1. 12.
    0
    131. THE TROUBLE WITH HARRY (Yön: ALFRED HITCHCOCK, 1955)

    hitchcock yüksek gerilim hattı gibi filmlerinde dahi gülmeceyi elden bırakmaz. e bi de komedi yaparsa! korkunun ustası kariyerinin en ayrıksı filminde komedi dehasını konuşturuyor, ölü bir insan bedeniyle harikalar yaratıyor.

    132. DARE MO SHIRANAI (Yön: HIROKAZU KOREEDA, 2004)

    japon sinemasının parlayan yıldızı hirokazu koreeda’nın çocuk bakış açısıyla çektiği güçlü bir dram. koreeda, anneleri evi terk eden ve bir başlarına kalan dört ufaklığın hikayesini anlatırken burnunuzun direğini sızlatacak.

    133. SWEET SMELL OF SUCCESS (Yön: ALEXANDER MACKENDRICK, 1957)

    güç ve buna paralel olarak ahlaki yozlaşmayı en iyi anlatan filmlerden biri, belki birincisi… odets ve lehman’ın senaryo, lancaster ve curtis’in oyunculuk dersi verdikleri bu noir klasiğini ne yapıp edip görmelisiniz.

    134. YOUNG FRANKENSTEIN (Yön: MEL BROOKS, 1974)

    türün en yaratıcı isimlerinden mel brooks en komik filmiyle komedinin zeka işi olduğunu haykırıyor! gene wilder’ı gene wilder yapan bu dev klagib, gözünüzden yaş getirene kadar güldürürken her yanından sinema ve sanat akıyor.

    135. CUL-DE-SAC (Yön: ROMAN POLANSKI, 1966)

    polanski’nin aykırı döneminden bu sinir bozucu güzellikteki komedi-gerilim saçmanın kitabını yazıyor. saçmadan giderek akla, mantığa ulaşıyor, insan ilişkilerindeki rollerin nasıl da kaşla göz arasında değiştiğini anlatıyor. bütün bunları görüp görebileceğiniz en tuhaf yollardan yapıyor ve yaratıcısının eşsiz dehasıyla deli gibi eğlendiriyor.

    136. ALL THE KING’S MEN (Yön: ROBERT ROSSEN, 1949)



    137. DIVORZIO ALL’ITALIANA (Yön: PIETRO GERMI, 1961)

    ince mizah anlayışıyla italyan sinemasının çerçevesini çizen isimlerden pietro germi’nin dev klasiği. formunun zirvesinde bir mastroianni ve gencecik bir sandrelli’nin de katkılarıyla, evlilik kurumuna atılmış en satirik bakış. sinemayı sevmek için bir film yeter. gözlerinizden yaşlar gelene dek güleceğiniz bu harika komedi insana sinemayı sevdirir…

    138. TOUCHEZ PAS AU GRISBI (Yön: JACQUES BECKER, 1954)

    bir dönem türün ana vatanı amerikan sinemasını bile kıskandıran fransız noir’ının kusursuz bir örneği. albert simonin’in aynı adlı romanından yapılan bu harikulade uyarlama gelmiş geçmiş en etkileyici gangster filmlerinden biri. soluksuz izleyeceğiniz bu mükemmel serüven, aynı zamanda arkadaşlık kavrdıbının içini belki en iyi dolduran sanat eseri.

    139. SOMMAREN MED MONIKA (Yön: INGMAR BERGMAN, 1953)

    bergman’ın daha 35 yaşında estetik dehasını çatır çatır konuşturduğu hüzünlü bir aşk hikayesi. dost acı söyler makamında anlatılmış bu sarsıcı meseli kadın ya da erkekseniz özellikle izleyin.

    140. JAILHOUSE ROCK (Yön: RICHARD THORPE, 1957)

    bugünkü öneri eli muhkum bi elvis filmi olacak. kralı tanımak, hatırlamak, şapka çıkarmak, vb. için… marilyn halt etmiş. bu filmi izleyince ben daha ciksi bir insan görmedim diyeceksiniz; baştan söyleyeyim.

    141. EL HABITANTE INCIERTO (Yön: GUILLEM MORALES, 2004)

    zeka dolu bir korku-gerilim-gizem filmi. origamik anlatıda bir zirve. her gün çıkmıyor böylesi.

    142. FAIL-SAFE (Yön: SIDNEY LUMET, 1964)

    bugüne dek yapılmış en yüksek tansiyonlu nükleer savaş filmi. dr. strangelove’ın asık suratlı ikizi. soğuk savaş ikliminde basit bir elektronik hata insanlığı yıkıma sürükleyecek, siz de gözünüzü kırpmadan izleyeceksiniz.

    143. THE DUELLISTS (Yön: RIDLEY SCOTT, 1977)

    napolyon ordusunda görevli iki subayın bitmek bilmeyen adaveti. şüphesiz en iyi ilk filmlerden biri. ardısıra tarihin en iyi filmlerinden alien ve blade runner’ı çekecek olan ridley scott’un kanımca en iyi üçüncü filmi. namus meselesi dediğimiz şeyin ne saçma, ne ahmakça bir şey olduğunu görecek, erkek olmak üzerine bir daha düşüneceksiniz.

    144. MIDNIGHT RUN (Yön: MARTIN BREST, 1988)

    kariyeri boyunca her fırsatta komedilerde oynayan robert de niro’nun tartışmasız en komik filmi. de niro ve charles grodin’in enfes bir ikiliye dönüştüğü film görüp görebileceğiniz en yaratıcı serüvenlerden biri.

    145. LETYAT ZHURAVLI (Yön: MIKHAIL KALATOZOV, 1957)

    özellikle sinematografi konusunda çığır açmış büyüleyici bir başyapıt. rus sinemasının medarıiftiharı. aşkı ve savaşı anlatan bu şiir gibi filmi sevgilisini-nişanlısını askere gönderen/gönderecek olan hanımlar bilhassa izlesin.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 11.
    0
    ananı avradını reserved şuku
    ···
  3. 10.
    0
    reserved
    ···
  4. 9.
    0
    116. SECONDS (Yön: JOHN FRANKENHEIMER, 1966)

    hayatınızdan çok mu sıkıldınız? sizi yalandan öldürüp yeni bir yüz ve yeni bir kimlik veriyoruz! rankenheimer’ın adeta shaker’la hazırladığı bu türler kokteyli, paranoya üçlemesinin son halkası ve gerçek bir sinefil avı.

    117. MARATHON MAN (Yön: JOHN SCHLESINGER, 1976)

    midnight cowboy’un yönetmeninden, ayakkabınıza taş kaçmış gibi izleyeceğiniz enfes bir gerilim… dustin hoffman’ın en iyi performaslarından birine laurence olivier gibi bir dev mukabele edecek. e roy scheider de çilek.

    118. SICK: THE LIFE & DEATH OF BOB FLANAGAN, SUPERMASOCHIST (Yön: KIRBY DICK, 1997)

    kistik fibrozis hastası performans sanatçısı bob flanagan’ın hayatını anlatan tokat gibi bir belgesel. çocuk yaştan itibaren çektiği dayanılmaz acılar mazoşizme itiyor kahramanımızı ve bütün sanatını bunun üzerine inşa ediyor. festivaldeki gösteriminde salonun neredeyse yarısı boşalmıştı. herkese göre değil. çok sert bir şey izleyeceğinizi bilin.

    119. PROOF (Yön: JOCELYN MOORHOUSE, 1991)

    insanlara inanmayan ve her şeyin fotoğrafını çekip anlattıran kör bir adam; harika bir kara komedi… jocelyn moorhouse’un çıkış filmi, sinemanın özünde yatan röntgencilik duygusunu en iyi anlatan yapımlardan biri. gencecik hugo weaving’in tek kelimeyle döktürdüğü film, russell crowe gibi antipatik bir oyuncuyu bile sevdiriyor billahi.

    120. KISS OF THE SPIDER WOMAN (Yön: HECTOR BABENCO, 1985)

    kahrolası gerçeklerden kaçmayı anlatan en güzel film. bu ülkede bunu izlemeyelim de ne izleyelim? biri siyasi diğeri ahlaki suçlardan hüküm giymiş ve bir hücreye tıkılmış iki mahkum. biri gerçeğe esir, diğeri hayale meftun. iki harikulade aktörün ülke ve dünya ahvali karşısında konumlanırken yaşadığımız yaman çelişkiyi aydınlattığı bir şiir bu. bir günah çıkarma filmi… luis molina karakteri benim gibi sizin de duygularınıza tercüman olacak, hiç şüphem yok.

    121. 3 WOMEN (Yön: ROBERT ALTMAN, 1977)

    giderek birbirlerine dönüşen ve sonunda tek olan üç kadının hikayesi! altman’dan personavari bir dram. sinema tarihinin belki de en acayip iki kadın yüzünü bir araya getiren film, çok katmanlı bir rüya.

    122. SHAO LIN SAN SHI LIU FANG (Yön: CHIA-LIANG LIU, 1978)

    dün kadınlara gitti, bugün erkeklere gelsin! tüm zamanların en iyi martial arts filmlerinden biri… efsanevi shaolin tapınağı’nın sır gibi saklanan eğitim usullerini ifşa eden ilk film. janr yaratmış büyük bir klagib. erkeklere dedim ama aranızda bu epik dövüş sanatları şaheserini heyecanla izleyecek acayip kadınlar da olabilir pek tabii.

    123. AND THEN THERE WERE NONE (Yön: RENÉ CLAIR, 1945)

    bazen harika bir kitap harika bir film olabiliyor. agatha christie’nin on küçük zenci’si gibi… efsane bi kadroyu buluşturan bu suspense klasiği, tam bir hem eğlensem hem gerilsem, sonuna dek işin içinden çıkamasam filmi.

