1. 1.
    0
    lan birde 5-6 yıl öncesine kadar sürekli forward edilen bir mailde dolaşıyordu bu adam ve fotoğrafı. saçma sapan bi hikaye yazılıydı mailde ama şindi hatırlayamıcam.
    ···
  1. 2.
    +2
    hikayenin özetini @1 geçmiş zaten. gibimsonik bi adam efsane olmuş amk.. lan huur çocuğu o küçük çocuk yemek dağıtılan yere sürüne sürüne gidiyor açlıktan ölmek üzere, arkasında akbaba ölsede yesem şu veledi diye bekliyor. sen resim çekene kadar tut çocuğun elinden kaldır zütürsene yemekhaneye amın çığırtkanı. ananın amında patlasın o filmler pozlar. geberip gitmiş iyi olmuş huur çocuğuna.

    sakin makin değilim amk
    ···
  2. 3.
    0
    adam kendini fotoğrafçının görevi anı yakalamak gibi gibik bir savunmayla korumaya çalışmıştı yanılmıyorsam.
    yine de dünyadan bir boğazın eksilmesi iyi oldu tabi.
    darısı başınıza.
    ···
  3. 4.
    0
    hemen küfürler savurmuşsunuz adama lan. savaş ve açlığın bütün acımasızlığıyla hissedildiği bir bölgede, sudan’da, böylesine vurucu bir ânı görüntüleme fırsatı bulan adam, zamanı durdurduğu bu anda büyük olasılıkla aklında olan tek şey bu fotoğrafın dünya kamuoyunda yaratacağı tepki ve bunun sonucunda dünya ülkelerinin sudan’a yönelik yardım girişimlerinde bulunma ihtimali. o anda, o fotoğrafı gerekli yerlere ulaştırma güdüsü ve bu nedenle de bir an önce bulunduğu yerden ayrılma isteği sadece o ânı yaşayan insanların anlayabileceği bir pgiboloji.

    intihar mektubunda yazdığı şu cümlelerde onun ne denli insan olduğunu anlatır cinsten;çocuğu kurtarabilirdim. makinamı bırakıp onu biraz ilerde bulunan yardım çadırına zütürebilirdim. o an sadece fotoğrafcı olduğumu düşünüyordum. şimdiyse önce insan olduğumu...
    ···
  4. 5.
    0
    http://4.bp.blogspot.com/.../pWbNcNidntc/s1600/kc.jpg

    sıcak bir gündü her zamanki gibi. 93 senesiydi, yer sudandı. carter elinde fotoğraf makinesiyle bir yere odaklanmış, sudan görevinden bir şeyler çıkarmak için arka arkaya fotoğraflar çekmekle meşguldü. bir çocuk görmüştü hafifçe ileride. zayıflıktan bir deri bir kemik kalmıştı zavallı yavrucağız. kız mı erkek mi olduğu güç bela anlaşılıyordu. çıplaktı, üstünde bir şey yoktu. açlıktan bitap düşmüştü artık. kendisini çorak toprağa, doğa ananın kucağına teslim etmişti. kafasını secdeye dayar gibi dayamıştı toprağa. belli ki yiyecek alabilmek için yakındaki birleşmiş milletler yardım kampına gitmeye çalışıyordu küçük çocuk. belli ki başaramayacaktı da. carter hızlı hızlı bir kaç fotoğraf çekti. sonra bir şey daha dikkatini celbetti. çocuğun hemen yanında irice bir akbaba duruyordu. sanki çocuğun ölmesini bekler gibiydi. doğanın kuralı basit ve acımasızdı: çocuk ölür, akbaba da yolunu bulur.

    http://www.youtube.com/watch?v=QUVDV2bR2Yo
    ···
  5. 6.
