0
Enflasyonu önlemeye yönelik bilimsel önlemler uygulamaya konulmadığından, ülkemizde enflasyon neredeyse, ülkenin en önemli sorunu haline getirilmiştir. Ne var ki, Avrupa ülkeleri özellikle II. Dünya Savaşından sonra bilimsel ilkeleri temel aldıklarından, enflasyon bu ülkelerde bir sorun olmamaktadır. Buna karşın, ülkemizde ise, para politikası ağırlıklı yüzeysel politika önlemleri temel alındığından, enflasyon olgusu giderek yapısallaşmıştır. Bu yazımızın amacı, alternatif bir yöntem olarak kamu ekonomisinin temel ilkeleri doğrultusunda alınacak politika önlemleriyle Türkiye’de de enflasyonun kolayca sorun olmaktan nasıl çıkarılacağı ile ilgili bulunmaktadır.
Bilindiği gibi, ülkemizde okutulan geleneksel maliye dersleri, Batı’daki karşılığı olan kamu ekonomisi kadar kapsamlı değildir. Ne var ki, Türkiye’de hep klagib maliye anlayışı ve para politikası yöntemleri temel alındığından, sorunlara köklü bir çözüm getirilememiştir. Şöyle ki, modern kamu ekonomisi ilkeleri doğrultusunda önemli ekonomik, mali ve siyasi sorunlara daha köklü bir çözüm getirilebilmektedir. Gerçekten, kamu ekonomisinin kaynak ayırımı (tahsisi) etkinliği ve gelir dağılımı adaletinin sağlanmasına ilişkin temel ilkelerine öncelik verilmeden, istikrarı sağlamaya yönelik makro ekonomik (fiyat istikrarı, tam istihdam, sürdürülebilir büyüme oranı ve dış ticaret bilançosu denkliği) politikalarının başarılı olması olasılığı yok gibidir. Yani kaynakların etkin ayırımı gerçekleştiğinde; gelir dağılımı kolayca iyileşebileceği gibi ayrıca enflasyon, işsizlik, dış açık ve sürdürülebilir büyüme oranı ile ilgili sorunlar da kolayca çözüme kavuşturulacaktır. Aksine enflasyon sorununu çözmeye yönelik olarak alınacak herhangi bir önlem, enflasyonu önleyemeyeceği gibi ayrıca, daha ciddi makro ekonomik ve yapısal sorunlara da yol açacaktır. Kısaca özetlenen bu anlayış, The Theory of Public Finance (Kamu Maliyesi Teorisi) adlı klagib yapıtını Türkçe’ye çevirdiğimiz ünlü maliyeci Richard Musgrave tarafından formüle edilmiştir. Bu modeli benimseyen Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri günümüzde uygulamaya konulan özelleştirme ve serbestleştirme politikalarının olumsuz etkilerine karşın, uzun bir süreden beri % 3 leri geçen bir enflasyonla da karşılaşmadılar. Ayrıca, gelir dağılımı ve diğer makro ekonomik sorunlarını kolayca çözebilmekteler. .
Ancak, bu modelin başarı olabilmesi için kuşkusuz ki başta her tür savurganlıklar, kayıt dışılıklar, vergi kaçakçılığı ve her tür yolsuzlukların önlemesi gerekmekte olup, ayrıca devletin ekonomideki payının % 50 dolaylarında olması gerekir. Gerçekten, modelin başarısının sırrı bu oranla yakından ilgili bulunmaktadır. Çünkü, kamu sektörünün genel ekonomi içindeki payı arttıkça hükümetlerin daha çok miktarda ve iyi kalitede sosyal hizmetleri (eğitim, sağlık, toplu taşıma, sosyal güvenlik ve toplu konut gibi) sunması olanağı da artmaktadır. Gerçekten bu hizmetlerin yeterli miktarda ve kalitede sunulmasıyla, bir yandan gelir dağılımı kendiliğinden iyileşirken, öte yandan piyasa ekonomisi de daha etkin ve verimli bir biçimde işleyecektir. Şöyle ki, bu sayılan sosyal hizmetler ekonominin ekonomik ve sosyal alt yapısını oluşturduğundan, firmaların üretim maliyetini düşürmede de etkili olurlar. Öte yandan, büyük ölçekli iktisadi devlet teşekküllerinin varlığı ise, dışsal ekonomileri içselleştirme ve ölçek büyüklüğünden yararlanabilme olanağını vermesi nedeniyle, maliyetleri daha da düşürecektir. Örneğin, hammaddenin ve malların yüzlerce TIR ve kamyonla taşınmasının birim maliyeti, yük treniyle ya da gemi ile taşınmasına göre yaklaşık olarak, sırasıyla 10 ve 15 kat daha pahalı olacaktır. Benzer biçimde onlarca küçük ölçekli özel hastane yerine kurulacak büyük ölçekli bir devlet hastanesi sağlık hizmetlerinin ortalama maliyetini daha da düşürecektir.