    124. THE QUIET MAN (Yön: JOHN FORD, 1952)

    western’in ağababalarından romantizmin zirvesine bayrak diken bir komedi-dram. ciksapelin ta kendisi! hiç böyle bir john wayne görmediniz. hiç böyle bir maureen o’hara görmediniz. hiç ama hiç böyle bir irlanda görmediniz…

    125. RIZE (Yön: DAVID LACHAPELLE, 2005)

    fotoğraf sanatının büyük dehası david lachapelle’den dünyanın belki en iyi dans belgeseli… politik ve sosyolojik arka planı ve büyüleyici estetiğiyle son 30 yılın en önemli dans hareketini anlatan bir dans ferresi.

    126. STILLE NACHT (Yön: DANI LEVY, 1995)

    iki erkek arasında kalan genç ve güzel bir kadın ve işlerin binlerce kez değiştiği bir noel gecesi… alman sinemasını ve 90’ların ruhunu seviyorsanız illa görmeniz gereken bir film. iliklerinize kadar yaşayacaksınız o geceyi.

    127. LOGAN’S RUN (Yön: MICHAEL ANDERSON, 1976)

    yıl 2274. çalışmak zorunda değilsin. zevk için yaşıyorsun. tek bi sorun var: 30’una gelince ölüyorsun! tarihin en erotik ve eğlenceli filmlerinden. hikayesiyle, yapım tasarımıyla vb. çarpacak, yıllarca dimağınızdan çıkmayacak.

    128. YING HUNG BOON gib (Yön: JOHN WOO, 1986)

    aksiyon ve dramın en mutlu birlikteliklerinden, hong kong sinemasının yönünü değiştiren kült klasiği. john woo’yu john woo yapan bu efsane yapım, biri kanun adamı diğeri gangster iki kardeşin hikayesi ve bir senaryo abidesi.

    129. GRAND HOTEL (Yön: EDMUND GOULDING, 1932)

    dönemin en lüks oteli, enfes bir karakterler galerisi ve olaylar, olaylar. çok eski ama çok iyi… garbo’dan başlayarak hollywood’un o günkü a listesini bir arada izleyebileceğiniz bu romantik dram, 1932’nin de oscar galibi. garbo ve crawford’un birbirlerine üstünlük kurmasınlar diye tek bir sahnede bile birlikte görünmediklerine dikkat çekerim.

    130. SAY ANYTHING… (Yön: CAMERON CROWE, 1989)

    en etkileyici gençlik filmlerinden, kusursuz bir romantik komedi! türe burun kıvıranlara izletmeli… cameron crowe’un bu gizli başyapıtı göz boyamak değil kalbinize dokunmak istiyor. john cusack hayranları kaçırmasın efendim.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 8.
    0
    99. RADIO DAYS (Yön: WOODY ALLEN, 1987)

    50’ye yakın woody allen filmi içerisinde manhattan ve annie hall’la birlikte en sevdiğim! radio days… en iyi toplama soundtrack’lerden birine sahip olan radio days, bizi radyonun altın çağına zütüren eşsiz bir nostalji filmi. diğer alametifarikası da allen’ın nasıl bir ortamda yetiştiğine dair en çok emare barındıran, otobiyografik bir eser olması. ben belki 30 kere izledim. şimdi olsa yine izlerim. radio days tıpkı muhsin bey gibi, duygusuyla yaşayan, ölümsüz bir film.

    100. NAKED (Yön: MIKE LEIGH, 1993)

    100. öneri özel bir şey olsun istiyor, ikinci 10’umdan bir mike leigh filmi öneriyorum; naked… 90’ların, ingiliz sinemasının, giderek tarihin büyük başyapıtlarından ve sinemanın yüzümüze aşk ettiği en okkalı tokatlardan. günümüz toplumunun hali pür melalini bir insan üzerinden kıyasıya sertlikte anlatan naked, sinema sanatının da gurur abidesi. johnny’nin bir monoloğu var ki sinema tarihinden tek bir monolog seçmem gerekse bunu seçebilirim… ne kadar çok kitap okursan oku, bu dünyada aklının almayacağı bi takluk illaki çıkar diyor johnny! tanışmanızı çok isterim…

    101. INNOCENCE (Yön: LUCILE HADZIHALILOVIC, 2004)

    ikinci sayfayı yakın tarihli bir filmle açıyoruz. lucile hadzihalilovic’in masumiyet freskiyle… gaspar noe’nin eşi olan hadzihalilovic, müthiş dili ve stiliyle olağanüstü bir sinema yapıyor, tarifsiz bir dünya yaratıyor. herkesin farklı şeyler duyacağı tatlı bi fısıltı sanki bu film. çocukluk çağına doğru çıkılan bi yolculuk. gidiş-dönüş tabii.

    102. GUESS WHO’S COMING TO DINNER (Yön: STANLEY KRAMER, 1967)

    poitier, tracy ve hepburn gibi üç oyunculuk abidesiyle, görüp görebileceğiniz en zevkli aile filmi… bir siyahla bir beyazın aşkını anlatan film, bireyle toplum arasındaki köprü olan aile kurumuna keskin bir bakış atıyor. toplumun onaylamayacağı bir ilişkiye icazet vererek çocuklarını tehlikeye mi atacaklar, defterlerini kendileri mi dürecekler? harika bir senaryo, bir an düşmeyen tempo ve rüya gibi performanslarla baştan sona içinde kalacaksınız bu filmin.

    103. MA NUIT CHEZ MAUD (Yön: ERIC ROHMER, 1969)

    ahlak kavrdıbına ve insan doğasına atılmış en incelikli bakışlardan biri. bir o kadar da lezzetli… kadın-erkek ilişkilerini ve yetişkinliği en iyi kavramış isimlerden eric rohmer’in şaheseri, yeni dalga’nın da bayrak filmi.

    104. ORDINARY PEOPLE (Yön: ROBERT REDFORD, 1980)

    robert redford ilk yönetmenliğinde turnayı gözünden vuruyor, unutulmaz bir aile drdıbına imza atıyor… raging bull’un elinden oscar’ı kapan bu film, bir trajediyle yaşayan ölülere dönüşen orta sınıf bir aileyi odak alıyor. bu neredeyse unutulmuş olan ziyadesiyle sarsıcı karakter draması, bir ailesi olan ve izleyen herkesin bir yerine dokunacak.

    105. HAUTE TENSION (Yön: ALEXANDRE AJA, 2003)

    pazar gününe mahsus, tıkır tıkır çalışan bir korku filmi. zeka dolu bir kan revan resitali…

    106. DINER (Yön: BARRY LEVINSON, 1982)

    1959 yılında geçen 1982 yapımı bir gençlik filmi. mükemmel kadro, nefis karakterler, harika senaryo… büyüme hikayelerine, zaman ve mekana tabi arkadaşlık öykülerine ilgi duyuyorsanız ve kıkır kıkır gülmek istiyorsanız…

    107. HOW TO STEAL A MILLION (Yön: WILLIAM WYLER, 1966)

    audrey hepburn, peter o’toole ve eli wallach gibi üç dev oyuncuyla, tarihin en romantik soygun filmi. gerilimse gerilim, mizahsa mizah, bir de üstüne erotizm. bir kez görüp 20 yıl sonra hatırlayacağınıza bahse girerim.

    108. DO THE RIGHT THING (Yön: SPIKE LEE, 1989)

    etnik kimlikler, tek tek hiçbiri kötü olmayan insanları nasıl canavara dönüştürüyor; buyurun efendim. şiddetin küçücük bi kıvılcıma baktığı, işlerin kaşla göz arasında kontrolden çıktığı dünyamızı nasıl da resmediyor spike lee.

    109. LETTER FROM AN UNKNOWN WOMAN (Yön: MAX OPHÜLS, 1948)

    bilinmeyen bir kadından gelen bir mektup. ziyan olmuş bir mutluluk. iyi melodram gibisi yok… sinemanın büyük zanaatkarlarından max ophüls’la romantizm zirvesi. kürk mantolu madonna’yı sevenler bu filmi de sevdi.

    110. BODY HEAT (Yön: LAWRENCE KASDAN, 1981)

    noir sevip de bu kusursuz filmi görmeyen var mı? bu tarihin belki de en erotik filmini?

    111. TAMPOPO (Yön: JÛZÔ ITAMI, 1985)

    yaşam sevinci gibi bir japon klasiği. yemek üzerine yapılmış en güzel filmlerden; nefis bi komedi…

    112. OSLO, 31. AUGUST (Yön: JOACHIM TRIER, 2011)

    dünya sinemasının en heyecan verici genç yönetmenlerinden joachim trier boğazımıza düğüm atıyor… yalnız ve naçar bir insanın kafasının içini bu kadar iyi anlatan bir film daha yok. yaşam ve ölüm üzerine dev bir meditasyon. bugüne dek önerdiğim en yeni film ve gördüğünüzde altüst olacaksınız, şimdiden söyleyeyim…

    113. SISTERS (Yön: BRIAN DE PALMA, 1973)

    de palma’nın ilk döneminden, hitchcock’u çatlatacak zarafette bir korku gerilim. adeta bir imza film.

