-
1.
+10öncelikle öneriler bnm değil cemirique adlı şahsın tumblr paylaşımıdır..Tümünü Göster
ilk 200 filmin sdc isimlerinin capsi:
http://imgim.com/1624850_...39974412_1299874238_n.jpg
250 filmin hepsi aşağda
okuyun begendiğiniz bişeyler çıkar elbette
1. A FACE IN THE CROWD (Yön: ELIA KAZAN, 1957)
A Face In The Crowd’la başlayalım. Sinema tarihini ev gibi düşünürsek, sanki gardırobun ardına düşmüş, görünmez olmuş bir başyapıt. Andy Griffith’in fevkalbeşer performansıyla bir gecede şöhret olan bir evsizin nefes kesici yükseliş ve düşüş hikayesi. Televizyon kültürüne ve buradan gelen şöhretin uçuculuğuna değgin, ta 1957 yılından bugünleri anlatan bir film. Muhbir lekesi yüzünden kalplerde hiçbir zaman temize çıkamayacak Elia Kazan’ın, ustalığıyla yine ezip geçtiği.
2. LADY IN A CAGE (Yön: WALTER GRAUMAN, 1964)
Rüzgar Gibi Geçti’nin unutulmaz Melanie’si büyük oyuncu Olivia de Havilland bir kafese sıkışıyor. Ve bütün film buradan çıkmaya çalışıyor. Birbirinden eksantrik karakterler eşliğinde, sinir bozucu bir korku-gerilim. Gerçek bir gizli hazine…
3. WHEN A STRANGER CALLS (Yön: FRED WALTON, 1979)
Manyağın teki bebek bakıcısına sarıyor ve olaylar gelişiyor. Scream’ın orijinali gibi bir şey. Lakin parodi değil bildiğiniz korku filmi. iyi bir korku filmi olsa da izlesek diyenler izlesin, gerim gerim gerilsin.
4. DU RIFIFI CHEZ LES HOMMES (Yön: JULES DASSIN, 1955)
Belki tarihin en iyi soygun filmi. Sinemanın altın çağından bugüne kalmış altın bir gibke Rififi. Şıpır şıpır terleten, tümüyle diyalogsuz 32 dakikalık soygun sekansıyla saf sinemanın tarifi. Görmeden ölmeyin.
5. SUNA NO ONNA (Yön: HIROSHI TESHIGAHARA, 1964)
Japon sinemasının tüm ayırt edici özellikleri bir arada. Çukura düşen adamla metafordan metafora… Bir Wes Craven filmi kadar eğlendirirken, bir Tarkovski filmi kadar düşündürüyor. Özel bir zaman ayırın lütfen.
6. LONE STAR (Yön: JOHN SAYLES, 1996)
Western’i hem içerik hem üslup açısından yenileyen; kusursuz senaryosuyla 90’ların en iyilerinden. John Sayles, Lone Star’la türleri melezliyor. Çok katmanlı bir hikayeyi incelikle anlatırken akıl kadar ruha da hitap ediyor. Western’e özel bir ilgi duymayanlar da görmeli. Başta kadınlar. içerdiği romantizmin en çok onlara dokunacağı kesin.
7. DA HONG DENG LONG GAO GAO GUA (Yön: YIMOU ZHANG, 1991)
Hem Zhang Yimou’nun hem Çin sinemasının başyapıtı. Yine de görmeyenlerin bir hayli fazla olduğundan eminim. Dört epitome kadın karakter üzerinden tüm kadınları ve kadınlık hallerini anlatıyor. O kırmızı fenerler, belki hiçbir filmle çıkmadığımız nispette etkileyici bir Çin seferine çıkarıyor bizi. Ve Gong Li neden Uzak Doğu sinemasının tartışmasız en büyük kadın yıldızı olduğunu ispat ediyor.
8. PRZYPADEK (Yön: KRZYSZTOF KIESLOWSKI, 1981)
Kieslowski’nin başyapıt düzeyindeki onca filmine rağmen yine de en sevdiğim, gizli serveti Kör Talih. Bir treni yakalamak ya da kaçırmak. Akabinde yaşanacak tüm bir ömrü, giderek evrenin bütün düzenini değiştirebilir mi?! Tesadüf-zorunluluk ilişkisini en iyi sorgulayan film belki de. Ustanın her filminde didiklediği felsefi sorunlar hep bir arada. Sliding Doors isimli hafif batı filminin de esin kaynağı aynı zamanda. Duyguyla zekanın yarıştığı bi ağababa tabii onun yanında. Bir küçük detay da, bir diğer usta Wojciech Kilar’ın insanın ruhuna işleyen film müziği.
9. SHOLAY (Yön: RAMESH SIPPY, 1975)
Arkadaşlık, aşk, kan, gözyaşı, savaş, dans, her şey! Bollywood’un Awaara’dan sonraki en büyük hit’i. Bu 200 dakikalık dev yapımın, Amitabh Bachchan’ı Amitabh Bachchan yapan film olduğunu da ekleyelim.
10. BAD DAY AT BLACK ROCK (Yön: JOHN STURGES, 1955)
81 dakika boyunca bıçak sırtı bir gerilim, bir o kadar lezzet ve harikulade bir sürpriz! John Sturges harikası, Bad Day At Black Rock. ihtimal dünyanın en iyi oyuncusu Spencer Tracy, bu tuhaf sosyal gerilim zirvesinde bütün filmi bir eli cebinde oynuyor. Çok acayip değil mi?
11. THE BIG COUNTRY (Yön: WILLIAM WYLER, 1958)
Western’e özgü erkek karakter prototipini yerle bir eden mü-kem-mel bir film The Big Country. Charlton Heston gibi kusursuz bir erkeklik timsalinin karşısına, Gregory Peck gibi incecik bir ruhu dikiyor. Klagib sinema, dilini, gramerini, giderek derdini görsel olarak anlatma kabiliyetini tüm türlerden çok western’e borçlu. Western sevmek sinema sevmek gibi bir şey. Hele böyle machismo’yu da yerle bir eden örnekler, kadın-erkek herkes tarafından görülmeli.
12. HEAVENLY CREATURES (Yön: PETER JACKSON, 1994)
iki kızın bendini çiğneyip aşan destansı arkadaşlığı. Tam bir türler salatası… Peter Jackson’ın bilahare yapacaklarını muştuladığı gibi Kate Winslet’i de sinema ailesine gelin getiriyor bu fantastik film.
13. WU DU (Yön: CHEH CHANG, 1978)
Kung fu ve wuxia konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği Chang Cheh’nin büyük başyapıtlarından Wu Du. ingilizce adıyla Five Deadly Venoms kadınları açar mı bilemeyeceğim ama erkek milletinin hasta olacağı kesin. Çıyan, yılan, akrep, kertenkele ve kurbağa teknikleri! Seç beğen al artık, hangisiyle özdeşleşeceksen. Ben bu filmi 9 yaşında sinemada izledim ve inanın dünyam değişti. O yaşla aramdaki en büyük köprü budur belki. Bugün beylere gitti. Yarın size çalışıyorum hanımlar. Hem de büyük çalışıyorum; şimdiden söylemesi!
14. SEDMIKRASKY (Yön: VERA CHYTILOVA, 1966)
Militan feminist Vera Chytilova’dan bugün bile avantgarde duran, ‘66 yapımı dev bir fars Papatyalar. iki şımarık kız yiyip içecek, süslenip püslenecek, erkekleri çok afedersiniz, donlarında sallayacaklar. Böyle bir mecaz kolajı görmediniz. Bence papatyalar evinizin bir köşesine yerleştireceğiniz bir projeksiyonda 7/24 oynayabilir. O kadar şölen bir film. izleyin…
15. THE GOONIES (Yön: RICHARD DONNER, 1985)
Çocukken görmediyseniz çok şey kaçırdınız, büyüyünce de görmezseniz kendi bacağınızdan asıldınız demektir. Colombus-Spielberg-Donner gibi sinema ehli bir üçlünün elinden çıkan bu harika film, içinizdeki çocuğu rüya gibi bir yolculuğa çıkaracak. Döndüğünüzde yüzünüzde güller açıyor olacak. Yüzüklerin Efendisi serisinin Sam’i Sean Astin’ı Mikey rolünde görünce gözleriniz yuvalarından uğrayabilir, benden söylemesi.
16. ACE IN THE HOLE (Yön: BILLY WILDER, 1951)
Görüp görebileceğiniz en sert insanlıktan çıkma hikayelerinden. 60 yıl öncesinden bugüne ışık tutuyor sanki. Klagib anlatının özdeşleşme prensibini çiğneyip atıyor Billy Wilder. Seyirciyi adeta imtihana çekiyor. Gerçek bir sinema oyuncusu olan Kirk Douglas yine harikalar yaratıyor. Hele filmin son 20 saniyesindeki performansı için kan dondurucu desek az kalır.
17. THE BIG CHILL (Yön: LAWRENCE KASDAN, 1983)
Bir cenaze ve yıllar sonra bir araya gelen bir grup arkadaş. Yüz kez izleseniz bıkmayacağınız bir film. Şüphesiz yıllar sonra bir araya gelme yani reunion temalı filmlerin en iyilerinden. Hollywood’un gizli kahramanlarından Lawrence Kasdan yönetmenlik koltuğunda ve formunun zirvesinde. O serap gibi oyuncu kadrosu mu daha iyi, geniş zamanlı hit’lerden oluşan enfes soundtrack mi, kendiniz karar verin.
18. WITHNAIL & I (Yön: BRUCE ROBINSON, 1987)
Karakterleri ve dünyası ile kanınıza karışacak, tadını ömrübillah unutamayacağınız bir gizli hazine. Halihazırda pek çok ingilizin hayatta en sevdiği film olarak sayacağı Withnail & I, iki işsiz aktörün akla ziyan macerası. Kafanızı açacak, beyninizin çalışan her noktasına kıvılcımlar gönderecek zeka dolu diyaloglarıyla bulunmaz bir deneyim. Kendi hesabıma hayatta en yürekten gülerek izlediğim filmlerden olduğunu söyleyeyim.
19. AI NO MUKIDASHI (Yön: SHION SONO, 2008)
Gerçek aşkı ararken sapığa dönüşen bir oğlan. Erkek düşmanı bir kız. Ve dünyanın en acayip aşkı! Etek altı fotoğraf tutkusundan penis kesmeye, sıra dışı cinsellik tezahürleri (!) üzerine eğilen filmler arasında yakın dönemin en iyisi. 237 dakikalık süresine karşın bitsin istemeyeceğiniz bir festival, bir karnaval gibi. Anime izler gibi izleyeceksiniz.
20. DARBAREYE ELLY (Yön: ASGHAR FARHADI, 2009)
iran sinemasını tüm dünyanın gündemine taşıyan Bir Ayrılık’ın yönetmeni Farhadi’den, bir o kadar iyi, Darbareye Elly… Farhadi sizi bir kez daha, kahramanlarımın başına örülen çorabı gelin birlikte çıkaralım deyip müthiş bir oyuna dahil edecek. iki saat boyunca hem akıl yürütmek hem vicdan muhasebesi yapmak durumunda kalacaksınız. Adeta filmdeki karakterlerden biri olup çıkacaksınız. Bir süre önce memesi açık poz verdiği için iran’a girişi yasaklanan Golshifteh Farahani’yi dikkatle izlemenizi tavsiye ederim. -
2.
+221. BRIEF ENCOUNTER (Yön: DAVID LEAN, 1945)Tümünü Göster
Bir kadını da, bir adamı da baştan çıkaracak bir adam/bir kadın her zaman vardır! Aaah, Brief Encounter… Büyük bir aşk filmi. Ama en büyüğünden. Aşkın imkansızlığını en iyi anlatan belki. Ömür vefa ettikçe hatırlayacaksınız o istasyonu, o treni. Celia Johnson metcezirli kadında o kadar iyi ki, Olivia de Havilland’ın kucakladığı Oscar, aslında onun olmalıydı hani.
22. L’UCCELLO DALLE PIUME DI CRISTALLO (Yön: DARIO ARGENTO, 1970)
Korku sinemasının ağababası Dario Argento’dan, Suspiria ve Profondo Rosso’nun gölgesinde kalmış müthiş gerilim. Argento’nun tümüyle kendine özgü numaralarını bilen biliyor. Yönetmenlik becerisinden söz etmeye gerek yok. Tür için bi deha. Bu daha ilk filmi ve senaryo da harika. Öyle bi entrika kurmuş ki, neredeyse sersem ediyor. Bu film özellikle “ohoo, sonunu çoktan anlamıştım”cılara gelsin. Hitchcock, nefes kesen çıkışı karşısında, “Dario Argento isimli genç beni tedirgin etmeye başladı” der, ki siz de olacaksınız.
23. ON GOLDEN POND (Yön: MARK RYDELL, 1981)
Resmi tarihin en büyük kadın oyuncusu Katharine Hepburn ve bir o kadar dev Henry Fonda’dan hüzünlü veda. 70’lerini süren her iki oyuncuya da Oscar getiren bu harika filmle güleceğinizi de, ağlayacağınızı da garanti edebilirim. Jane Fonda’nın da onlardan geri kalmadığı On Golden Pond, gelmiş geçmiş en iyi aile içi hesaplaşma filmlerinden biri. Bizim Yengeç Sepeti’ne esin veren film, özellikle baba-kız ilişkisine getirdiği sarsıcı yorumla gönlünüzde yer edecek eminim. Kendi adıma atmosferinden en çok etkilendiğim filmlerden olduğunu da eklemeliyim. O gölü bir kere ziyaret edin, büsbütün dönemeyeceksiniz efendim.
24. ONIBABA (Yön: KANITO SHINDO, 1964)
Bu dünyaya ait olamayacak kadar acayip bir film. Uzaya en yakın yerden, Japonya’dan tabii ki. Ne böyle bir erotizm gördünüz, ne bu kadar sinir bozucu bir gerilim. izleyiciyi benim diyen popüler sinema örneği kadar avcunun içine alan bir sanat eseri Onibaba. inanılmaz bir deneyim.
25. THE TOWERING INFERNO (Yön: JOHN GUILLERMIN, 1974)
Hafta sonu için harika bir avantür seçtim. 165 dakikalık süresiyle, bir adet “allahım sen soktun sen çıkart” filmi. 70’lerde furya halini alan ansambl kadrolu felaket filmlerinin en iyilerinden. Bir gökdelen yangınını anlatan yapım, nasıl bir araya geldiği bilinmez, mantık dışı oyuncu kadrosuyla tüm felaket filmleri içinde benim de kişisel favorim.
26. THRILLER - EN GRYM FILM (Yön: BO ARNE VIBENIUS, 1974)
intikam filmi dendi mi Güney Kore! gibi bir algının yerleştiği ortamda, isveç’ten çıkagelen bir intikam destanı: Thriller - En Grym Film. 70’leri kanser gibi ele geçiren istismar sinemasının görüp görebileceğiniz en uç örneklerinden biri. Dünyanın en pislik addıbının dehşetli işkencelerine maruz kalan genç bir kadın, epik bir intikam planını soğukkanlılıkla sahneye koyuyor. Kült figür Christina Lindberg ve sonradan eklenmiş ferregrafik sahneyle özdeşleşmiş bu filmle eğlenmemek için deli olmak lazım. Son bir not olarak da; iddia ediyorum, sinema tarihinin en acayip ağır çekim sekansı sizi bekliyor.
27. UMBERTO D. (Yön: VITTORIO DE SICA, 1952)
Bir yeni gerçekçilik başyapıtıyla devam edelim. Amcanız var mı bilmiyorum. Yoksa da şimdiden sonra olacak! Umberto Amca’yı çok seveceksiniz. Sağlam ağlatacak sizi. Yine de yüzünüze bir tebessüm çalmadan, içinize yaşam sevinci kondurmadan gitmeyecek. Hele köpeği Flike’la muhabbeti, beyazperdede anlatılmış en güzel insan-hayvan dostluğu belki. Umberto D.’nin, Bigiblet Hırsızları’nın komple sinemacı yönetmeni Vittorio De Sica’nın elinden çıktığını da ekleyelim.
