1. 1.
    +2 -1
    @1 ağzına almayacagın şeyleri hala öğrenememişsin... Küçük bin
    ···
  2. 2.
    +1
    onlar

    onlar ki toprakta karınca,
    suda balık,
    havada kuş kadar
    çokturlar;
    korkak,
    cesur,
    câhil,
    hakîm
    ve çocukturlar
    ve kahreden
    yaratan ki onlardır,
    destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

    onlar ki uyup hainin iğvâsına
    sancaklarını elden yere düşürürler
    ve düşmanı meydanda koyup
    kaçarlar evlerine
    ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
    ve yeşil bir ağaç gibi gülen
    ve merasimsiz ağlayan
    ve ana avrat küfreden ki onlardır,
    destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

    demir,
    kömür
    ve şeker
    ve kırmızı bakır
    ve mensucat
    ve sevda ve zulüm ve hayat
    ve bilcümle sanayi kollarının
    ve gökyüzü
    ve sahra
    ve mavi okyanus
    ve kederli nehir yollarının,
    sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
    bir şafak vakti değişmiş olur,
    bir şafak vakti karanlığın kenarından
    onlar ağır ellerini toprağa basıp
    doğruldukları zaman.

    en bilgin aynalara
    en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
    asırda onlar yendi, onlar yenildi.
    çok sözler edildi onlara dair
    ve onlar için :
    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
    denildi.

    birinci bap

    yil 1918-1919
    ve
    karayilan hikâyesi

    ateşi ve ihaneti gördük
    ve yanan gözlerimizle durduk
    bu dünyanın üzerinde.
    istanbul 918 teşrinlerinde,
    izmir 919 mayısında
    ve manisa, menemen, aydın, akhisar :
    mayıs ortalarından
    haziran ortalarına kadar
    yani tütün kırma mevsimi,
    yani, arpalar biçilip
    buğdaya başlanırken
    yuvarlandılar...
    adana,
    antep,
    urfa,
    maraş :
    düşmüş
    dövüşüyordu...

    ateşi ve ihaneti gördük.
    ve kanlı bankerler pazarında
    memleketi alaman'a satanlar,
    yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
    düştüler can kaygusuna
    ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
    karanlığa karışarak basıp gittiler.
    yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
    en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
    dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
    iki kat soyulmamak için.

    ateşi ve ihaneti gördük.
    murat nehri, canik dağları ve fırat,
    yeşilırmak, kızılırmak,
    gültepe, tilbeşar ovası,
    gördü uzun dişli ingiliz'i.
    ve aksu'yla köpsu,
    karagöl'le söğüt gölü
    ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
    büyük, âşık ölü,
    şapkası horoz tüylü italyan'ı gördü.
    ve çukurova,
    kıyasıya düzlük,
    uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
    ve seyhan ve ceyhan
    ve kara gözlü yürük kızı,
    gördü mavi üniformalı fransız'ı.
    ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
    eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
    ve ağalar :
    bağdasar ağa'dan
    kellesi büyük mehmet ağa'ya kadar,
    düşmanla birlik oldular.
    ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, zütürüp,
    gelinlerin ırzına geçip,
    çocukları öldürüp
    ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
    dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
    ve çığ gibi çoğaldı çeteler
    ve köylülerden paşalar görüldü,
    kara donlu köylülerden.
    ve bizim tarafa geçenler oldu
    tunuslu ve hindli kölelerden.
    ve türkistanlı hacı ahmet,
    kısık gözleri,
    seyrek sakalı,
    hafif makinalı tüfeğiyle
    dağlarda bir başına dolaştı.
    ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
    ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
    ne zaman sıkışsa bizimkiler,
    peyda oluverdi, yerden biter gibi o
    ve ateş etti
    ve düşmanı dağıttı
    ve kayboldu dağlarda yine.

    ateşi ve ihaneti gördük.
    dayandık,
    dayandık her yanda,
    dayandık izmir'de, aydın'da,
    adana'da dayandık,
    dayandık, urfa'da, maraş'ta, antep'te.

    antepliler silâhşor olur,
    uçan turnayı gözünden
    kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
    ve arap kısrağının üstünde
    taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

    antep sıcak,
    antep çetin yerdir.
    antepliler silâhşor olur.
    antepliler yiğit kişilerdir.

    karayılan
    karayılan olmazdan önce
    antep köylüklerinde ırgattı.
    belki rahatsızdı, belki rahattı,
    bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
    yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
    ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
    yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
    onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
    boynu yine böyle çöp gibi ince
    ve böyle kocaman kafalıydı
    karayılan
    karayılan olmazdan önce.

    düşman antep'e girince
    antepliler onu
    korkusunu saklayan
    bir fıstık ağacından
    alıp indirdiler.

    altına bir at çekip
    eline bir mavzer
    verdiler.

    antep çetin yerdir.
    kırmızı kayalarda
    yeşil kertenkeleler.
    sıcak bulutlar dolaşır havada
    ileri geri...

