevine gelmiştik. Askerlerin, Ovacık mahkumları torbalarınızı hazırlayın, ineceksiniz emriyle altı kişi toparlanarak, araçtan ellerinde torbalarıyla ikişer ikişer inmeye çalışıyordu. Her birimiz, birbirimize Allah kurtarsın temennisiyle vedalaştık. Ovacık Cezaevinde tuvalet ihtiyacımızı da giderdik. Devir teslim işlemleri yapılıp saat beş otuzda tekrar yola koyulduk. Tan vakti sökmüş, sabah olmuştu.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 60.
    0
    http://www.youtube.com/watch?v=ADOQQiwgU0Y

    SEVK YOLCULUĞU 24.07.1998 17:30

    Yukarıdaki tarih ve saat itibariyle Metris Cezaevi’nden ayrıldık. Arabanın içi çok sıcaktı. Hepimiz ter döküyorduk. Ellerimizin kelepçeli olması rahat hareket etmemizi engelliyordu. ikinci Boğaz Köprüsünün çıkışında durduk. On-on beş dakika hareket etmemiştik. Hepimiz merakla arabanın küçük camlarından dışarıyı gözleyip komutan ve askerlerin konuşmalarını dinlemeye çalışıyorduk. Sıcaktan patlamıştık. içimizden Tuncay arkadaşımız camdan komutana seslenerek yanımıza gelmesini istedi. Komutan yanımıza kadar gelip, sorun nedir diye sorduğunda, Tuncay: Komutanım, kapıyı biraz açık tutar mısınız? Sıcaktan patladık, az hava alalım. Kelepçeler de çok sıkı, biraz gevşetebilir misiniz dedi. Komutan da askere emir vererek, Abdullah, arkadaşların kelepçelerini bir diş gevşet, kapıyı da beş dakika açık tut dedi. Bizler hep bir ağızdan, Sağol komutanım, Allah razı olsun komutanımn diyerek memnuniyetimizi belirtmiştik. Abdullaha neden bekliyoruz diye sorduk. O da Sinop ve Ünye mahkumlarını taşıyan ringi bekliyoruz, üç araç konvoy şeklinde gideceğiz dedi. Saat yedibuçukta üç araç yanyana gelip, araç komutanları kendi aralarında konuşarak yola koyulduk. Arabımızın sağında ve solunda üçer pencere bulunuyordu. Pencerelerde göz kararı ölçtüğümde nem, yükseklikte yaklaşık otuz santim uzunluğundaydı. iki pencerenin camı kırıktı. Araba yol aldıkça esen hafif rüzgar bizleri serinletmeye yetmiyordu. Kelepçelerin gevşek olmasıyla hepimiz kelepçelerden boşandık. Birbirimizin bileğine çift, diğerimizin bileğine tek dolanan zincirlerden kurtulmak hepimizin hoşuna gitmişti. Altı kişinin bileğinde çift sarılan kelepçelerkilitli olduğundan bileklerinde asılı kalmıştı. Askerlerden birisinin de bölmenin deliklerinden bizi gözetlediğinin farkındaydık. Kapının arkasından seslenerek, Arkadaşlar, hepinizin kelepçelerden kurtulduğunu gördüm. iyi niyetimizi suistimal etmeyin. Araba durduğunda kelepçeleri takın. Komutan görürse ellerinizi çok kötü bağlarız dedi. Bizler de, tamam asker, senin için rahat olsun, sana laf getirtmeyiz dedik. Birkaçımız camdan dışarıyı seyrediyorduk. Bir aydır otomobil, ev, yeşillik, ağaç, hayvan ve çeşitli insanları görmemiştik. Dışarıyı seyrederken öf anam, manitaya bak, şu arabayı ben kullanacaktım, şu ağacın altında ne güzel rakı içilir gibi hasretlerini dile getiriyordu. Ben de bir müddet ayakta kalarak dışarıyı seyrettim. insanları, evleri, yeşillikleri ve Sapanca Gölünü, yol boyunca seyretmek çok hoşuma gitmişti. içimden de Allahım ne olursun bizi buralardan kurtar diye yalvarıyordum. içimizden birisi defalarca hapse girip çıktığından, ringleri yaşadığından arkadaşlar ben bu konularda tecrübeliyim, yanıma kola ve bol miktarda yiyecek aldım. Yanında katığı olmayan, acıkan varsa ikram edeyim dedi. Bizler de kola içeriz, yemeği molada yeriz dedik. Hepimiz kola içerek serinlemeye çalıştık. Arabanın içinde on iki kişiydik. Sanki sözleşmiş gibi hepimiz birden sigara yakıyorduk. Dumandan gözlerim yanıyor, diğer taraftan su gibi ter çıkartıyordum. Havanın kararmasıyla rahatlamıştık. Tatlı tatlı