28. EXCALIBUR (Yön: JOHN BOORMAN, 1981)
“Yüzükler” bir tarafa, fantezi edebiyatının ve keza sinemasının en büyük başyapıtı var sırada: Excalibur. Kral Arthur efsanesi, Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Kutsal Kase ve Excalibur aşina olmadığınız kavramlarsa işte fırsat. John Boorman’ın bu büyük jesti, oyuncusundan müziğine, ışığından sanat yönetimine bir sinema mucizesi. Sadece Excalibur’u izlemekle fantezi türüne bağlanabilirsiniz. Ha bir de kalbe saplanan Excalibur çıkmaz, uyarmadı demeyin.
29. A PLACE IN THE SUN (Yön: GEORGE STEVENS, 1951)
Bir film bu denli romantik olsun, sonra üstümüze bunca dram boca etsin. Sen misin iki kadını birden aynı anda seven! Pek lezzetli, pek hafif başlayıp giderek seyirciyi nefes alamayacak hale getiren filmlerin usta yönetmeni George Stevens’tan yüreğinizi yakacak bir aşk hikayesi. Montgomery Clift ve Elizabeth Taylor’ın gençlikleri, güzellikleri, hele aralarındaki kimya inanılır gibi değil. Bir kayık sahnesi var ki, kendi hesabıma hayatta en gerildiğim sahnelerden biri olduğunu söyleyeyim.
30. FIVE EASY PIECES (Yön: BOB RAFELSON, 1970)
Jack Nicholson’ı artık gözle görülecek biçimde haritaya yerleştiren eşsiz bir karakter draması. 70’lerde formunun zirvesine ulaşan Amerikan sinemasının en iyi örneklerinden, gösterişsiz ama bir o kadar zengin bir anlatı. Nicholson, sonraki 40 yıl boyunca üzerinden çıkarmayacağı perde şahsiyetini buradaki Robert Dupea karakteri üzerine dikmiştir. Ve bu karakter bendenizin tüm sinema evreninde en çok özdeşleştiği karakterlerden biridir. Bakalım size de dokunacak mı?
31. TRUST (Yön: HAL HARTLEY, 1990)
Amerikan bağımsız sinemasının uzun yıllar en heyecan verici yönetmeni olarak kalan Hal Hartley’nin belki en heyecan verici filmi… Hartley, günümüz ilişkilerinin en büyük meselesine, güven kavrdıbına eğiliyor. Ömrübillah unutamayacağınız cümleler kuruyor. Tümüyle kendine özgü bir dünyası olan sayılı yönetmenden Hartley ve Godard ruhuyla dünyanın en romantik hikayelerinden birini anlatıyor şimdi. ‘90 yapımı Trust’ın, izleyene sevmek ve bir araya gelmekle ilgili hala taze bir-iki fikir vereceğine eminim. Cinayete kurban gidip genç yaşta aramızdan ayrılan esas kızımız, biricik Adrienne Shelly’yi de özlemle anmış olalım tabii.
32. SALINUI CHUEOK (Yön: JOON-HO BONG, 2003)
Güney Kore’den gelen bu mucize filmin, 2000’lerde yapılmış tüm filmler içerisinde EN SEVDiĞiM olduğunu söylemekle yetineceğim!
33. THE LONG GOODBYE (Yön: ROBERT ALTMAN, 1973)
Babaların babası Robert Altman’dan kusursuz bir Raymond Chandler uyarlaması. Polisiye edebiyatına yön vermiş tüm özel dedektifler içinde kişisel favorim Philip Marlowe’u adeta baştan yaratıyor Altman. Elliott Gould’un enfes kompozisyonuyla içinizi titretecek bi macera bekliyor sizi. Ders gibi bir gerilim, entrika, atmosfer filmi.
34. THE BEGUILED (Yön: DON SIEGEL, 1971)
Erkeklerin kaçırmaması gereken, kadınlarınsa özellikle (!) kaçırmaması gereken bi romantik-savaş filmi. Clint Eastwood filmografisinin de tartışmasız en acayip filmi. izleyince anlayacaksınız neden bahsettiğimi. Death Proof’tan çok önce ve çok feci şekilde alıyor kadınlar erkek milletinden intikamlarını. Sabırla izleyin efendim.
35. PICNIC AT HANGING ROCK (Yön: PETER WEIR, 1975)
ihtimal görüp görebileceğiniz en etkileyici gizem filmi. Kesin bir cevaba yıllar geçse de ulaşamayacaksınız, o kadar söyleyeyim. Peter Weir’ın yönetmenlik sanatının inceliklerini gözlerimizin önüne serdiği Picnic At Hanging Rock, bu dünyadan değil sanki. internet forumlarında 37 yıl sonra hala tartışılıyor kaybolan kızların akıbeti. Filmi görün; siz de kaybolacaksınız onlar gibi. Botticelli’den Zamfir’e, bir güzellik abidesi. -
3.
036. FAUSTRECHT DER FREIHEIT (Yön: RAINER WERNER FASSBINDER, 1975)Tümünü Göster
Eşcinsellik üzerinden, evlilik kurumu ve sınıf ilişkilerine bakan bir gizli başyapıt. Bu filme çarpılmak için eşcinsel olmanıza da gerek yok. Başta kendi dünyanızın dışında bir şeyler anlatıldığını sansanız da, neden sonra kendi hikayenizi izlediğinizi göreceksiniz. Alman sinemasının dahi ismi Fassbinder’in eşsiz filmografisi içinde eşcinsellikten açıkça söz ettiği ilk film ve yönetmenin en iyi işlerinden biri, belki en iyisi.
37. VANISHING POINT (Yön: RICHARD C. SARAFIAN, 1971)
Tarantino’nun Death Proof’unu izlerken methini duymuş olabilirsiniz. Kültün kültü, bir ‘yol filmi’ zirvesi. Kowalski, Denver’dan aldığı ‘70 model Dodge Challenger’ı San Grancisco’ya 15 saat (!) içinde teslim edebilecek mi? Vanishing Point’te az laf, bol icraat var… Saf sinema var!
38. GONGDONG GYEONGBI GUYEOK JSA (Yön: CHAN-WOOK PARK, 2000)
Oldboy’un yönetmeni Park Chan-Wook’u tanıyorsunuz. Ya rüya gibi bir çıkış filmi olduğunu biliyor musunuz? Özel olarak Kuzey Kore ile Güney Kore’nin kimi sıcak, kimi soğuk seyreden namütenahi savaşı, genel planda ise dünya ahvali. Müthiş bir senaryo. Harika bir anlatı. Eğlendirirken insan üzerine hayli derin şeyler söyleyen son derece anlamlı bi yapıt. Bir sanat eserinin barındırabileceği en duygu dolu sürprizlerden biri de cabası.
39. TROUBLE IN PARADISE (Yön: ERNST LUBITSCH, 1932)
Az geriye gidiyoruz bugün. 1932’ye! Ernst Lubitsch’in hünerli ellerine ve ince zekasına teslim oluyoruz. Sinemanın büyük öncülerinden Lubitsch’in erotizmi, mizahı ve kusursuz sinema dili karşısında neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Katıksız eğlence vadeden ve su gibi izlenen bir film bu. En sevdiğim hırsızlık hikayelerinden biri kendi hesabıma. Hele romantik bir şey izleyesiniz varsa mest olacağınıza, daha ilk sekansın sonunda, ne iyi ettik diyeceğinize bahse girerim.
40. SHAUN OF THE DEAD (Yön: EDGAR WRIGHT, 2004)
Edgar Wright-Simon Pegg ikilisinden, hedefi 12’den vuran bir zombi filmi parodisi. Dahiyane senaryosuyla benzersiz ingiliz mizahının en iyi örneklerinden olan film yönetmenlik sanatı adına da bir zafer. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman, eş-dost izleyecek daha eğlenceli bir film bulamayacaksınız efendim. Bizim el emeği göz nuru Ada: Zombilerin Düğünü’ne en çok ilham veren bir-iki filmden olduğunu da ekleyelim.
41. FURY (Yön: FRITZ LANG, 1936)
Sinemanın büyük ustasından insanın kanını donduran bir linç filmi. Fritz Lang ve Spencer Tracy gibi iki dev ismi bir araya getiren Fury, insanoğlunun sırtındaki en büyük kambura, cehalete eğiliyor. Gerilimin bir dakika bile düşmediği film, iyi bir hollywood aksiyonu kadar eğlendirirken, iyi bir avrupa filmi kadar düşündürüyor. Linç gibi iptidai bir olgu üzerinden insan denilen mahlukun anatomisini çıkarıyor.
42. THE CHASE (Yön: ARTHUR PENN, 1966)
Her gün yeni bir şekliyle karşılaştığımız linç kültüründen devam ediyoruz. Arthur Penn’den The Chase’le. Marlon Brando, Robert Redford, Jane Fonda ve daha kimler kimlerden oluşan harika kadrosuyla, mide boşluğuna sıkı bir yumruk gibi bu film. Giderek giriftleşen entrikası ve anbean yükselen gerilimiyle izlerken bağlanacağınız filmlerden biri. Linç girişiminin önüne şövalye ruhuyla dikilen Marlon Brando’nun yediği dayağa inanamayacak, elinizde olsa kavgaya karışmak isteyeceksiniz.
43. UNA PURA FORMALITA (Yön: GIUSEPPE TORNATORE, 1994)
Cennet Sineması’nın yönetmeninden neredeyse görmezden gelinmiş bir başyapıt. Gerard Depardieu ve Roman Polanski’nin (!) başrollerini paylaştıkları film, görüp görebileceğiniz en kasvetli şey olabilir! Bana sinema tarihinin en unutulmaz polis soruşturmasını sorsanız, ilk aklıma gelecek örneklerden biri muhakkak ki bu filmdir. Yazar ve yazarlık üzerine söz seyleyen en derinlikli anlatılardan biri olduğu da iddia edilebilir. Anatomi dersi gibidir. Pgibolojik gerilim meraklıları ağızları açık izleyecekler. Ve bir kez de değil. Bir daha, bir daha izlemek isteyecekler.
44. PLEIN SOLEIL (Yön: RENE CLEMENT, 1960)
Highsmith’in Talented Mr. Ripley’sini biliyorsunuz. işte ilk ve en ala sinema uyarlaması! Tom Ripley rolünde, formunun zirvesinde bir Alain Delon’a, Marie Laforet ve Maurice Ronet gibi iki insan güzeli eşlik ediyor. izleyeni yerinde olmak isteyeceği insanlar, yaşamak isteyeceği hayatlar, olmak isteyeceği yerler vb. bekliyor. Kusursuz senaryo metamatiği ile harika bir edebiyat uyarlaması Plein Soleil. Ve sürpriz finaliyle yüreğe mıh gibi oturuyor yemin ederim.
45. FORBIDDEN PLANET (Yön: FRED M. WILCOX, 1956)
Klagib Amerikan bilimkurgusunun gurur abidesi; zamanının çok ötesinde bir fantezi. O güne dek perdede görülmemiş efektleriyle, sanat yönetimiyle, yarattığı rüya gibi evrenle, kaçış sinemasının somut tarifi. Özel olarak da beyazperdenin en insani robotu Robby The Robot’un kollarını açmış sizi beklediğini belirtmeden geçmeyelim.
46. BOY (Yön: TAIKA WAITITI, 2010)
11 yaşında bi erkek çocuğu düşünün. Hayatta iki şeye tapıyor: 1. baba. 2. Michael Jackson! Yeni Zelanda’dan gelen bu küçücük fıçıcık film, karanlık gününüzü aydınlatacak, içinizi ısıtacak efendim.
47. BUFFET FROID (Yön: BERTRAND BLIER, 1979)
Kara mizahın sınırlarını genişletmiş Bertrand Blier’den ekstrem bi zekanın ürünü şahane bi suç komedisi… Gerard Depardieu’lü Buffet Froid saçmanın destanını yazacak, sıkıcı günlük gerçekten bir buçuk saat olsun temiz koparacak izleyeni. Yeni dalgacılar bi yana, tüm Fransız yönetmenler içinde favorim Bertrand Blier benim ve fırsat buldukça başka filmlerini de önereceğim.
48. ANIMAL FARM (Yön: JOY BATCHELOR, 1954)
Orwell’in başyapıtından sinemaya tercüme edilmiş, ilk uzun metrajlı ingiliz animasyonu. Sene ‘80 filan. TRT gece sineması kuşağında önceden duyurduğu filmi teknik bir sebepten oynatamayıp, bunu oynatmıştı. O güne dek cumartesi sabahları izlediğim bir şey olan çizgi film, ilk defa upuzun ve ciddi mi ciddi bir edayla karşımdaydı! Kaldı ki Hayvan Çiftliği’ni anlatıyordu bana! Snowball ve hele Boxer için ne ağlamıştım. O yaşta izlediğim için kendimi hep çok şanslı addettim.
49. THE LOST WEEKEND (Yön: BILLY WILDER, 1945)
Döneminin en aykırı filmlerinden; alkolizm üzerine yapılmış yürek sızlatan bir dram. Amerikan sinemasını Amerikan sineması yapan isimlerden Billy Wilder’ın elini neye atsa harikalar yarattığın kanıtı adeta. Ray Milland’ın tarifi imkansız oyunculuğuyla tarihin en hak edilmiş Oscar ödüllerinden birini kazandığı bu filmi lütfen izleyin. Lakin ailenizde, yakınınızda bir alkolik varsa iki kere etkileneceğinizi de bilin.
50. CELDA 211 (Yön: DANIEL MONZON, 2009)
2009 yapımı olmasına karşın türün klagibleri arasında anılmayı hak etmiş, nefes kesici bir hapishane filmi. Şiddetli bir isyan ve bir anda mahkum rolü yapmak durumunda kalan güvenlik görevlisi. Sinemanın kendine has oyuncaklarıyla çılgınlar gibi eğlendirirken, bir yandan da alim gibi kafa patlattırabildiğine şahane bir örnek. Hem ticari gösterimde hem festivallerde iş yapan filmde oyunlarıyla kalbinizi kazanacak Luis Tosar ve “Ağabey Bardem”e dikkat kesilin. -
4.
+151. THE LION IN WINTER (Yön: ANTHONY HARVEY, 1968)Tümünü Göster
Katharine Hepburn’e bir oyuncunun ana dalda kazandığı rekor sayıdaki dört oscar heykelciğinden birini getiren kostüm draması. Hepburn’e benzersiz Peter O’Toole, gencecik bir Anthony Hopkins, Nigel Terry ve Timothy Dalton eşlik ediyor. Sizin anlayacağınız kadro çok ama çok iyi. II. Henry’nin üç oğlu arasında akla hayale gelmeyecek entrikalara sahne olan iktidar ve taht kavgasının hikayesi. Oyun uyarlamalarından zevk alanlar daha iyisini zor bulur; söylemedi demeyin.
52. SHOCK CORRIDOR (Yön: SAMUEL FULLER, 1963)
Bir cinayeti aydınlatıp Pulitzer ödülüne uzanmak isteyen adanmış gazetecinin hikayesi. Bu uğurda modern Amerika’nın metaforu gibi bir akıl hastanesine yatar… Gerisini söylemeyelim de sürprizi kaçmasın! Düşük bütçeli filmleriyle beyazperdede iz bırakmış, Amerikan sinemasının en özgün yönetmenlerinden Sam Fuller’in kariyer zirvesi. Gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen filmlerden biri olacak; lütfen özel bir zaman ayırın.
53. SHERLOCK JR. (Yön: BUSTER KEATON, 1924)
Buster Keaton’ın tüm sanat ve bilimlerden hayret verici hilelerle bezeli, olağanüstü sinema zaferi. Sadece 45 dk. uzunluğundaki Sherlock Jr., gönlünde dedektiflik yatan bir film makinistinin alabildiğine romantik hikayesi. 2 yıl sonra başyapıtı The General’a imza atacak Keaton’ın eşsiz enerjisi ve büyüleyici dehası kabına sığmıyor, taşıyor adeta. Chaplin’i en çok kıskandıran filmi olabilir.
