1. 1.
    +10
    öncelikle öneriler bnm değil cemirique adlı şahsın tumblr paylaşımıdır..
    ilk 200 filmin sdc isimlerinin capsi:
    http://imgim.com/1624850_...39974412_1299874238_n.jpg

    250 filmin hepsi aşağda
    okuyun begendiğiniz bişeyler çıkar elbette

    1. A FACE IN THE CROWD (Yön: ELIA KAZAN, 1957)

    A Face In The Crowd’la başlayalım. Sinema tarihini ev gibi düşünürsek, sanki gardırobun ardına düşmüş, görünmez olmuş bir başyapıt. Andy Griffith’in fevkalbeşer performansıyla bir gecede şöhret olan bir evsizin nefes kesici yükseliş ve düşüş hikayesi. Televizyon kültürüne ve buradan gelen şöhretin uçuculuğuna değgin, ta 1957 yılından bugünleri anlatan bir film. Muhbir lekesi yüzünden kalplerde hiçbir zaman temize çıkamayacak Elia Kazan’ın, ustalığıyla yine ezip geçtiği.

    2. LADY IN A CAGE (Yön: WALTER GRAUMAN, 1964)

    Rüzgar Gibi Geçti’nin unutulmaz Melanie’si büyük oyuncu Olivia de Havilland bir kafese sıkışıyor. Ve bütün film buradan çıkmaya çalışıyor. Birbirinden eksantrik karakterler eşliğinde, sinir bozucu bir korku-gerilim. Gerçek bir gizli hazine…

    3. WHEN A STRANGER CALLS (Yön: FRED WALTON, 1979)

    Manyağın teki bebek bakıcısına sarıyor ve olaylar gelişiyor. Scream’ın orijinali gibi bir şey. Lakin parodi değil bildiğiniz korku filmi. iyi bir korku filmi olsa da izlesek diyenler izlesin, gerim gerim gerilsin.

    4. DU RIFIFI CHEZ LES HOMMES (Yön: JULES DASSIN, 1955)

    Belki tarihin en iyi soygun filmi. Sinemanın altın çağından bugüne kalmış altın bir gibke Rififi. Şıpır şıpır terleten, tümüyle diyalogsuz 32 dakikalık soygun sekansıyla saf sinemanın tarifi. Görmeden ölmeyin.

    5. SUNA NO ONNA (Yön: HIROSHI TESHIGAHARA, 1964)

    Japon sinemasının tüm ayırt edici özellikleri bir arada. Çukura düşen adamla metafordan metafora… Bir Wes Craven filmi kadar eğlendirirken, bir Tarkovski filmi kadar düşündürüyor. Özel bir zaman ayırın lütfen.

    6. LONE STAR (Yön: JOHN SAYLES, 1996)

    Western’i hem içerik hem üslup açısından yenileyen; kusursuz senaryosuyla 90’ların en iyilerinden. John Sayles, Lone Star’la türleri melezliyor. Çok katmanlı bir hikayeyi incelikle anlatırken akıl kadar ruha da hitap ediyor. Western’e özel bir ilgi duymayanlar da görmeli. Başta kadınlar. içerdiği romantizmin en çok onlara dokunacağı kesin.

    7. DA HONG DENG LONG GAO GAO GUA (Yön: YIMOU ZHANG, 1991)

    Hem Zhang Yimou’nun hem Çin sinemasının başyapıtı. Yine de görmeyenlerin bir hayli fazla olduğundan eminim. Dört epitome kadın karakter üzerinden tüm kadınları ve kadınlık hallerini anlatıyor. O kırmızı fenerler, belki hiçbir filmle çıkmadığımız nispette etkileyici bir Çin seferine çıkarıyor bizi. Ve Gong Li neden Uzak Doğu sinemasının tartışmasız en büyük kadın yıldızı olduğunu ispat ediyor.

    8. PRZYPADEK (Yön: KRZYSZTOF KIESLOWSKI, 1981)

    Kieslowski’nin başyapıt düzeyindeki onca filmine rağmen yine de en sevdiğim, gizli serveti Kör Talih. Bir treni yakalamak ya da kaçırmak. Akabinde yaşanacak tüm bir ömrü, giderek evrenin bütün düzenini değiştirebilir mi?! Tesadüf-zorunluluk ilişkisini en iyi sorgulayan film belki de. Ustanın her filminde didiklediği felsefi sorunlar hep bir arada. Sliding Doors isimli hafif batı filminin de esin kaynağı aynı zamanda. Duyguyla zekanın yarıştığı bi ağababa tabii onun yanında. Bir küçük detay da, bir diğer usta Wojciech Kilar’ın insanın ruhuna işleyen film müziği.

    9. SHOLAY (Yön: RAMESH SIPPY, 1975)

    Arkadaşlık, aşk, kan, gözyaşı, savaş, dans, her şey! Bollywood’un Awaara’dan sonraki en büyük hit’i. Bu 200 dakikalık dev yapımın, Amitabh Bachchan’ı Amitabh Bachchan yapan film olduğunu da ekleyelim.

    10. BAD DAY AT BLACK ROCK (Yön: JOHN STURGES, 1955)

    81 dakika boyunca bıçak sırtı bir gerilim, bir o kadar lezzet ve harikulade bir sürpriz! John Sturges harikası, Bad Day At Black Rock. ihtimal dünyanın en iyi oyuncusu Spencer Tracy, bu tuhaf sosyal gerilim zirvesinde bütün filmi bir eli cebinde oynuyor. Çok acayip değil mi?

    11. THE BIG COUNTRY (Yön: WILLIAM WYLER, 1958)

    Western’e özgü erkek karakter prototipini yerle bir eden mü-kem-mel bir film The Big Country. Charlton Heston gibi kusursuz bir erkeklik timsalinin karşısına, Gregory Peck gibi incecik bir ruhu dikiyor. Klagib sinema, dilini, gramerini, giderek derdini görsel olarak anlatma kabiliyetini tüm türlerden çok western’e borçlu. Western sevmek sinema sevmek gibi bir şey. Hele böyle machismo’yu da yerle bir eden örnekler, kadın-erkek herkes tarafından görülmeli.

    12. HEAVENLY CREATURES (Yön: PETER JACKSON, 1994)

    iki kızın bendini çiğneyip aşan destansı arkadaşlığı. Tam bir türler salatası… Peter Jackson’ın bilahare yapacaklarını muştuladığı gibi Kate Winslet’i de sinema ailesine gelin getiriyor bu fantastik film.

    13. WU DU (Yön: CHEH CHANG, 1978)

    Kung fu ve wuxia konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği Chang Cheh’nin büyük başyapıtlarından Wu Du. ingilizce adıyla Five Deadly Venoms kadınları açar mı bilemeyeceğim ama erkek milletinin hasta olacağı kesin. Çıyan, yılan, akrep, kertenkele ve kurbağa teknikleri! Seç beğen al artık, hangisiyle özdeşleşeceksen. Ben bu filmi 9 yaşında sinemada izledim ve inanın dünyam değişti. O yaşla aramdaki en büyük köprü budur belki. Bugün beylere gitti. Yarın size çalışıyorum hanımlar. Hem de büyük çalışıyorum; şimdiden söylemesi!