esen rüzgar içeriyi serinletiyordu. Saat dokuz kırkta Kaynaşlı’ya, istasyona girdik. Asker, kelepçelerinizi takın, komutanım görmesin diye uyardı. Bileklerimizden çıkarttığımız kelepçeleri tekrar taktık. Kendi kendimizi kelepçeliyorduk. Komutan kapıyı açarak, arkadaşlar, mola yerimiz burası. Yemek olarak sadece ekmek arası köfte yiyebilirsiniz. Tuvalete de ikişer ikişer gideceksiniz dedi. Hepimizin karnı aç olduğundan gelen garsona yarım ekmek arası sipariş verdik. Fiyatı da altı yüz bin lira deyince dudaklarımız uçukladı. Yarım ekmek ve sekiz-on köfte için altı yüz bin lira vermek hepimizin zoruna gidiyordu ama karnımız da açtı. Tamam kardeşim, sen köfteleri hazırla, gelirken de on iki tane kutu kola getir dedik. Bu arada köfteler hazırlanadursun, bizler de tuvalete gitmeye başladık. ikişer ikişer gidiyorduk. Askerler; Beyler kelepçeleri çıkartmak yasak olduğundan büyük tuvalette yasak, ancak çişinizi yapabilirsiniz diyordu. iki kişi kelepçeli olduğundan birimiz arkamızı dönüp, diğerimiz kelepçesiz olan eliyle çişini yapmaya çalışıyordu. Tek elle de çiş yapmak ve yüz yıkamak hayli zor oluyordu. Tuvalet molası bittiğinde ekmeklerimiz gelmişti. Kolalar nerede diye sorduğumda yasak dendi. Hepimizin şalteri atmıştı. Öyle ya, köfte ekmek kuru kuruya yenmez dedik. Askere komutanını çağır dedik. Komutan gelip mesele nedir dedi. Tuncay arkadaşımız, komutana mahkumsak insana bu kadar eziyet verilmez. Havalar zaten sıcak, bu köfte ve ekmekler kuru kuruya gitmez. Yanına ayran, kola, fanta gibi bir şeyler gerekir. Boğazlarımız susuzluktan kurudu diye hiddetli hiddetli konuşurken, bizler de tasdikliyorduk. Hararetli hararetli konuşulurken, karşımıza teğmen çıktı. O da ne oluyor burada, bir durum mu var diye seslendi. Aynı şekilde isteğimizi ona da söyledik. Teğmen Beyler de, sizler birer mahkumsunuz. Bazı yasaklar vardır. Buna da uymalısınız diye hararetli şekilde söylenip, bizleri azarladı. Tuncay da hiçbirimiz köfte ekmek yemiyoruz. Geri alın dedi. Teğmen de böyle bir şey beklemiyordu herhalde. Tuncayın lafı üzerine, köfte ekmekleri geri alın. Bunlara su bile yok. Kapıyı üstlerine kapayın diye askerine sert dille emir verdi. Bizler de yanında kim ne aldıysa ekmek, zeytin, peynir, domates, salatalık, bisküvi gibi şeyleri ortaya çıkartıp, kelepçeli ellerimizle karnımızı doyurmaya çalıştık.
    Tümünü Göster
    ···
  17. 59.
    0
    Arkadaşlar, on iki kişisiniz. Altı kişiyi Ovacığa, altı kişiyi de Araç’a teslim edeceğiz. Araç komutanı olarak başınızda ben bulunuyorum. Yolculuk esnasında şikayetiniz olursa iletin. Şimdiden bir sorununuz varsa söyleyin diye konuşma yaptı. Kimsenin bir sorunu çıkmadığından, bahçedeki askerler tarafından eşyalarımız ve üstümüz didik didik arandı. Çantalarda bulunan çamaşır deterjanı, şampuan, jilet, ayna ve hapların hepsini toplayıp, bunların arabada, yanınızda bulunması yasak, indiğiniz yerde sizlere iade edeceğiz dediklerinde sebebini öğrenmek istedim. Komutan, bunlar yasak çünkü, bazı mahkumlar yolculuk esnasında kendini jiletliyor, deterjanı suyla karıştırıp içiyor, problem yaratıyorlar. Biz sizleri buradan nasıl sağ - salim aldıysak, gidecek olduğunuz yere de sizleri sağ - salim zütürmek zorundayız diye açıkladı. Bizler de ikişer kişilik gruplar halinde, birimiz sağ elinden, birimiz de sol elinden kelepçelendik. Dosyalarımızın üstüne de boyumuz, kilomuz, vücudumuzdaki yara, iz ve dövme olup olmadığı sorularının cevapları yazıyordu. Herhangi bir firari olayda başına polise ve jandarmaya kolaylık olsun diye eşkallerimiz de belirtilmişti. Grubumuzun üst ve çanta aramaları tamamlanıp, geride kalan diğer grup