54. WHAT EVER HAPPENED TO BABY JANE? (Yön: ROBERT ALDRICH, 1962)
Kişisel tüm zamanlar ilk 10 listemi ciddi ciddi zorlayan efsane bir gerilim. Robert Aldrich’in bu zamansız şaheseri, Bette Davis ve Joan Crawford gibi kariyerleri boyunca çekişmiş iki dev oyuncuya kamera önünde hesaplaşma fırsatı veriyor. Ki sonuç gerçekten öyle böyle değil. Filmde ayrı ayrı dönemlerde yıldız olmuş abla-kardeş iki oyuncuyu canlandıran Davis ve Crawford’un peformansları insanı dehşete düşürüyor. iki oyuncu, iki kadın, iki kız kardeş. Rekabetin hangi birini izleyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Yay gibi geriliyor, soluksuz kalıyorsunuz. Hele o kusursuz final bağrınıza bir hançer gibi saplanıyor. Mutlaka izleyin. Kendinize bu iyiliği yapın efendim.
55. THE DEAD ZONE (Yön: DAVID CRONENBERG, 1983)
Bir kısım seyirci nazarında en iyi Stephen King uyarlaması, ki bu gruba ben de dahilim. Yıllarca komada kalan bir adamın sağlığına kavuştuğunda, olacakları önceden görme kabiliyetine sahip olmasının hikayesi. Sinemayı dünya gibi düşünün. Cronenberg’i de UFO gibi. işte o UFO’nun insan ablukasına girmeden önceki son saatleri misali bir şey bu film. Yönetmenini artık para kazandıran bir isme dönüştüren The Dead Zone, Christopher Walken’ı da dokunulmazlar katına çıkarıyor.
56. ALL THAT HEAVEN ALLOWS (Yön: DOUGLAS SIRK, 1955)
Melodramın en büyük ustası Douglas Sirk’ten yürek paralayan bir aşk hikayesi. Fassbinder’in Angst Essen Seele Auf ve Todd Haynes’in Far From Heaven isimli unutulmaz filmlerinin doğrudan ilham kaynağı. Yaş farkı, sınıf farkı; Jane Wyman-Rock Hudson aşkının önündeki müşküller öyle çok ki. Gözünüze bir şey kaçmayacak; ağlayacaksınız bildiğiniz.
57. IN THE COMPANY OF MEN (Yön: NEIL LABUTE, 1997)
gelmiş geçmiş en yaratıcı final sekanslarından birine sahip harika senaryosuyla, in the company of men… kadın milletinden topyekun intikam almak isteyen iki hazımsız yuppie’nin haince planı ve dünyanın en masum kurbanı! başta bir parça yadırgayabilirsiniz; zira tiyatro kökenli neil labute ‘konuşan kafalar’cıdır ama asla pişman olmayacaksınız! birbirinden iyi oyunlarla alkışı hak eden aaron eckhart, matt malloy ve inanılmaz stacey edwards’a selam söyleyin benden…
58. LEBEWOHL, FREMDE (Yön: TEVFiK BAŞER, 1991)
tevfik başer’in üçü de alman yapımı filmlerinin sonuncusu ve tartışmasız en acayibi. elveda yabancı… karizmatik perde şahsiyetinin zirvesinde bir müşfik kenter ve aşk üzerine küçük bir film’in arzu nesnesi grazyna szapolowska. aşk hikayesiyle, politik zeminiyle ve görüp görebileceğiniz en iyi görüntü yönetimlerinden biriyle kalbinizi çalacak bu film. müşfik hoca’yı kaybedince önermekten başka çare kalmadı. sorun şu ki bu filmi nereden bulup nasıl izleyeceksiniz bilemiyorum. ben filmin benim gibi hastası mete avunduk’a doğumgünü armağanı yapabilmek için bizzat yönetmenin kendisinden temin etmiştim. bu çok özel filmi izlemek için elinizden geleni ardınıza koymayın, gerekirse yönetmeni taciz edin…
59. TOUCHING THE VOID (Yön: KEVIN MACDONALD, 2003)
ölüme en yaklaştığınız an yaşamı en iyi anladığınız andır! efsane dağcılık belgeseli. touching the void… peru’daki siula grande zirvesine doğru tarihin en zor tırmanışını yapan iki dağcının kurmaca filmlere taş çıkartan hikayesi. belgesel dediğime bakmayın, bildiğiniz film bu! hayatınız boyunca daha çok etkileneceğiniz kaç şey göreceksiniz bilmiyorum…
60. JOHEUNNOM NABBEUNNOM ISANGHANNOM (Yön: JEE-WOON KIM, 2008)
güney kore’den çıkıp gelen ve her türlü övgüyü hak eden bir iyi, kötü ve çirkin uyarlaması! genç usta kim jee-woon’un kore sinemasının üç önemli yıldızını bir araya getiren filmi, bir parodi olmanın çok ötesinde… türe ve orijinal filme yapılan ince göndermeler, nefes kesen aksiyon setleri ve bi eşi daha olmayan büyüleyici takip sekansı! parti tadında bir film iyi, kötü ve çılgın! gırla eğlence. hadi yaşadınız yine.
61. SLEUTH (Yön: JOSEPH L. MANKIEWICZ, 1972)
hi tech’ten medet uman kof yeniden çevrime boş verin. mankiewicz’in muhayyilesinden seyreyleyin! sleuth… usta aktör michael caine ve bütün usta aktörlerin ustası laurence olivier, 140 dakika süren bir ölüm satrancına oturacaklar. anthony shaffer’in oyunundan uyarlanan sleuth, gizem ve gerilimin doruklarında gezinen, insan zekasına seslenen bir film… sinemadan öncelikle iyi senaryo ve iyi oyunculuk bekleyenlerin göbeklerini sıvazlayarak izleyeceklerini belirtelim…
62. THE HUNGER (Yön: TONY SCOTT, 1983)
bu link’le bugünün filmini de ilan etmiş olduk. tüm zamanların en acayip vampir filmlerinden the hunger! deneuve, sarandon ve bowie gibi üç harika ismi bir araya getiren the hunger, görüp görebileceğiniz en tarz filmlerden biri! delibes’in lakme’sinden muhteşem çiçek düeti’nin çaldığı sahne de görüp görebileceğiniz en unutulmaz sahnelerden!
63. KES (Yön: KEN LOACH, 1969)
ingiliz sinemasının vicdanı, işçi sınıfının sesi ken loach’un sinemaya bomba gibi düşen başeseri. kes… çıkışsızlıklar içindeki küçük bir çocuğun yırtıcı bir kuş olan kerkenezle yüreğinizi ateşe verecek, destansı ilişkisi… benim nazarımda yetişkinlere yapılmış en iyi çocuk filmi. hiçbir zaman geçmeyecek, 20 yıl sonra duruyor olacak etkisi…
64. ONCE WERE WARRIORS (Yön: LEE TAMAHORI, 1994)
yeni zelanda sinemasının tartışmalı yönetmeni lee tamahori’den göz kamaştırıcı bir kariyer başlangıcı… global barış indeksine göre dünyanın en huzurlu 2. ülkesi olan yeni zelanda’dan, en sertinden erkek egemen toplum eleştirisi! aile içi şiddetin daha boğaza düğümlenen bir tasvirini hatırlamıyorum ben. gördüyseniz siz hatırlatıverin lütfen… once were warriors, maori kültürünü ve haka’yı yakından tanımak ve daha iyi anlamak için belgesel yerine geçecek. kaçırmayın!
65. THE CHINA SYNDROME (Yön: JAMES BRIDGES, 1979)
70’lerin alametifarikası felaket filmlerinin toplumsal gerçekçi çizgiye yaklaştığı, unutulmaz başyapıt… jane fonda, jack lemmon, michael douglas ve bir adet nükleer enerji santralinin başrolleri paylaştığı bir gerilim şahikası… -
5.
-166. WHITE HEAT (Yön: RAOUL WALSH, 1949)Tümünü Göster
gangster filmlerine özel bir muhabbet beslediğiniz halde bu filmi görmemiş olabilir misiniz? white heat… bal gibi de olabilirsiniz zira çoook eski bir film! ama biliyor musunuz ki türün en dev, en soluk kesici örneklerinden biri! ve siz ömrühayatınızda james cagney gibi bir oyuncu daha izlediniz mi? ben başka bir şey söylemiyorum…
67. SUMMER LOVERS (Yön: RANDAL KLEISER, 1982)
listenin 67. ve buraya kadarki en hafif filmini önereceğim müsaadenizle. summer lovers… grease’in yönetmeni randal kleiser arada brooke shields’lı mavi göl’ü çekip, benim bomba gözüyle baktığım bu filmi yapar… santorini’nin santorini olduğu zamandan, mutlu sonla biten (evet, evet, mutlu sonla!!!) masalsı bir üçlü aşk hikayesi… dünyanın en güzel üç insanı olarak peter gallagher, daryl hannah ve birkaç yıl sonra ölen (( valerie quennessen başrollerde! vasat fakat alabildiğine zevkli bi yönetmen olan kleiser’den ağzınız kulaklarınıza vararak izleyeceğiniz, dev bir eğlencelik!
68. GIU LA TESTA (Yön: SERGIO LEONE, 1971)
7. sanatın gerçek sihirbazlarından sergio leone’den film izlemenin ötesinde bir deneyim. giu la testa… üçleme ve once upon a time’ları aratmayan bu dev film, mizahı, dramı, gerilimi ve aksiyonuyla kim olduğunuzu unutturacak… coburn ve steiger elinizden tutacak, iki buçuk saatlik epik maceranın kahramanlarından olup, mekgiba devrimini tadacaksınız!
69. LEOLO (Yön: JEAN-CLAUDE LAUZON, 1992)
henüz bulmuşken kaybettiğimiz jean-claude lauzon’un sinemaya unutulmaz, eşsiz, biricik armağanı, leolo… film 12 yaşındaki bi çocuğun gözünden anlatılır. kendi paralel evrenini yaratmış, hayatı baştan başa bi oyun gibi idrak eden. imgeler, sesler ve sözcükler öyle dahiyane kurgulanmış, duygular öyle harmanlanmış ki işte sinemanın gücü dedirtiyor leolo… leolo daha önce izlediğiniz hiçbir şeye benzemeyen filmlerden biri ve siz de benim gibi yıllarca yad edeceksiniz sahnelerini.
70. ONE FROM THE HEART (Yön: FRANCIS FORD COPPOLA, 1982)
coppola’nın az bilinen işlerinden; tadı retinanızda kalacak müzikal aşk hikayesi. one from the heart… beş yılın sonunda yorgun düşmüş harika bir çift ayrılmaya kalkar. adamın da, kadının da karşılarına rüya gibi adaylar çıkar! eğlenceli, bi o kadar da duygusal serüven başlar. aşkın karşısına tutkuyu koyup kafa kafaya çarpıştırıyor one from the heart. teri garr ve frederic forrest’a, raul julia ve nastassja kinski eşlik ediyor ki daha iyi bir dörtlü tahayyül edemiyorum! tamamı dekorda çekilen bu film, tom waits’in de emsalsiz katkısıyla, son 30 yılın en önemli müzikallerinden biri kabaca…
71. RED RIVER (Yön: HOWARD HAWKS, 1948)
the big sleep’i henüz yapmış, formunun zirvesinde bir howard hawks’tan destansı bir western. red river: sinemanın en büyük anlatıcılarından hawks, binlerce sığırı teksas’tan missouri’ye taşırken tastamam aksiyon dersi verecek… gencecik montgomery clift ve türün bir numaralı yıldızı john wayne’le unutulmaz bir baba-oğul çatışması anlatacak… benim için sinema western’dir. western de red river’dır! hepinize iyi sabahlar…
72. THE HEIRESS (Yön: WILLIAM WYLER, 1949)
yaşlı teyzeler gibi cıkcık’layarak, sağ elinizin tersini sol elinize vurarak izleyeceğiniz, the heiress… klagib sinemanın en mahir anlatıcılarından william wyler, sayısız kez taklit edilecek öyküsüyle romantik dramı tarif ediyor. olivia de havilland ve montgomery clift, gelmiş geçmiş tüm aşk hikayelerinin belki en sinir bozucusuna beden veriyorlar… henry james’in washington square’inden hareket eden film, enfes karakter çalışmasıyla aşkı bir metcezir olarak resmediyor..
73. BIJITA Q (Yön: TAKASHI MIIKE, 2001)
abartı konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği takashi miike’den yok artık dedirten bir film. bijita q… zıvanadan çıkmış, içestin ve sapıkça tabir edilen sayısız olgunun dibine vurmuş bi aile. aileyi hizaya getirecek bi misafir. miike’nin, toplumun yapı taşı aile kurumundan giderek japon halkının ahlaki çöküşüne meşrebince getirdiği ekstrem yorum! grafik olarak karşınıza gelecek bazı imajların şoke edici şeyler olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
74. LA PISCINE (Yön: JACQUES DERAY, 1969)
dört fevkalbeşer varlık; delon, schneider, ronet, birkin ve tarihin en erotik suç filmi! la piscine…
75. BEAT STREET (Yön: STAN LATHAN, 1984)
rap’in masumiyet çağından, break dance, mc ve graffiti filmleri furyasından ilk izlenecek film: beat street… battle sahneleriyle, müzikleriyle, all star kadrosuyla ve duygusuyla gelmiş geçmiş en iyi break dance filmi!
76. LAURA (Yön: OTTO PREMINGER, 1944)
noir klagibleri içinde değeri zaman içinde anlaşılan, daha da anlaşılacak olan bir çeşit zirve; laura… gene tierney’i tanımayanınız varsa laura’yı izlerken yok artık! diyecek, benden söylemesi…
77. LOCAL HERO (Yön: BILL FORSYTH, 1983)
komedi dram türündeki bu kendi halinde, küçücük film, iki saatliğine her şeyi unutturacak; local hero… peter riegert ve burt lancaster’lı local hero, masalsı iskoçya dekoruyla bile ruhunuzda aurora borealis etkisi yaratacak…
78. TONY MANERO (Yön: PABLO LARRAIN, 2008)
tartışmasız, yakın dönemin en sert, en sarsıcı filmlerinden. karın boşluğuna yumruk misali! tony manero… şilili pablo larrain’in bi anda bütün dikkatleri üzerine çektiği tony manero, asla ve kat’a herkese göre bi film değil tabii!
79. LAST NIGHT (Yön: DON MCKELLAR, 1998)
altı saat sonra dünya yok olacak, yapacak da bi şey yok! koyver gitsin yani! last night… oyuncu-yönetmen don mckellar, romantik komediden bilimkurguya sayısız türü melezliyor, harikulade bir fantaziye imza atıyor.
80. IN A LONELY PLACE (Yön: NICHOLAS RAY, 1950)
godard’ın sinemanın ta kendisi diye bahsettiği nicholas ray’den noir’a sihirli rötuş. in a lonely place… bogart’ın son lahzaya dek gizemini koruyan senaristle yine harikalar yarattığı film izleyeni entrikaya ortak ediyor bildiğin.
81. FOUR LIONS (Yön: CHRISTOPHER MORRIS, 2010)
teröre ince bi zekayla yaklaşan ve her türlü yabancılaştırmaya başvuran enfes kara komedi; four lions… -
6.
-182. THE MAN WHO SHOT LIBERTY VALANCE (Yön: JOHN FORD, 1962)Tümünü Göster
liberty valance’ı kimin vurduğu çok önemli zira western yılların erkek stereotipini yerle bir ediyor! ford’un son başyapıtı the man who shot liberty valance, wayne, marvin gibi adamların karşısına james stewart’ı dikiyor. ve erkekliğin kitabı sil baştan yazılıyor. enikonu başka bir kitap! içiniz cız değil, cızzzzzzzzzz edecek; benden söylemesi.