    düşman tutmuştu tepeleri,
    düşmanın topu vardı.
    antepliler düz ovada
    sıkışmışlardı.
    düşman şarapnel döküyordu,
    toprağı kökünden söküyordu.
    düşman tutmuştu tepeleri.
    akan : antep'in kanıydı.

    düz ovada bir gül fidanıydı
    karayılan'ın
    karayılan olmazdan önceki siperi.
    bu fidan öyle küçük,
    korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
    namlıya tek fişek sürmeden
    yatıyordu yüzükoyun.

    antep sıcak,
    antep çetin yerdir.
    antepliler silâhşor olur.
    antepliler yiğit kişilerdir.
    fakat düşmanın topu vardı.
    ve ne çare, kader,
    düz ovayı antepliler
    düşmana bırakacaklardı.

    «karayılan» olmazdan önce
    umurunda değildi karayılan'ın
    kıyamete dek düşmana verseler antep'i.
    çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
    yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
    korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

    siperi bir gül fidanıydı onun,
    gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
    ak bir taşın ardından
    kara bir yılan
    çıkardı kafasını.
    derisi ışıl ışıl,
    gözleri ateşten al,
    dili çataldı.
    birden bir kurşun gelip
    kafasını aldı.
    hayvan devrildi kaldı.

    karayılan
    karayılan olmazdan önce
    kara yılanın encâmını görünce
    haykırdı avaz avaz
    ömrünün ilk düşüncesini .
    «ibret al, deli gönlüm,
    demir sandıkta saklansan bulur seni,
    ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

    ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
    bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
    fırlayıp atlayınca ileri
    bir dehşet aldı anteplileri,
    seğirttiler peşince.
    düşmanı tepelerde yediler.
    ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
    bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
    karayilan dediler.

    «karayılan der ki : harbe oturak,
    kilis yollarından kelle getirek,
    nerde düşman varsa orda bitirek,
    vurun ha yiğitler namus günüdür... »

    ve biz de bunu böylece duyduk
    ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
    karayılan'ı
    ve anteplileri
    ve antep'i
    aynen duyup işittiğimiz gibi
    destânımızın birinci bâbına koyduk.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    +1
    ve çok uzak,
    çok uzaklardaki istanbul limanında,
    gecenin bu geç vakitlerinde,
    kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
    hürriyet ve ümit,
    su ve rüzgârdılar.
    onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
    tekneleri kestane ağacındandı,
    üç tondan on tona kadardılar
    ve lâkin yelkenlerinin altında
    fındık ve tütün getirip
    şeker ve zeytinyağı zütürürlerdi.
    şimdi, büyük sırlarını zütürüyorlardı.
    şimdi, denizde bir insan sesinin
    ve demirli şileplerin kederlerini
    ve kabataş açıklarında sallanan
    saman kayıklarının fenerlerini
    peşlerinde bırakıp
    ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp
    küçük,
    kurnaz
    ve mağrur
    gidiyorlardı karadeniz'e.
    dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
    bunlar
    uzun eğri burunlu
    ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
    sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
    zaferi için
    hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
    bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

    karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
    baltabaş gemi
    ingiliz torpitosudur.
    ve dalgaların üstünde sallanarak
    alev alev
    yanan :
    şaban reisin beş tonluk takası.

    kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
    gecenin karanlığında,
    dalgalar minare boyundaydılar
    ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
    rüzgar :
    yıldız - poyraz.
    esirlerini bordasına alıp
    kayboldu ingiliz torpitosu.
    şaban reisin teknesi
    ateşten diregiyle gömüldü suya.

    arheveli ismail
    bu ölen teknedendi.
    ve şimdi
    kerempe fenerinin açığında,
    batan teknenin kayığında
    emanetiyle tek başınadır,
    fakat yalnız değil :
    rüzgârın,
    bulutların
    ve dalgaların kalabalığı,
    ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

    arheveli ismail
    kendi kendine sordu :
    «emanetimizle varabilecek miyiz?»
    kendine cevap verdi :
    «varmamış olmaz.»

    gece, tophane rıhtımında
    kamacı ustası bekir usta ona :
    «evlâdım ismail,» dedi,
    «hiç kimseye değil,» dedi,
    «bu, sana emanettir.»

    ve kerempe fenerinde
    düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
    ismail, reisinden izin isteyip,
    «şaban reis,» deyip,
    «emaneti yerine zütürmeliyiz,» deyip
    atladı takanın patalyasına,
    açıldı.