    14. SEDMIKRASKY (Yön: VERA CHYTILOVA, 1966)

    Militan feminist Vera Chytilova’dan bugün bile avantgarde duran, ‘66 yapımı dev bir fars Papatyalar. iki şımarık kız yiyip içecek, süslenip püslenecek, erkekleri çok afedersiniz, donlarında sallayacaklar. Böyle bir mecaz kolajı görmediniz. Bence papatyalar evinizin bir köşesine yerleştireceğiniz bir projeksiyonda 7/24 oynayabilir. O kadar şölen bir film. izleyin…

    15. THE GOONIES (Yön: RICHARD DONNER, 1985)

    Çocukken görmediyseniz çok şey kaçırdınız, büyüyünce de görmezseniz kendi bacağınızdan asıldınız demektir. Colombus-Spielberg-Donner gibi sinema ehli bir üçlünün elinden çıkan bu harika film, içinizdeki çocuğu rüya gibi bir yolculuğa çıkaracak. Döndüğünüzde yüzünüzde güller açıyor olacak. Yüzüklerin Efendisi serisinin Sam’i Sean Astin’ı Mikey rolünde görünce gözleriniz yuvalarından uğrayabilir, benden söylemesi.

    16. ACE IN THE HOLE (Yön: BILLY WILDER, 1951)

    Görüp görebileceğiniz en sert insanlıktan çıkma hikayelerinden. 60 yıl öncesinden bugüne ışık tutuyor sanki. Klagib anlatının özdeşleşme prensibini çiğneyip atıyor Billy Wilder. Seyirciyi adeta imtihana çekiyor. Gerçek bir sinema oyuncusu olan Kirk Douglas yine harikalar yaratıyor. Hele filmin son 20 saniyesindeki performansı için kan dondurucu desek az kalır.

    17. THE BIG CHILL (Yön: LAWRENCE KASDAN, 1983)

    Bir cenaze ve yıllar sonra bir araya gelen bir grup arkadaş. Yüz kez izleseniz bıkmayacağınız bir film. Şüphesiz yıllar sonra bir araya gelme yani reunion temalı filmlerin en iyilerinden. Hollywood’un gizli kahramanlarından Lawrence Kasdan yönetmenlik koltuğunda ve formunun zirvesinde. O serap gibi oyuncu kadrosu mu daha iyi, geniş zamanlı hit’lerden oluşan enfes soundtrack mi, kendiniz karar verin.

    18. WITHNAIL & I (Yön: BRUCE ROBINSON, 1987)

    Karakterleri ve dünyası ile kanınıza karışacak, tadını ömrübillah unutamayacağınız bir gizli hazine. Halihazırda pek çok ingilizin hayatta en sevdiği film olarak sayacağı Withnail & I, iki işsiz aktörün akla ziyan macerası. Kafanızı açacak, beyninizin çalışan her noktasına kıvılcımlar gönderecek zeka dolu diyaloglarıyla bulunmaz bir deneyim. Kendi hesabıma hayatta en yürekten gülerek izlediğim filmlerden olduğunu söyleyeyim.

    19. AI NO MUKIDASHI (Yön: SHION SONO, 2008)

    Gerçek aşkı ararken sapığa dönüşen bir oğlan. Erkek düşmanı bir kız. Ve dünyanın en acayip aşkı! Etek altı fotoğraf tutkusundan penis kesmeye, sıra dışı cinsellik tezahürleri (!) üzerine eğilen filmler arasında yakın dönemin en iyisi. 237 dakikalık süresine karşın bitsin istemeyeceğiniz bir festival, bir karnaval gibi. Anime izler gibi izleyeceksiniz.

    20. DARBAREYE ELLY (Yön: ASGHAR FARHADI, 2009)

    iran sinemasını tüm dünyanın gündemine taşıyan Bir Ayrılık’ın yönetmeni Farhadi’den, bir o kadar iyi, Darbareye Elly… Farhadi sizi bir kez daha, kahramanlarımın başına örülen çorabı gelin birlikte çıkaralım deyip müthiş bir oyuna dahil edecek. iki saat boyunca hem akıl yürütmek hem vicdan muhasebesi yapmak durumunda kalacaksınız. Adeta filmdeki karakterlerden biri olup çıkacaksınız. Bir süre önce memesi açık poz verdiği için iran’a girişi yasaklanan Golshifteh Farahani’yi dikkatle izlemenizi tavsiye ederim.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 2.
    +5
    239. JEUX INTERDITS (Yön: RENÉ CLÉMENT, 1952)

    nazilerin düzenlediği hava saldırısında ailesini kaybeden el kadar fransız kızının ölümle imtihanı. clement’in ustalığı çocuk olmayı anlaması; hangi anda ne hissedeceğini dayatmayıp seyirciyi duygularıyla baş başa bırakması. oscar’dan altın aslan’a bütün ödülleri toplayan film, yabancılaştırmak üzerine kurulu savaş karşıtı filmlerin de arketipi.

    240. BEING THERE (Yön: HAL ASHBY, 1979)

    uyarlamalara dudak bükenlerin özellikle görmesi gereken, harika bir kitaptan yapılmış harika bir film! hayat boyu evden çıkmamış ve sadece televizyon izlemiş bahçıvanın işvereni ölünce amerikan başkanlığına kadar giden serüveni. jerzy kosinski’nin baştan başa bir ironi olan romanından, peter sellers’ın kelimelere sığmayacak oyunuyla, dev bir uyarlama.

    241. MISERY (Yön: ROB REINER, 1990)

    zeka dolu, iyi bi gerilim filmi bulmak zordur. bu stephen king uyarlaması şüphesiz ki en iyilerdendir. bir numaralı hayranı tarafından rehin alınan yazarın korkunç hikayesi gerim gerim gererken, şaşkınlıktan ağzınız açık kalır. yazar rolündeki usta oyuncu james caan’ın karşısında kathy bates öyle bir oyun çıkarır ki aldığı oscar bile anlatmaya yetmez.

    242. L’ECLISSE (Yön: MICHELANGELO ANTONIONI, 1962)

    modern dünyada aşkın tedavülden kalkışı. antonioni’nin yabancılaşma üçlemesinin son ve altın halkası. bakmaya kıyamayacağınız bir delon ve ilham perisi vitti’nin müthiş katkısıyla yönetmenin üslup yolculuğunda son durak adeta. sonsuza ıraksayan nice derin düşünceye gark eden bir sembolizm zirvesi. göze değil akla tutulmuş bir çiçek dürbünü sanki. o yedi dakikalık marjinal finalin sinema sanatının olanaklarının sınırsız olduğunu muştuladığını söylüyor scorsese.