83. LA CIENAGA (Yön: LUCRECIA MARTEL, 2001)
reha erdem’in hayat var’ını sevenler bu filmi de sevdi! la cienaga… kendi hesabıma yaşayan en heyecan verici kadın yönetmen olduğunu söyleyebileceğim lucrecia martel’in başyapıtı… martel dışında kimsenin yanına yaklaşamayacağı bir gerçeklik duygusu ve son demindeki aile kurumuna sert bir bakış…
84. THE PARALLAX VIEW (Yön: ALAN J. PAKULA, 1974)
mühim olan hadiselere nerden baktığındır! bakış açını değiştirdin mi her şey değişir! the parallax view… alan j. pakula’nın klute’la başlayıp, all the president’s men’le tamamlanacak eşsiz politik paranoya üçlemesinin 2. ayağı… warren beatty’nin film boyunca yaşayacağı gerilimi siz de iliklerinize kadar hissedeceksiniz. unutulmaz bir deneyim…
85. BAD TASTE (Yön: PETER JACKSON, 1987)
hayatta en eğlendiğim filmi öneriyorum bugün. bu denli eğlendiğim bir monty python bile yok! bad taste… peter jackson’ın siz ismini duymadan yıllar önce ve tamamen kendi imkanlarıyla imza attığı bu inanılmaz film bi gore klasiği! galakgibler arası bi fast food zinciri için insan etine ihtiyaç duyan uzaylıların işgal hikayesi gözlerinizden yaş getirecek. imkansızlıktan birden fazla rolde kendi oynayan peter jackson’ın derek karakteri benim için yakın bir arkadaştan farksızdır! kült film, arkadaşlarınla ayin yapar gibi bir araya gelip, bıkmadan usanmadan izlediğin şeye denir ve bu film onun dibidir…
86. THE PHILADELPHIA STORY (Yön: GEORGE CUKOR, 1940)
klagib hollywood’un büyük zanaatkarlarından george cukor’la screwball zirvesi… the philadelphia story… screwball bugün romantik komedi dediğimiz şeyin temeli ve bu da şüphesiz ki türü tanımlayan birkaç olağanüstü filmden biri… filmin bir diğer hususiyeti üç titanı bir araya getirmesi: cary grant, katharine hepburn ve jimmy stewart!!!
87. SPLENDOR IN THE GRASS (Yön: ELIA KAZAN, 1961)
bir elia kazan daha! bu defa kişisel tarihimde en çok tesir bırakan melodram… splendor in the grass: natalie wood ve warren beatty’nin dev kompozisyonlarıyla iki gencin vuslata erememe hikayesi. bu filme ağlamıyorsan öl bence!
88. DEAD RINGERS (Yön: DAVID CRONENBERG, 1988)
herkese göre bir yönetmen olmayan david cronenberg’in en iyi filmi demekle yetineceğim; dead ringers…
89. MARY POPPINS (Yön: ROBERT STEVENSON, 1964)
benzersiz julie andrews ve sinema tarihinin ennn unutulmaz çocuk müzikallerinden, güzelim, mary poppins… supercalifragilisticexpialidocious bir insan mary poppins; cadıdan bozma bir dadı ve mutlu etmek onun göbek adı! öyle tatlı sürprizler var ki bu müzikli-danslı filmde, romantik bi ilişki yaşıyorsanız sevgilinizin boynuna dolanacaksınız…
90. EXOTICA (Yön: ATOM EGOYAN, 1994)
çoklu hikaye örgüsüyle, parabolik anlatımıyla, binbir türlü duygusuyla rüya gibi bir film; exotica… atom egoyan’ın hep yaptığı gibi geçmişe ve geçmişin insan hayatındaki etkisine eğildiği film 90’ların en iyilerinden efendim. bakıp da dokunamadığımız ne kadar çok şey var. bir striptiz kulübü sanki hayat. adı da exotica. of çok fena…
91. HAO XIA (Yön: JOHN WOO, 1979)
john woo’nun erken döneminden, türünün en iyi örneklerinden enfes bir wuxia filmi. hao xia… wuxia özelde kılıç şakırtısı, genelde ise dövüş sanatlarını içeren bir tür ve işte en bilinen örnekleri… woo, hong kong sinemasının alametifarikası aksiyonun tanrısı olduğu kadar karakter yaratmak ve duygu aktarmakta da usta… burada da maceranın, durum komedisinin ve dramın dibini göreceğiniz epik bir yolculuğa çıkarıyor sizi. muavininiz de benim…
92. A CHRISTMAS STORY (Yön: BOB CLARK, 1983)
gelmiş geçmiş en iyi noel filmlerinden biri. çokça es geçilmiş bir sinema mucizesi; a christmas story… çocuk bakış açısından anlatılır ve bunu sinir bozucu derecede iyi yapar. ışınlanmak isteyeceğiniz bir dünya, bir evren sunar.
93. WAIT UNTIL DARK (Yön: TERENCE YOUNG, 1967)
hitchcock’un ah bu filmi ben çekecektim dediğini tahmin ettiğim dev pgibolojik gerilim! wait until dark… audrey hepburn’ü tanımasanız sahiden kör galiba dersiniz! öyle mükemmel ki. aklınız gidecek ona bi şey olacak diye vallahi… üç namussuz haydutun musallat olduğu zavallı kör kadının hikayesini izlerken özdeşleşme işini abartacaksınız, söyleyeyim!
94. MCCABE & MRS. MILLER (Yön: ROBERT ALTMAN, 1971)
ilk 10’uma koyamadım ama hayatımın filmlerinden, sinemaya meftun eden; mccabe and mrs. miller… altman’ın bir kumarbaz ve bir fahişenin aşk ve iş ilişkisini anlattığı film, perdede yaratılmış en güçlü atmosferlerdendir… tabiat ananın kamera oyunculuğunda christie ve beatty’yle yarıştığı filmin buğulu dokusu ve müziğiyle yüreğiniz yağ bağlar… leonard cohen’in de bu yeni ve görkemli western temsiline katkısı kelimelerle anlatılacak gibi değil! “it’s hard to hold the hand of anyone who is reaching for the sky just to surrender!” ilaveten, mccabe & mrs. miller kadar, kamerayla oyuncuların arasında kalmışım gibi hissettiren bir film daha yoktur…
95. CHASING AMY (Yön: KEVIN SMITH, 1997)
zeka, mizah ve alt kültür tanrısı kevin smith filmleri içerisinde dramı en güçlü olanı! chasing amy… çizgi roman artistlerinin aşkını çizgi roman gerçekliğinde anlatan film dev eğlencenin yanında dev duygu seçeneğiyle geliyor! joey lauren adams’ın canlandırdığı lezbiyene aşık olan ben affleck, ilanıaşk ettiği sahneyle kariyerinin zirvesine çıkıyor… diğer hususiyetler bi yana, smith’in kültleşmiş karakteri SILENT BOB’un ilk kez sular seller gibi konuşmasıyla da çok önemli!
96. KILLER OF SHEEP (Yön: CHARLES BURNETT, 1979)
günlük hayatın sıradanlığı, kasveti ve zorluğu hiçbir zaman daha iyi anlatılmadı… killer of sheep: afrikalı amerikalı yönetmenler içerisinde belki en değerlisi charles burnett, siyahların dünyasını burnumuzun dibine dayıyor. gerçekten farklı bir şey izlemek istiyorsanız, koyunları (!) neyin öldürdüğüne bir göz atın. pişman olmayacaksınız…
97. IKIRU (Yön: AKIRA KUROSAWA, 1952)
bütün ömrü masa başında geçmiş bir memur, yalnızca birkaç ay ömrü kaldığını öğrenirse ne olur? ikiru… kurosawa’nın sabahattin ali’nin raif’ini aratmayan kanji karakteriyle hayatın anldıbını sorguladığı, yürek eriten filmi…
98. ROCCO E I SUOI FRATELLI (Yön: LUCHINA VISCONTI, 1960)
visconti’den önerilecek ne çok film var. kolektif duygulara en çok hitap edeni, rocco e i suoi fratelli… nino rota, alain delon’un gözyaşlarını kuyruk takıp notalara dökecek, rocco ve kardeşlerinin hikayesi göğsünüze işleyecek. -
7.
099. RADIO DAYS (Yön: WOODY ALLEN, 1987)Tümünü Göster
50’ye yakın woody allen filmi içerisinde manhattan ve annie hall’la birlikte en sevdiğim! radio days… en iyi toplama soundtrack’lerden birine sahip olan radio days, bizi radyonun altın çağına zütüren eşsiz bir nostalji filmi. diğer alametifarikası da allen’ın nasıl bir ortamda yetiştiğine dair en çok emare barındıran, otobiyografik bir eser olması. ben belki 30 kere izledim. şimdi olsa yine izlerim. radio days tıpkı muhsin bey gibi, duygusuyla yaşayan, ölümsüz bir film.
100. NAKED (Yön: MIKE LEIGH, 1993)
100. öneri özel bir şey olsun istiyor, ikinci 10’umdan bir mike leigh filmi öneriyorum; naked… 90’ların, ingiliz sinemasının, giderek tarihin büyük başyapıtlarından ve sinemanın yüzümüze aşk ettiği en okkalı tokatlardan. günümüz toplumunun hali pür melalini bir insan üzerinden kıyasıya sertlikte anlatan naked, sinema sanatının da gurur abidesi. johnny’nin bir monoloğu var ki sinema tarihinden tek bir monolog seçmem gerekse bunu seçebilirim… ne kadar çok kitap okursan oku, bu dünyada aklının almayacağı bi takluk illaki çıkar diyor johnny! tanışmanızı çok isterim…
101. INNOCENCE (Yön: LUCILE HADZIHALILOVIC, 2004)
ikinci sayfayı yakın tarihli bir filmle açıyoruz. lucile hadzihalilovic’in masumiyet freskiyle… gaspar noe’nin eşi olan hadzihalilovic, müthiş dili ve stiliyle olağanüstü bir sinema yapıyor, tarifsiz bir dünya yaratıyor. herkesin farklı şeyler duyacağı tatlı bi fısıltı sanki bu film. çocukluk çağına doğru çıkılan bi yolculuk. gidiş-dönüş tabii.
102. GUESS WHO’S COMING TO DINNER (Yön: STANLEY KRAMER, 1967)
poitier, tracy ve hepburn gibi üç oyunculuk abidesiyle, görüp görebileceğiniz en zevkli aile filmi… bir siyahla bir beyazın aşkını anlatan film, bireyle toplum arasındaki köprü olan aile kurumuna keskin bir bakış atıyor. toplumun onaylamayacağı bir ilişkiye icazet vererek çocuklarını tehlikeye mi atacaklar, defterlerini kendileri mi dürecekler? harika bir senaryo, bir an düşmeyen tempo ve rüya gibi performanslarla baştan sona içinde kalacaksınız bu filmin.
103. MA NUIT CHEZ MAUD (Yön: ERIC ROHMER, 1969)
ahlak kavrdıbına ve insan doğasına atılmış en incelikli bakışlardan biri. bir o kadar da lezzetli… kadın-erkek ilişkilerini ve yetişkinliği en iyi kavramış isimlerden eric rohmer’in şaheseri, yeni dalga’nın da bayrak filmi.
104. ORDINARY PEOPLE (Yön: ROBERT REDFORD, 1980)
robert redford ilk yönetmenliğinde turnayı gözünden vuruyor, unutulmaz bir aile drdıbına imza atıyor… raging bull’un elinden oscar’ı kapan bu film, bir trajediyle yaşayan ölülere dönüşen orta sınıf bir aileyi odak alıyor. bu neredeyse unutulmuş olan ziyadesiyle sarsıcı karakter draması, bir ailesi olan ve izleyen herkesin bir yerine dokunacak.
105. HAUTE TENSION (Yön: ALEXANDRE AJA, 2003)
pazar gününe mahsus, tıkır tıkır çalışan bir korku filmi. zeka dolu bir kan revan resitali…
106. DINER (Yön: BARRY LEVINSON, 1982)
1959 yılında geçen 1982 yapımı bir gençlik filmi. mükemmel kadro, nefis karakterler, harika senaryo… büyüme hikayelerine, zaman ve mekana tabi arkadaşlık öykülerine ilgi duyuyorsanız ve kıkır kıkır gülmek istiyorsanız…
107. HOW TO STEAL A MILLION (Yön: WILLIAM WYLER, 1966)
audrey hepburn, peter o’toole ve eli wallach gibi üç dev oyuncuyla, tarihin en romantik soygun filmi. gerilimse gerilim, mizahsa mizah, bir de üstüne erotizm. bir kez görüp 20 yıl sonra hatırlayacağınıza bahse girerim.
108. DO THE RIGHT THING (Yön: SPIKE LEE, 1989)
etnik kimlikler, tek tek hiçbiri kötü olmayan insanları nasıl canavara dönüştürüyor; buyurun efendim. şiddetin küçücük bi kıvılcıma baktığı, işlerin kaşla göz arasında kontrolden çıktığı dünyamızı nasıl da resmediyor spike lee.
109. LETTER FROM AN UNKNOWN WOMAN (Yön: MAX OPHÜLS, 1948)
bilinmeyen bir kadından gelen bir mektup. ziyan olmuş bir mutluluk. iyi melodram gibisi yok… sinemanın büyük zanaatkarlarından max ophüls’la romantizm zirvesi. kürk mantolu madonna’yı sevenler bu filmi de sevdi.
110. BODY HEAT (Yön: LAWRENCE KASDAN, 1981)
noir sevip de bu kusursuz filmi görmeyen var mı? bu tarihin belki de en erotik filmini?
111. TAMPOPO (Yön: JÛZÔ ITAMI, 1985)
yaşam sevinci gibi bir japon klasiği. yemek üzerine yapılmış en güzel filmlerden; nefis bi komedi…
112. OSLO, 31. AUGUST (Yön: JOACHIM TRIER, 2011)
dünya sinemasının en heyecan verici genç yönetmenlerinden joachim trier boğazımıza düğüm atıyor… yalnız ve naçar bir insanın kafasının içini bu kadar iyi anlatan bir film daha yok. yaşam ve ölüm üzerine dev bir meditasyon. bugüne dek önerdiğim en yeni film ve gördüğünüzde altüst olacaksınız, şimdiden söyleyeyim…
113. SISTERS (Yön: BRIAN DE PALMA, 1973)
de palma’nın ilk döneminden, hitchcock’u çatlatacak zarafette bir korku gerilim. adeta bir imza film.
114. LES YEUX SANS VISAGE (Yön: GEORGES FRANJU, 1960)
rahatsız edici bi şeyler izlemek istiyorsanız, bu elli küsur yaşındaki tuhaf korku filmi tam sizlik… bir araba kazasında yüzü tanınmaz hale gelmiş kızına yeni bir yüz bulmaya çalışan dahi bir doktorun hikayesi. şiir gibi dili ve sinir bozucu atmosferiyle almodovar’ın la piel que habito’suna da ilham verdi bu saplantı epopesi…
115. NEMA-YE NAZDIK (Yön: ABBAS KIAROSTAMI, 1990)
tıpkı the imposter gibi bir sahtekarlık hikayesi. sinema sevgisini en iyi anlatan filmlerden biri… iran sinemasının yüz akı bu film ve sahte mahmelbaf’la gerçeğinin yüzleşmesi gibi unutulmaz anlarla tam bir duygu ziyafeti. -
8.
0116. SECONDS (Yön: JOHN FRANKENHEIMER, 1966)Tümünü Göster
hayatınızdan çok mu sıkıldınız? sizi yalandan öldürüp yeni bir yüz ve yeni bir kimlik veriyoruz! rankenheimer’ın adeta shaker’la hazırladığı bu türler kokteyli, paranoya üçlemesinin son halkası ve gerçek bir sinefil avı.
117. MARATHON MAN (Yön: JOHN SCHLESINGER, 1976)
midnight cowboy’un yönetmeninden, ayakkabınıza taş kaçmış gibi izleyeceğiniz enfes bir gerilim… dustin hoffman’ın en iyi performaslarından birine laurence olivier gibi bir dev mukabele edecek. e roy scheider de çilek.
118. SICK: THE LIFE & DEATH OF BOB FLANAGAN, SUPERMASOCHIST (Yön: KIRBY DICK, 1997)
kistik fibrozis hastası performans sanatçısı bob flanagan’ın hayatını anlatan tokat gibi bir belgesel. çocuk yaştan itibaren çektiği dayanılmaz acılar mazoşizme itiyor kahramanımızı ve bütün sanatını bunun üzerine inşa ediyor. festivaldeki gösteriminde salonun neredeyse yarısı boşalmıştı. herkese göre değil. çok sert bir şey izleyeceğinizi bilin.
119. PROOF (Yön: JOCELYN MOORHOUSE, 1991)
insanlara inanmayan ve her şeyin fotoğrafını çekip anlattıran kör bir adam; harika bir kara komedi… jocelyn moorhouse’un çıkış filmi, sinemanın özünde yatan röntgencilik duygusunu en iyi anlatan yapımlardan biri. gencecik hugo weaving’in tek kelimeyle döktürdüğü film, russell crowe gibi antipatik bir oyuncuyu bile sevdiriyor billahi.