    «allah büyük
    ama kayık küçük» demiş yahudi.
    ismail bodoslamadan bir sağnak yedi,
    bir sağnak daha,
    peşinden üç-kardeşler.
    ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
    alabora olacaktı.

    rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
    ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
    sıvastopol'a giden bir geminin
    sancak feneri.

    elleri kanayarak
    çekiyor ismail kürekleri.
    ismail rahattır.
    kavgadan
    ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
    ismail unsurunun içinde.
    emanet :
    bir ağır makinalı tüfektir.
    ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
    ta ankara'ya kadar gidip
    onu kendi eliyle teslim edecektir.

    rüzgâr bocalıyor.
    belki karayel gösterecek.
    en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
    fakat ismail
    ellerine güvenir.
    o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
    ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini
    aynı emniyetle tutarlar.

    rüzgâr karayel göstermedi.
    yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
    bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
    düştü.

    ismail beklemiyordu bunu.
    dalgalar bir müddet daha
    yuvarlandılar teknenin altında
    sonra deniz dümdüz
    ve simsiyah
    durdu.
    ismail şaşırıp bıraktı kürekleri.
    ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
    bir ürperme geldi ismail'in içine.
    ve bir balık gibi ürkerek,
    bir sandal
    bir çift kürek
    ve durgun
    ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
    ve birdenbire
    öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
    yıldı elleri,
    yüklendi küreklere,
    kırıldı kürekler.

    sular tekneyi açığa sürüklüyor.
    artık hiçbir şey mümkün değil.
    kaldı ölü bir denizin ortasında
    kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
    ilkönce küfretti.
    sonra, «elham» okumak geldi içinden.
    sonra, güldü,
    eğilip okşadı mübarek emaneti.
    sonra...
    sonra, malûm olmadı insanlara
    arhaveli ismail'in âkıbeti...
    Tümünü Göster
    ···
  4. 4.
    +1
    üçüncü bap

    yil 1920
    ve
    arhaveli ismail'in hikâyesi

    ateşi ve ihaneti gördük.

    düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
    akhisar, karacabey,
    bursa ve bursa'nın doğusunda aksu,
    çarpışarak çekildik...
    920'nin
    29 ağustos'u :
    uşak düştü.
    yaralı
    ve dehşetli kızgın
    fakat toprağımızdan emin,
    dumlupınar sırtlarındayız.
    nazilli düştü.

    ateşi ve ihaneti gördük.
    dayandık
    dayanmaktayız.

    1920 şubat, nisan, mayıs,
    bolu, düzce, geyve, adapazarı :
    içimizde hilâfet ordusu,
    anzavur isyanları.
    ve aynı sıradan,
    3 ekim konya.
    sabah.
    500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş
    girdi şehre.
    alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
    ve manavgat istikametlerinde kaçıp
    ölümlerine giderken
    terkilerinde kesilmiş kafalar zütürdüler.

    ve 29 aralık kütahya :
    4 top
    ve 1800 atlı bir ihanet
    yani çerkez ethem,
    bir gece vakti
    kilim ve halı yüklü katırları,
    koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
    düşmana geçti.
    yürekleri karanlık,
    kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
    atları ve kendileri semizdiler...

    ateşi ve ihaneti gördük.
    ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
    sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
    inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
    silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
    beygirler çirkindiler,
    bakımsızdılar,
    hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
    fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
    sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
    insanlar uzun asker kaputluydu,
    yalnayaktı insanlar.
    insanların başında kalpak,
    yüreklerinde keder,
    yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
    insanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
    insanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
    köy odalarında unutulmuştular.
    ve orda sargı,
    deri
    ve asker postalları halinde
    yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
    koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
    eğrilip bükülmüştü
    ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

    ve asker kaçakları,
    korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
    karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
    acıkmıştılar,
    merhametsizdiler,
    bedbahttılar.
    şosenin ıssız beyazlığına inip
    nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
    ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için
    deviriyorlardı uçurumlara :
    şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.
    ···
  5. 5.
    +2 -1
    @8 nazım hikmet füturizm akımı savunuusu ir şairdir dnemin anlayışına gre u çok yenilikçi ir akımdır u akıma gre makineleşme sanayileşme onemlidir o tik tak lar makinenin işleyişini toplumun sanayileşerek gelişimini simgeler . o yzden lmeden atıp tutma iraz araştır .
    ···
  6. 6.
    +1
    he amk muallakleri. daha doğru düzgün cümle kurmanıza imkan tanıyan bir dil seviyeniz yok bana sıradan bir şairin kötü şiirlerini savunmaya kalkın.
    Ezra Pound gibsin sizin edebiyat hocalarınızı.
    ···
  7. 7.
    +1
    tak tiki tak
    makinalasmak istiyorum
    mutlak buna bir care bulacagim
    ve ben bahtiyar olacagim
    karnima bir turbin oturtup
    kuyruguma cift uskuru takacagim

    bunu şiir diye yazan adam
    ···
  8. 8.
    +1
    lan muallak liseliler, amk'nun fasitleri, ummetciler!
    nazim gibsin sizin ananizi!
    alin bakim siir nasil olurmus...

    Bakin ne diyor Nazim Hikmet!

    "Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
    Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
    bu memleket bizim.

    Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
    ve ipek bir halıya benziyen toprak,
    bu cehennem, bu cennet bizim.

    Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
    yok edin insanın insana kulluğun,
    bu davet bizim...

    Yaşamak bir agaç gibi tek ve hür
    ve bir orman gibi KARDEŞÇESiNE,
    bu hasret bizim... "

    Bi daha gibim gotunuzu!
    ···
  9. 9.
    +1
    kambur kerim de böyle dedi aynen.
    adapazarlıydı kambur kerim.
    seferberlikte ölen babası marangozdu.
    seferberlik denince aklına kerim'in :
    çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
    fahri bey çiftliğinde patates toplayıp
    kaz gütmek,
    mektep kitapları
    ve bir de saçları altın gibi sarı
    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
    335'te kerim eskişehir'e gitti,
    mektebe, teyzelerine ve dayısına.
    dayısı şimendiferde makinistti.
    düşman elindeydi eskişehir.
    kerim on dört yaşındaydı,
    kamburu yoktu.
    dümdüzdü fidan gibi
    ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
    dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
    kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
    (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
    hintli askerlerle dost oldu kerim.
    bunlar
    (şaşılacak şey)
    türkçe bilmeyen
    ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
    avuçlarının üstü esmer, içi ak
    ve tel örgülerin üzerinden
    kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
    kocaman bir ambarları vardı,
    kerim içinde oynardı.
    ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
    (şaşılacak şey,
    katırların yemesi için)
    ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
    bir gün dedi ki makinist dayısı kerim'e :
    «ambardan silâh çalıp bana getir,
    gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
    ve ambardan silâh çaldı kerim :
    bir
    bir tane daha
    beş
    on.
    aldattı hindistanlı dostlarını
    zeybekleri daha çok sevdiğinden.
    zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
    kerim geçirdi onları istasyona kadar.
    ertesi gün lefke köprüsünü atıp
    zeybekler gelince eskişehir'e
    dayısı kerim'i elinden tutup
    verdi onlara.
    ve işte o günden sonra
    bugüne kadar
    kahraman bir türküdür ömrü kerim'in.
    eskişehir'den alıp onu
    «kocaeli grubu» paşasına zütürdüler.
    çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

    çabucak öğrendi kerim ata binmeyi,
    sığırtmaç olmayı
    -zaten bilgisi vardı bunda-
    kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
    gizlenmeyi ormanda.
    ve bütün bu marifetleriyle kerim
    kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
    ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
    düşman içinden geçip getirdi haber
    zütürdü haber.
    onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
    bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
    ve bir fidan gibi düz
    bir fidan gibi cesur
    bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
    sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
    sürdü 1337'ye kadar...

    kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
    yüksek
    kalın.
    gökyüzü gözükmez.
    durgun bir geceydi.
    hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
    fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
    karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in.
    solda
    ilerde
    tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
    «tekneciler» diye anılan
    gâvur çetelerinin olmalı.
    dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne.
    beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
    ipsiz recep'in yanından dönüyordu kerim.
    kâatlar zütürmüş
    kâatlar getiriyor.
    birdenbire durdu beygir,
    heykel gibi,
    -tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
    sonra birdenbire dörtnala kalktı.
    şaşırdı kerim.
    dizginleri bıraktı.
    sarıldı beygirin boynuna.
    deli gibi gidiyordu hayvan.
    çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
    meşeleri ve gürgenleriyle orman
    karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
    kim bilir kaç saat böyle gidildi.
    orman bitti birdenbire.
    -ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
    ve kerim aynı hızla geldiği zaman
    armaşa'nın altında başdeğirmenler'e
    beygir ansızın kapaklandı yere,
    tekerlendi kerim.
    doğruldu.
    ve aklına ilk gelen şey
    saatına bakmak oldu.
    kırılmıştı camı.
    bindi beygire tekrar.
    hayvan topallıyordu biraz.
    uslu uslu yola koyuldular.
    sol kulağı kanıyordu kerim'in,
    kirezce'ye geldiler
    (sapanca'yla arifiye arası),
    kerim durdu,
    biraz zor nefes alıyordu.
    geyve'ye girdi ertesi akşam.
    beli o kadar ağrıyordu ki
    inemedi beygirden
    indirdiler.
    kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
    adapazarı.
    sonra belki on gün, belki on beş,
    kağnılar, mekkâre arabaları,
    sonra, gitgide daralan nefesi,
    yahşıhan,
    konya,
    sile nahiyesi
    (burda malûl gaziler için
    takma kol ve bacak yapılıyordu),
    ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta.
    hâlâ rüyalarında görür kerim
    incecik bir yoldan eşekle gelip
    üzerine doğru eğilen
    bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
    usta, ovdu kerim'i bayıltıncaya kadar.
    sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
    yirmi gün geçti aradan.
    ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
    kerim'i kambur çıkardılar.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 10.
    +1
    sokayım senin şiir anlayışına da sana da liseli bin..
    ···
  11. 11.
    +1
    necip fazıl sübyancının önde gidenidir kızların bacaklarına methiyeler düzdüğü şiiri var ara amk
    ···
  12. 12.
    0
    hava kurşun gibi ağır
    bağır bağır bağır bağırıyorum...
    koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum...