    114. LES YEUX SANS VISAGE (Yön: GEORGES FRANJU, 1960)

    rahatsız edici bi şeyler izlemek istiyorsanız, bu elli küsur yaşındaki tuhaf korku filmi tam sizlik… bir araba kazasında yüzü tanınmaz hale gelmiş kızına yeni bir yüz bulmaya çalışan dahi bir doktorun hikayesi. şiir gibi dili ve sinir bozucu atmosferiyle almodovar’ın la piel que habito’suna da ilham verdi bu saplantı epopesi…

    115. NEMA-YE NAZDIK (Yön: ABBAS KIAROSTAMI, 1990)

    tıpkı the imposter gibi bir sahtekarlık hikayesi. sinema sevgisini en iyi anlatan filmlerden biri… iran sinemasının yüz akı bu film ve sahte mahmelbaf’la gerçeğinin yüzleşmesi gibi unutulmaz anlarla tam bir duygu ziyafeti.
    Tümünü Göster
    ···
  6. 7.
    0
    =]

    edit: 73-Benim filmi de koymuşsun. Aferim şukunu verdim
    ···
  7. 6.
    -1
    82. THE MAN WHO SHOT LIBERTY VALANCE (Yön: JOHN FORD, 1962)

    liberty valance’ı kimin vurduğu çok önemli zira western yılların erkek stereotipini yerle bir ediyor! ford’un son başyapıtı the man who shot liberty valance, wayne, marvin gibi adamların karşısına james stewart’ı dikiyor. ve erkekliğin kitabı sil baştan yazılıyor. enikonu başka bir kitap! içiniz cız değil, cızzzzzzzzzz edecek; benden söylemesi.

    83. LA CIENAGA (Yön: LUCRECIA MARTEL, 2001)

    reha erdem’in hayat var’ını sevenler bu filmi de sevdi! la cienaga… kendi hesabıma yaşayan en heyecan verici kadın yönetmen olduğunu söyleyebileceğim lucrecia martel’in başyapıtı… martel dışında kimsenin yanına yaklaşamayacağı bir gerçeklik duygusu ve son demindeki aile kurumuna sert bir bakış…

    84. THE PARALLAX VIEW (Yön: ALAN J. PAKULA, 1974)

    mühim olan hadiselere nerden baktığındır! bakış açını değiştirdin mi her şey değişir! the parallax view… alan j. pakula’nın klute’la başlayıp, all the president’s men’le tamamlanacak eşsiz politik paranoya üçlemesinin 2. ayağı… warren beatty’nin film boyunca yaşayacağı gerilimi siz de iliklerinize kadar hissedeceksiniz. unutulmaz bir deneyim…

    85. BAD TASTE (Yön: PETER JACKSON, 1987)

    hayatta en eğlendiğim filmi öneriyorum bugün. bu denli eğlendiğim bir monty python bile yok! bad taste… peter jackson’ın siz ismini duymadan yıllar önce ve tamamen kendi imkanlarıyla imza attığı bu inanılmaz film bi gore klasiği! galakgibler arası bi fast food zinciri için insan etine ihtiyaç duyan uzaylıların işgal hikayesi gözlerinizden yaş getirecek. imkansızlıktan birden fazla rolde kendi oynayan peter jackson’ın derek karakteri benim için yakın bir arkadaştan farksızdır! kült film, arkadaşlarınla ayin yapar gibi bir araya gelip, bıkmadan usanmadan izlediğin şeye denir ve bu film onun dibidir…

    86. THE PHILADELPHIA STORY (Yön: GEORGE CUKOR, 1940)

    klagib hollywood’un büyük zanaatkarlarından george cukor’la screwball zirvesi… the philadelphia story… screwball bugün romantik komedi dediğimiz şeyin temeli ve bu da şüphesiz ki türü tanımlayan birkaç olağanüstü filmden biri… filmin bir diğer hususiyeti üç titanı bir araya getirmesi: cary grant, katharine hepburn ve jimmy stewart!!!

    87. SPLENDOR IN THE GRASS (Yön: ELIA KAZAN, 1961)

    bir elia kazan daha! bu defa kişisel tarihimde en çok tesir bırakan melodram… splendor in the grass: natalie wood ve warren beatty’nin dev kompozisyonlarıyla iki gencin vuslata erememe hikayesi. bu filme ağlamıyorsan öl bence!

    88. DEAD RINGERS (Yön: DAVID CRONENBERG, 1988)

    herkese göre bir yönetmen olmayan david cronenberg’in en iyi filmi demekle yetineceğim; dead ringers…

    89. MARY POPPINS (Yön: ROBERT STEVENSON, 1964)

    benzersiz julie andrews ve sinema tarihinin ennn unutulmaz çocuk müzikallerinden, güzelim, mary poppins… supercalifragilisticexpialidocious bir insan mary poppins; cadıdan bozma bir dadı ve mutlu etmek onun göbek adı! öyle tatlı sürprizler var ki bu müzikli-danslı filmde, romantik bi ilişki yaşıyorsanız sevgilinizin boynuna dolanacaksınız…

    90. EXOTICA (Yön: ATOM EGOYAN, 1994)

    çoklu hikaye örgüsüyle, parabolik anlatımıyla, binbir türlü duygusuyla rüya gibi bir film; exotica… atom egoyan’ın hep yaptığı gibi geçmişe ve geçmişin insan hayatındaki etkisine eğildiği film 90’ların en iyilerinden efendim. bakıp da dokunamadığımız ne kadar çok şey var. bir striptiz kulübü sanki hayat. adı da exotica. of çok fena…

    91. HAO XIA (Yön: JOHN WOO, 1979)

    john woo’nun erken döneminden, türünün en iyi örneklerinden enfes bir wuxia filmi. hao xia… wuxia özelde kılıç şakırtısı, genelde ise dövüş sanatlarını içeren bir tür ve işte en bilinen örnekleri… woo, hong kong sinemasının alametifarikası aksiyonun tanrısı olduğu kadar karakter yaratmak ve duygu aktarmakta da usta… burada da maceranın, durum komedisinin ve dramın dibini göreceğiniz epik bir yolculuğa çıkarıyor sizi. muavininiz de benim…

    92. A CHRISTMAS STORY (Yön: BOB CLARK, 1983)

    gelmiş geçmiş en iyi noel filmlerinden biri. çokça es geçilmiş bir sinema mucizesi; a christmas story… çocuk bakış açısından anlatılır ve bunu sinir bozucu derecede iyi yapar. ışınlanmak isteyeceğiniz bir dünya, bir evren sunar.

    93. WAIT UNTIL DARK (Yön: TERENCE YOUNG, 1967)

    hitchcock’un ah bu filmi ben çekecektim dediğini tahmin ettiğim dev pgibolojik gerilim! wait until dark… audrey hepburn’ü tanımasanız sahiden kör galiba dersiniz! öyle mükemmel ki. aklınız gidecek ona bi şey olacak diye vallahi… üç namussuz haydutun musallat olduğu zavallı kör kadının hikayesini izlerken özdeşleşme işini abartacaksınız, söyleyeyim!

    94. MCCABE & MRS. MILLER (Yön: ROBERT ALTMAN, 1971)

    ilk 10’uma koyamadım ama hayatımın filmlerinden, sinemaya meftun eden; mccabe and mrs. miller… altman’ın bir kumarbaz ve bir fahişenin aşk ve iş ilişkisini anlattığı film, perdede yaratılmış en güçlü atmosferlerdendir… tabiat ananın kamera oyunculuğunda christie ve beatty’yle yarıştığı filmin buğulu dokusu ve müziğiyle yüreğiniz yağ bağlar… leonard cohen’in de bu yeni ve görkemli western temsiline katkısı kelimelerle anlatılacak gibi değil! “it’s hard to hold the hand of anyone who is reaching for the sky just to surrender!” ilaveten, mccabe & mrs. miller kadar, kamerayla oyuncuların arasında kalmışım gibi hissettiren bir film daha yoktur…

    95. CHASING AMY (Yön: KEVIN SMITH, 1997)

    zeka, mizah ve alt kültür tanrısı kevin smith filmleri içerisinde dramı en güçlü olanı! chasing amy… çizgi roman artistlerinin aşkını çizgi roman gerçekliğinde anlatan film dev eğlencenin yanında dev duygu seçeneğiyle geliyor! joey lauren adams’ın canlandırdığı lezbiyene aşık olan ben affleck, ilanıaşk ettiği sahneyle kariyerinin zirvesine çıkıyor… diğer hususiyetler bi yana, smith’in kültleşmiş karakteri SILENT BOB’un ilk kez sular seller gibi konuşmasıyla da çok önemli!

    96. KILLER OF SHEEP (Yön: CHARLES BURNETT, 1979)

    günlük hayatın sıradanlığı, kasveti ve zorluğu hiçbir zaman daha iyi anlatılmadı… killer of sheep: afrikalı amerikalı yönetmenler içerisinde belki en değerlisi charles burnett, siyahların dünyasını burnumuzun dibine dayıyor. gerçekten farklı bir şey izlemek istiyorsanız, koyunları (!) neyin öldürdüğüne bir göz atın. pişman olmayacaksınız…

    97. IKIRU (Yön: AKIRA KUROSAWA, 1952)

    bütün ömrü masa başında geçmiş bir memur, yalnızca birkaç ay ömrü kaldığını öğrenirse ne olur? ikiru… kurosawa’nın sabahattin ali’nin raif’ini aratmayan kanji karakteriyle hayatın anldıbını sorguladığı, yürek eriten filmi…

    98. ROCCO E I SUOI FRATELLI (Yön: LUCHINA VISCONTI, 1960)

    visconti’den önerilecek ne çok film var. kolektif duygulara en çok hitap edeni, rocco e i suoi fratelli… nino rota, alain delon’un gözyaşlarını kuyruk takıp notalara dökecek, rocco ve kardeşlerinin hikayesi göğsünüze işleyecek.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 5.
    -1
    66. WHITE HEAT (Yön: RAOUL WALSH, 1949)

    gangster filmlerine özel bir muhabbet beslediğiniz halde bu filmi görmemiş olabilir misiniz? white heat… bal gibi de olabilirsiniz zira çoook eski bir film! ama biliyor musunuz ki türün en dev, en soluk kesici örneklerinden biri! ve siz ömrühayatınızda james cagney gibi bir oyuncu daha izlediniz mi? ben başka bir şey söylemiyorum…

    67. SUMMER LOVERS (Yön: RANDAL KLEISER, 1982)

    listenin 67. ve buraya kadarki en hafif filmini önereceğim müsaadenizle. summer lovers… grease’in yönetmeni randal kleiser arada brooke shields’lı mavi göl’ü çekip, benim bomba gözüyle baktığım bu filmi yapar… santorini’nin santorini olduğu zamandan, mutlu sonla biten (evet, evet, mutlu sonla!!!) masalsı bir üçlü aşk hikayesi… dünyanın en güzel üç insanı olarak peter gallagher, daryl hannah ve birkaç yıl sonra ölen (( valerie quennessen başrollerde! vasat fakat alabildiğine zevkli bi yönetmen olan kleiser’den ağzınız kulaklarınıza vararak izleyeceğiniz, dev bir eğlencelik!