120. KISS OF THE SPIDER WOMAN (Yön: HECTOR BABENCO, 1985)
kahrolası gerçeklerden kaçmayı anlatan en güzel film. bu ülkede bunu izlemeyelim de ne izleyelim? biri siyasi diğeri ahlaki suçlardan hüküm giymiş ve bir hücreye tıkılmış iki mahkum. biri gerçeğe esir, diğeri hayale meftun. iki harikulade aktörün ülke ve dünya ahvali karşısında konumlanırken yaşadığımız yaman çelişkiyi aydınlattığı bir şiir bu. bir günah çıkarma filmi… luis molina karakteri benim gibi sizin de duygularınıza tercüman olacak, hiç şüphem yok.
121. 3 WOMEN (Yön: ROBERT ALTMAN, 1977)
giderek birbirlerine dönüşen ve sonunda tek olan üç kadının hikayesi! altman’dan personavari bir dram. sinema tarihinin belki de en acayip iki kadın yüzünü bir araya getiren film, çok katmanlı bir rüya.
122. SHAO LIN SAN SHI LIU FANG (Yön: CHIA-LIANG LIU, 1978)
dün kadınlara gitti, bugün erkeklere gelsin! tüm zamanların en iyi martial arts filmlerinden biri… efsanevi shaolin tapınağı’nın sır gibi saklanan eğitim usullerini ifşa eden ilk film. janr yaratmış büyük bir klagib. erkeklere dedim ama aranızda bu epik dövüş sanatları şaheserini heyecanla izleyecek acayip kadınlar da olabilir pek tabii.
123. AND THEN THERE WERE NONE (Yön: RENÉ CLAIR, 1945)
bazen harika bir kitap harika bir film olabiliyor. agatha christie’nin on küçük zenci’si gibi… efsane bi kadroyu buluşturan bu suspense klasiği, tam bir hem eğlensem hem gerilsem, sonuna dek işin içinden çıkamasam filmi.
124. THE QUIET MAN (Yön: JOHN FORD, 1952)
western’in ağababalarından romantizmin zirvesine bayrak diken bir komedi-dram. ciksapelin ta kendisi! hiç böyle bir john wayne görmediniz. hiç böyle bir maureen o’hara görmediniz. hiç ama hiç böyle bir irlanda görmediniz…
125. RIZE (Yön: DAVID LACHAPELLE, 2005)
fotoğraf sanatının büyük dehası david lachapelle’den dünyanın belki en iyi dans belgeseli… politik ve sosyolojik arka planı ve büyüleyici estetiğiyle son 30 yılın en önemli dans hareketini anlatan bir dans ferresi.
126. STILLE NACHT (Yön: DANI LEVY, 1995)
iki erkek arasında kalan genç ve güzel bir kadın ve işlerin binlerce kez değiştiği bir noel gecesi… alman sinemasını ve 90’ların ruhunu seviyorsanız illa görmeniz gereken bir film. iliklerinize kadar yaşayacaksınız o geceyi.
127. LOGAN’S RUN (Yön: MICHAEL ANDERSON, 1976)
yıl 2274. çalışmak zorunda değilsin. zevk için yaşıyorsun. tek bi sorun var: 30’una gelince ölüyorsun! tarihin en erotik ve eğlenceli filmlerinden. hikayesiyle, yapım tasarımıyla vb. çarpacak, yıllarca dimağınızdan çıkmayacak.
128. YING HUNG BOON gib (Yön: JOHN WOO, 1986)
aksiyon ve dramın en mutlu birlikteliklerinden, hong kong sinemasının yönünü değiştiren kült klasiği. john woo’yu john woo yapan bu efsane yapım, biri kanun adamı diğeri gangster iki kardeşin hikayesi ve bir senaryo abidesi.
129. GRAND HOTEL (Yön: EDMUND GOULDING, 1932)
dönemin en lüks oteli, enfes bir karakterler galerisi ve olaylar, olaylar. çok eski ama çok iyi… garbo’dan başlayarak hollywood’un o günkü a listesini bir arada izleyebileceğiniz bu romantik dram, 1932’nin de oscar galibi. garbo ve crawford’un birbirlerine üstünlük kurmasınlar diye tek bir sahnede bile birlikte görünmediklerine dikkat çekerim.
130. SAY ANYTHING… (Yön: CAMERON CROWE, 1989)
en etkileyici gençlik filmlerinden, kusursuz bir romantik komedi! türe burun kıvıranlara izletmeli… cameron crowe’un bu gizli başyapıtı göz boyamak değil kalbinize dokunmak istiyor. john cusack hayranları kaçırmasın efendim. -
9.
0131. THE TROUBLE WITH HARRY (Yön: ALFRED HITCHCOCK, 1955)Tümünü Göster
hitchcock yüksek gerilim hattı gibi filmlerinde dahi gülmeceyi elden bırakmaz. e bi de komedi yaparsa! korkunun ustası kariyerinin en ayrıksı filminde komedi dehasını konuşturuyor, ölü bir insan bedeniyle harikalar yaratıyor.
132. DARE MO SHIRANAI (Yön: HIROKAZU KOREEDA, 2004)
japon sinemasının parlayan yıldızı hirokazu koreeda’nın çocuk bakış açısıyla çektiği güçlü bir dram. koreeda, anneleri evi terk eden ve bir başlarına kalan dört ufaklığın hikayesini anlatırken burnunuzun direğini sızlatacak.
133. SWEET SMELL OF SUCCESS (Yön: ALEXANDER MACKENDRICK, 1957)
güç ve buna paralel olarak ahlaki yozlaşmayı en iyi anlatan filmlerden biri, belki birincisi… odets ve lehman’ın senaryo, lancaster ve curtis’in oyunculuk dersi verdikleri bu noir klasiğini ne yapıp edip görmelisiniz.
134. YOUNG FRANKENSTEIN (Yön: MEL BROOKS, 1974)
türün en yaratıcı isimlerinden mel brooks en komik filmiyle komedinin zeka işi olduğunu haykırıyor! gene wilder’ı gene wilder yapan bu dev klagib, gözünüzden yaş getirene kadar güldürürken her yanından sinema ve sanat akıyor.
135. CUL-DE-SAC (Yön: ROMAN POLANSKI, 1966)
polanski’nin aykırı döneminden bu sinir bozucu güzellikteki komedi-gerilim saçmanın kitabını yazıyor. saçmadan giderek akla, mantığa ulaşıyor, insan ilişkilerindeki rollerin nasıl da kaşla göz arasında değiştiğini anlatıyor. bütün bunları görüp görebileceğiniz en tuhaf yollardan yapıyor ve yaratıcısının eşsiz dehasıyla deli gibi eğlendiriyor.
136. ALL THE KING’S MEN (Yön: ROBERT ROSSEN, 1949)
…
137. DIVORZIO ALL’ITALIANA (Yön: PIETRO GERMI, 1961)
ince mizah anlayışıyla italyan sinemasının çerçevesini çizen isimlerden pietro germi’nin dev klasiği. formunun zirvesinde bir mastroianni ve gencecik bir sandrelli’nin de katkılarıyla, evlilik kurumuna atılmış en satirik bakış. sinemayı sevmek için bir film yeter. gözlerinizden yaşlar gelene dek güleceğiniz bu harika komedi insana sinemayı sevdirir…
138. TOUCHEZ PAS AU GRISBI (Yön: JACQUES BECKER, 1954)
bir dönem türün ana vatanı amerikan sinemasını bile kıskandıran fransız noir’ının kusursuz bir örneği. albert simonin’in aynı adlı romanından yapılan bu harikulade uyarlama gelmiş geçmiş en etkileyici gangster filmlerinden biri. soluksuz izleyeceğiniz bu mükemmel serüven, aynı zamanda arkadaşlık kavrdıbının içini belki en iyi dolduran sanat eseri.
139. SOMMAREN MED MONIKA (Yön: INGMAR BERGMAN, 1953)
bergman’ın daha 35 yaşında estetik dehasını çatır çatır konuşturduğu hüzünlü bir aşk hikayesi. dost acı söyler makamında anlatılmış bu sarsıcı meseli kadın ya da erkekseniz özellikle izleyin.
140. JAILHOUSE ROCK (Yön: RICHARD THORPE, 1957)
bugünkü öneri eli muhkum bi elvis filmi olacak. kralı tanımak, hatırlamak, şapka çıkarmak, vb. için… marilyn halt etmiş. bu filmi izleyince ben daha ciksi bir insan görmedim diyeceksiniz; baştan söyleyeyim.
141. EL HABITANTE INCIERTO (Yön: GUILLEM MORALES, 2004)
zeka dolu bir korku-gerilim-gizem filmi. origamik anlatıda bir zirve. her gün çıkmıyor böylesi.
142. FAIL-SAFE (Yön: SIDNEY LUMET, 1964)
bugüne dek yapılmış en yüksek tansiyonlu nükleer savaş filmi. dr. strangelove’ın asık suratlı ikizi. soğuk savaş ikliminde basit bir elektronik hata insanlığı yıkıma sürükleyecek, siz de gözünüzü kırpmadan izleyeceksiniz.
143. THE DUELLISTS (Yön: RIDLEY SCOTT, 1977)
napolyon ordusunda görevli iki subayın bitmek bilmeyen adaveti. şüphesiz en iyi ilk filmlerden biri. ardısıra tarihin en iyi filmlerinden alien ve blade runner’ı çekecek olan ridley scott’un kanımca en iyi üçüncü filmi. namus meselesi dediğimiz şeyin ne saçma, ne ahmakça bir şey olduğunu görecek, erkek olmak üzerine bir daha düşüneceksiniz.
144. MIDNIGHT RUN (Yön: MARTIN BREST, 1988)
kariyeri boyunca her fırsatta komedilerde oynayan robert de niro’nun tartışmasız en komik filmi. de niro ve charles grodin’in enfes bir ikiliye dönüştüğü film görüp görebileceğiniz en yaratıcı serüvenlerden biri.
145. LETYAT ZHURAVLI (Yön: MIKHAIL KALATOZOV, 1957)
özellikle sinematografi konusunda çığır açmış büyüleyici bir başyapıt. rus sinemasının medarıiftiharı. aşkı ve savaşı anlatan bu şiir gibi filmi sevgilisini-nişanlısını askere gönderen/gönderecek olan hanımlar bilhassa izlesin. -
10.
0146. SYNECDOCHE, NEW YORK (Yön: CHARLIE KAUFMAN, 2008)Tümünü Göster
yaşam üzerine en temiz düşündüren filmlerden biri. müthiş bir zihin egzersizi. cesareti olan denesin.
147. THE THIN BLUE LINE (Yön: ERROL MORRIS, 1988)
bugün belgesel sinemasının handiyse yönünü değiştirmiş ekol bir errol morris belgeseli var sırada. tesadüfen bir araya gelmiş iki yabancı ve yıllarca aydınlanamamış nedensiz bir cinayet. bitse de bitmiyor bu film; ona göre.
148. THE WARRIORS (Yön: WALTER HILL, 1979)
çete savaşlarını anlatan bu film popun yüksek sanat eserine evrilmesinin en nadide örneklerinden biri. bir mucize bu film. yinelenemez bir başarı. çizgi roman, bilgisayar oyunu, aksiyon, bilimkurgu meraklıları görmeden ölmesin.
149. PIXOTE: A LEI DO MAIS FRACO (Yön: HECTOR BABENCO, 1981)
anasız babasız büyüyen, her türlü suça itilen sokak çocuklarının hikayesi daha etkileyici anlatılmadı. hector babenco’nun filmi ve filme adını veren başkahramanı kalbinize dokunacak, iki saatliğine siz de brezilyalı olacaksınız.
150. TO BE OR NOT TO BE (Yön: ERNST LUBITSCH, 1942)
la vita e bella’yı sevmiş miydiniz? bu mükemmel ernst lubitsch satirini de bir o kadar seveceksiniz.
151. REFLECTIONS IN A GOLDEN EYE (Yön: JOHN HUSTON, 1967)
carson mccullers, john huston, marlon brando, elizabeth taylor ve en tuhaf sinema zaferlerinden biri. gizli eşcinsellik, evlilik, ihanet ve orduya mensup şerefli bi erkek olmak. tüm bu malzemenin görsel anatomisi adeta bu film.
152. HÖSTSONATEN (Yön: INGMAR BERGMAN, 1978)
daha çok baba-oğul çatışmasına meraklı 7. sanatın, anne-kız çatışmasına attığı unutulmaz bir bakış. yüreğinizi burkarken beyninizde şimşekler çaktıran bu dev yapıt perdedeki en büyük buluşmalardan birine sahne oluyor… yönetmenlik sanatının zirvesinden ingmar bergman’la oyunculuk sanatının zirvesinden ingrid bergman’ı bir araya getiriyor! özellikle bir annesi ve/veya bir kızı olan her kadının görmesi gerekiyor. kendinize yapabileceğiniz eşsiz bir jest inanın…
153. SORCERER (Yön: WILLIAM FRIEDKIN, 1977)
tarantino’nun tüm zamanların en iyi 12 filmi arasında saydığı bir gizli hazine. bir avantür şaheseri. friedkin ve scheider’i en iyi dönemlerinde buluşturan film, şaşırtıcı anlatımı ve keza gerilimiyle esaslı bi sinema deneyimi. tangerine dream’in bu film için yaptığı ve 80’lerde neredeyse her üç türk filminden birinde karşımıza gelen müziklere dikkat!
154. RYAN’S DAUGHTER (Yön: DAVID LEAN, 1970)
sinemaya başta ihtişam duygusu olmak üzere büyük katkılar yapmış bi ustanın az bilinen başarılarından. sinir bozucu derecede inandırıcı bir aşk üçgeniyle irlanda devrimini koşut olarak anlatan, müthiş eğlenceli bir tarihi dram. o en çok gitmek istedikleri ülke irlanda olanların eli mahkum görmesi gerek; zira irlanda’yı daha iyi anlatan bir film yok! üç saati aşan süresi gözünüzü korkutabilir. ancak öyle lezzetli bi film ki bu, su gibi akacak, bitsin istemeyeceksiniz hatta.
155. PAPURIKA (Yön: SATOSHI KON, 2006)
bu mucize anime, japon animasyon sanatçılarının bizimle aynı dünyada yaşamadığının ispatı sanki! nasıl ki anime şaheseri ghost in the shell olmadan the matrix olmazdı, bu film olmadan da inception olmazdı diyeceğim… animeye başlamak için de altın bir fırsat olduğunu hatırlatıp fragmanı paylaşmakla yetineceğim: http://www.youtube.com/watch?v=jJzEW_eE1G0 -
11.
0156. STROSZEK (Yön: WERNER HERZOG, 1977)Tümünü Göster
hapisten çıkmış bir deli, bir ayağı çukurda bir ihtiyar, bir fahişe ve bir werner herzog acayipliği. ian curtis’in ihtihardan önce son eyleminin amerikan rüyasını ters yüz eden bu hiper gerçekçi filmi izlemek olduğu söylenir. 20 küsur yıl önce istanbul film festivali’nde oynayan bu meydan okuma şimdi yeniden gösterilse kapılar kırılır yemin ederim.
157. JALSAGHAR (Yön: SATYAJIT RAY, 1958)
evlat acısını melodramın kolaycılığına kaçmadan ama bütün karanlığıyla anlatan bir 7. sanat anıtı. büyük usta satyajit ray’ın hareketli görüntü sanatının tüm olanaklarını kullandığı film, hint sinemasının da medarıiftiharı. insan ruhunu esir alan, hayatı zindana çeviren suçluluk duygusu kavrdıbını bi filozof derinliğinde didikliyor, resmediyor ray.
158. ESTÔMAGO (Yön: MARCOS JORGE, 2007)
brezilya’dan gelen bu modern zaman masalı, yemek üzerine yapılmış en büyük güzellemelerden biri. baştan sona gülerek/gülümseyerek izleyeceğiniz bu nefis anlatı, sadece iyi yemek yaparak dünyaları fethedebilirsiniz diyor. dramatik yapısı ve karakter çalışmasıyla hayranlık uyandıran bu iştah açıcı film aslında bir suç filmi ve hapisanede geçiyor! kendi adıma 20 yıl evvel şarküteri’yi (delicatessen) sevdiğim gibi sevdiğimi ilave edeyim. izleyeceklere iyi seyirler.