    0
    carter hiç düşünmeden akbabayı da aldı kadraja. bir kaç fotoğraf da böyle çekti. sonunda sudan görevinden bir şeyler çıkarabilmişti. bu fotoğraf sıradan bir fotoğraf olmayacaktı. carter karmaşık duygular içerisindeydi. çocuğa yardım etmek istiyordu bir yandan ama yapacak bir şey yoktu. bm yetkilileri onu ve diğer muhabirleri defalarca uyarmışlardı bulaşıcı hastalıklar konusunda. hem onun görevi yardım etmek değildi. ayrıca her gün bunun gibi yüzlerce vakaya şahit oluyordu. bunlar artık onun için sıradanlaşmıştı. ama ya fotoğraf? çektiği fotoğraf hiç de sıradan değildi. buna yemin edebilirdi. bir an önce oradan ayrılmak istedi carter. hatta mümkün olsa hayatı ileriye sarmak bile isterdi.
    ···
  6. 7.
    0
    o kadar hızlı olmadı belki, ama zaman ilerledi. 2014 senesiydi. carter pulitzer ödülünü almıştı. çektiği fotoğraf beklenenin de üzerinde ilgi topladı. hikayesi ballandırıla ballandırıla anlatıldı. sudana yapılan yardımlar ciddi ölçüde artmıştı. carter bir kesim tarafından büyük övgüler alıyordu, başka bir kesim ise onu vicdansızlıkla suçluyordu. keşke gerçekten de vicdansız olabilseydim diye düşündü carter. bu kadar vicdansızlığa, vahşete, ölüme, sapıklığa maruz kalıp da yine bile hayatına rahat rahat devam edebilmesi için gerçekten de vicdansız olması gerekiyordu. ama olamıyordu işte. gözüne sürekli tanık olduğu vahşet görüntüleri geliyordu. her gözünü kapadığında çürümüş cesetler, ölen çocuklar, sadist askerlerin o çirkin, şiddetten zevk alan surat ifadeleri beliriyordu zihninde. yanmış, çürümüş ceset kokuları, etraftan yükselen alevler, dumanlar, açlık, sefalet... bizim o akbabadan ne farkımız var diye düşündü bir an için carter. tıpkı o akbaba gibi, masum ve zavallı bir çocuğun canından kazanmıştı parasını. aklının bir köşesinde "senin görevin buydu" diye düşündü. ama zihninin diğer kısmı ona "çok iyi biliyorsun ki bu bir mazeret değil. yaptığın işe bir bak: vahşetin, dramın, açlığın fotoğrafını çekiyorsun. ne için? çalıştığın ajanslar, dergiler, haber kanalları daha fazla kazansın diye. bu mu senin görevin?" diye haykırıyordu. bir yandan kendisini yatıştırmak için "bir şey yapamazdın, hastalık kapma riskini göze alarak yardım edemezdin o çocuğa" diyordu. ama diğer yandan da bu küstahlığına ve bencilliğine hayret ediyordu.
    ···
  7. 8.
    0
    o fotoğrafı çektiği günü hatırladı. şimdi neredeyse her gece gözünün önüne gelen, kendisine rahat vermeyen o güne gitti bir an. o gün şimdi düşündüğünün binde biri kadar düşünmemişti bile bunları. savaş, ölüm, açlık... bunların hepsi o kadar sıradandı ki. kendini hayvanların arasında gezinen bir doğa adamı gibi görüyordu. onun işi gözlem yapmaktı. fotoğraf çekmek. nasıl ki bir doğa bilimcisi deneklerine müdahalede bulunmazsa, o da aynı şekilde müdahalede bulunmamalıydı deneklerine. fotoğrafı çektiği anda hissettiklerini hatırlamaya çalıştı. karmaşık bir duyguydu bu. ama hissettiği en baskın duygu mutluluktu. böyle güzel bir pozu yakaladığı için mutluydu. evet, en baskın duygu buydu. bir kez daha yatağında kıvrandı carter. uykusu tamamiyle kaçmıştı artık.
    ···
  8. 9.