    68. GIU LA TESTA (Yön: SERGIO LEONE, 1971)

    7. sanatın gerçek sihirbazlarından sergio leone’den film izlemenin ötesinde bir deneyim. giu la testa… üçleme ve once upon a time’ları aratmayan bu dev film, mizahı, dramı, gerilimi ve aksiyonuyla kim olduğunuzu unutturacak… coburn ve steiger elinizden tutacak, iki buçuk saatlik epik maceranın kahramanlarından olup, mekgiba devrimini tadacaksınız!

    69. LEOLO (Yön: JEAN-CLAUDE LAUZON, 1992)

    henüz bulmuşken kaybettiğimiz jean-claude lauzon’un sinemaya unutulmaz, eşsiz, biricik armağanı, leolo… film 12 yaşındaki bi çocuğun gözünden anlatılır. kendi paralel evrenini yaratmış, hayatı baştan başa bi oyun gibi idrak eden. imgeler, sesler ve sözcükler öyle dahiyane kurgulanmış, duygular öyle harmanlanmış ki işte sinemanın gücü dedirtiyor leolo… leolo daha önce izlediğiniz hiçbir şeye benzemeyen filmlerden biri ve siz de benim gibi yıllarca yad edeceksiniz sahnelerini.

    70. ONE FROM THE HEART (Yön: FRANCIS FORD COPPOLA, 1982)

    coppola’nın az bilinen işlerinden; tadı retinanızda kalacak müzikal aşk hikayesi. one from the heart… beş yılın sonunda yorgun düşmüş harika bir çift ayrılmaya kalkar. adamın da, kadının da karşılarına rüya gibi adaylar çıkar! eğlenceli, bi o kadar da duygusal serüven başlar. aşkın karşısına tutkuyu koyup kafa kafaya çarpıştırıyor one from the heart. teri garr ve frederic forrest’a, raul julia ve nastassja kinski eşlik ediyor ki daha iyi bir dörtlü tahayyül edemiyorum! tamamı dekorda çekilen bu film, tom waits’in de emsalsiz katkısıyla, son 30 yılın en önemli müzikallerinden biri kabaca…

    71. RED RIVER (Yön: HOWARD HAWKS, 1948)

    the big sleep’i henüz yapmış, formunun zirvesinde bir howard hawks’tan destansı bir western. red river: sinemanın en büyük anlatıcılarından hawks, binlerce sığırı teksas’tan missouri’ye taşırken tastamam aksiyon dersi verecek… gencecik montgomery clift ve türün bir numaralı yıldızı john wayne’le unutulmaz bir baba-oğul çatışması anlatacak… benim için sinema western’dir. western de red river’dır! hepinize iyi sabahlar…

    72. THE HEIRESS (Yön: WILLIAM WYLER, 1949)

    yaşlı teyzeler gibi cıkcık’layarak, sağ elinizin tersini sol elinize vurarak izleyeceğiniz, the heiress… klagib sinemanın en mahir anlatıcılarından william wyler, sayısız kez taklit edilecek öyküsüyle romantik dramı tarif ediyor. olivia de havilland ve montgomery clift, gelmiş geçmiş tüm aşk hikayelerinin belki en sinir bozucusuna beden veriyorlar… henry james’in washington square’inden hareket eden film, enfes karakter çalışmasıyla aşkı bir metcezir olarak resmediyor..

    73. BIJITA Q (Yön: TAKASHI MIIKE, 2001)

    abartı konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği takashi miike’den yok artık dedirten bir film. bijita q… zıvanadan çıkmış, içestin ve sapıkça tabir edilen sayısız olgunun dibine vurmuş bi aile. aileyi hizaya getirecek bi misafir. miike’nin, toplumun yapı taşı aile kurumundan giderek japon halkının ahlaki çöküşüne meşrebince getirdiği ekstrem yorum! grafik olarak karşınıza gelecek bazı imajların şoke edici şeyler olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

    74. LA PISCINE (Yön: JACQUES DERAY, 1969)

    dört fevkalbeşer varlık; delon, schneider, ronet, birkin ve tarihin en erotik suç filmi! la piscine…

    75. BEAT STREET (Yön: STAN LATHAN, 1984)

    rap’in masumiyet çağından, break dance, mc ve graffiti filmleri furyasından ilk izlenecek film: beat street… battle sahneleriyle, müzikleriyle, all star kadrosuyla ve duygusuyla gelmiş geçmiş en iyi break dance filmi!

    76. LAURA (Yön: OTTO PREMINGER, 1944)

    noir klagibleri içinde değeri zaman içinde anlaşılan, daha da anlaşılacak olan bir çeşit zirve; laura… gene tierney’i tanımayanınız varsa laura’yı izlerken yok artık! diyecek, benden söylemesi…

    77. LOCAL HERO (Yön: BILL FORSYTH, 1983)

    komedi dram türündeki bu kendi halinde, küçücük film, iki saatliğine her şeyi unutturacak; local hero… peter riegert ve burt lancaster’lı local hero, masalsı iskoçya dekoruyla bile ruhunuzda aurora borealis etkisi yaratacak…

    78. TONY MANERO (Yön: PABLO LARRAIN, 2008)

    tartışmasız, yakın dönemin en sert, en sarsıcı filmlerinden. karın boşluğuna yumruk misali! tony manero… şilili pablo larrain’in bi anda bütün dikkatleri üzerine çektiği tony manero, asla ve kat’a herkese göre bi film değil tabii!

    79. LAST NIGHT (Yön: DON MCKELLAR, 1998)

    altı saat sonra dünya yok olacak, yapacak da bi şey yok! koyver gitsin yani! last night… oyuncu-yönetmen don mckellar, romantik komediden bilimkurguya sayısız türü melezliyor, harikulade bir fantaziye imza atıyor.

    80. IN A LONELY PLACE (Yön: NICHOLAS RAY, 1950)

    godard’ın sinemanın ta kendisi diye bahsettiği nicholas ray’den noir’a sihirli rötuş. in a lonely place… bogart’ın son lahzaya dek gizemini koruyan senaristle yine harikalar yarattığı film izleyeni entrikaya ortak ediyor bildiğin.

    81. FOUR LIONS (Yön: CHRISTOPHER MORRIS, 2010)

    teröre ince bi zekayla yaklaşan ve her türlü yabancılaştırmaya başvuran enfes kara komedi; four lions…
    Tümünü Göster
    ···
  9. 4.
    +1
    51. THE LION IN WINTER (Yön: ANTHONY HARVEY, 1968)

    Katharine Hepburn’e bir oyuncunun ana dalda kazandığı rekor sayıdaki dört oscar heykelciğinden birini getiren kostüm draması. Hepburn’e benzersiz Peter O’Toole, gencecik bir Anthony Hopkins, Nigel Terry ve Timothy Dalton eşlik ediyor. Sizin anlayacağınız kadro çok ama çok iyi. II. Henry’nin üç oğlu arasında akla hayale gelmeyecek entrikalara sahne olan iktidar ve taht kavgasının hikayesi. Oyun uyarlamalarından zevk alanlar daha iyisini zor bulur; söylemedi demeyin.

    52. SHOCK CORRIDOR (Yön: SAMUEL FULLER, 1963)

    Bir cinayeti aydınlatıp Pulitzer ödülüne uzanmak isteyen adanmış gazetecinin hikayesi. Bu uğurda modern Amerika’nın metaforu gibi bir akıl hastanesine yatar… Gerisini söylemeyelim de sürprizi kaçmasın! Düşük bütçeli filmleriyle beyazperdede iz bırakmış, Amerikan sinemasının en özgün yönetmenlerinden Sam Fuller’in kariyer zirvesi. Gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen filmlerden biri olacak; lütfen özel bir zaman ayırın.

    53. SHERLOCK JR. (Yön: BUSTER KEATON, 1924)

    Buster Keaton’ın tüm sanat ve bilimlerden hayret verici hilelerle bezeli, olağanüstü sinema zaferi. Sadece 45 dk. uzunluğundaki Sherlock Jr., gönlünde dedektiflik yatan bir film makinistinin alabildiğine romantik hikayesi. 2 yıl sonra başyapıtı The General’a imza atacak Keaton’ın eşsiz enerjisi ve büyüleyici dehası kabına sığmıyor, taşıyor adeta. Chaplin’i en çok kıskandıran filmi olabilir.