    243. QUERELLE (Yön: RAINER WERNER FASSBINDER, 1982)

    fassbinder, jean genet’nin tahripkar ve narsist anti kahramanıyla benzersiz kariyerini sonlandırıyor. LGBT sinemasının bu büyük zaferi, midnight express’in yıldızı brad davis, franco nero ve jeanne moreau’yu buluşturuyor. tümüyle aşırı yapay ışık-dekorda geçiyor; en aykırı yönetmenlerden birinin son cümlelerini müthiş bi estetikle birleştiriyor.

    244. DUO LUO TIAN SHI (Yön: WONG KAR WAI, 1995)

    hüzünle sevincin kol kola gittiği bir şiir, bir şarkı, bir resim bu film. wong kar wai’nin hediyesi. dili olup konuşmayan, dilsiz olup susmayan vb. eksantrik karakterleriyle insanı kalbinden vuran bir imkansız aşklar geçidi. bu kadar üslupçu bir sinemanın bu denli duygulandırması olacak iş değil. benim yönetmene bağlandığım film olduğunu bilin.

    245. CANIM KARDEŞiM (Yön: ERTEM EĞiLMEZ, 1973)

    hayatımızın en acıklı günlerinden birinde sinemamızın en acıklı filmi, berkin’in hatırasına gelsin.

    246. MÙI DU DU XANH (Yön: TRAN ANH HUNG, 1993)

    bu fransız yapımı vietnam filmi koşturmayan, bağırmayan, huzur veren bir şey izlemek isteyenler için. doğal yaşamın kendine has sessizliğinde, dinginliğinde cereyan eden bir külkedisi hikayesi. ruha masaj gibi; öyle etkileyici.

    247. MON ONCLE (Yön: JACQUES TATI, 1958)

    sadece altı filmle sinema tarihinin en büyük yaratıcıları arasına adını yazdırmış tati’nin başyapıtı. tati, kendi bedeninde cisimlenen hulot karakteriyle, bu unutulmaz modernizm eleştirisinde gözleriniz yaşarana dek güldürüyor. tati mizahı da, sineması da başka hiçbir şeye benzemez. hala tanışmadınızsa hayatta yapacağınız en büyük keşiflerden olacak!

    248. CREATURE FROM THE BLACK LAGOON (Yön: JACK ARNOLD, 1954)

    klagib amerikan bilimkurgusunun altın çağından, sansasyon yaratmış bir fantezi. jaws’ın öncülü gibi. tarih öncesinden kalma tuhaf yaratık terör estirecek, bilim adamları çaresiz kalacak, b film tutkunları çıldıracak. 3 boyutlu çekilmiş, çok sevilmiş, gerçek bir kült bu film. o kadar ki ingmar bergman her yıl doğumgününde bu filmi izlermiş!

    249. UNBREAKABLE (Yön: M. NIGHT SHYAMALAN, 2000)

    the sixth sense’le rüya gibi bir başarıya imza atan m. night shyamalan’ın bana göre en iyi filmi. klişeler değil karakterler üzerinde yükselen, alışılmışın çok dışında bi süper kahraman hikayesi. hala bekliyor keşfedilmeyi.

    250. DAS CABINET DES DR. CALIGARI (Yön: ROBERT WIENE, 1920)

    alman ekspresyonizminin en büyük klasiği. benim sessiz sinemaya aşık olmamı sağlamış bir başeser. hikayesi, karakterleri, finaldeki müthiş sürprizi ve yapım tasarımı ile büyüleyen, sinema tarihinin ilk katıksız korku filmi. sinema yazarı olmama yol açmış beş yapıt say deseniz, biri budur efendim. üzerine en çok kafa ve çene yorduğum filmlerdendir.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    +2
    21. BRIEF ENCOUNTER (Yön: DAVID LEAN, 1945)

    Bir kadını da, bir adamı da baştan çıkaracak bir adam/bir kadın her zaman vardır! Aaah, Brief Encounter… Büyük bir aşk filmi. Ama en büyüğünden. Aşkın imkansızlığını en iyi anlatan belki. Ömür vefa ettikçe hatırlayacaksınız o istasyonu, o treni. Celia Johnson metcezirli kadında o kadar iyi ki, Olivia de Havilland’ın kucakladığı Oscar, aslında onun olmalıydı hani.

    22. L’UCCELLO DALLE PIUME DI CRISTALLO (Yön: DARIO ARGENTO, 1970)

    Korku sinemasının ağababası Dario Argento’dan, Suspiria ve Profondo Rosso’nun gölgesinde kalmış müthiş gerilim. Argento’nun tümüyle kendine özgü numaralarını bilen biliyor. Yönetmenlik becerisinden söz etmeye gerek yok. Tür için bi deha. Bu daha ilk filmi ve senaryo da harika. Öyle bi entrika kurmuş ki, neredeyse sersem ediyor. Bu film özellikle “ohoo, sonunu çoktan anlamıştım”cılara gelsin. Hitchcock, nefes kesen çıkışı karşısında, “Dario Argento isimli genç beni tedirgin etmeye başladı” der, ki siz de olacaksınız.

    23. ON GOLDEN POND (Yön: MARK RYDELL, 1981)

    Resmi tarihin en büyük kadın oyuncusu Katharine Hepburn ve bir o kadar dev Henry Fonda’dan hüzünlü veda. 70’lerini süren her iki oyuncuya da Oscar getiren bu harika filmle güleceğinizi de, ağlayacağınızı da garanti edebilirim. Jane Fonda’nın da onlardan geri kalmadığı On Golden Pond, gelmiş geçmiş en iyi aile içi hesaplaşma filmlerinden biri. Bizim Yengeç Sepeti’ne esin veren film, özellikle baba-kız ilişkisine getirdiği sarsıcı yorumla gönlünüzde yer edecek eminim. Kendi adıma atmosferinden en çok etkilendiğim filmlerden olduğunu da eklemeliyim. O gölü bir kere ziyaret edin, büsbütün dönemeyeceksiniz efendim.

    24. ONIBABA (Yön: KANITO SHINDO, 1964)

    Bu dünyaya ait olamayacak kadar acayip bir film. Uzaya en yakın yerden, Japonya’dan tabii ki. Ne böyle bir erotizm gördünüz, ne bu kadar sinir bozucu bir gerilim. izleyiciyi benim diyen popüler sinema örneği kadar avcunun içine alan bir sanat eseri Onibaba. inanılmaz bir deneyim.

    25. THE TOWERING INFERNO (Yön: JOHN GUILLERMIN, 1974)

    Hafta sonu için harika bir avantür seçtim. 165 dakikalık süresiyle, bir adet “allahım sen soktun sen çıkart” filmi. 70’lerde furya halini alan ansambl kadrolu felaket filmlerinin en iyilerinden. Bir gökdelen yangınını anlatan yapım, nasıl bir araya geldiği bilinmez, mantık dışı oyuncu kadrosuyla tüm felaket filmleri içinde benim de kişisel favorim.