    o diyor ki bana:
    — sen kendi sesinle kül olursun ey!
    kerem gibi yana yana...
    dert çok, hemdert yok
    yüreklerin kulakları sağır...
    hava kurşun gibi ağır...

    ben diyorum ki ona:
    — kül olayım kerem gibi yana yana.
    ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak,
    nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..

    hava toprak gibi gebe.
    hava kurşun gibi ağır.
    bağır bağır bağır bağırıyorum.
    koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum...
    ···
  13. 13.
    0
    atam izindeyiz

    atam, hala yaşıyorsak:
    edepsizlik sayesinde!
    altı oku soruyorsan,
    politika dehlizinde!

    hele partin senden sonra,
    devrimlerin tavizinde!
    vasfedeyim halimizi,
    kalemime ver izin de!

    yobazlarla gericiler,
    onlar bizden daha zinde!
    ’atam, atam..’ derler ama,
    bir adınız var sizin de..

    halkçılıkla devletçilik:
    anlatamam, çok hazin de..
    çoktanberi sahteciler,
    ağır çeker her vezinde!
    tek umut var, o da yalnız,
    amerikan dövizinde!

    sorma ata’m, halimizi,
    hal mi kaldı anlatacak..
    i̇şte geldik dizindeyiz!
    yata yata çok yorulduk,
    tatil yaptık, izindeyiz!

    sanayide henüz daha,
    cafer için lazım diye,
    amerikan bezindeyiz!
    geçeceğiz avrupa’yı
    ama şimdi izindeyiz!

    hocamız var, hacımız var,
    uçan kuşa borcumuz var,
    el oğlunun ağzındayız!
    ama bizi zor bulurlar,
    bahar, yaz, kış izindeyiz!

    evet, doğru söylemişsin:
    ’türk milleti çalışkandır! ’
    biz de senin tezindeyiz!
    dinlenmekten yorulduk da,
    onun için izindeyiz!

    zinde kuvvet diye söz var,
    kimse bilmez adresini,
    ah izindeyiz, vah izindeyiz!
    bugün değil, bu yıl değil,
    çoktan beri izindeyiz!

    i̇lerledik ata’m öyle,
    şimdi görsen tanımazsın:
    amerikan tarzındayız!
    arasan da bulamazsın,
    otuz yıdır izindeyiz
    ···
  14. 14.
    0
    altinci bap

    muharebeler
    ve
    düşman elinde kalanlar
    ve
    kartalli kâzim'in hikâyesi

    inönü meydanı, yavrum,
    rüzgâr,
    soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
    zemheriler bitti diyelim,
    hamsin ya başladı, ya başlıyor.
    muharebe beş gün beş gece sürdü.
    kan gövdeyi zütürdü.
    ve nihayetinde
    düşmanlar karın üstünde
    top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
    altı kamyon bıraktılar.
    sonra, kaçarlarken, yavrum,
    köyleri, köprüleri yaktılar...

    bu, birinci inönü,
    sonra ikincisi :
    23 mart 1921 günü
    düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor.
    onlarda, topçu ve piyade
    bizden üç kere fazla,
    bizim atlımız çok.
    atların makanizması,
    hartucu,
    namlusu yoktur
    ve kılıç
    çıplak, ucuz bir demirdir.
    26 mart :
    akşam.
    sağ cenah ilerimize yanaştılar.
    27 mart :
    bütün cephelerde temas.
    28, 29, 30 :
    kavgaya devam.
    ve martın 31'inci gecesinde,
    (ayışığı var mıydı bilmiyorum)
    inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
    ve ertesi gün
    1 nisan :
    metristepe aydınlanıyor.
    saat altı otuz.
    bozöyük yanıyor.
    düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

    sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar :
    dumlupınar.

    sonra, haziran.
    bir yaz gecesi.
    dünyada yalnız pırıltılar
    ve böceklerin sesi.
    sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
    basarak aldık
    adapazarı'nı.
    ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını
    yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
    düşman,
    kısmen gemilere binerek
    denizden
    ve kısmen
    karamürsel üzerinden
    bursa'ya çekilip
    boşalttı izmit şehrini gece yarısı.

    sonra 23 ağustos :
    sakarya melhamei kübrâsı ki
    devamı 13 eylül gününe kadardır.
    bizim kırk bin piyademiz,
    dört bin beş yüz atlımız,
    düşmanın ciksen sekiz bin piyadesi,
    üç yüz topu vardır.
    harp meydanının kuzey yanı
    sakarya
    ve dağlardır :
    keskin
    ve dik yamaçlarıyla
    ve kireçli toprakları
    ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
    haşin
    ve münzevi çam ağaçlarıyla
    abdülselâm-dağı,
    gökler-dağı,
    dağlar.