    54. WHAT EVER HAPPENED TO BABY JANE? (Yön: ROBERT ALDRICH, 1962)

    Kişisel tüm zamanlar ilk 10 listemi ciddi ciddi zorlayan efsane bir gerilim. Robert Aldrich’in bu zamansız şaheseri, Bette Davis ve Joan Crawford gibi kariyerleri boyunca çekişmiş iki dev oyuncuya kamera önünde hesaplaşma fırsatı veriyor. Ki sonuç gerçekten öyle böyle değil. Filmde ayrı ayrı dönemlerde yıldız olmuş abla-kardeş iki oyuncuyu canlandıran Davis ve Crawford’un peformansları insanı dehşete düşürüyor. iki oyuncu, iki kadın, iki kız kardeş. Rekabetin hangi birini izleyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Yay gibi geriliyor, soluksuz kalıyorsunuz. Hele o kusursuz final bağrınıza bir hançer gibi saplanıyor. Mutlaka izleyin. Kendinize bu iyiliği yapın efendim.

    55. THE DEAD ZONE (Yön: DAVID CRONENBERG, 1983)

    Bir kısım seyirci nazarında en iyi Stephen King uyarlaması, ki bu gruba ben de dahilim. Yıllarca komada kalan bir adamın sağlığına kavuştuğunda, olacakları önceden görme kabiliyetine sahip olmasının hikayesi. Sinemayı dünya gibi düşünün. Cronenberg’i de UFO gibi. işte o UFO’nun insan ablukasına girmeden önceki son saatleri misali bir şey bu film. Yönetmenini artık para kazandıran bir isme dönüştüren The Dead Zone, Christopher Walken’ı da dokunulmazlar katına çıkarıyor.

    56. ALL THAT HEAVEN ALLOWS (Yön: DOUGLAS SIRK, 1955)

    Melodramın en büyük ustası Douglas Sirk’ten yürek paralayan bir aşk hikayesi. Fassbinder’in Angst Essen Seele Auf ve Todd Haynes’in Far From Heaven isimli unutulmaz filmlerinin doğrudan ilham kaynağı. Yaş farkı, sınıf farkı; Jane Wyman-Rock Hudson aşkının önündeki müşküller öyle çok ki. Gözünüze bir şey kaçmayacak; ağlayacaksınız bildiğiniz.

    57. IN THE COMPANY OF MEN (Yön: NEIL LABUTE, 1997)

    gelmiş geçmiş en yaratıcı final sekanslarından birine sahip harika senaryosuyla, in the company of men… kadın milletinden topyekun intikam almak isteyen iki hazımsız yuppie’nin haince planı ve dünyanın en masum kurbanı! başta bir parça yadırgayabilirsiniz; zira tiyatro kökenli neil labute ‘konuşan kafalar’cıdır ama asla pişman olmayacaksınız! birbirinden iyi oyunlarla alkışı hak eden aaron eckhart, matt malloy ve inanılmaz stacey edwards’a selam söyleyin benden…

    58. LEBEWOHL, FREMDE (Yön: TEVFiK BAŞER, 1991)

    tevfik başer’in üçü de alman yapımı filmlerinin sonuncusu ve tartışmasız en acayibi. elveda yabancı… karizmatik perde şahsiyetinin zirvesinde bir müşfik kenter ve aşk üzerine küçük bir film’in arzu nesnesi grazyna szapolowska. aşk hikayesiyle, politik zeminiyle ve görüp görebileceğiniz en iyi görüntü yönetimlerinden biriyle kalbinizi çalacak bu film. müşfik hoca’yı kaybedince önermekten başka çare kalmadı. sorun şu ki bu filmi nereden bulup nasıl izleyeceksiniz bilemiyorum. ben filmin benim gibi hastası mete avunduk’a doğumgünü armağanı yapabilmek için bizzat yönetmenin kendisinden temin etmiştim. bu çok özel filmi izlemek için elinizden geleni ardınıza koymayın, gerekirse yönetmeni taciz edin…

    59. TOUCHING THE VOID (Yön: KEVIN MACDONALD, 2003)

    ölüme en yaklaştığınız an yaşamı en iyi anladığınız andır! efsane dağcılık belgeseli. touching the void… peru’daki siula grande zirvesine doğru tarihin en zor tırmanışını yapan iki dağcının kurmaca filmlere taş çıkartan hikayesi. belgesel dediğime bakmayın, bildiğiniz film bu! hayatınız boyunca daha çok etkileneceğiniz kaç şey göreceksiniz bilmiyorum…

    60. JOHEUNNOM NABBEUNNOM ISANGHANNOM (Yön: JEE-WOON KIM, 2008)

    güney kore’den çıkıp gelen ve her türlü övgüyü hak eden bir iyi, kötü ve çirkin uyarlaması! genç usta kim jee-woon’un kore sinemasının üç önemli yıldızını bir araya getiren filmi, bir parodi olmanın çok ötesinde… türe ve orijinal filme yapılan ince göndermeler, nefes kesen aksiyon setleri ve bi eşi daha olmayan büyüleyici takip sekansı! parti tadında bir film iyi, kötü ve çılgın! gırla eğlence. hadi yaşadınız yine.

    61. SLEUTH (Yön: JOSEPH L. MANKIEWICZ, 1972)

    hi tech’ten medet uman kof yeniden çevrime boş verin. mankiewicz’in muhayyilesinden seyreyleyin! sleuth… usta aktör michael caine ve bütün usta aktörlerin ustası laurence olivier, 140 dakika süren bir ölüm satrancına oturacaklar. anthony shaffer’in oyunundan uyarlanan sleuth, gizem ve gerilimin doruklarında gezinen, insan zekasına seslenen bir film… sinemadan öncelikle iyi senaryo ve iyi oyunculuk bekleyenlerin göbeklerini sıvazlayarak izleyeceklerini belirtelim…

    62. THE HUNGER (Yön: TONY SCOTT, 1983)

    bu link’le bugünün filmini de ilan etmiş olduk. tüm zamanların en acayip vampir filmlerinden the hunger! deneuve, sarandon ve bowie gibi üç harika ismi bir araya getiren the hunger, görüp görebileceğiniz en tarz filmlerden biri! delibes’in lakme’sinden muhteşem çiçek düeti’nin çaldığı sahne de görüp görebileceğiniz en unutulmaz sahnelerden!

    63. KES (Yön: KEN LOACH, 1969)

    ingiliz sinemasının vicdanı, işçi sınıfının sesi ken loach’un sinemaya bomba gibi düşen başeseri. kes… çıkışsızlıklar içindeki küçük bir çocuğun yırtıcı bir kuş olan kerkenezle yüreğinizi ateşe verecek, destansı ilişkisi… benim nazarımda yetişkinlere yapılmış en iyi çocuk filmi. hiçbir zaman geçmeyecek, 20 yıl sonra duruyor olacak etkisi…

    64. ONCE WERE WARRIORS (Yön: LEE TAMAHORI, 1994)

    yeni zelanda sinemasının tartışmalı yönetmeni lee tamahori’den göz kamaştırıcı bir kariyer başlangıcı… global barış indeksine göre dünyanın en huzurlu 2. ülkesi olan yeni zelanda’dan, en sertinden erkek egemen toplum eleştirisi! aile içi şiddetin daha boğaza düğümlenen bir tasvirini hatırlamıyorum ben. gördüyseniz siz hatırlatıverin lütfen… once were warriors, maori kültürünü ve haka’yı yakından tanımak ve daha iyi anlamak için belgesel yerine geçecek. kaçırmayın!

    65. THE CHINA SYNDROME (Yön: JAMES BRIDGES, 1979)

    70’lerin alametifarikası felaket filmlerinin toplumsal gerçekçi çizgiye yaklaştığı, unutulmaz başyapıt… jane fonda, jack lemmon, michael douglas ve bir adet nükleer enerji santralinin başrolleri paylaştığı bir gerilim şahikası…
    Tümünü Göster
    ···
  10. 3.
    0
    36. FAUSTRECHT DER FREIHEIT (Yön: RAINER WERNER FASSBINDER, 1975)

    Eşcinsellik üzerinden, evlilik kurumu ve sınıf ilişkilerine bakan bir gizli başyapıt. Bu filme çarpılmak için eşcinsel olmanıza da gerek yok. Başta kendi dünyanızın dışında bir şeyler anlatıldığını sansanız da, neden sonra kendi hikayenizi izlediğinizi göreceksiniz. Alman sinemasının dahi ismi Fassbinder’in eşsiz filmografisi içinde eşcinsellikten açıkça söz ettiği ilk film ve yönetmenin en iyi işlerinden biri, belki en iyisi.

    37. VANISHING POINT (Yön: RICHARD C. SARAFIAN, 1971)

    Tarantino’nun Death Proof’unu izlerken methini duymuş olabilirsiniz. Kültün kültü, bir ‘yol filmi’ zirvesi. Kowalski, Denver’dan aldığı ‘70 model Dodge Challenger’ı San Grancisco’ya 15 saat (!) içinde teslim edebilecek mi? Vanishing Point’te az laf, bol icraat var… Saf sinema var!

    38. GONGDONG GYEONGBI GUYEOK JSA (Yön: CHAN-WOOK PARK, 2000)

    Oldboy’un yönetmeni Park Chan-Wook’u tanıyorsunuz. Ya rüya gibi bir çıkış filmi olduğunu biliyor musunuz? Özel olarak Kuzey Kore ile Güney Kore’nin kimi sıcak, kimi soğuk seyreden namütenahi savaşı, genel planda ise dünya ahvali. Müthiş bir senaryo. Harika bir anlatı. Eğlendirirken insan üzerine hayli derin şeyler söyleyen son derece anlamlı bi yapıt. Bir sanat eserinin barındırabileceği en duygu dolu sürprizlerden biri de cabası.