    26. THRILLER - EN GRYM FILM (Yön: BO ARNE VIBENIUS, 1974)

    intikam filmi dendi mi Güney Kore! gibi bir algının yerleştiği ortamda, isveç’ten çıkagelen bir intikam destanı: Thriller - En Grym Film. 70’leri kanser gibi ele geçiren istismar sinemasının görüp görebileceğiniz en uç örneklerinden biri. Dünyanın en pislik addıbının dehşetli işkencelerine maruz kalan genç bir kadın, epik bir intikam planını soğukkanlılıkla sahneye koyuyor. Kült figür Christina Lindberg ve sonradan eklenmiş ferregrafik sahneyle özdeşleşmiş bu filmle eğlenmemek için deli olmak lazım. Son bir not olarak da; iddia ediyorum, sinema tarihinin en acayip ağır çekim sekansı sizi bekliyor.

    27. UMBERTO D. (Yön: VITTORIO DE SICA, 1952)

    Bir yeni gerçekçilik başyapıtıyla devam edelim. Amcanız var mı bilmiyorum. Yoksa da şimdiden sonra olacak! Umberto Amca’yı çok seveceksiniz. Sağlam ağlatacak sizi. Yine de yüzünüze bir tebessüm çalmadan, içinize yaşam sevinci kondurmadan gitmeyecek. Hele köpeği Flike’la muhabbeti, beyazperdede anlatılmış en güzel insan-hayvan dostluğu belki. Umberto D.’nin, Bigiblet Hırsızları’nın komple sinemacı yönetmeni Vittorio De Sica’nın elinden çıktığını da ekleyelim.

    28. EXCALIBUR (Yön: JOHN BOORMAN, 1981)

    “Yüzükler” bir tarafa, fantezi edebiyatının ve keza sinemasının en büyük başyapıtı var sırada: Excalibur. Kral Arthur efsanesi, Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Kutsal Kase ve Excalibur aşina olmadığınız kavramlarsa işte fırsat. John Boorman’ın bu büyük jesti, oyuncusundan müziğine, ışığından sanat yönetimine bir sinema mucizesi. Sadece Excalibur’u izlemekle fantezi türüne bağlanabilirsiniz. Ha bir de kalbe saplanan Excalibur çıkmaz, uyarmadı demeyin.

    29. A PLACE IN THE SUN (Yön: GEORGE STEVENS, 1951)

    Bir film bu denli romantik olsun, sonra üstümüze bunca dram boca etsin. Sen misin iki kadını birden aynı anda seven! Pek lezzetli, pek hafif başlayıp giderek seyirciyi nefes alamayacak hale getiren filmlerin usta yönetmeni George Stevens’tan yüreğinizi yakacak bir aşk hikayesi. Montgomery Clift ve Elizabeth Taylor’ın gençlikleri, güzellikleri, hele aralarındaki kimya inanılır gibi değil. Bir kayık sahnesi var ki, kendi hesabıma hayatta en gerildiğim sahnelerden biri olduğunu söyleyeyim.

    30. FIVE EASY PIECES (Yön: BOB RAFELSON, 1970)

    Jack Nicholson’ı artık gözle görülecek biçimde haritaya yerleştiren eşsiz bir karakter draması. 70’lerde formunun zirvesine ulaşan Amerikan sinemasının en iyi örneklerinden, gösterişsiz ama bir o kadar zengin bir anlatı. Nicholson, sonraki 40 yıl boyunca üzerinden çıkarmayacağı perde şahsiyetini buradaki Robert Dupea karakteri üzerine dikmiştir. Ve bu karakter bendenizin tüm sinema evreninde en çok özdeşleştiği karakterlerden biridir. Bakalım size de dokunacak mı?

    31. TRUST (Yön: HAL HARTLEY, 1990)

    Amerikan bağımsız sinemasının uzun yıllar en heyecan verici yönetmeni olarak kalan Hal Hartley’nin belki en heyecan verici filmi… Hartley, günümüz ilişkilerinin en büyük meselesine, güven kavrdıbına eğiliyor. Ömrübillah unutamayacağınız cümleler kuruyor. Tümüyle kendine özgü bir dünyası olan sayılı yönetmenden Hartley ve Godard ruhuyla dünyanın en romantik hikayelerinden birini anlatıyor şimdi. ‘90 yapımı Trust’ın, izleyene sevmek ve bir araya gelmekle ilgili hala taze bir-iki fikir vereceğine eminim. Cinayete kurban gidip genç yaşta aramızdan ayrılan esas kızımız, biricik Adrienne Shelly’yi de özlemle anmış olalım tabii.

    32. SALINUI CHUEOK (Yön: JOON-HO BONG, 2003)

    Güney Kore’den gelen bu mucize filmin, 2000’lerde yapılmış tüm filmler içerisinde EN SEVDiĞiM olduğunu söylemekle yetineceğim!

    33. THE LONG GOODBYE (Yön: ROBERT ALTMAN, 1973)

    Babaların babası Robert Altman’dan kusursuz bir Raymond Chandler uyarlaması. Polisiye edebiyatına yön vermiş tüm özel dedektifler içinde kişisel favorim Philip Marlowe’u adeta baştan yaratıyor Altman. Elliott Gould’un enfes kompozisyonuyla içinizi titretecek bi macera bekliyor sizi. Ders gibi bir gerilim, entrika, atmosfer filmi.

    34. THE BEGUILED (Yön: DON SIEGEL, 1971)

    Erkeklerin kaçırmaması gereken, kadınlarınsa özellikle (!) kaçırmaması gereken bi romantik-savaş filmi. Clint Eastwood filmografisinin de tartışmasız en acayip filmi. izleyince anlayacaksınız neden bahsettiğimi. Death Proof’tan çok önce ve çok feci şekilde alıyor kadınlar erkek milletinden intikamlarını. Sabırla izleyin efendim.