    ve sakarya'dan bu havalide
    yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
    ankara suyunun döküldüğü yerden
    eskişehir kuzeybatısına kadar
    sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
    güneyde
    ve güneydoğuda
    yapraksız ve hazin
    geniş ve uzun
    ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
    ölmek arzusu veren
    cihanbeyli ovası :
    çöl...
    bu çölün,
    bu dağların,
    bu nehrin ve bizim önümüzde
    yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
    düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

    buna rağmen :
    sene 1922
    ve 15 vilâyet ve sancak
    ve 9 büyük şehir
    düşman elindedir.
    inanılmaz şeyler düşmandadır ki
    bunların arasında :
    7 göl, 11 nehir
    ve köklerinde baltamızın yarası
    ve yangınlarıyla bizim olan
    yüz kere yüz bin dönüm orman,
    bir tersane, iki silâh fabrikası,
    ve 19 körfez ve liman ki
    belki birçoğunun
    rıhtımı,
    mendireği,
    kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
    ve belki sularında
    ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
    fakat onlar
    tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
    sonra, 3 deniz,
    6 kol tren hattı,
    sonra, göz alabildiğine yol :
    sılaya gittiğimiz,
    gurbette göründüğümüz
    ve neden
    ve niçin olduğunu sormadan
    çöle, çanakkale'ye,
    ölüme gittiğimiz yol
    ve sonra toprak
    ve o toprağın insanları :
    uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
    klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
    manisa'lı saraçlar,
    yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
    ve kurnaz
    ve cesur
    ve ağırbaşlı ve çapkın
    ve kütleleriyle delikanlı
    istanbul ve izmir işçileri
    ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
    kıl çadırlı yürükleri aydın'ın,
    ve sonra, ırgat,
    ortakçı,
    maraba,
    davarlı ve davarsız,
    yarım meşin çizmeli
    ve ham çarıklı köylüler.
    15 vilâyet ve sancak
    ve 9 büyük şehir
    düşman elindedir.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 15.
    0
    atam izindeyiz

    atam, hala yaşıyorsak:
    edepsizlik sayesinde!
    altı oku soruyorsan,
    politika dehlizinde!

    hele partin senden sonra,
    devrimlerin tavizinde!
    vasfedeyim halimizi,
    kalemime ver izin de!

    yobazlarla gericiler,
    onlar bizden daha zinde!
    ’atam, atam..’ derler ama,
    bir adınız var sizin de..

    halkçılıkla devletçilik:
    anlatamam, çok hazin de..
    çoktanberi sahteciler,
    ağır çeker her vezinde!
    tek umut var, o da yalnız,
    amerikan dövizinde!

    sorma ata’m, halimizi,
    hal mi kaldı anlatacak..
    i̇şte geldik dizindeyiz!
    yata yata çok yorulduk,
    tatil yaptık, izindeyiz!

    sanayide henüz daha,
    cafer için lazım diye,
    amerikan bezindeyiz!
    geçeceğiz avrupa’yı
    ama şimdi izindeyiz!

    hocamız var, hacımız var,
    uçan kuşa borcumuz var,
    el oğlunun ağzındayız!
    ama bizi zor bulurlar,
    bahar, yaz, kış izindeyiz!

    evet, doğru söylemişsin:
    ’türk milleti çalışkandır! ’
    biz de senin tezindeyiz!
    dinlenmekten yorulduk da,
    onun için izindeyiz!

    zinde kuvvet diye söz var,
    kimse bilmez adresini,
    ah izindeyiz, vah izindeyiz!
    bugün değil, bu yıl değil,
    çoktan beri izindeyiz!

    i̇lerledik ata’m öyle,
    şimdi görsen tanımazsın:
    amerikan tarzındayız!
    arasan da bulamazsın,
    otuz yıdır izindeyiz
    ···
  16. 16.
    0
    Gordunuz mu simdi ananizin amini!
    dagilin simdi gotunu gibtigimin liseli akp'lileri!
    ···
  17. 17.
    0
    mehtaplı bir gece,
    gümüş bir kutunun içindesin :
    ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
    ya çok seslidir
    ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

    yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım.
    kız gibi osmanlı filintası.
    parlıyor arpacık
    namlının ucunda :
    yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
    ve bir damlacık.

    kâzım emir aldı merkezden :
    gebze'deki ingiliz'in tercümanı vurulacak.
    köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur :
    satıyor bizimkileri.

    kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
    işte sökün etti mansur karşıdan :
    beygirin üzerinde.
    beygir yüksek,
    ingiliz kadanası.
    kendi halinde yürüyor hayvan
    ortasında demiryolunun
    sallana sallana,
    ağır ağır.
    tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
    başı sallanıyor,
    belki de uyuyor üzerinde beygirin.