    39. TROUBLE IN PARADISE (Yön: ERNST LUBITSCH, 1932)

    Az geriye gidiyoruz bugün. 1932’ye! Ernst Lubitsch’in hünerli ellerine ve ince zekasına teslim oluyoruz. Sinemanın büyük öncülerinden Lubitsch’in erotizmi, mizahı ve kusursuz sinema dili karşısında neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Katıksız eğlence vadeden ve su gibi izlenen bir film bu. En sevdiğim hırsızlık hikayelerinden biri kendi hesabıma. Hele romantik bir şey izleyesiniz varsa mest olacağınıza, daha ilk sekansın sonunda, ne iyi ettik diyeceğinize bahse girerim.

    40. SHAUN OF THE DEAD (Yön: EDGAR WRIGHT, 2004)

    Edgar Wright-Simon Pegg ikilisinden, hedefi 12’den vuran bir zombi filmi parodisi. Dahiyane senaryosuyla benzersiz ingiliz mizahının en iyi örneklerinden olan film yönetmenlik sanatı adına da bir zafer. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman, eş-dost izleyecek daha eğlenceli bir film bulamayacaksınız efendim. Bizim el emeği göz nuru Ada: Zombilerin Düğünü’ne en çok ilham veren bir-iki filmden olduğunu da ekleyelim.

    41. FURY (Yön: FRITZ LANG, 1936)

    Sinemanın büyük ustasından insanın kanını donduran bir linç filmi. Fritz Lang ve Spencer Tracy gibi iki dev ismi bir araya getiren Fury, insanoğlunun sırtındaki en büyük kambura, cehalete eğiliyor. Gerilimin bir dakika bile düşmediği film, iyi bir hollywood aksiyonu kadar eğlendirirken, iyi bir avrupa filmi kadar düşündürüyor. Linç gibi iptidai bir olgu üzerinden insan denilen mahlukun anatomisini çıkarıyor.

    42. THE CHASE (Yön: ARTHUR PENN, 1966)

    Her gün yeni bir şekliyle karşılaştığımız linç kültüründen devam ediyoruz. Arthur Penn’den The Chase’le. Marlon Brando, Robert Redford, Jane Fonda ve daha kimler kimlerden oluşan harika kadrosuyla, mide boşluğuna sıkı bir yumruk gibi bu film. Giderek giriftleşen entrikası ve anbean yükselen gerilimiyle izlerken bağlanacağınız filmlerden biri. Linç girişiminin önüne şövalye ruhuyla dikilen Marlon Brando’nun yediği dayağa inanamayacak, elinizde olsa kavgaya karışmak isteyeceksiniz.

    43. UNA PURA FORMALITA (Yön: GIUSEPPE TORNATORE, 1994)

    Cennet Sineması’nın yönetmeninden neredeyse görmezden gelinmiş bir başyapıt. Gerard Depardieu ve Roman Polanski’nin (!) başrollerini paylaştıkları film, görüp görebileceğiniz en kasvetli şey olabilir! Bana sinema tarihinin en unutulmaz polis soruşturmasını sorsanız, ilk aklıma gelecek örneklerden biri muhakkak ki bu filmdir. Yazar ve yazarlık üzerine söz seyleyen en derinlikli anlatılardan biri olduğu da iddia edilebilir. Anatomi dersi gibidir. Pgibolojik gerilim meraklıları ağızları açık izleyecekler. Ve bir kez de değil. Bir daha, bir daha izlemek isteyecekler.

    44. PLEIN SOLEIL (Yön: RENE CLEMENT, 1960)

    Highsmith’in Talented Mr. Ripley’sini biliyorsunuz. işte ilk ve en ala sinema uyarlaması! Tom Ripley rolünde, formunun zirvesinde bir Alain Delon’a, Marie Laforet ve Maurice Ronet gibi iki insan güzeli eşlik ediyor. izleyeni yerinde olmak isteyeceği insanlar, yaşamak isteyeceği hayatlar, olmak isteyeceği yerler vb. bekliyor. Kusursuz senaryo metamatiği ile harika bir edebiyat uyarlaması Plein Soleil. Ve sürpriz finaliyle yüreğe mıh gibi oturuyor yemin ederim.

    45. FORBIDDEN PLANET (Yön: FRED M. WILCOX, 1956)

    Klagib Amerikan bilimkurgusunun gurur abidesi; zamanının çok ötesinde bir fantezi. O güne dek perdede görülmemiş efektleriyle, sanat yönetimiyle, yarattığı rüya gibi evrenle, kaçış sinemasının somut tarifi. Özel olarak da beyazperdenin en insani robotu Robby The Robot’un kollarını açmış sizi beklediğini belirtmeden geçmeyelim.

    46. BOY (Yön: TAIKA WAITITI, 2010)

    11 yaşında bi erkek çocuğu düşünün. Hayatta iki şeye tapıyor: 1. baba. 2. Michael Jackson! Yeni Zelanda’dan gelen bu küçücük fıçıcık film, karanlık gününüzü aydınlatacak, içinizi ısıtacak efendim.

    47. BUFFET FROID (Yön: BERTRAND BLIER, 1979)

    Kara mizahın sınırlarını genişletmiş Bertrand Blier’den ekstrem bi zekanın ürünü şahane bi suç komedisi… Gerard Depardieu’lü Buffet Froid saçmanın destanını yazacak, sıkıcı günlük gerçekten bir buçuk saat olsun temiz koparacak izleyeni. Yeni dalgacılar bi yana, tüm Fransız yönetmenler içinde favorim Bertrand Blier benim ve fırsat buldukça başka filmlerini de önereceğim.

    48. ANIMAL FARM (Yön: JOY BATCHELOR, 1954)

    Orwell’in başyapıtından sinemaya tercüme edilmiş, ilk uzun metrajlı ingiliz animasyonu. Sene ‘80 filan. TRT gece sineması kuşağında önceden duyurduğu filmi teknik bir sebepten oynatamayıp, bunu oynatmıştı. O güne dek cumartesi sabahları izlediğim bir şey olan çizgi film, ilk defa upuzun ve ciddi mi ciddi bir edayla karşımdaydı! Kaldı ki Hayvan Çiftliği’ni anlatıyordu bana! Snowball ve hele Boxer için ne ağlamıştım. O yaşta izlediğim için kendimi hep çok şanslı addettim.

    49. THE LOST WEEKEND (Yön: BILLY WILDER, 1945)

    Döneminin en aykırı filmlerinden; alkolizm üzerine yapılmış yürek sızlatan bir dram. Amerikan sinemasını Amerikan sineması yapan isimlerden Billy Wilder’ın elini neye atsa harikalar yarattığın kanıtı adeta. Ray Milland’ın tarifi imkansız oyunculuğuyla tarihin en hak edilmiş Oscar ödüllerinden birini kazandığı bu filmi lütfen izleyin. Lakin ailenizde, yakınınızda bir alkolik varsa iki kere etkileneceğinizi de bilin.

    50. CELDA 211 (Yön: DANIEL MONZON, 2009)

    2009 yapımı olmasına karşın türün klagibleri arasında anılmayı hak etmiş, nefes kesici bir hapishane filmi. Şiddetli bir isyan ve bir anda mahkum rolü yapmak durumunda kalan güvenlik görevlisi. Sinemanın kendine has oyuncaklarıyla çılgınlar gibi eğlendirirken, bir yandan da alim gibi kafa patlattırabildiğine şahane bir örnek. Hem ticari gösterimde hem festivallerde iş yapan filmde oyunlarıyla kalbinizi kazanacak Luis Tosar ve “Ağabey Bardem”e dikkat kesilin.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 2.
    +2
    21. BRIEF ENCOUNTER (Yön: DAVID LEAN, 1945)

    Bir kadını da, bir adamı da baştan çıkaracak bir adam/bir kadın her zaman vardır! Aaah, Brief Encounter… Büyük bir aşk filmi. Ama en büyüğünden. Aşkın imkansızlığını en iyi anlatan belki. Ömür vefa ettikçe hatırlayacaksınız o istasyonu, o treni. Celia Johnson metcezirli kadında o kadar iyi ki, Olivia de Havilland’ın kucakladığı Oscar, aslında onun olmalıydı hani.

    22. L’UCCELLO DALLE PIUME DI CRISTALLO (Yön: DARIO ARGENTO, 1970)

    Korku sinemasının ağababası Dario Argento’dan, Suspiria ve Profondo Rosso’nun gölgesinde kalmış müthiş gerilim. Argento’nun tümüyle kendine özgü numaralarını bilen biliyor. Yönetmenlik becerisinden söz etmeye gerek yok. Tür için bi deha. Bu daha ilk filmi ve senaryo da harika. Öyle bi entrika kurmuş ki, neredeyse sersem ediyor. Bu film özellikle “ohoo, sonunu çoktan anlamıştım”cılara gelsin. Hitchcock, nefes kesen çıkışı karşısında, “Dario Argento isimli genç beni tedirgin etmeye başladı” der, ki siz de olacaksınız.

    23. ON GOLDEN POND (Yön: MARK RYDELL, 1981)

    Resmi tarihin en büyük kadın oyuncusu Katharine Hepburn ve bir o kadar dev Henry Fonda’dan hüzünlü veda. 70’lerini süren her iki oyuncuya da Oscar getiren bu harika filmle güleceğinizi de, ağlayacağınızı da garanti edebilirim. Jane Fonda’nın da onlardan geri kalmadığı On Golden Pond, gelmiş geçmiş en iyi aile içi hesaplaşma filmlerinden biri. Bizim Yengeç Sepeti’ne esin veren film, özellikle baba-kız ilişkisine getirdiği sarsıcı yorumla gönlünüzde yer edecek eminim. Kendi adıma atmosferinden en çok etkilendiğim filmlerden olduğunu da eklemeliyim. O gölü bir kere ziyaret edin, büsbütün dönemeyeceksiniz efendim.