159. THE MIRACLE WORKER (Yön: ARTHUR PENN, 1962)
benim dünyam, hint filmi black’in yeniden çevrimi. black ise arthur penn’in the miracle worker’ının… penn’in filmi bancroft ve duke’un mantık sınırlarını zorlayan performanslarıyla izlemesi en zor, en tuhaf filmlerden biri. bugünün 3D filmleri bile bu kadar içine alıp hırpalamıyor seyirciyi. tam bir meydan okuma. yüreğinize güveniyorsanız izleyin. not: filmin zorluğu duygu sömürüsünden kaynaklanmıyor. bu bir melodram değil. zor çünkü sinir bozucu derecede gerçekçi.
160. TENGOKU TO JIGOKU (Yön: AKIRA KUROSAWA, 1963)
akira kurosawa’nın stiliyle ayrı, anlatımıyla ayrı çarpan filmi, kusursuz bir polisiye film atölyesi. bi fidye hikayesini sınıfsallık üzerinden ele alan film, gerek matematiği, gerekse ahlaki problematiğiyle epeyi uğraştıracak. benzer amerikan yapımlarını suya zütürüp susuz getirecek filmin en büyük kozlarından biri de eşsiz toshiro mifune elbette.
161. SHI BA BAN WU YI (Yön: CHIA-LIANG LIU, 1982)
akıllara durgunluk veren silahlar, doğaüstü savaşçılar ve en uçuk martial arts fantazilerinden biri. kung fu filmlerine meraklıysanız çizgi film izleyen dört yaşında bir çocuğa dönüşeceksiniz. ki finalden bahsetmiyorum bile! kill bill filmlerinde johnny mo ve pai mei olarak karşımıza gelen chia-hui liu’nun dehası karşısında ne denilebilir ki?
162. JEREMIAH JOHNSON (Yön: SYDNEY POLLACK, 1972)
all is lost ile 77 yaşında hala hayranlık uyandıran robert redford’un çakı gibi olduğu döneme gidelim. büyüleyici görüntüler eşliğinde bir dağ addıbının doğaya ve kızılderililere karşı destansı mücadelesine tanıklık edelim.
163. TROPA DE ELITE (Yön: JOSÉ PADILHA, 2007)
devam bölümüyle birlikte brezilya tarihinin en çok iş yapan, kültürel bir fenomene dönüşen filmi. 2008’de berlin’de altın ayı kazanan film, hollywood’u kıskandıracak aksiyonuyla soluksuz izleyeceğiniz bir politik gerilim. yürütmenin başından polis teşkilatındaki en küçük memura dek devletin nasıl yozlaştığını daha iyi anlatan bir film yok belki.
164. GASLIGHT (Yön: GEORGE CUKOR, 1944)
biraz kenarda kalmış bir noir belki ama cukor’un hakimiyeti ve bergman’ın masumiyeti ile nefes kesici. karısını çıldırtan erkek rolünde boyer de çok iyi. gizem ve gerilim dolu, karanlık bir şeyler izlemek isteyenler denesin.
165. TWO-LANE BLACKTOP (Yön: MONTE HELLMAN, 1971)
modifiye otomobillere ve drag racing’e ilgi duyanların kutsal filmi. bir bağımsız sinema zaferi. sadece ve hep yolda olmaktan dolayı kimliksizleşmek üzerine ilginç değinmeleri var filmin. cabası da araba ferregrafisi.
166. PAT GARRETT & BILLY THE KID (Yön: SAM PECKINPAH, 1973)
billy the kid ve celladı pat garrett’ın hikayesini bir de türün babası sam peckinpah’tan dinleyin. kristofferson ve coburn gibi iki erkeklik timsalini karşılaştıran film, vahşi batı’ya yapılacak en gerçekçi yolculuk belki.
167. IT’S A MAD, MAD, MAD, MAD WORLD (Yön: STANLEY KRAMER, 1963)
adında az bile ‘mad’ geçiyor. efsane bir kadroyla tüm zamanların en en en en çılgın komedisi! ‘63 yapımı bu epik macera, gömülü bir hazine için yarışan bir grup insanın insanlıktan çıkma hikayesi. gül gül öleceksiniz.
168. DIABOLIK (Yön: MARIO BAVA, 1968)
korku sinemasının ağababası mario bava, aksiyon, komedi ve fantezi ihtiyacımızı da unutmuş değil. hepimizin hayalindeki hayatı süren başkahramanı diabolik dünyanın en azılı haydutu. en zeki hırsızı. ha bir de aşırı ciksi! arkadaşlarla film partisi mi yapacaksınız? işte bu film tam sizlik! bol bol gülüp, geyik yapabileceğiniz nefis bir seyirlik.
169. THE KILLING FIELDS (Yön: ROLAND JOFFÉ, 1984)
iki milyon insanın canına mal olmuş bir diktatörlük rejimi ve tarihin en hümanist filmlerinden biri. yaşanan zulmü dünyaya duyurmaya çalışan bir fotoğrafçıyla tercümanlığını yapan yerel gazetecinin ağlatan dostluk hikayesi.
170. KOKUHAKU (Yön: TETSUYA NAKASHIMA, 2010)
japon sinemasının intikam filmlerinde alıp başını giden güney kore sinemasına okkalı cevabı. çok iyi. sadece şu fragman bile kan dondurucu. kusursuz bir senaryo aritmetiği. sinir sisteminize kolay gelsin. http://www.youtube.com/watch?v=F73eXXiMwB4 -
12.
0171. DON’T LOOK NOW (Yön: NICOLAS ROEG, 1973)Tümünü Göster
benim bu yaşıma dek izlerken en gerildiğim şey korku filmiyle sanat sinemasının bu buluşması olabilir. pgibolojik derinliği olan bu dahiyane karakter draması, klişelere yaslanmadan korku türüne atılabilmiş nadir imzalardan. pozitif akıl ve batıl itikatların çarpıştığı filmin bir sürprizi de tarihin belki en yaratıcı, en tutkulu sevişme montajı.
172. HAPPINESS (Yön: TODD SOLONDZ, 1998)
bugün size nihayet happiness önereceğim. son 15 yılda yapılmış tüm filmler içinden en çok izlediğim. 100 kez görseniz bıkmayacağınız bu olay film, soap opera üslubunda çekilmiş kusursuz bir satir. bi eşi daha yok yemin ederim. toplum dediğimiz şeyin yapı taşı olan aile kurumundan başlayarak nasıl çöktüğünü anlatan film her anlamda altüst edecek sizi. rüya gibi bir kadro ve sinemanın tüm diğer enstrümanlarıyla katıla katıla güldürürken, dayak yemişten beter edecek. beter. bu da happiness üzerine düşüncelerim. dursun elinizin altında, izleyince okursunuz efendim. http://cemirique.tumblr.c...968036/mutluluk-happiness
173. LE FEU FOLLET (Yön: LOUIS MALLE, 1963)
alkolizmi, topluma uyumlanamamayı ve intihar olgusunu en iyi anlatan film. perdeye yazılmış bir şiir. muhteşem maurice ronet’nin yaşamayı belki herkesten çok hak eden kahramanının hikayesi boğazınıza bir yumruk gibi oturacak. bu yeni dalga harikasının yeniden çevrimi olan oslo 31. august benim gibi size de dokunduysa görmeniz şart. nokta.
174. THE BREAKFAST CLUB (Yön: JOHN HUGHES, 1985)
tartışmasız tüm zamanların en başarılı lise filmi. 80’ler ruhunun aynası, gerçek bir kült klasiği. gençlik filmleri denince akla gelen ilk isim john hughes. bu da hughes’un kariyer filmi. cabası türün tüm yıldız isimleri. dünya üzerindeki tüm liselileri temsil eden beş efsane karakterin kimlik sorunu ve otoriteyle imtihanı. kezlerce izlenesi.
175. ADAM’S RIB (Yön: GEORGE CUKOR, 1949)
kadınlığı ve erkekliği en doğru tarifleyen filmlerden biri. hiper gerçekçi bir romantik komedi. mükemmel bir karı-koca birbirini öldürecek hale gelmiş bi başka karı-kocanın avukatlıklarını üstleniyor ve olaylar gelişiyor. birbirinden olağanüstü hepburn ve tracy’nin oyunculuğun kitabını yazdıkları film tarihin belki en bomba repliğiyle bitiyor! levent kırca, nevra serezli, şener şen, perran kutman’lı yerli versiyonunu bilirsiniz kesin. tabii bu film 10 kat daha komik.
176. IL CONFORMISTA (Yön: BERNARDO BERTOLUCCI, 1970)
faşizmin doğasına atılmış en keskin bakışlardan biri. az bilinse de tüm bertolucci’lerin en iyisi. dikkat isteyen parabolik kurgu son ana dek merakta bırakacak; bu arada sinema sanatının zirvelerinde dolaşacaksınız tabii. tüm zamanların en iyi filmleri soruşturulduğunda özellikle yönetmenlerin çok yukarılara koyduğu bir yapım olduğunu ekleyeyim.
177. LOVE STREAMS (Yön: JOHN CASSAVETES, 1984)
bağımsız sinemanın öz babasından; abi-kız kardeş iki tuhaf karakterin alışılmadık delirme hikayesi. aşk durdurulamaz bir ırmak mıdır? sonsuza dek akar mı sizce de? kalple beyin arasında mekik dokuyan film böyle soruyor işte.
178. PLANES, TRAINS & AUTOMOBILES (Yön: JOHN HUGHES, 1987)
şükran günü’nde evine ulaşmaktan başka bir şey istemeyen bir adam ve yollarda geçen çılgın bir macera. steve martin’in tek kelimeyle döktürdüğü bu kusursuz amerikan komedisi, bir buçuk saat boyunca katıla katıla gülme garantili.
179. SUNRISE: A SONG OF TWO HUMANS (Yön: F.W. MURNAU, 1927)
sadece yapıldığı dönemin değil tüm dönemlerin en iyilerinden, sessiz sinemanın büyük büyük başyapıtı. aşkın dönüştürücü gücüne büyüleyici bi bakış atan bu eşsiz murnau masalı, estetik açıdan en başarılı sessiz film muhtemelen.
180. DARLING (Yön: JOHN SCHLESINGER, 1965)
seven ama bağlanamayan bir kadın. ne hayatlar deniyor. hiçbiri yetmiyor. açgözlülük bedelini ödetiyor. komediden trajediye dönen yok oluş hikayesi. özgürlüğü fırsatçılık sanan kahramanıyla 40 yıl öncesinden bugüne bakıyor sanki. julie christie’nin oscar’lı oyununa dirk bogarde eşlik ediyor. iliklerinize işleyecek bir başyapıt, gizli bir hazine bu film.
181. THE FALLEN IDOL (Yön: CAROL REED, 1948)
ingiliz sinemasının büyük ustasından tek tanığı bir çocuk olan nefes kesici bir cinayet hikayesi. bir çocuğun gözünden müthiş bir maharetle anlatılan bu graham green uyarlamasının hitchcock’u epey kıskandırdığını ekleyeyim.
182. BEAU-PÈRE (Yön: BERTRAND BLIER, 1981)
üvey babasına aşık olan 14 yaşındaki marion tam bir blier kahramanı. hem masum hem baştan çıkarıcı. ozon yokken blier vardı. itinayla tabu yıkardı. burada da diyelim ki amerikan sinemasının asla dokunamayacağı bir şeyi yaptı. şoke etmekle değil anlamakla ilgileniyor blier ve pgibolojik açıdan en derinlikli filmlerden birine imza atıyor.
183. IL GRANDE SILENZIO (Yön: SERGIO CORBUCCI, 1968)
tarantino’nun en büyük takıntılarından django’nun yaratıcısı corbucci, western’i yapıbozuma uğratıyor. izleyeni avcunun içine alan müthiş atmosfer, nasıl yani dedirten, isyan ettiren inanılmaz finale dek bir an tavsamıyor. çoğunuzun üç renk: kırmızı’dan tanıdığı jean-louis trintignant, adeta tiksineceğiniz kinski’nin karşısında dev döktürüyor.
184. EL ESPÍRITU DE LA COLMENA (Yön: VÍCTOR ERICE, 1973)
soluk soluğa bi hikaye, nefes kesen bi aksiyon aramıyor, güzellik duygusuyla yıkansam kafi diyorsanız. frankenstein’ı izledikten sonra gerçekle fanteziyi ayırt edemez hale gelen yedi yaşında bir kız. kızınız olsun isteyeceğiniz. büyüleyici bir kırsal tasviri ve bütünüyle duygulara seslenen bir sinema ziyafeti. ispanyol sinemasının iftiharlarından.
185. THE VERDICT (Yön: SIDNEY LUMET, 1982)
paul newman’ın etkileyici karakter çalışmasıyla zihne kazınan, dört dörtlük bir mahkeme filmi. paranın karşısında hiçe sayılan insan hayatını savunan alkolik ve düşkün avukatın onur mücadelesi. adeta bir rocky filmi. -
13.
0186. LA PLANÈTE SAUVAGE (Yön: RENÉ LALOUX, 1973)Tümünü Göster
sanatsal açıdan dudak uçuklatan bu 40 yıllık animasyon, sürrealizmin sinemayla en en hakiki buluşması. cannes’ı birbirine katmış bu dahiyane film, insan medeniyetine dair en çarpıcı eleştirilerden biri. yok böyle bi yaratıcılık. bi tür düşünün. insanoğluna insanların hayvanlara baktığı gibi baksın. böceklere hatta. haşerelere. yaşasın fantastik sinema.
187. REDS (Yön: WARREN BEATTY, 1981)
bolşevik devrimini amerika’ya getirmeye çalışan idealist bir gazeteci ve yumruk gibi bir aşk hikayesi. 12 dalda oscar adaylığı, en iyi yönetmen dahil üç ödül ve yakın tarihi bi an bile sıkmadan, şiir gibi anlatan bir belge film. beatty büyük aktörlükten büyük sinemacılığa terfi ederken, keaton’la tarihin en inandırıcı çiftlerinden birini oluşturuyor. şahsen en hayran olduğum oyunculuk performanslarından ikisi, hayatta en çok etkilendiğim aşklardan birini perdeye kazıyor. üç saati aşan süresi asla gözünüzü korkutmasın. film değil destan gibi düşünün. bitince sudan çıkmış balığa döneceksiniz.
188. CRÍA CUERVOS (Yön: CARLOS SAURA, 1976)
gelin, bir çocuk için anasız-babasız kalmanın ne demek olduğunu bir de carlos saura’dan dinleyin. ispanyol sinemasının büyük ustası görüp görebileceğiniz en tatlı melonkolikle, kafayı ölümle bozmuş ana’yla tanıştırsın sizi.
189. UN COEUR EN HIVER (Yön: CLAUDE SAUTET, 1992)
adı üstünde ayazda bir yürekle kabına sığmaz bi tutkunun karşılaşması. en çok etkilendiğim filmlerden. beart’e ayrı, auteuil’e ayrı aşık olacağınız bu sarsıcı dram ravel’in müziğiyle birlikte zihninizde kocaman yer edecek.
190. THE TRAIN (Yön: JOHN FRANKENHEIMER, ARTHUR PENN 1964)
trenli film önereceğim demiştim; buyurun tren! bu filmi izleyince demir yollarında işe girebilirsiniz! II. dünya savaşının sonu. renoir’dan degas’ya, miro’dan picasso’ya fransa’nın sanatsal servetini almanya’ya kaçırma girişimi. bunu engellemek için eşsiz burt lanchester’dan başlayarak, canını hiçe sayan bir grup kahraman fransız’ın müthiş hikayesi. inanılmaz gerçekçi bir aksiyon, tansiyonunuzu zıplatacak bi gerilim. görüp görebileceğiniz en acayip savaş filmlerinden biri.
191. MIRACLE ON 34TH STREET (Yön: GEORGE SEATON, 1947)
şirinevler muhtarının affına sığınarak noel baba filmi önereceğim. efsaneyi konu alan efsane bir film. it’a wonderful life’tan sonra yapılmış en iyi noel filmi. hristiyan olmanıza gerek yok. mutluluktan serseme döneceksiniz.