    yaklaştıkça büyüyor herif.
    zaten mehtapta heybetli görünür insan.

    arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
    namlıyı kaldırdı birazcık kâzım,
    nişan aldı sallanan başına mansur'un.
    soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
    bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
    -ağaç çınar-.
    kuş ürkmüş olacak.
    çevrildi kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,
    mehtapla yüz yüze geldiler.
    mehtap koskocaman,
    desdeğirmi,
    bembeyaz.
    ve kâzım'ın gözünü aldı âdeta.
    zaten bu yüzden,
    tekrar göz, gez, arpacık
    ve filintayı ateşlediği zaman
    ilk kurşun mansur'un başını delecek yerde
    galiba omuzuna girdi.
    herif «hınk» dedi bir,
    beygirin başını çevirdi
    dörtnal kaçıyor.
    yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım.
    beygirin üstünde sola yıkıldı mansur.
    üçüncü kurşun.
    tercüman düştü beygirden.
    fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
    sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
    sonra kurtuldu ki ayağı
    yıkılıp kaldı olduğu yerde.
    yamaca sardı beygir.
    kalktı kâzım,
    yürüdü mansur'a doğru,
    üzerinden kâatları alacak.
    arada dört telgraf direği yalnız,
    ellişerden iki yüz metre eder.
    mansur doğruldu ansızın,
    kaçıyor bayır aşağı.
    filintayı omuzladı kâzım.
    dördüncü kurşun.
    yıkıldı herif.
    koştu kâzım.
    doğruldu yine mansur.
    yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
    kaçmıyor artık,
    yürüyor.
    kâzım da bıraktı koşmayı.
    deniz kıyısına indiler.
    orda boş bir fabrika var,
    bir de beyaz bir ev,
    tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
    mansur suya giriyor,
    kâatlar ıslanacak.
    beşinci kurşunu yaktı kâzım.
    suya düşüp kaldı önde giden
    ve kâzım tazelerken şarjörü
    bir ışık yandı beyaz evde,
    bir pencere açıldı.
    galiba bir kadın baktı dışarıya..
    boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur.
    pencere kapandı,
    ışık söndü.
    tercüman attı kendini tahta iskeleye.
    art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
    hay anasını,
    ay da denize düşmüş
    toplanıp dağılıyor,
    dağılıp toplanıyor.
    velhasıl,
    lâfı uzatmıyalım,
    mansur'un işini bıçakla bitirdi kâzım.
    kâatlar kan içindeydi.
    fakat kan kapatmıyor yazıyı...

    namussuzun biriydi mansur,
    muhakkak.
    düşmana satılmıştı,
    orası öyle.
    kaç kişinin başını yedi,
    malûm.
    ama ne de olsa
    mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
    demek istediğim,
    böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
    ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
    üzüntü çekmemek için,
    ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
    yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
    kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
    fakat namuslu.
    ne malûm? dersen :
    dövüştü pir aşkına,
    yaralandı birkaç kere
    ve saire.
    ve kavga bittiği zaman
    ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
    kavgadan önce kartal'da bahçıvandı,
    kavgadan sonra kartal'da bahçıvan...
    Tümünü Göster
    ···
  18. 18.
    0
    beşinci bap

    920'nin 16 marti
    ve
    manastirli hamdi efendi
    ve
    reşadiyeli veli oğlu memet'in hikâyesi

    «bu hamiyetli ve cesur, manastırlı hamdi efendi olmasaydı, istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. istanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. bir ucu ankara'da bulunan telin istanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

    (nutuk, s. 295, devlet basımevi, istanbul 1938)

    920'nin 16 martı.
    öğleden evvel
    saat onda
    makina başında şöyle bir telgraf aldı ankara'daki :

    «der-aliye 16/3/1920.
    ingilizler bastı bu sabah
    şehzadebaşı'ndaki muzika karakolunu.
    müsademe edildi.
    işgal altına alıyorlar istanbul'u şimdi.
    berâyi malûmat arzolunur.
    manastırlı hamdi.»

    920'nin 16 martı.
    harbiye nezareti telgrafhanesi buldu ankara'yı :
    «etrafta dolaşıyor ingiliz askerleri.
    şimdi işte
    ingiliz askerleri giriyorlar nezarete.
    işte giriyorlar içeri.
    nizamiye kapısına.
    teli kes.
    ingilizler burdadır.»

    920'nin 16 martı.
    manastırlı hamdi efendi
    buldu ankara'dakini tekrar :

    «paşa hazretleri,
    harbiye telgrafhanesini de işgal etti ingiliz bahriye askeri
    tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
    bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
    vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
    paşa hazretleri,
    emri devletlerine muntazırım.