    24. ONIBABA (Yön: KANITO SHINDO, 1964)

    Bu dünyaya ait olamayacak kadar acayip bir film. Uzaya en yakın yerden, Japonya’dan tabii ki. Ne böyle bir erotizm gördünüz, ne bu kadar sinir bozucu bir gerilim. izleyiciyi benim diyen popüler sinema örneği kadar avcunun içine alan bir sanat eseri Onibaba. inanılmaz bir deneyim.

    25. THE TOWERING INFERNO (Yön: JOHN GUILLERMIN, 1974)

    Hafta sonu için harika bir avantür seçtim. 165 dakikalık süresiyle, bir adet “allahım sen soktun sen çıkart” filmi. 70’lerde furya halini alan ansambl kadrolu felaket filmlerinin en iyilerinden. Bir gökdelen yangınını anlatan yapım, nasıl bir araya geldiği bilinmez, mantık dışı oyuncu kadrosuyla tüm felaket filmleri içinde benim de kişisel favorim.

    26. THRILLER - EN GRYM FILM (Yön: BO ARNE VIBENIUS, 1974)

    intikam filmi dendi mi Güney Kore! gibi bir algının yerleştiği ortamda, isveç’ten çıkagelen bir intikam destanı: Thriller - En Grym Film. 70’leri kanser gibi ele geçiren istismar sinemasının görüp görebileceğiniz en uç örneklerinden biri. Dünyanın en pislik addıbının dehşetli işkencelerine maruz kalan genç bir kadın, epik bir intikam planını soğukkanlılıkla sahneye koyuyor. Kült figür Christina Lindberg ve sonradan eklenmiş ferregrafik sahneyle özdeşleşmiş bu filmle eğlenmemek için deli olmak lazım. Son bir not olarak da; iddia ediyorum, sinema tarihinin en acayip ağır çekim sekansı sizi bekliyor.

    27. UMBERTO D. (Yön: VITTORIO DE SICA, 1952)

    Bir yeni gerçekçilik başyapıtıyla devam edelim. Amcanız var mı bilmiyorum. Yoksa da şimdiden sonra olacak! Umberto Amca’yı çok seveceksiniz. Sağlam ağlatacak sizi. Yine de yüzünüze bir tebessüm çalmadan, içinize yaşam sevinci kondurmadan gitmeyecek. Hele köpeği Flike’la muhabbeti, beyazperdede anlatılmış en güzel insan-hayvan dostluğu belki. Umberto D.’nin, Bigiblet Hırsızları’nın komple sinemacı yönetmeni Vittorio De Sica’nın elinden çıktığını da ekleyelim.

    28. EXCALIBUR (Yön: JOHN BOORMAN, 1981)

    “Yüzükler” bir tarafa, fantezi edebiyatının ve keza sinemasının en büyük başyapıtı var sırada: Excalibur. Kral Arthur efsanesi, Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Kutsal Kase ve Excalibur aşina olmadığınız kavramlarsa işte fırsat. John Boorman’ın bu büyük jesti, oyuncusundan müziğine, ışığından sanat yönetimine bir sinema mucizesi. Sadece Excalibur’u izlemekle fantezi türüne bağlanabilirsiniz. Ha bir de kalbe saplanan Excalibur çıkmaz, uyarmadı demeyin.

    29. A PLACE IN THE SUN (Yön: GEORGE STEVENS, 1951)

    Bir film bu denli romantik olsun, sonra üstümüze bunca dram boca etsin. Sen misin iki kadını birden aynı anda seven! Pek lezzetli, pek hafif başlayıp giderek seyirciyi nefes alamayacak hale getiren filmlerin usta yönetmeni George Stevens’tan yüreğinizi yakacak bir aşk hikayesi. Montgomery Clift ve Elizabeth Taylor’ın gençlikleri, güzellikleri, hele aralarındaki kimya inanılır gibi değil. Bir kayık sahnesi var ki, kendi hesabıma hayatta en gerildiğim sahnelerden biri olduğunu söyleyeyim.

    30. FIVE EASY PIECES (Yön: BOB RAFELSON, 1970)

    Jack Nicholson’ı artık gözle görülecek biçimde haritaya yerleştiren eşsiz bir karakter draması. 70’lerde formunun zirvesine ulaşan Amerikan sinemasının en iyi örneklerinden, gösterişsiz ama bir o kadar zengin bir anlatı. Nicholson, sonraki 40 yıl boyunca üzerinden çıkarmayacağı perde şahsiyetini buradaki Robert Dupea karakteri üzerine dikmiştir. Ve bu karakter bendenizin tüm sinema evreninde en çok özdeşleştiği karakterlerden biridir. Bakalım size de dokunacak mı?

    31. TRUST (Yön: HAL HARTLEY, 1990)

    Amerikan bağımsız sinemasının uzun yıllar en heyecan verici yönetmeni olarak kalan Hal Hartley’nin belki en heyecan verici filmi… Hartley, günümüz ilişkilerinin en büyük meselesine, güven kavrdıbına eğiliyor. Ömrübillah unutamayacağınız cümleler kuruyor. Tümüyle kendine özgü bir dünyası olan sayılı yönetmenden Hartley ve Godard ruhuyla dünyanın en romantik hikayelerinden birini anlatıyor şimdi. ‘90 yapımı Trust’ın, izleyene sevmek ve bir araya gelmekle ilgili hala taze bir-iki fikir vereceğine eminim. Cinayete kurban gidip genç yaşta aramızdan ayrılan esas kızımız, biricik Adrienne Shelly’yi de özlemle anmış olalım tabii.

    32. SALINUI CHUEOK (Yön: JOON-HO BONG, 2003)

    Güney Kore’den gelen bu mucize filmin, 2000’lerde yapılmış tüm filmler içerisinde EN SEVDiĞiM olduğunu söylemekle yetineceğim!

    33. THE LONG GOODBYE (Yön: ROBERT ALTMAN, 1973)

    Babaların babası Robert Altman’dan kusursuz bir Raymond Chandler uyarlaması. Polisiye edebiyatına yön vermiş tüm özel dedektifler içinde kişisel favorim Philip Marlowe’u adeta baştan yaratıyor Altman. Elliott Gould’un enfes kompozisyonuyla içinizi titretecek bi macera bekliyor sizi. Ders gibi bir gerilim, entrika, atmosfer filmi.

    34. THE BEGUILED (Yön: DON SIEGEL, 1971)

    Erkeklerin kaçırmaması gereken, kadınlarınsa özellikle (!) kaçırmaması gereken bi romantik-savaş filmi. Clint Eastwood filmografisinin de tartışmasız en acayip filmi. izleyince anlayacaksınız neden bahsettiğimi. Death Proof’tan çok önce ve çok feci şekilde alıyor kadınlar erkek milletinden intikamlarını. Sabırla izleyin efendim.

    35. PICNIC AT HANGING ROCK (Yön: PETER WEIR, 1975)

    ihtimal görüp görebileceğiniz en etkileyici gizem filmi. Kesin bir cevaba yıllar geçse de ulaşamayacaksınız, o kadar söyleyeyim. Peter Weir’ın yönetmenlik sanatının inceliklerini gözlerimizin önüne serdiği Picnic At Hanging Rock, bu dünyadan değil sanki. internet forumlarında 37 yıl sonra hala tartışılıyor kaybolan kızların akıbeti. Filmi görün; siz de kaybolacaksınız onlar gibi. Botticelli’den Zamfir’e, bir güzellik abidesi.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 1.
    +10
    öncelikle öneriler bnm değil cemirique adlı şahsın tumblr paylaşımıdır..
    ilk 200 filmin sdc isimlerinin capsi:
    http://imgim.com/1624850_...39974412_1299874238_n.jpg

    250 filmin hepsi aşağda
    okuyun begendiğiniz bişeyler çıkar elbette

    1. A FACE IN THE CROWD (Yön: ELIA KAZAN, 1957)

    A Face In The Crowd’la başlayalım. Sinema tarihini ev gibi düşünürsek, sanki gardırobun ardına düşmüş, görünmez olmuş bir başyapıt. Andy Griffith’in fevkalbeşer performansıyla bir gecede şöhret olan bir evsizin nefes kesici yükseliş ve düşüş hikayesi. Televizyon kültürüne ve buradan gelen şöhretin uçuculuğuna değgin, ta 1957 yılından bugünleri anlatan bir film. Muhbir lekesi yüzünden kalplerde hiçbir zaman temize çıkamayacak Elia Kazan’ın, ustalığıyla yine ezip geçtiği.

    2. LADY IN A CAGE (Yön: WALTER GRAUMAN, 1964)

    Rüzgar Gibi Geçti’nin unutulmaz Melanie’si büyük oyuncu Olivia de Havilland bir kafese sıkışıyor. Ve bütün film buradan çıkmaya çalışıyor. Birbirinden eksantrik karakterler eşliğinde, sinir bozucu bir korku-gerilim. Gerçek bir gizli hazine…

    3. WHEN A STRANGER CALLS (Yön: FRED WALTON, 1979)

    Manyağın teki bebek bakıcısına sarıyor ve olaylar gelişiyor. Scream’ın orijinali gibi bir şey. Lakin parodi değil bildiğiniz korku filmi. iyi bir korku filmi olsa da izlesek diyenler izlesin, gerim gerim gerilsin.