    35. PICNIC AT HANGING ROCK (Yön: PETER WEIR, 1975)

    ihtimal görüp görebileceğiniz en etkileyici gizem filmi. Kesin bir cevaba yıllar geçse de ulaşamayacaksınız, o kadar söyleyeyim. Peter Weir’ın yönetmenlik sanatının inceliklerini gözlerimizin önüne serdiği Picnic At Hanging Rock, bu dünyadan değil sanki. internet forumlarında 37 yıl sonra hala tartışılıyor kaybolan kızların akıbeti. Filmi görün; siz de kaybolacaksınız onlar gibi. Botticelli’den Zamfir’e, bir güzellik abidesi.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 4.
    -2
    http://www.filmlerim.com/makale/11115
    burdan almış bin
    ···
  5. 5.
    +2
    http://inciswf.com/1296317785.swf
    ···
  6. 6.
    +1
    bune lan anayasa gibi
    ···
  7. 7.
    -1
    @26 yok la ordan almadım ilk entry de de * belirtiğim gibi tumblr sayfasından alıntı bu zaten...
    ki kendim için bişi istemedim,
    ++ verdiğin listede 2003 sonrası film yok ; laf koymayı düşünüyosan bari 3-5 film bakıp karşılaştırsaydın..
    aq malı gibtir git şimdi
    ···
  8. 8.
    +1
    kör oldum amk
    ···
  9. 9.
    +1
    Up up up
    ···
  10. 10.
    -1
    66. WHITE HEAT (Yön: RAOUL WALSH, 1949)

    gangster filmlerine özel bir muhabbet beslediğiniz halde bu filmi görmemiş olabilir misiniz? white heat… bal gibi de olabilirsiniz zira çoook eski bir film! ama biliyor musunuz ki türün en dev, en soluk kesici örneklerinden biri! ve siz ömrühayatınızda james cagney gibi bir oyuncu daha izlediniz mi? ben başka bir şey söylemiyorum…

    67. SUMMER LOVERS (Yön: RANDAL KLEISER, 1982)

    listenin 67. ve buraya kadarki en hafif filmini önereceğim müsaadenizle. summer lovers… grease’in yönetmeni randal kleiser arada brooke shields’lı mavi göl’ü çekip, benim bomba gözüyle baktığım bu filmi yapar… santorini’nin santorini olduğu zamandan, mutlu sonla biten (evet, evet, mutlu sonla!!!) masalsı bir üçlü aşk hikayesi… dünyanın en güzel üç insanı olarak peter gallagher, daryl hannah ve birkaç yıl sonra ölen (( valerie quennessen başrollerde! vasat fakat alabildiğine zevkli bi yönetmen olan kleiser’den ağzınız kulaklarınıza vararak izleyeceğiniz, dev bir eğlencelik!

    68. GIU LA TESTA (Yön: SERGIO LEONE, 1971)

    7. sanatın gerçek sihirbazlarından sergio leone’den film izlemenin ötesinde bir deneyim. giu la testa… üçleme ve once upon a time’ları aratmayan bu dev film, mizahı, dramı, gerilimi ve aksiyonuyla kim olduğunuzu unutturacak… coburn ve steiger elinizden tutacak, iki buçuk saatlik epik maceranın kahramanlarından olup, mekgiba devrimini tadacaksınız!

    69. LEOLO (Yön: JEAN-CLAUDE LAUZON, 1992)

    henüz bulmuşken kaybettiğimiz jean-claude lauzon’un sinemaya unutulmaz, eşsiz, biricik armağanı, leolo… film 12 yaşındaki bi çocuğun gözünden anlatılır. kendi paralel evrenini yaratmış, hayatı baştan başa bi oyun gibi idrak eden. imgeler, sesler ve sözcükler öyle dahiyane kurgulanmış, duygular öyle harmanlanmış ki işte sinemanın gücü dedirtiyor leolo… leolo daha önce izlediğiniz hiçbir şeye benzemeyen filmlerden biri ve siz de benim gibi yıllarca yad edeceksiniz sahnelerini.

    70. ONE FROM THE HEART (Yön: FRANCIS FORD COPPOLA, 1982)

    coppola’nın az bilinen işlerinden; tadı retinanızda kalacak müzikal aşk hikayesi. one from the heart… beş yılın sonunda yorgun düşmüş harika bir çift ayrılmaya kalkar. adamın da, kadının da karşılarına rüya gibi adaylar çıkar! eğlenceli, bi o kadar da duygusal serüven başlar. aşkın karşısına tutkuyu koyup kafa kafaya çarpıştırıyor one from the heart. teri garr ve frederic forrest’a, raul julia ve nastassja kinski eşlik ediyor ki daha iyi bir dörtlü tahayyül edemiyorum! tamamı dekorda çekilen bu film, tom waits’in de emsalsiz katkısıyla, son 30 yılın en önemli müzikallerinden biri kabaca…

    71. RED RIVER (Yön: HOWARD HAWKS, 1948)

    the big sleep’i henüz yapmış, formunun zirvesinde bir howard hawks’tan destansı bir western. red river: sinemanın en büyük anlatıcılarından hawks, binlerce sığırı teksas’tan missouri’ye taşırken tastamam aksiyon dersi verecek… gencecik montgomery clift ve türün bir numaralı yıldızı john wayne’le unutulmaz bir baba-oğul çatışması anlatacak… benim için sinema western’dir. western de red river’dır! hepinize iyi sabahlar…

    72. THE HEIRESS (Yön: WILLIAM WYLER, 1949)

    yaşlı teyzeler gibi cıkcık’layarak, sağ elinizin tersini sol elinize vurarak izleyeceğiniz, the heiress… klagib sinemanın en mahir anlatıcılarından william wyler, sayısız kez taklit edilecek öyküsüyle romantik dramı tarif ediyor. olivia de havilland ve montgomery clift, gelmiş geçmiş tüm aşk hikayelerinin belki en sinir bozucusuna beden veriyorlar… henry james’in washington square’inden hareket eden film, enfes karakter çalışmasıyla aşkı bir metcezir olarak resmediyor..

    73. BIJITA Q (Yön: TAKASHI MIIKE, 2001)

    abartı konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği takashi miike’den yok artık dedirten bir film. bijita q… zıvanadan çıkmış, içestin ve sapıkça tabir edilen sayısız olgunun dibine vurmuş bi aile. aileyi hizaya getirecek bi misafir. miike’nin, toplumun yapı taşı aile kurumundan giderek japon halkının ahlaki çöküşüne meşrebince getirdiği ekstrem yorum! grafik olarak karşınıza gelecek bazı imajların şoke edici şeyler olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

    74. LA PISCINE (Yön: JACQUES DERAY, 1969)

    dört fevkalbeşer varlık; delon, schneider, ronet, birkin ve tarihin en erotik suç filmi! la piscine…

    75. BEAT STREET (Yön: STAN LATHAN, 1984)

    rap’in masumiyet çağından, break dance, mc ve graffiti filmleri furyasından ilk izlenecek film: beat street… battle sahneleriyle, müzikleriyle, all star kadrosuyla ve duygusuyla gelmiş geçmiş en iyi break dance filmi!

    76. LAURA (Yön: OTTO PREMINGER, 1944)

    noir klagibleri içinde değeri zaman içinde anlaşılan, daha da anlaşılacak olan bir çeşit zirve; laura… gene tierney’i tanımayanınız varsa laura’yı izlerken yok artık! diyecek, benden söylemesi…

    77. LOCAL HERO (Yön: BILL FORSYTH, 1983)

    komedi dram türündeki bu kendi halinde, küçücük film, iki saatliğine her şeyi unutturacak; local hero… peter riegert ve burt lancaster’lı local hero, masalsı iskoçya dekoruyla bile ruhunuzda aurora borealis etkisi yaratacak…

    78. TONY MANERO (Yön: PABLO LARRAIN, 2008)

    tartışmasız, yakın dönemin en sert, en sarsıcı filmlerinden. karın boşluğuna yumruk misali! tony manero… şilili pablo larrain’in bi anda bütün dikkatleri üzerine çektiği tony manero, asla ve kat’a herkese göre bi film değil tabii!