    16 mart 1920
    hamdi»

    920'nin 16 martı.
    durumu bir daha tekrar etti hamdi efendi :

    «sabah bizim asker uykuda iken
    ingiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
    askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
    neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
    ingilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
    beyoğlu ve tophane'yi işgal edip.
    işte beyoğlu telgrafhanesi de yok.
    işte beyoğlu telgraf memurları geldiler.
    kovmuşlar.
    burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
    şimdi haber aldım efendim.»

    920'nin 16 martı
    uykuda kesti kâfir üçümüzü,
    kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
    ingiliz'in hepsi değil domuzu
    sabaha karşı aldı canımızı.

    920'nin 16 martı
    basıldı vezneciler'de karargâh.
    uyan be tosunum uyan.
    üçümüzü uykuda kesti kâfir,
    üçümüz : abdullah çavuş, şarkışla'dan osman,
    bir de zileli abdülkadir.

    920'nin 16 martı
    bozdoğan kemeri'nde
    kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
    ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
    reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.

    920'nin 16 martı
    uykuda kesti kâfir üçümüzü.
    soktu osman'ın karnına kasaturayı,
    bastı göğsüne kâfirin dizi.
    dört çocuk babasıydı abdullah çavuş.
    doymadı dünyasına abdülkadir.
    üçümüzü uykuda kesti kâfir,
    kurşuna dizdi ikimizi.

    920'nin 16 mart sabahı,
    karakolun karşısında
    bırakmadım elimden silâhı,
    yere serdim iki ingiliz'i.
    senin ırzını kurtardım istanbul'um,
    sana can feda çakır gözlü gülüm.

    üçümüzü uykuda kesti kâfir,
    kurşuna dizdi ikimizi.
    şimdi üçümüz :
    abdullah ve osman ve abdülkadir,
    taşları yan yana yatar eyüp'te.
    arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
    belki maşrıkta, belki mağripte,
    biz de bilemeyiz yerini.

    uykuda kestiler üçümüzü,
    kurşuna dizdiler ikimizi,
    ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
    reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.
    bir de altıncımız var,
    kara kaytan bıyıklı bir şehit,
    son mekânı şöyle dursun,
    adını da bilen yok...
    Tümünü Göster
    ···
  19. 19.
    0
    nefret ediyorum senden ve ideolojinden nazım mezarını gibeyim
    ···
  20. 20.
    0
    dördüncü bap

    nurettin eşfak'in bir mektubu
    ve
    bir şiiri

    kardeşim,
    sana bu mektubu ankara'da kuyulu kahvede yazıyorum.
    hep aynı anadolu havalarını çalıyor gramofon
    kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
    dışarda yağmur...
    mektepten istifa ettim.
    cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
    çocuklarımıza türkçe okutmak,
    öğretmek, sevdirmek onlara
    dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
    kendi dillerini,
    güzel şey,
    büyük şey.
    fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
    daha büyük
    daha güzel.

    biliyorum :
    iş bölümünden bahsedeceksin.
    fakat, ankara'da çocuklara ders vermek,
    bozkırda ateş hattına girmek
    haksız ve hazin
    bir iş bölümü.
    öyle günlerde yaşıyoruz ki
    ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
    hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

    bak, tam sana bunları yazarken
    asker geçiyor sokaktan ;
    yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
    meclis'in önüne doğru iniyorlar,
    istasyona gidecekler.
    ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
    sesini incelterek marş okuyor genç türk köylüsü :
    «ankara'nın taşına bak,
    gözlerimin yaşına bak... »

    yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
    tıraşları uzamış biraz.
    elleri büyük ve esmer.
    elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

    yine birdenbire yunus emre geldi aklıma.
    başka türlü anlıyorum ben yunus'u :
    bence onda bütün bir devir dile gelmiş türk köylüsü :
    öte dünyaya dair değil,
    bu dünyaya dair kaygılarıyla...

    bir şiir yazdım,
    garip bir şiir,
    «türk köylüsü» diye.
    bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
    her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.

    kardeşin
    nurettin eşfak

    türk köylüsü

    topraktan öğrenip
    kitapsız bilendir.
    hoca nasreddin gibi ağlayan
    bayburtlu zihni gibi gülendir.
    ferhad'dır
    kerem'dir
    ve keloğlan'dır.
    yol görünür onun garip serine,
    analar, babalar umudu keser,
    kahbe felek ona eder oyunu.
    çarşambayı sel alır,
    bir yâr sever
    el alır,
    kanadı kırılır
    çöllerde kalır,
    ölmeden mezara koyarlar onu.
    o, «yûnusû biçâredir
    baştan ayağa yâredir»,
    ağu içer su yerine.
    fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
    ve bir kerre vakterişip
    «-gayrık yeter!... »
    demesinler.
    bunu bir dediler mi,
    «isrâfil sûrunu urur,
    mahlûkat yerinden durur»,
    toprağın nabzı başlar
    onun nabızlarında atmağa.
    ne kendi nefsini korur,
    ne düşmanı kayırır,
    «dağları yırtıp ayırır,
    kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa... »
    Tümünü Göster
    ···