    0
    kendisini vicdansızlıkla eleştirenleri düşündü. hem çok haklıydılar, hem de bir o kadar haksız. haklıydılar çünkü gerçekten de vicdanlı bir insan gibi davranmamıştı o an. sadece bir fotoğrafçı olarak görmüştü kendisini. haksızdılar, çünkü bu insanlar kendi kalelerinde, tüm bu olan bitenden habersiz bir şekilde yaşıyorlardı. her sabah uyandığında sıcak suyla duş alan, kahvaltıda bir kaç çeşit peynir tüketen, lüks arabalara binen, pahalı villalarda ikamet eden şımarık insanlardı bunlar. bir fotoğrafta yaygarayı koparmışlardı, bir anda vicdan timsali kesilmişlerdi. halbuki carter bunun gibi daha ne olaylara tanık olmuştu. her gün binlerce çocuk açlıktan, sıtmadan ya da çeşitli hastalıklardan, yoksulluktan ölmüyor muydu? peki onlar için, fotoğrafı çekilemeyen, ya da çekildiğinde yeterince ses getiremeyenler için ne yapmıştı bu zengin züppeler? ellerini taşın altına sokmuşlar mıydı? bir an olsun keyiflerinden ödün vermişler miydi acaba?
    ···
  9. 10.
    0
    onlar için vicdan muhasebesi yapmak kolaydı tabi. ne de olsa her gün tanık olmuyorlardı böyle şeylere. onların hayatı basit ve medeniydi. her gün kahvaltılarını yaparlar, tvde haberlere bakıp gazete okurlar, çocuklarını okula zütürürler, işe giderler, geceleri çocuklarına masallar anlatırlardı. o masallarda hep sonsuza kadar mutlu yaşanırdı, çocuklar hiç ölmezdi. iyiler hep kazanırdı. aslında, diye iç geçirdi carter, bir bakıma bu insanlar o anlattıkları masal diyarından çok uzak bir yerde yaşamıyorlardı o sudanlı çocuğun hayatına kıyasla.
    ···
  10. 11.
    0
    daha sonra sudandakileri düşündü carter. onların hayatları olabildiğince vahşi ve acımasızdı. ama onların da hayatı oldukça basitti. doğan her yeni gün yaşamda kalmak için yeni bir savaş demekti onlar için. yiyecek ve su bulanlar şanslıydı. bir kaç gün daha yaşayabilirlerdi. bulamayanlar ise ölüme razı oluyorlardı. tıpkı belgesellerdeki gibi bir hayattı onların ki. ölüm ve açlık sıradan şeylerdi onlar için.
    ···
  11. 12.
    0
    kendi hayatını düşündü bir de carter. ben hangi dünyanın insanıyım peki, diye sordu kendine. belli ki iki dünyanın da insanı değildi. ama her iki dünyanın da içindeydi. bir gün vahşi doğanın ortasında bir akbaba, ertesi gün masallar diyarında yaşayan bir kahramandı. artık kendi kendini tanıyamıyordu. nereye ait olduğunu bilemiyordu. hayat ona çok acımasız, anlamsız ve bir o kadar da iki yüzlü görünüyordu. daha fazla dayanamadı carter. arabasına bindi. 27 temmuzdu günlerden. Braamfontein'e sürdü arabasını. kulağında kulaklığıyla walkman dinliyordu, bir yandan da elinde bir kağıt, bir şeyler yazmaya çalışıyordu. yazamıyordu da doğru dürüst. bölük pörçük bir şeyler yazdı. egzoz borusundan çıkan karbonmonoksit, aracın içerisini doldurmaya başlamıştı. o sırada arkadaşı ken aklına geldi carter'ın. zaten nadiren çıkıyordu aklından. daha iki üç ay önce, buradan 25-30 km uzakta öldürülmüştü o da. nerededir şimdi acaba, diye düşündü içinden. bu kadar acıya, bu kadar sıkıntıya tanıklık ettiğine göre cennette olmalıydı Ken. kağıda şöyle not düştü carter: " eğer o kadar şanslıysam, Ken'in yanına gidiyorum" nefesleri ağırlaştı carter'ın. gözleri karardı. arkasında tam da çektiği fotoğrafın şanına yakışır bir hikaye bırakarak, masallar diyarına doğru uzun bir yolculuğa çıktı.
    ···
  12. 13.
    0
    reserved
    ···
  13. 14.
    0
    puhahahabababbababababa
    ···