    79. LAST NIGHT (Yön: DON MCKELLAR, 1998)

    altı saat sonra dünya yok olacak, yapacak da bi şey yok! koyver gitsin yani! last night… oyuncu-yönetmen don mckellar, romantik komediden bilimkurguya sayısız türü melezliyor, harikulade bir fantaziye imza atıyor.

    80. IN A LONELY PLACE (Yön: NICHOLAS RAY, 1950)

    godard’ın sinemanın ta kendisi diye bahsettiği nicholas ray’den noir’a sihirli rötuş. in a lonely place… bogart’ın son lahzaya dek gizemini koruyan senaristle yine harikalar yarattığı film izleyeni entrikaya ortak ediyor bildiğin.

    81. FOUR LIONS (Yön: CHRISTOPHER MORRIS, 2010)

    teröre ince bi zekayla yaklaşan ve her türlü yabancılaştırmaya başvuran enfes kara komedi; four lions…
    Tümünü Göster
    ···
  11. 11.
    +1
    51. THE LION IN WINTER (Yön: ANTHONY HARVEY, 1968)

    Katharine Hepburn’e bir oyuncunun ana dalda kazandığı rekor sayıdaki dört oscar heykelciğinden birini getiren kostüm draması. Hepburn’e benzersiz Peter O’Toole, gencecik bir Anthony Hopkins, Nigel Terry ve Timothy Dalton eşlik ediyor. Sizin anlayacağınız kadro çok ama çok iyi. II. Henry’nin üç oğlu arasında akla hayale gelmeyecek entrikalara sahne olan iktidar ve taht kavgasının hikayesi. Oyun uyarlamalarından zevk alanlar daha iyisini zor bulur; söylemedi demeyin.

    52. SHOCK CORRIDOR (Yön: SAMUEL FULLER, 1963)

    Bir cinayeti aydınlatıp Pulitzer ödülüne uzanmak isteyen adanmış gazetecinin hikayesi. Bu uğurda modern Amerika’nın metaforu gibi bir akıl hastanesine yatar… Gerisini söylemeyelim de sürprizi kaçmasın! Düşük bütçeli filmleriyle beyazperdede iz bırakmış, Amerikan sinemasının en özgün yönetmenlerinden Sam Fuller’in kariyer zirvesi. Gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen filmlerden biri olacak; lütfen özel bir zaman ayırın.

    53. SHERLOCK JR. (Yön: BUSTER KEATON, 1924)

    Buster Keaton’ın tüm sanat ve bilimlerden hayret verici hilelerle bezeli, olağanüstü sinema zaferi. Sadece 45 dk. uzunluğundaki Sherlock Jr., gönlünde dedektiflik yatan bir film makinistinin alabildiğine romantik hikayesi. 2 yıl sonra başyapıtı The General’a imza atacak Keaton’ın eşsiz enerjisi ve büyüleyici dehası kabına sığmıyor, taşıyor adeta. Chaplin’i en çok kıskandıran filmi olabilir.

    54. WHAT EVER HAPPENED TO BABY JANE? (Yön: ROBERT ALDRICH, 1962)

    Kişisel tüm zamanlar ilk 10 listemi ciddi ciddi zorlayan efsane bir gerilim. Robert Aldrich’in bu zamansız şaheseri, Bette Davis ve Joan Crawford gibi kariyerleri boyunca çekişmiş iki dev oyuncuya kamera önünde hesaplaşma fırsatı veriyor. Ki sonuç gerçekten öyle böyle değil. Filmde ayrı ayrı dönemlerde yıldız olmuş abla-kardeş iki oyuncuyu canlandıran Davis ve Crawford’un peformansları insanı dehşete düşürüyor. iki oyuncu, iki kadın, iki kız kardeş. Rekabetin hangi birini izleyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Yay gibi geriliyor, soluksuz kalıyorsunuz. Hele o kusursuz final bağrınıza bir hançer gibi saplanıyor. Mutlaka izleyin. Kendinize bu iyiliği yapın efendim.

    55. THE DEAD ZONE (Yön: DAVID CRONENBERG, 1983)

    Bir kısım seyirci nazarında en iyi Stephen King uyarlaması, ki bu gruba ben de dahilim. Yıllarca komada kalan bir adamın sağlığına kavuştuğunda, olacakları önceden görme kabiliyetine sahip olmasının hikayesi. Sinemayı dünya gibi düşünün. Cronenberg’i de UFO gibi. işte o UFO’nun insan ablukasına girmeden önceki son saatleri misali bir şey bu film. Yönetmenini artık para kazandıran bir isme dönüştüren The Dead Zone, Christopher Walken’ı da dokunulmazlar katına çıkarıyor.

    56. ALL THAT HEAVEN ALLOWS (Yön: DOUGLAS SIRK, 1955)

    Melodramın en büyük ustası Douglas Sirk’ten yürek paralayan bir aşk hikayesi. Fassbinder’in Angst Essen Seele Auf ve Todd Haynes’in Far From Heaven isimli unutulmaz filmlerinin doğrudan ilham kaynağı. Yaş farkı, sınıf farkı; Jane Wyman-Rock Hudson aşkının önündeki müşküller öyle çok ki. Gözünüze bir şey kaçmayacak; ağlayacaksınız bildiğiniz.

    57. IN THE COMPANY OF MEN (Yön: NEIL LABUTE, 1997)

    gelmiş geçmiş en yaratıcı final sekanslarından birine sahip harika senaryosuyla, in the company of men… kadın milletinden topyekun intikam almak isteyen iki hazımsız yuppie’nin haince planı ve dünyanın en masum kurbanı! başta bir parça yadırgayabilirsiniz; zira tiyatro kökenli neil labute ‘konuşan kafalar’cıdır ama asla pişman olmayacaksınız! birbirinden iyi oyunlarla alkışı hak eden aaron eckhart, matt malloy ve inanılmaz stacey edwards’a selam söyleyin benden…

    58. LEBEWOHL, FREMDE (Yön: TEVFiK BAŞER, 1991)

    tevfik başer’in üçü de alman yapımı filmlerinin sonuncusu ve tartışmasız en acayibi. elveda yabancı… karizmatik perde şahsiyetinin zirvesinde bir müşfik kenter ve aşk üzerine küçük bir film’in arzu nesnesi grazyna szapolowska. aşk hikayesiyle, politik zeminiyle ve görüp görebileceğiniz en iyi görüntü yönetimlerinden biriyle kalbinizi çalacak bu film. müşfik hoca’yı kaybedince önermekten başka çare kalmadı. sorun şu ki bu filmi nereden bulup nasıl izleyeceksiniz bilemiyorum. ben filmin benim gibi hastası mete avunduk’a doğumgünü armağanı yapabilmek için bizzat yönetmenin kendisinden temin etmiştim. bu çok özel filmi izlemek için elinizden geleni ardınıza koymayın, gerekirse yönetmeni taciz edin…