192. DEVDAS (Yön: SANJAY LEELA BHANSALI, 2002)
yılda 1000 filme imza atan bollywood’un müzikli-dansı epik melodramlarında aşılamayacak bir zirve. belki 20 kez filme aktarılmış bir roman. ülkenin en büyük üç yıldızı. cleopatra’yı bile gölgede bırakacak bir sanat yönetimi. ölene dek dinlemek isteyeceğiniz müzikler. filme alınmış en iyi dans koreografileri. ve hıçkıra hıçkıra ağlatacak bir final. benim aşık olduğum filmlerden biri. sadece şu sahneyi izleyerek ciddi bi fikir edineceğinizden eminim. http://www.youtube.com/watch?v=s9oeBzNBIso
193. ALTERED STATES (Yön: KEN RUSSELL, 1980)
halüsinatif uyuşturucular ve bir su tankı marifetiyle evrimi genetik açıdan tersine çeviren bilimadamı. tek başına film izleme sebebi william hurt, bu aşırı saçma ama bi o kadar eğlenceli ken russell fantezisinde yine döktürüyor. bu kadar lakayıt olup, bu kadar ciddi ciddi varoluş, hayatın anlamı ve tabii aşk üzerine düşündüren bir film daha yok.
194. THE BIG HEAT (Yön: FRITZ LANG, 1953)
sırtını politikaya yaslamış suç örgütünün foyasını ortaya çıkarmaya çalışırken köşeye sıkışan polis. önce adalet sonra intikam derken kanunu bile tanımayacak. fritz lang imzalı bu nefis polisiye de türün klişelerini yaratacak.
195. A AY (Yön: REHA ERDEM, 1989)
nihayet bir türk filmi. sadece türk sinemasının değil dünya sinemasının en ilginç anlatılarından biri. tanımlamak zor bu filmi. siyah beyazın güzelliğinde kaybolacağınız düşsel bir yolculuk sanki. rüyadan uyandığınız an gibi. reha erdem’in sinema sanatına ilk hediyesi, münir özkul’un da perdeye vedası. ne büyük bir aktör olduğunu anlamak için kafi.
196. BRICK (Yön: RIAN JOHNSON, 2005)
gizemiyle ve dozunda dramıyla retinada harika bir tat bırakan, yakın tarihli bir küçük hazine. 40’ların eşsiz kara film mantığını 2000’lere ve bir liseye taşıyan film, hayatı değil hayat tarzı olan gençlere bakıyor. bogart’ımız joseph gordon-levitt, türleri ve dönemleri karıştıran bu havalı suç filminde asla aşamayacağı bir etki yaratıyor.
197. LE CERCLE ROUGE (Yön: JEAN-PIERRE MELVILLE, 1970)
le samourai’la benim hayatta en sevdiğim 10 filmden birini yapmış bir ustadan bir diğer suç şaheseri. kendinden sonraki kuşakları derinden etkilemiş, gerçek bir sinema büyücüsü melville ve saf sinemanın doruklarında geziniyor. delon, volonte ve montand gibi üç dev isimle avuç içlerinizi terletecek, boğazınızı kurutacak bir soygun filmine imza atıyor. tamamen diyalogsuz yarım saatlik soygun sahnesiyle sinema sanatının gövde gösterisi bu film. diğer sanatlar çay demleyebilir.
198. ARIEL (Yön: AKI KAURISMÄKI, 1988)
hayatla cebelleşmeyi bırakmış, teslim olmuş bir toplumda isyan bayrağını çeken bir adamın hikayesi. aki kaurismaki, müthiş gözlem yeteneği ve gülmeceyi hüzne katık eden stiliyle 70 dakikalık bir iskandinav masalı anlatıyor. kendi kültürüne dışarıdan bakabilme ve yabancılaştırma kabiliyetiyle, seyirciyi ağır ama ritimli bir yolculuğa çıkarıyor.
199. GUNFIGHT AT THE O.K. CORRAL (Yön: JOHN STURGES, 1957)
wyatt earp-doc holliday gerçekte en fazla burt lancaster-kirk douglas kadar karizmatik olabilirlerdi. tarihin en karizmatik şerifi ve kanun kaçağının hikayesini iki dev aktörün harika performanslarından izlemek ne büyük zevk. western’e ilgi duyanların bağırlarına basacakları film olağanüstü karakter çalışmasıyla türün en değerli örneklerinden biri.
200. LUCÍA Y EL SEXO (Yön: JULIO MEDEM, 2001)
sırada çok özel bir film var. defalarca izlediğim ve her izleyişimde gözyaşlarına boğulduğum bir film. gözyaşlarım biraz güzellik duygusundan, biraz müziğinden, biraz mimarisinden ama en çok da kendimden bir şeyler bulmaktan. sinemada son 25 yılın en sıra dışı imzalarından julio medem’le bir yazarın zihninin derinliklerine doğru yolculuk ediyoruz. bir romanın doğum sancısına ortak olurken, müthiş bir aşk hikayesinin içinden geçiyor ve tüm kahramanlarıyla özdeşleşiyoruz. öyle dahiyane bir kurgu söz konusu ki bu film bitmiyor ve her izleyişte yeniden başlıyor. ha bir de böyle bir erotizm yok! -
14.
0201. LE NOTTI DI CABIRIA (Yön: FEDERICO FELLINI, 1957)Tümünü Göster
fellini’nin IMDB kuşağı nazarında 8½, la strada ve la dolce vita’dan evla cabiria’sıyla başlıyoruz. cabiria, sinemanın hayatın gerçekliğinden yola çıkarak sanatın gerçekliğinde duygu üretebilme kabiliyetinin zirvesidir. fellini’nin hayat arkadaşı da olan giulietta masina’nın akıllara seza kompozisyonuyla ömür boyu unutamayacağınız bir filmdir. bütün kalbimle kişisel tüm zamanlar ilk on listemin değişmezi olan bu filmi görmenizi isterim… http://shar.es/UJTf6
202. MY OWN PRIVATE IDAHO (Yön: GUS VAN SANT, 1991)
aslında aşkı arayan erkek fahişe ve görüp görebileceğiniz en acayip anti kahraman hikayelerinden biri. hayatın en önemli anlarında uyuyakalan bir narkolepsi hastası olarak benzersiz river phoenix ve tek arkadaşı keanu reeves. gus van sant bu en üslupçu filminde hollywood hiç yokmuş gibi anlatıyor hikayesini ve büyülü bir romantizme imza atıyor.
203. WOODSTOCK (Yön: MICHAEL WADLEIGH, 1970)
insanlık tarihinin en büyük buluşması woodstock; bu da dünya gözüyle görülmüş bir rüyanın belgesi. orada değildik. hiçbir zaman da olmayacağız. ama bu kusursuz belgeselle o rüyayı yaşamış 500 bin kişiyle hep özdeş kalacağız.
204. THE SOUND OF MUSIC (Yön: ROBERT WISE, 1965)
oscarlı film önermek de nereden çıktı diyeceksiniz. artık böylesi ne çekiliyor, ne izleniyor efendim. sinema sanatının çok ekmeğini yediği, neden sonra gönlünün geçtiği müzikal türünün hemen hemen en klagib örneği. batı yakası hikayesi’nin üstüne daha ne yapılabilir denilirken bunu yapıyor robert wise ve türe resmen noktayı koyuyor. julie andrews kalbinizi fethederken çoğunu çok iyi bildiğiniz müziklerle örülü sahneler tüylerinizi diken diken edecek.
205. UN HOMME ET UNE FEMME (Yön: CLAUDE LELOUCH, 1966)
iki dulun hayatta yeniden sevme/aşık olma ihtimali ve sinema sanatının en büyük zaferlerinden biri. diyalogdan ziyade aksiyona dayanan senaryosu ve lelouch’un izleyenin ağzını açık bırakan yönetimiyle, sinema işte bu. her izleyişte içimden sanırım yapılmış en güzel aşk filmi diye geçiririm, aimee ve trintignant’lü bu gündüz düşü için. francis lai’nin filme ruhunu veren güzelim müziklerini de unutmamak lazım tabii. http://www.youtube.com/watch?v=2bYBn5VJ-ko + http://www.youtube.com/watch?v=8e8jjXaMkus
206. WADJDA (Yön: HAIFAA AL-MANSOUR, 2012)
bugüne dek önerdiğim en yeni film; 2012 yapımı bi suudi arabistan filmi. insanın ruhunu ısıtan vecide. sinema yapmanın yasak olduğu bir ülkede bir kadın yönetmen tarafından gizlice çekilmiş bu film tek kelimeyle inanılmaz. hayalindeki bigibleti alabilmek için ödüllü en iyi kuran okuma yarışmasına katılan vecide’nin güldürürken ağlatan hikayesi.
207. PEEPING TOM (Yön: MICHAEL POWELL, 1960)
sinemanın röntgenci doğasına en dolaysız bakışlardan birini atan, olağanüstü michael powell gerilimi. kadınları öldürürken yüzlerindeki korkuyu filme alan genç ve yakışıklı bir pgibopat ve sinemanın pgibanalizle teşrikimesaisi. çıktığı dönemde nefretle karşılanan ama zaman içerisinde kült statüsü kazanan filmlerin başında gelir belki. çok acayiptir.
208. DEAD MAN’S SHOES (Yön: SHANE MEADOWS, 2004)
zihinsel engelli kardeşine yapılan zulmün intikdıbını almak için evine geri dönen bir askerin hikayesi. son dönem ingiliz sinemasının en heyecan verici isimlerinden birinden hem akla hem duygulara hitap eden sarsıcı bir anlatı.
209. VIVRE SA VIE (Yön: JEAN-LUC GODARD, 1962)
nihayet bir godard ekliyoruz listeye. oyuncu olmayı hayal ederken kötü yola düşen nana’nın hikayesi. parisli genç kadının bir fahişeye dönüşmesini 12 kısımda adım adım anlatıyor godard ve yüreğimize hançer saplıyor. sinemayı belki herkesten çok değiştiren bir yaratıcı, bi nevi tanrı godard ve nana’yı oynayan anna karina da onun tanrıçası. bu siyah beyaz film de sanat filmi; yok o da değil, görüp göreceğiniz en yüksek sanat eserlerinden biri. baştan söylemesi!
210. IDI I SMOTRI (Yön: ELEM KLIMOV, 1985)
sinema bazen öyle yoğun bir deneyime dönüşür ki sinema olmaktan çıkar. bize hiç yaşamadığımız büyüklükte bir şey yaşatır. bir film izleriz ve artık başka birisiyizdir. hiçbir şey eskisi gibi değildir. işte şimdi önereceğim, tam da böyle bir film. elem klimov imzalı bu savaş filmi, hiç yaşamadığımız ve yaşamak istemediğimiz bi şeyi adeta yaşatıyor. bi silah bulup orduya katılan tertemiz çocuğun, II. dünya savaşı’yla masumiyetini yitirişi, kirlenişi, yaşlanışının hikayesi. sinemanın bütün enstrümanlarını sonuna dek kullanan, boğaza yumruklar tıkayan, altüst eden bir deneyim. bir sinema mucizesi. ve anmadan geçemeyeğim; aleksey kravchenko ismindeki sıpanın tüm zamanların en iyisi diyebileceğim çocuk oyuncu performansı!
211. DUEL (Yön: STEVEN SPIELBERG, 1971)
spielberg daha ilk filminde gerilimin kitabını yazıyor, tepeden tırnağa sinemacı olduğunu haykırıyor. manyak bir kamyon şoförü binek arabaya musallat oluyor ve 90 dakika boyunca kan ter içinde bir kovalamaca yaşanıyor. bir cümlelik hikayeden yola çıkan spielberg, sadece aksiyonun konuştuğu benzersiz ve sinir bozucu bir başyapıta imza atıyor.
212. MISSING (Yön: COSTA-GAVRAS, 1982)
şili’de 73’teki askeri darbe sırasında ortadan kaybolan idealist yazar. onu arayan bir baba ve bir eş. yılmaz güney’in yol’uyla altın palmiye paylaşan bu costa-gavras şaheseri, bireyin devlet karşısındaki çaresizliğinin şiiri. dev aktör jack lemmon’ın rejimin tüm engellemelerine rağmen adeta buhar olan oğlunu bulma gayreti öyle böyle değil inanın ki.
213. CLERKS. (Yön: KEVIN SMITH, 1994)
arkadaşım olsun isteyeceğim ilk yönetmen smith’tir. dünyanın en komik adamıdır. bu da en komik filmi. tezgahtarlık yapan iki ahbap çavuşun bir gününü anlatan film, dahiyane diyaloglar ve akıl dolu bir mizahla kalbinizi çalacak. tarantino filmlerini kıskandıracak sınırsız geyik potansiyeliyle amerikan bağımsız sinemasının medarıiftiharlarından sağlam.
214. COMING HOME (Yön: HAL ASHBY, 1978)
bir kadın ve bir erkeğin kadın ve erkek olmanın ötesinde, insanca bir ilişki kurması mümkün müdür? topluma rağmen bunu başaran iki insanın hikayesi; unutulmaz bir sevgi, aşk, arkadaşlık filmi. iç titreten bir sinema zaferi. fonda ve voight’un oscarlı performansları ve ashby’nin dahiyane anlarıyla, keza en iyi savaş karşıtı filmlerden biri.
215. ANOTHER YEAR (Yön: MIKE LEIGH, 2010)
hayatta ruh eşini bulup harika bir aileye sahip olanlar. ve bulamayıp her daim yalnız kalanlar. ingiliz sinemasının en iyi hikaye anlatıcısından, insanın içini ısıttığı nispette yüreğini burkan, unutulmaz bir komedi-dram. yaşamın içinden düpedüz tanıdığımız, neredeyse gerçek karakterlere hayat veren olağanüstü oyuncular ve kusursuz oyunculuklar.
216. IN HARM’S WAY (Yön: OTTO PREMINGER, 1965)
II. dünya savaşı fonunda geçen ve bir dizilik malzeme içeren melodram soslu enfes karakter draması. wayne, douglas, neal ve daha kimler. türleri ustalıkla melezliyor preminger ve en iyi ordu filmlerinden birine imza atıyor. -
15.
0217. SHORT CUTS (Yön: ROBERT ALTMAN, 1993)Tümünü Göster
22 ayrı karakter ve iç içe geçmiş 10 ayrı hikaye. sıradan insan hayatlarından zafer ve trajediler. büyük sinemacı altman, büyük öykücü carver’ın yapıtını görülmemiş ustalık ve benzersiz incelikle sinemaya tercüme ediyor. hollywood’un en prestijli oyuncularını bir araya getiren bu 3 saatlik başyapıt bitsin istemeyecek, bitince isyan edeceksiniz.
218. CET OBSCUR OBJET DU DÉSIR (Yön: LUIS BUÑUEL, 1977)
yaşlı bir erkeğin genç bir kadına duyduğu saplantı derecesinde arzu ve bu arzunun unutulmaz anatomisi. bunuel veda filminde babası olduğu sürrealizmin enstrümanlarını sonuna dek kullanıyor ve cevaptansa yeni sorular sorduruyor. sinemanın en büyük sürprizlerinden biriyle gelen film olağanüstü bir zeka ve mizah duygusu eşliğinde dimağımıza yerleşiyor.
219. TYRANNOSAUR (Yön: PADDY CONSIDINE, 2011)
öfke kontrolü olmayan bi adam. şiddetten mustarip azize gibi bi kadın. iki kaybedenin hazin hikayesi. aktör paddy considine’in ilk yönetmenlik denemesi, peter mullan ve olivia colman’ın da boğaza düğümlenen oyunculuk gösterisi.
220. PICKPOCKET (Yön: ROBERT BRESSON, 1959)
en büyük yaratıcılardan birinin sinema sanatının tüm olanaklarını kullandığı unutulmaz bir hikaye. insan doğasını en iyi kavramış yönetmenlerden şüphesiz bresson ve bir yankesiciyle düpedüz baş başa bırakıyor seyirciyi. tüm zamanların en iyi filmlerinden birine imza atarken, kendinden sonra gelecek nice yönetmeni derinden etkiliyor.