arkadaşlara Allah kurtarsın diye Metris Cezaevi’nden ayrılmak üzere, ceza ve tutuk evi ring aracına bindirildik. ( Ring mahkumların, aynı güzergah üzerinde, çeşitli il ve ilçelerdeki cezaevi nakli sırasında, üç-dört aracın birlikte hareket etmesine deniliyordu. ) Arabanın sağına altı, soluna da altı kişi oturarak, çöp poşetinden oluşan çantalarımızı, diğer deyimle torbalarımızı da yanımıza alarak orta yerde dizlerimizin arasında topladık. iyice sıkışmıştık. Bu uzun yol nasıl bitecek diye hepimiz mırıldanıyorduk. Komutan, tekrar yanımıza gelip, bir isteğimizin olup olmadığını sorduğunda ben, parmak kaldırıp söz aldım. Komutanım, yolumuz kaç kilometre? Saat kaç gibi orada oluruz? Su, yemek ve tuvalet ihtiyaçlarımızı nasıl gidereceğiz? dedim. Bolu - Düzce, Kaynaşlı’da mola vereceğiz. Tüm ihtiyaçlarınızı orada karşılayacağız diye cevapladı. Arabanın ilk bölmesinde şoför ile komutan, orta bölmesinde bizler, son bölmesinde de tam teçhizatlı beş asker vardı. Askerlerden birisi, bölmeli kapıyı üstümüze kilitledi. Hareket ettiğimizde akşam saat 17:30’u gösteriyordu ve böylece sevk yolculuğumuz başlamış oluyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 58.
    0
    Saat 00:30 Blok gardiyanı gelip, sevkçiler hazırsa kapıda toplansın diye bağırıyordu. Koğuş arkadaşlarımla tek tek vedalaşıp, öpüşüp, helalleştim. Bizim bloktan üç kişi daha kapı önüne sevk için gelmişti. Merdiven başına toplanan diğer mahkum arkadaşlar bizleri yol etmek için toplanmıştı. Onların tempolu alkışları içerisinde kapıdan çıkarken, bizler de Allah sizleri de kurtarsın diye yüksek sesle bağırıp, alkışlar arasında bloktan ayrıldık. Bu tempolu alkış her sevk ve tahliye olana yapılıyordu. Bütün sevkçiler açık ziyaret bahçesinde toplanmıştı. Baş gardiyan elinde listeyle gelip, ismen ve gidecek olduğum yerleri tekrar yeniden okuyup, gelip gelmeyenleri de kontrol ediyordu. Kırk iki kişi olduğumuz söylendi. Sevk yerleri Karabük - Ovacık, Sinop merkez ve Ordu - Ünye’ydi.
    Saat 16:00 olmuştu be herhangi bir hareket yoktu. Kimimiz öfkeli ve sinirliydik. Karnı acıkanlar, koğuştan temin ettikleri ekmek, zeytin, peynir, domatesle açlığını yatıştırıyordu. Ben de çok acıkmıştım. Yanımda da nevalem yoktu.
    Cuma günleri avukat günü olduğundan E - 2 Blok mümessili Yılmaz Ağabey avukatının yanından çıkmış, koğuşa giderken camdan bizlere bakıyordu. Kendisini bizim koğuşa gidip gelirken tanımıştım. Yılmaz Ağabey E - 6'danım. Bizim mümessile söyleyiver, karnım çok acıktı, bana bir şeyler gönderirse çok memnun olurum dedim. Yarım saat sonra gardiyan ismimi okuduğunda, elindeki çantayı bana verip, bunu Ömer Bey gönderdi deyip, kendisine teşekkür ettim. Çantaya iki tane süt, iki paket bisküvi, bir ekmek arası zeytin, peynir, domates ve unutmuş olduğum hamam havlusu konulmuş. Ekmeğin yarısını yiyerek açlığımı yatıştırdım. Gardiyanların eşliğinde beşer kişilik gruplar halinde tuvalet ihtiyacımızı da gideriyorduk. Saat beşe doğru jandarmalar gelip, başlarındaki astsubay, Eflani’ye gidecekler buraya, Ünye’ye gidecekler bu tarafa toplansınlar diye komut vermişti. Askerler, çantaları tek - tek, kişileri de tepeden aşağı arayıp, ikişer gruplar halinde mahkumların ellerini ( birini sağ elinden, diğerini sol elinden ) kelepçeliyorlardı. Tek kalan olursa o da çift elleri önden kelepçeleniyordu. Hazırlanan grup, sıra başına gidiyordu. Başka bir astsubay gelip, Kastamonu - Araca gidecekler yanıma gelsin dediğinde etrafına altı kişi toplanmıştık. Karabük - Ovacık mahkumları da sol tarafıma dizilsin dediğinde onlar da altı kişiydi.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 57.