    59. TOUCHING THE VOID (Yön: KEVIN MACDONALD, 2003)

    ölüme en yaklaştığınız an yaşamı en iyi anladığınız andır! efsane dağcılık belgeseli. touching the void… peru’daki siula grande zirvesine doğru tarihin en zor tırmanışını yapan iki dağcının kurmaca filmlere taş çıkartan hikayesi. belgesel dediğime bakmayın, bildiğiniz film bu! hayatınız boyunca daha çok etkileneceğiniz kaç şey göreceksiniz bilmiyorum…

    60. JOHEUNNOM NABBEUNNOM ISANGHANNOM (Yön: JEE-WOON KIM, 2008)

    güney kore’den çıkıp gelen ve her türlü övgüyü hak eden bir iyi, kötü ve çirkin uyarlaması! genç usta kim jee-woon’un kore sinemasının üç önemli yıldızını bir araya getiren filmi, bir parodi olmanın çok ötesinde… türe ve orijinal filme yapılan ince göndermeler, nefes kesen aksiyon setleri ve bi eşi daha olmayan büyüleyici takip sekansı! parti tadında bir film iyi, kötü ve çılgın! gırla eğlence. hadi yaşadınız yine.

    61. SLEUTH (Yön: JOSEPH L. MANKIEWICZ, 1972)

    hi tech’ten medet uman kof yeniden çevrime boş verin. mankiewicz’in muhayyilesinden seyreyleyin! sleuth… usta aktör michael caine ve bütün usta aktörlerin ustası laurence olivier, 140 dakika süren bir ölüm satrancına oturacaklar. anthony shaffer’in oyunundan uyarlanan sleuth, gizem ve gerilimin doruklarında gezinen, insan zekasına seslenen bir film… sinemadan öncelikle iyi senaryo ve iyi oyunculuk bekleyenlerin göbeklerini sıvazlayarak izleyeceklerini belirtelim…

    62. THE HUNGER (Yön: TONY SCOTT, 1983)

    bu link’le bugünün filmini de ilan etmiş olduk. tüm zamanların en acayip vampir filmlerinden the hunger! deneuve, sarandon ve bowie gibi üç harika ismi bir araya getiren the hunger, görüp görebileceğiniz en tarz filmlerden biri! delibes’in lakme’sinden muhteşem çiçek düeti’nin çaldığı sahne de görüp görebileceğiniz en unutulmaz sahnelerden!

    63. KES (Yön: KEN LOACH, 1969)

    ingiliz sinemasının vicdanı, işçi sınıfının sesi ken loach’un sinemaya bomba gibi düşen başeseri. kes… çıkışsızlıklar içindeki küçük bir çocuğun yırtıcı bir kuş olan kerkenezle yüreğinizi ateşe verecek, destansı ilişkisi… benim nazarımda yetişkinlere yapılmış en iyi çocuk filmi. hiçbir zaman geçmeyecek, 20 yıl sonra duruyor olacak etkisi…

    64. ONCE WERE WARRIORS (Yön: LEE TAMAHORI, 1994)

    yeni zelanda sinemasının tartışmalı yönetmeni lee tamahori’den göz kamaştırıcı bir kariyer başlangıcı… global barış indeksine göre dünyanın en huzurlu 2. ülkesi olan yeni zelanda’dan, en sertinden erkek egemen toplum eleştirisi! aile içi şiddetin daha boğaza düğümlenen bir tasvirini hatırlamıyorum ben. gördüyseniz siz hatırlatıverin lütfen… once were warriors, maori kültürünü ve haka’yı yakından tanımak ve daha iyi anlamak için belgesel yerine geçecek. kaçırmayın!

    65. THE CHINA SYNDROME (Yön: JAMES BRIDGES, 1979)

    70’lerin alametifarikası felaket filmlerinin toplumsal gerçekçi çizgiye yaklaştığı, unutulmaz başyapıt… jane fonda, jack lemmon, michael douglas ve bir adet nükleer enerji santralinin başrolleri paylaştığı bir gerilim şahikası…
    Tümünü Göster
    ···
  12. 12.
    -1
    82. THE MAN WHO SHOT LIBERTY VALANCE (Yön: JOHN FORD, 1962)

    liberty valance’ı kimin vurduğu çok önemli zira western yılların erkek stereotipini yerle bir ediyor! ford’un son başyapıtı the man who shot liberty valance, wayne, marvin gibi adamların karşısına james stewart’ı dikiyor. ve erkekliğin kitabı sil baştan yazılıyor. enikonu başka bir kitap! içiniz cız değil, cızzzzzzzzzz edecek; benden söylemesi.

    83. LA CIENAGA (Yön: LUCRECIA MARTEL, 2001)

    reha erdem’in hayat var’ını sevenler bu filmi de sevdi! la cienaga… kendi hesabıma yaşayan en heyecan verici kadın yönetmen olduğunu söyleyebileceğim lucrecia martel’in başyapıtı… martel dışında kimsenin yanına yaklaşamayacağı bir gerçeklik duygusu ve son demindeki aile kurumuna sert bir bakış…

    84. THE PARALLAX VIEW (Yön: ALAN J. PAKULA, 1974)

    mühim olan hadiselere nerden baktığındır! bakış açını değiştirdin mi her şey değişir! the parallax view… alan j. pakula’nın klute’la başlayıp, all the president’s men’le tamamlanacak eşsiz politik paranoya üçlemesinin 2. ayağı… warren beatty’nin film boyunca yaşayacağı gerilimi siz de iliklerinize kadar hissedeceksiniz. unutulmaz bir deneyim…

    85. BAD TASTE (Yön: PETER JACKSON, 1987)

    hayatta en eğlendiğim filmi öneriyorum bugün. bu denli eğlendiğim bir monty python bile yok! bad taste… peter jackson’ın siz ismini duymadan yıllar önce ve tamamen kendi imkanlarıyla imza attığı bu inanılmaz film bi gore klasiği! galakgibler arası bi fast food zinciri için insan etine ihtiyaç duyan uzaylıların işgal hikayesi gözlerinizden yaş getirecek. imkansızlıktan birden fazla rolde kendi oynayan peter jackson’ın derek karakteri benim için yakın bir arkadaştan farksızdır! kült film, arkadaşlarınla ayin yapar gibi bir araya gelip, bıkmadan usanmadan izlediğin şeye denir ve bu film onun dibidir…

    86. THE PHILADELPHIA STORY (Yön: GEORGE CUKOR, 1940)

    klagib hollywood’un büyük zanaatkarlarından george cukor’la screwball zirvesi… the philadelphia story… screwball bugün romantik komedi dediğimiz şeyin temeli ve bu da şüphesiz ki türü tanımlayan birkaç olağanüstü filmden biri… filmin bir diğer hususiyeti üç titanı bir araya getirmesi: cary grant, katharine hepburn ve jimmy stewart!!!