    4. DU RIFIFI CHEZ LES HOMMES (Yön: JULES DASSIN, 1955)

    Belki tarihin en iyi soygun filmi. Sinemanın altın çağından bugüne kalmış altın bir gibke Rififi. Şıpır şıpır terleten, tümüyle diyalogsuz 32 dakikalık soygun sekansıyla saf sinemanın tarifi. Görmeden ölmeyin.

    5. SUNA NO ONNA (Yön: HIROSHI TESHIGAHARA, 1964)

    Japon sinemasının tüm ayırt edici özellikleri bir arada. Çukura düşen adamla metafordan metafora… Bir Wes Craven filmi kadar eğlendirirken, bir Tarkovski filmi kadar düşündürüyor. Özel bir zaman ayırın lütfen.

    6. LONE STAR (Yön: JOHN SAYLES, 1996)

    Western’i hem içerik hem üslup açısından yenileyen; kusursuz senaryosuyla 90’ların en iyilerinden. John Sayles, Lone Star’la türleri melezliyor. Çok katmanlı bir hikayeyi incelikle anlatırken akıl kadar ruha da hitap ediyor. Western’e özel bir ilgi duymayanlar da görmeli. Başta kadınlar. içerdiği romantizmin en çok onlara dokunacağı kesin.

    7. DA HONG DENG LONG GAO GAO GUA (Yön: YIMOU ZHANG, 1991)

    Hem Zhang Yimou’nun hem Çin sinemasının başyapıtı. Yine de görmeyenlerin bir hayli fazla olduğundan eminim. Dört epitome kadın karakter üzerinden tüm kadınları ve kadınlık hallerini anlatıyor. O kırmızı fenerler, belki hiçbir filmle çıkmadığımız nispette etkileyici bir Çin seferine çıkarıyor bizi. Ve Gong Li neden Uzak Doğu sinemasının tartışmasız en büyük kadın yıldızı olduğunu ispat ediyor.

    8. PRZYPADEK (Yön: KRZYSZTOF KIESLOWSKI, 1981)

    Kieslowski’nin başyapıt düzeyindeki onca filmine rağmen yine de en sevdiğim, gizli serveti Kör Talih. Bir treni yakalamak ya da kaçırmak. Akabinde yaşanacak tüm bir ömrü, giderek evrenin bütün düzenini değiştirebilir mi?! Tesadüf-zorunluluk ilişkisini en iyi sorgulayan film belki de. Ustanın her filminde didiklediği felsefi sorunlar hep bir arada. Sliding Doors isimli hafif batı filminin de esin kaynağı aynı zamanda. Duyguyla zekanın yarıştığı bi ağababa tabii onun yanında. Bir küçük detay da, bir diğer usta Wojciech Kilar’ın insanın ruhuna işleyen film müziği.

    9. SHOLAY (Yön: RAMESH SIPPY, 1975)

    Arkadaşlık, aşk, kan, gözyaşı, savaş, dans, her şey! Bollywood’un Awaara’dan sonraki en büyük hit’i. Bu 200 dakikalık dev yapımın, Amitabh Bachchan’ı Amitabh Bachchan yapan film olduğunu da ekleyelim.

    10. BAD DAY AT BLACK ROCK (Yön: JOHN STURGES, 1955)

    81 dakika boyunca bıçak sırtı bir gerilim, bir o kadar lezzet ve harikulade bir sürpriz! John Sturges harikası, Bad Day At Black Rock. ihtimal dünyanın en iyi oyuncusu Spencer Tracy, bu tuhaf sosyal gerilim zirvesinde bütün filmi bir eli cebinde oynuyor. Çok acayip değil mi?

    11. THE BIG COUNTRY (Yön: WILLIAM WYLER, 1958)

    Western’e özgü erkek karakter prototipini yerle bir eden mü-kem-mel bir film The Big Country. Charlton Heston gibi kusursuz bir erkeklik timsalinin karşısına, Gregory Peck gibi incecik bir ruhu dikiyor. Klagib sinema, dilini, gramerini, giderek derdini görsel olarak anlatma kabiliyetini tüm türlerden çok western’e borçlu. Western sevmek sinema sevmek gibi bir şey. Hele böyle machismo’yu da yerle bir eden örnekler, kadın-erkek herkes tarafından görülmeli.

    12. HEAVENLY CREATURES (Yön: PETER JACKSON, 1994)

    iki kızın bendini çiğneyip aşan destansı arkadaşlığı. Tam bir türler salatası… Peter Jackson’ın bilahare yapacaklarını muştuladığı gibi Kate Winslet’i de sinema ailesine gelin getiriyor bu fantastik film.

    13. WU DU (Yön: CHEH CHANG, 1978)

    Kung fu ve wuxia konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği Chang Cheh’nin büyük başyapıtlarından Wu Du. ingilizce adıyla Five Deadly Venoms kadınları açar mı bilemeyeceğim ama erkek milletinin hasta olacağı kesin. Çıyan, yılan, akrep, kertenkele ve kurbağa teknikleri! Seç beğen al artık, hangisiyle özdeşleşeceksen. Ben bu filmi 9 yaşında sinemada izledim ve inanın dünyam değişti. O yaşla aramdaki en büyük köprü budur belki. Bugün beylere gitti. Yarın size çalışıyorum hanımlar. Hem de büyük çalışıyorum; şimdiden söylemesi!

    14. SEDMIKRASKY (Yön: VERA CHYTILOVA, 1966)

    Militan feminist Vera Chytilova’dan bugün bile avantgarde duran, ‘66 yapımı dev bir fars Papatyalar. iki şımarık kız yiyip içecek, süslenip püslenecek, erkekleri çok afedersiniz, donlarında sallayacaklar. Böyle bir mecaz kolajı görmediniz. Bence papatyalar evinizin bir köşesine yerleştireceğiniz bir projeksiyonda 7/24 oynayabilir. O kadar şölen bir film. izleyin…

    15. THE GOONIES (Yön: RICHARD DONNER, 1985)

    Çocukken görmediyseniz çok şey kaçırdınız, büyüyünce de görmezseniz kendi bacağınızdan asıldınız demektir. Colombus-Spielberg-Donner gibi sinema ehli bir üçlünün elinden çıkan bu harika film, içinizdeki çocuğu rüya gibi bir yolculuğa çıkaracak. Döndüğünüzde yüzünüzde güller açıyor olacak. Yüzüklerin Efendisi serisinin Sam’i Sean Astin’ı Mikey rolünde görünce gözleriniz yuvalarından uğrayabilir, benden söylemesi.

    16. ACE IN THE HOLE (Yön: BILLY WILDER, 1951)

    Görüp görebileceğiniz en sert insanlıktan çıkma hikayelerinden. 60 yıl öncesinden bugüne ışık tutuyor sanki. Klagib anlatının özdeşleşme prensibini çiğneyip atıyor Billy Wilder. Seyirciyi adeta imtihana çekiyor. Gerçek bir sinema oyuncusu olan Kirk Douglas yine harikalar yaratıyor. Hele filmin son 20 saniyesindeki performansı için kan dondurucu desek az kalır.

    17. THE BIG CHILL (Yön: LAWRENCE KASDAN, 1983)

    Bir cenaze ve yıllar sonra bir araya gelen bir grup arkadaş. Yüz kez izleseniz bıkmayacağınız bir film. Şüphesiz yıllar sonra bir araya gelme yani reunion temalı filmlerin en iyilerinden. Hollywood’un gizli kahramanlarından Lawrence Kasdan yönetmenlik koltuğunda ve formunun zirvesinde. O serap gibi oyuncu kadrosu mu daha iyi, geniş zamanlı hit’lerden oluşan enfes soundtrack mi, kendiniz karar verin.

    18. WITHNAIL & I (Yön: BRUCE ROBINSON, 1987)

    Karakterleri ve dünyası ile kanınıza karışacak, tadını ömrübillah unutamayacağınız bir gizli hazine. Halihazırda pek çok ingilizin hayatta en sevdiği film olarak sayacağı Withnail & I, iki işsiz aktörün akla ziyan macerası. Kafanızı açacak, beyninizin çalışan her noktasına kıvılcımlar gönderecek zeka dolu diyaloglarıyla bulunmaz bir deneyim. Kendi hesabıma hayatta en yürekten gülerek izlediğim filmlerden olduğunu söyleyeyim.

    19. AI NO MUKIDASHI (Yön: SHION SONO, 2008)

    Gerçek aşkı ararken sapığa dönüşen bir oğlan. Erkek düşmanı bir kız. Ve dünyanın en acayip aşkı! Etek altı fotoğraf tutkusundan penis kesmeye, sıra dışı cinsellik tezahürleri (!) üzerine eğilen filmler arasında yakın dönemin en iyisi. 237 dakikalık süresine karşın bitsin istemeyeceğiniz bir festival, bir karnaval gibi. Anime izler gibi izleyeceksiniz.

    20. DARBAREYE ELLY (Yön: ASGHAR FARHADI, 2009)

    iran sinemasını tüm dünyanın gündemine taşıyan Bir Ayrılık’ın yönetmeni Farhadi’den, bir o kadar iyi, Darbareye Elly… Farhadi sizi bir kez daha, kahramanlarımın başına örülen çorabı gelin birlikte çıkaralım deyip müthiş bir oyuna dahil edecek. iki saat boyunca hem akıl yürütmek hem vicdan muhasebesi yapmak durumunda kalacaksınız. Adeta filmdeki karakterlerden biri olup çıkacaksınız. Bir süre önce memesi açık poz verdiği için iran’a girişi yasaklanan Golshifteh Farahani’yi dikkatle izlemenizi tavsiye ederim.
    Tümünü Göster
    ···