    +1
    entry-nick
    edit: kitap yaz yazarsı çocuğu kitap yaz
    ···
  20. 56.
    0
    Burada hükümlü bulunan mahkûmların yirmi ila otuz gün arasında sevki çıkıyormuş. Adalet Bakanlığınca ayarlanan bu sevkte, nereye gideceğimi merakla beklemekteyim. Buradaki ortama ve arkadaşlara da alışmıştım. Ayrılmak zor da olsa, sevki çıkanın gitmesi gerekiyordu. istanbul’dan uzak bir yere sevkimin çıkması, beni endişelendiriyordu. Çünkü burada her hafta ziyaretime gelen vardı. Mutlu oluyordum. uzak bir yere gitmek, ziyaretçinin olmaması demekti. Af gündeme geldiğinden. üç akşamdan bu yana yatarken sevkim çıkmasın diye Allaha dua ediyordum.

    Gariban, arayanı sarayını olmayan mahkûm arkadaşlar için, blok içerisinde hâli vakti iyi olanlardan para toplanıp o kişiye veya kişilere pay ediliyordu. Yardımlaşma ve dayanışmanın bir örneğini de görmüş olup, mutlu oluyordum. Bu gece de hiç uyuyamadım. Gece defalarca kalkıp sigara içtim. Saat dört onbeşte kalkıp tekrar bir sigara daha içip yatağıma uzandım.

    24.07.1998

    Sabah sayımına zar-zor kalkabildim. Kahvaltımı yaptım. Bahçeye çıkıp biraz volta attım. Saat 22:00 sıraları Tuncer iç koğuşa gelip bugün sevk varmış. Kırk kişi gidecekmiş. ( Bana ) devre sen de hazırlan, gidebilirsin diye takılmıştı. Hakikatten yarım saat sonra, blok gardiyanı gelip sevk edilenlerin isimlerini ve gideceği yeri okurken, inşallah benim ismim okunmaz diye dua ediyordum. ismim ve gidecek olduğum yer, Kastamonu - Araç okunduğunda bir tuhaf olmuş, beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

    25.07.1998 cumartesi günü açık ziyaretim vardı. Eşim ve çocuklarım gelecekti. Bir aydır çocuklarımı koklayıp sevememiştim. Doyasıya onlarla sohbet edip, kucaklaşıp, hasret giderecektim. Açık ziyarete bir gün kala sevkimin çıkması ve sevk yerimin istanbul’a uzak oluşu beni çok üzmüş, kendimi tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Koğuş arkadaşlarımdan birkaçı yanıma gelip, teselli vermeye çalışıyorlardı. Onlar teselli verdikçe ben daha çok hüzünleniyor, doyasıya bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Koğuş arkadaşlarıma da alışmıştım. Onlardan ayrılmakta zoruma gidiyordu. Behçet, Nedim ve Şeref Ağabey, uzun müddet teselli vermeye çalıştılar. Yeterli miktarda paramın olup olmadığını sordular. Gidecek olduğum yerin, Metris Cezaevinden daha iyi olduğunu, her zaman ziyaretçin gelse açık ziyaret yaparsın. Çocuklarını, eşini yanına alıp sohbet edersin. Telefon açman kolay olur. Bahçen akşama kadar açık olur gibi laflarla beni avutmaya çalışıyorlardı. Ben, sevkimi Tekirdağ - Çanakkale arasında olan cezaevlerinde çıkmasını bekliyordum. Gidecek olduğum cezaevinin istanbul’a yakın olması ziyaretimi kolaylaştırır, aile özlemi çekmezdim. Şimdi uzak yere gidiyordum. Ailemin yanıma gidip gelmesi çok zor olur. Maddi durumum iyi olsa, kendimi bu kadar üzmem diyordum. Arkadaşlarımla bir müddet konuşmadan rahatlamaya çalışmıştım.
    Dayı diye hitap ettiğim Şeref Ağabey, koğuş içerisinde para toplamış. Tekrar yanıma gelip al şu parayı, yanında bulunsun. ihtiyacın olur dediyse de zorla kabullenerek aldım. Allah sizden razı olsun, sağ olun, varolun dedim. Artık yolculuk hazırlığına başlamalıydım. Valiz yasak olduğundan, iki tane büyük çöp torbasını iç - içe geçirip, eşyalarımı toplamaya başladım. Tuncer de yardım ediyordu. Diğer taraftan Zeki Ağabey, koçum, gidecek olduğun yerde battaniye bulunmaz. Bu battaniyeyi yanına al, torbaya yerleştir dedi. Ve artık çağırılmayı bekliyordum.
    Tümünü Göster
    ···