Türkiye’de ise, yukarıda kısaca özetlediğim bilimsel politikalar yerine genellikle IMF in önerileri doğrultusunda yanlış ekonomi ve para politikaları uygulandığından, sadece enflasyon değil ayrıca işsizlik, dış açık, hormonlu büyüme ve adaletsiz gelir dağılımı gibi diğer makro ekonomik ve sosyo ekonomik sorunlar da giderek artmakta ve yapısallaşmaktadır. Bu nedenle, Avrupa’nın özellikle Refah Devleti döneminde ısrarla ve kamu ekonomisinin öncelik verilmeye dayanan, kaynak ayırımı etkinliği uygulamasına ülkemizde de bir an önce geçilmesi gerekmektedir. Bu amaçla, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de devletin ekonomideki payının % 50 dolaylarına çıkarılması gerekmektedir. Bilindiği gibi, II. Dünya Savaşı sonrasında ispanya, Portekiz ve Yunanistan’da da devletin ekonomideki payı yaklaşık olarak % 20 kadardı. Günümüzde ise, bu 3 ülkede de, Avrupa Birliğine girildikten sonra, kamu sektörünün ulusal gelirden aldığı pay hızla yükseltilerek % 45 leri geçmiş bulunmaktadır. Türkiye’de ise, bu oran uzun yıllardan beri ortalama % 20 dolaylarında seyretmektedir. Her ne kadar toplanan vergilerin ulusal gelire oranı son yıllarda % 30 ları geçmekteyse de, devletin büyüklüğü yine de değişmemektedir. Çünkü vergi gelirlerinin önemli bir bölümü sosyal hizmetler yerine gelir dağılımını daha da bozan ve toplumu yoksullaştıran borç faizlerinin finansmanına gittiğinden, söz konusu oran % 22 gibi oldukça küçüktür. Sadece kayıt dışı ekonominin önlenmesiyle Türkiye’de devletin ekonomideki payını iki kat artırma olanağı bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Türkiye’de kayıtdışı ekonominin büyüklüğü yaklaşık % 50 olarak hesaplanmaktadır. Öte yandan, Türk Vergi Sisteminin yapısı Avrupa ülkelerine göre düzenlendiğinden, kayıtdışı ekonomi, vergi kaçakçılığı ve yolsuzluklar önlendiğinde, ekonominin payını kısa sürede % 50 lere çıkarma olanağı bulunmaktadır.
Ne var ki, iş çevreleri Türkiye’de devletin ekonomideki payının çok yüksek olduğunu (genellikle bilmeyerek) ileri sürerek bindikleri dalı kesmektedirler. Çünkü, kamu sektörü optimal büyüklüğe ulaştıkça özel sektörün satınaldığı iktisadi devlet teşekküllerinin ürünlerinin maliyeti de düşeceğinden, maliyet enflasyonu kendiliğinden önlenebilmektedir. Öte yandan, Türkiye’deki özelleştirme ve serbestleştirme uygulamaları da enflasyonu yapısallaştırıcı bir etki yaratmaktadır. Dünya deneyimi de bu tür uygulamaların genellikle işsizliği artırarak ve optimal ölçek büyüklüğünü küçülterek maliyetlerin artmasına neden olduğunu göstermektedir. Buna karşın, Avrupa ülkeleri ekonomilerinin alt yapılarını daha sağlam biçimde kurdukları için bu tür olumsuzluklara ve finansal krizlere karşı ABD ve Türkiye’ye göre daha kolay karşı koyabilmektedirler.
Tümünü Göster