221. THE BROOD (Yön: DAVID CRONENBERG, 1979)
cronenberg’in teknik ve yaratıcı dehası su yüzüne çıkıp da ünlenmeden önce çektiği o deli filmlerden. ekstrem terapi tekniklerinden mutant çocukların yarattığı teröre, gizem üstüne gizem, insanda akıl fikir bırakmayan hikaye. body horror’un babasından gerçekten rahatsız edici bir şeyler izlemek ve tedirgin olmak isteyenler için mükemmel bir seçenek.
222. IL GRIDO (Yön: MICHELANGELO ANTONIONI, 1957)
çok sevildiğin insan tarafından bir anda sevilmez olmak üzerine yapılmış belki en can yakıcı film. antonioni’nin yabancılaşma kavrdıbını meşhur üçlemeden de önce didiklediği, onların gölgesinde kalsa da bir o kadar iyi işi.
223. L’HOMME QUI AIMAIT LES FEMMES (Yön: FRANÇOIS TRUFFAUT, 1977)
hayatta en çok kadınları sevmiş bir adam ve onu son yolculuğuna uğurlayan birbirinden güzel kadınlar. truffaut’dan karşı cinse büyük bir zaaf duyan ve hayatını bu uğurda harcayan bir adamın yarı komik yarı hüzünlü hikayesi. erkek milletini anlamaya ve anlatmaya çalışan, bunun için de kadın milletine incelikli bir bakış atan, değişik bir film.
224. MR. SMITH GOES TO WASHINGTON (Yön: FRANK CAPRA, 1939)
siyaset dünyasının çirkin yüzünü gözler önüne seren ve 75 yıldır eskimeyen bir frank capra harikası. james stewart’ın oynadığı saf ve dürüst bir genç yolsuzluktan geçilmeyen siyasetin ve yozlaşmış siyasetçilerin arasına düşer. söz hakkını kaptırmamak için 23 saat aralıksız konuşur, senatoyu felç eder. bu don kişotvari mücadele gözünüzden yaş getirir. bir tek mr. smith’le dünya değişir. dolayısıyla sırf yüzleri kızaracak mı diye görmek için bütün siyasilere izletmek gerekir.
225. LOOKING FOR ERIC (Yön: KEN LOACH, 2009)
sinemanın yanında futbol da sevenleri çıldırtacak bir film. hele serde eric cantona hayranlığı varsa. hayatı anlatan bu filmi izlemek ve sevmek için futbol delisi olmanın gerekmediğini belirtelim. ken loach’u ellerinden öpelim.
226. SEUL CONTRE TOUS (Yön: GASPAR NOE, 1988)
DiKKAT! DiKKAT! gaspar noe filmi öneriyorum! neredeyse aklımızı aldığı ilk filmi! DiKKAT! DiKKAT! başkahramanımız yaşaması için hiçbir sebep olmayan, nefes alıp vermekten başka bir işe yaramayan allahın cezası bir faşist. hayatta tiksinmediği, yok olsun istemediği hiçbir şey yok. kendi dahil. boğazınızdan zor geçecek bu film, uyarmadı demeyin. izledikten ve ilk tweet’teki DiKKAT! DiKKAT!’lerin sırrını öğrendikten sonra okumanız için… http://cemirique.tumblr.c...k-basina-seul-contre-tous
227. LE NOTTI BIANCHE (Yön: LUCHINO VISCONTI, 1957)
beyazperdenin gördüğü en iyi dostoyevski uyarlamalası ve hem içinize hem dışınıza akacak gözyaşları. vuslata erememe dendi mi eline kimsenin su dökemeyeceği visconti, sevmek ve sevilmek üzerine sinemasal bir şiir yazıyor. birbirinden muhteşem marcello ve maria, 60 yıl geriden, her şeyden çok sevilmek isteyen bugünün insanına selam gönderiyor. siz siz olun, başkasını seven birini sevmeyin.
228. RUMBLE FISH (Yön: FRANCIS FORD COPPOLA, 1983)
abisinin her daim gölgesinde kalan ve bir gün onun gibi efsane olmak isteyen bir serserinin hikayesi. coppola’nın en formda döneminden, kaç kez görseniz bıkmayacağınız, hep yeniden görmek isteyeceğiniz bir rüya gibi bu film. dönemin en yakışıklı iki ismi ve kalbinizi çalacak müthiş oyuncularla, duygudan duyguya koşacağınız bir üslup harikası. -
16.
0229. CLÉO DE 5 À 7 (Yön: AGNÈS VARDA, 1962)Tümünü Göster
paris sokaklarında aylak aylak dolaşan ve her şeyden çok güzelliğinin farkında olan genç bir kadın. başta kendini sadece erkeklerin gözünden görüp onlar için salınırken, bir aydınlanma yaşıyor ve kendi için yürümeye başlıyor! akımın kraliçesinden; bir buçuk saat boyunca gerçekten de bir kadının bir buçuk saatini anlatan unutulmaz yeni dalga klasiği.
230. BLOOD SIMPLE. (Yön: JOEL COEN, ETHAN COEN, 1984)
coen kardeşler hep çok iyi filmler yaptılar. ama hala bu kara film zaferinden daha iyisini yapmadılar. eldeki malzemeyi bu kadar ciddiye alıp lakayıtlık derecesinde bir hafiflikte anlatabilmek! gerçekten nefes kesici. zeka, gerilim ve humorla bezeli, benzersiz bi suç filmi izlemek istiyorsanız eliniz şapkanızda izleyin. çıkaracaksınız çünkü.
231. THE CONVERSATION (Yön: FRANCIS FORD COPPOLA, 1974)
özel hayatın gizliliği denince 40 yıl geriden bugünlere bakan ve insanın ağzını açık bırakan dev dram. coppola, iki efsane baba filminin arasında, sinemanın röntgenci doğasından hitchcock’u kıskandıracak bir gerilim çıkarıyor. hackman’ın tarihin en büyük anti kahramanlarından birini yarattığı filmde suçluluk duygusu ve paranoya adeta cisimleşiyor.
232. GROUNDHOG DAY (Yön: HAROLD RAMIS, 1993)
bir film ne kadar güldürebilir, ne kadar eğlendirebilir sizi? ne kadar unutturabilir her şeyi? en fazla ne kadar çok şey hissettirebilir, düşündürebilir? hayatı daha iyi anlamanızı sağlayıp, daha çok sevdirebilir? bi mucize bu film. sinemanın yapabileceği her şeyi yapan, hepinize hitap edebilecek olan, yüzlerce kez yaşamak isteyeceğiniz. bill murray’nin peter sellers seviyesine ulaştığı bu eşsiz film, dün kaybettiğimiz yaratıcısı harold ramis’in anısına tabii.
233. ALL ABOUT EVE (Yön: JOSEPH L. MANKIEWICZ, 1950)
oyuncuların, oyuncu olmak isteyenlerin, oyunculuk mesleğine ilgi duyanların illa görmesi gereken film. dev oyuncular, dev roller, dev performanslar ve hem oyunculuğun doğasını hem oyunculuk dünyasını anlatan büyük bir klagib.
234. AKIRA (Yön: KATSUHIRO OHTOMO, 1988)
milyonlarca tutkunu olan aynı isimli manga’dan uyarlanmış, japon anime sinemasının en büyük klasiği. tıpkı blade runner gibi 2019 yılında, lakin LA yerine tokyo’da geçen bu siberpunk destanı sayesinde endüstri bugünlere geldi. önce seslerin kaydedildiği, anime karakterlerin bunlara uygun konuşturulduğu bu epik film teknik açıdan da büyük bir devrim.
235. LÁSKY JEDNÉ PLAVOVLÁSKY (Yön: MILOS FORMAN, 1965)
kız çocuğunun kadına dönüşmesi, tırtılın kelebeğe dönüşmesinden daha dramatik. nefis büyüme hikayesi. guguk kuşu’nun yönetmeni milos forman’ın çıkış filmi bi paket haribo gibi. öyle tatlı, eğlenceli. anlamadan bitiveriyor hani.
236. FERRIS BUELLER’S DAY OFF (Yön: JOHN HUGHES, 1986)
benim çocukluk kahramanım. aile, okul, toplum baskısından yaka silken tüm çocukların da keza. lise filmlerinin dahi yönetmeni john hughes’un perspektifinden, ergenlere cesaret aşılayan, dünyanın en eğlenceli macerası.
237. PROVIDENCE (Yön: ALAIN RESNAIS, 1977)
gerçekle kurgu arasına sıkışıp kalmış, ölümü bekleyen bir yazar. ve bellek üzerine bir meditasyon. dün kaybettiğimiz, sinemanın en büyük yaratıcılarından alain resnais’nin klagib film gramerini altüst ettiği gizli şaheseri.
238. DARK CITY (Yön: ALEX PROYAS, 1998)
gerek estetik, gerekse fikir açısından matrix kadar yaratıcı, kıymeti bilinmemiş bilimkurgu harikası. amnezi üzerine yapılmış, noir soslu bu kusursuz yapım, 90’lı yıllarda sinemada izlerken en çok heyecanlandığım film belki. -
17.
+5239. JEUX INTERDITS (Yön: RENÉ CLÉMENT, 1952)Tümünü Göster
nazilerin düzenlediği hava saldırısında ailesini kaybeden el kadar fransız kızının ölümle imtihanı. clement’in ustalığı çocuk olmayı anlaması; hangi anda ne hissedeceğini dayatmayıp seyirciyi duygularıyla baş başa bırakması. oscar’dan altın aslan’a bütün ödülleri toplayan film, yabancılaştırmak üzerine kurulu savaş karşıtı filmlerin de arketipi.
240. BEING THERE (Yön: HAL ASHBY, 1979)
uyarlamalara dudak bükenlerin özellikle görmesi gereken, harika bir kitaptan yapılmış harika bir film! hayat boyu evden çıkmamış ve sadece televizyon izlemiş bahçıvanın işvereni ölünce amerikan başkanlığına kadar giden serüveni. jerzy kosinski’nin baştan başa bir ironi olan romanından, peter sellers’ın kelimelere sığmayacak oyunuyla, dev bir uyarlama.
241. MISERY (Yön: ROB REINER, 1990)
zeka dolu, iyi bi gerilim filmi bulmak zordur. bu stephen king uyarlaması şüphesiz ki en iyilerdendir. bir numaralı hayranı tarafından rehin alınan yazarın korkunç hikayesi gerim gerim gererken, şaşkınlıktan ağzınız açık kalır. yazar rolündeki usta oyuncu james caan’ın karşısında kathy bates öyle bir oyun çıkarır ki aldığı oscar bile anlatmaya yetmez.
242. L’ECLISSE (Yön: MICHELANGELO ANTONIONI, 1962)
modern dünyada aşkın tedavülden kalkışı. antonioni’nin yabancılaşma üçlemesinin son ve altın halkası. bakmaya kıyamayacağınız bir delon ve ilham perisi vitti’nin müthiş katkısıyla yönetmenin üslup yolculuğunda son durak adeta. sonsuza ıraksayan nice derin düşünceye gark eden bir sembolizm zirvesi. göze değil akla tutulmuş bir çiçek dürbünü sanki. o yedi dakikalık marjinal finalin sinema sanatının olanaklarının sınırsız olduğunu muştuladığını söylüyor scorsese.
243. QUERELLE (Yön: RAINER WERNER FASSBINDER, 1982)
fassbinder, jean genet’nin tahripkar ve narsist anti kahramanıyla benzersiz kariyerini sonlandırıyor. LGBT sinemasının bu büyük zaferi, midnight express’in yıldızı brad davis, franco nero ve jeanne moreau’yu buluşturuyor. tümüyle aşırı yapay ışık-dekorda geçiyor; en aykırı yönetmenlerden birinin son cümlelerini müthiş bi estetikle birleştiriyor.
244. DUO LUO TIAN SHI (Yön: WONG KAR WAI, 1995)
hüzünle sevincin kol kola gittiği bir şiir, bir şarkı, bir resim bu film. wong kar wai’nin hediyesi. dili olup konuşmayan, dilsiz olup susmayan vb. eksantrik karakterleriyle insanı kalbinden vuran bir imkansız aşklar geçidi. bu kadar üslupçu bir sinemanın bu denli duygulandırması olacak iş değil. benim yönetmene bağlandığım film olduğunu bilin.
245. CANIM KARDEŞiM (Yön: ERTEM EĞiLMEZ, 1973)
hayatımızın en acıklı günlerinden birinde sinemamızın en acıklı filmi, berkin’in hatırasına gelsin.
246. MÙI DU DU XANH (Yön: TRAN ANH HUNG, 1993)
bu fransız yapımı vietnam filmi koşturmayan, bağırmayan, huzur veren bir şey izlemek isteyenler için. doğal yaşamın kendine has sessizliğinde, dinginliğinde cereyan eden bir külkedisi hikayesi. ruha masaj gibi; öyle etkileyici.
247. MON ONCLE (Yön: JACQUES TATI, 1958)
sadece altı filmle sinema tarihinin en büyük yaratıcıları arasına adını yazdırmış tati’nin başyapıtı. tati, kendi bedeninde cisimlenen hulot karakteriyle, bu unutulmaz modernizm eleştirisinde gözleriniz yaşarana dek güldürüyor. tati mizahı da, sineması da başka hiçbir şeye benzemez. hala tanışmadınızsa hayatta yapacağınız en büyük keşiflerden olacak!
248. CREATURE FROM THE BLACK LAGOON (Yön: JACK ARNOLD, 1954)
klagib amerikan bilimkurgusunun altın çağından, sansasyon yaratmış bir fantezi. jaws’ın öncülü gibi. tarih öncesinden kalma tuhaf yaratık terör estirecek, bilim adamları çaresiz kalacak, b film tutkunları çıldıracak. 3 boyutlu çekilmiş, çok sevilmiş, gerçek bir kült bu film. o kadar ki ingmar bergman her yıl doğumgününde bu filmi izlermiş!
249. UNBREAKABLE (Yön: M. NIGHT SHYAMALAN, 2000)
the sixth sense’le rüya gibi bir başarıya imza atan m. night shyamalan’ın bana göre en iyi filmi. klişeler değil karakterler üzerinde yükselen, alışılmışın çok dışında bi süper kahraman hikayesi. hala bekliyor keşfedilmeyi.
250. DAS CABINET DES DR. CALIGARI (Yön: ROBERT WIENE, 1920)
alman ekspresyonizminin en büyük klasiği. benim sessiz sinemaya aşık olmamı sağlamış bir başeser. hikayesi, karakterleri, finaldeki müthiş sürprizi ve yapım tasarımı ile büyüleyen, sinema tarihinin ilk katıksız korku filmi. sinema yazarı olmama yol açmış beş yapıt say deseniz, biri budur efendim. üzerine en çok kafa ve çene yorduğum filmlerdendir. -
18.
-1@26 yok la ordan almadım ilk entry de de * belirtiğim gibi tumblr sayfasından alıntı bu zaten...
ki kendim için bişi istemedim,
++ verdiğin listede 2003 sonrası film yok ; laf koymayı düşünüyosan bari 3-5 film bakıp karşılaştırsaydın..
aq malı gibtir git şimdi -
19.
0birileri uplasın aq başlığı heba olacak o kadar film
-
20.
0up to up
-
kayra da anasini paylasiyodu burda
-
inci sözlük diriliş 2024 2025
-
konstant dayı bu foto hakkında
-
memati hic 50 gostermiyor bu
-
hayat artıgı nick yorumlamaa
-
bu memati salagi kucukken de kendini
-
türkiye de başka tarihçi yok mu
-
ankaralı turgut hayatını kaybetti
-
mematinin annesine ev ziyareti yapicz
-
560 tlem olsa evimi 3 milyon tlye satar
-
ilber ortayliyi dinlemem ki
-
lüleburgazda elmas rezervi bulunmus
-
yarın çiş var
-
kullanilmis anal plug
-
sozlukspot un kapatılması rezaleti
-
mematinin annesi oldunuzu dusunun
-
memati işten eve dönerken
-
ferre altincisinin sorumlusu hangi arkadas
-
41 onlaaaaayyynn olley beee
-
şu ifşanin videosunu atsaniza bana da
-
sözlük reisi online oldu
-
çaycı hüseyinle hiko baba kafes dövüşünde
-
melih07 ile mazo baba kavga etse
-
şu anda ekotürk tv sertaç ortaçı izliyom
- / 1