    87. SPLENDOR IN THE GRASS (Yön: ELIA KAZAN, 1961)

    bir elia kazan daha! bu defa kişisel tarihimde en çok tesir bırakan melodram… splendor in the grass: natalie wood ve warren beatty’nin dev kompozisyonlarıyla iki gencin vuslata erememe hikayesi. bu filme ağlamıyorsan öl bence!

    88. DEAD RINGERS (Yön: DAVID CRONENBERG, 1988)

    herkese göre bir yönetmen olmayan david cronenberg’in en iyi filmi demekle yetineceğim; dead ringers…

    89. MARY POPPINS (Yön: ROBERT STEVENSON, 1964)

    benzersiz julie andrews ve sinema tarihinin ennn unutulmaz çocuk müzikallerinden, güzelim, mary poppins… supercalifragilisticexpialidocious bir insan mary poppins; cadıdan bozma bir dadı ve mutlu etmek onun göbek adı! öyle tatlı sürprizler var ki bu müzikli-danslı filmde, romantik bi ilişki yaşıyorsanız sevgilinizin boynuna dolanacaksınız…

    90. EXOTICA (Yön: ATOM EGOYAN, 1994)

    çoklu hikaye örgüsüyle, parabolik anlatımıyla, binbir türlü duygusuyla rüya gibi bir film; exotica… atom egoyan’ın hep yaptığı gibi geçmişe ve geçmişin insan hayatındaki etkisine eğildiği film 90’ların en iyilerinden efendim. bakıp da dokunamadığımız ne kadar çok şey var. bir striptiz kulübü sanki hayat. adı da exotica. of çok fena…

    91. HAO XIA (Yön: JOHN WOO, 1979)

    john woo’nun erken döneminden, türünün en iyi örneklerinden enfes bir wuxia filmi. hao xia… wuxia özelde kılıç şakırtısı, genelde ise dövüş sanatlarını içeren bir tür ve işte en bilinen örnekleri… woo, hong kong sinemasının alametifarikası aksiyonun tanrısı olduğu kadar karakter yaratmak ve duygu aktarmakta da usta… burada da maceranın, durum komedisinin ve dramın dibini göreceğiniz epik bir yolculuğa çıkarıyor sizi. muavininiz de benim…

    92. A CHRISTMAS STORY (Yön: BOB CLARK, 1983)

    gelmiş geçmiş en iyi noel filmlerinden biri. çokça es geçilmiş bir sinema mucizesi; a christmas story… çocuk bakış açısından anlatılır ve bunu sinir bozucu derecede iyi yapar. ışınlanmak isteyeceğiniz bir dünya, bir evren sunar.

    93. WAIT UNTIL DARK (Yön: TERENCE YOUNG, 1967)

    hitchcock’un ah bu filmi ben çekecektim dediğini tahmin ettiğim dev pgibolojik gerilim! wait until dark… audrey hepburn’ü tanımasanız sahiden kör galiba dersiniz! öyle mükemmel ki. aklınız gidecek ona bi şey olacak diye vallahi… üç namussuz haydutun musallat olduğu zavallı kör kadının hikayesini izlerken özdeşleşme işini abartacaksınız, söyleyeyim!

    94. MCCABE & MRS. MILLER (Yön: ROBERT ALTMAN, 1971)

    ilk 10’uma koyamadım ama hayatımın filmlerinden, sinemaya meftun eden; mccabe and mrs. miller… altman’ın bir kumarbaz ve bir fahişenin aşk ve iş ilişkisini anlattığı film, perdede yaratılmış en güçlü atmosferlerdendir… tabiat ananın kamera oyunculuğunda christie ve beatty’yle yarıştığı filmin buğulu dokusu ve müziğiyle yüreğiniz yağ bağlar… leonard cohen’in de bu yeni ve görkemli western temsiline katkısı kelimelerle anlatılacak gibi değil! “it’s hard to hold the hand of anyone who is reaching for the sky just to surrender!” ilaveten, mccabe & mrs. miller kadar, kamerayla oyuncuların arasında kalmışım gibi hissettiren bir film daha yoktur…

    95. CHASING AMY (Yön: KEVIN SMITH, 1997)

    zeka, mizah ve alt kültür tanrısı kevin smith filmleri içerisinde dramı en güçlü olanı! chasing amy… çizgi roman artistlerinin aşkını çizgi roman gerçekliğinde anlatan film dev eğlencenin yanında dev duygu seçeneğiyle geliyor! joey lauren adams’ın canlandırdığı lezbiyene aşık olan ben affleck, ilanıaşk ettiği sahneyle kariyerinin zirvesine çıkıyor… diğer hususiyetler bi yana, smith’in kültleşmiş karakteri SILENT BOB’un ilk kez sular seller gibi konuşmasıyla da çok önemli!

    96. KILLER OF SHEEP (Yön: CHARLES BURNETT, 1979)

    günlük hayatın sıradanlığı, kasveti ve zorluğu hiçbir zaman daha iyi anlatılmadı… killer of sheep: afrikalı amerikalı yönetmenler içerisinde belki en değerlisi charles burnett, siyahların dünyasını burnumuzun dibine dayıyor. gerçekten farklı bir şey izlemek istiyorsanız, koyunları (!) neyin öldürdüğüne bir göz atın. pişman olmayacaksınız…

    97. IKIRU (Yön: AKIRA KUROSAWA, 1952)

    bütün ömrü masa başında geçmiş bir memur, yalnızca birkaç ay ömrü kaldığını öğrenirse ne olur? ikiru… kurosawa’nın sabahattin ali’nin raif’ini aratmayan kanji karakteriyle hayatın anldıbını sorguladığı, yürek eriten filmi…

    98. ROCCO E I SUOI FRATELLI (Yön: LUCHINA VISCONTI, 1960)

    visconti’den önerilecek ne çok film var. kolektif duygulara en çok hitap edeni, rocco e i suoi fratelli… nino rota, alain delon’un gözyaşlarını kuyruk takıp notalara dökecek, rocco ve kardeşlerinin hikayesi göğsünüze işleyecek.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 13.
    0
    reaeved
    ···
  14. 14.
    0
    up upu upu ppu
    ···
  15. 15.
    0
    sol taşşak için up 3
    ···
  16. 16.
    0
    sol taşşak için up çalışması
    ···
  17. 17.
    0
    up up up
    ···
  18. 18.
    0
    reserved
    ···
  19. 19.
    0
    up up up up up up up
    ···
  20. 20.
    0
    up up up up up pu pupupup pupuppupupuppupupupuppup
    ···