sırf sizi sevdiğimden kitabından sevdiğim bir hikayeyi yazdım şimdi kopi past değil.
liseli binler okusun da bizim gibi olmasınlar dıbına koyim
Aslında Çok Rahat Bir insanım
Bir Salı sabahı, kantinden aldığım Taç krakerin son parçasını ağzıma atmış, dilimle ağzımın kuytu köşelerinde kalan yumuşak kalıntıları temizliyordum. Temizlik esnasında, dilim, ağız tabanında tükürükle yumuşamamış krakerlerin hemen altında sert bir şeye çarptı. Dil, bu tür durumlarda hemen telaşlanır. Benimki de telaş içinde derhal sertliğin sağını solunu yoklayarak sınırlarını belirledi ve nerdeyse 2 saniyede bir ziyaretine gitti. Böyledir dil, sıkışan bir et parçası, yanarak pütürlü hale gelen damak, diş etinde ufak bir şişlik gibi oluşumlarda hemen olay mahalline gidip yoklar. Kitle, vücudumda işlevi olan bir çıkıntıya benzemiyordu. Teşhisi parmağımla kesinleştirdikten 5 dakika sonra okulun bilgisayar odasındaydım. Kısa süre içinde tıp dünyasının altını üstüne getirmiştim. Yazılanların hepsini anlamıyordum ama "maling" gibi tanıdık kelimelerle hızla vücudun karanlık köşelerine doğru yol alıyordum. 10 dakika sonra kafamı ekrandan kaldırıp arkamdaki duvara yaslandım.. Gözlerim tavanla buluştuğunda artık emindim: Kanser olmuştum. Ölüm bana çok yakındı. Ölümü sakin karşılamayı nereden öğrendiysem artık, telaş etmedim. Hayatım aniden yavaşlamıştı, bir ermişin mahmur gözleriyle bakmaya başladım hayata. Hemen kanserimi arkadaşlara açıkladığım anı hayal ettim, nasıl da telaşlandılar sevgili arkadaşlarım ve ben nasıl da sakinleştirdim onları. Türlü şakalar yaptım. Ölümle dalga geçtim. Galiba arkamda, "o bambaşka bir adamdı" efsanesi bırakmak istiyordum. Sonra kızdım kendi kendime, ölüyordum ve bu son aylarımda hala rahatlığımı pazarlama hayalleri içindeydim.
Tavırlarıyla çevresine rahatlık salan bir insan olma hayalini hep kurmuşumdur. Karmakarışık dertleri basite indirgeyebilmeyi, hayatı sıkıştığı her anı, dünyanın en güzel aforizmalarından biri olan, "koy zütüne" yaklaşımıyla defedebilmeyi çok isterdim. Çoğu insan gibi bazen taklidini yapıyorum ama malesef rahat bir insan değilim. Düşünsenize, ağzımdaki basit bir kitleyi hemen kanserin devasa kollarına atacak kadar paranoyak aklım, aynı olay içinde kanserini arkadaşlarına bir rahatlık şöleniyle sunabiliyor. Sırf kalender bir insan olmanın hayalini kurabilmek için. Tam rezillik...
Üniversitede, sınav zamanlarında, elinde notlar ve yüzü bu dünyayla ilişkisini kesmiş gibi bir ifadeyle sağa sola koşuşturan arkadaşlar olurdu. Amfiler bölgesinde yaşayan bu insanlar, sıranın en önünde, hocanın ağzından çıkanı havada kapıp
inci gibi notlara çevirirken biz 'rahat insanlar' tüm amfiye hakim bir tepeden onları seyrederdik. Çabalarını küçümserdik. Üniversitenin nimetlerinin amfide değil, şehrin sokaklarında ve nemli öğrenci evlerinde olduğuna inanıyorduk. Küçümsediğimiz amfi insanlarının notlarına bir aracı kurum (fotokopici) sayesinde rahatça ulaşabiliyorduk. Zahmetsizce ele geçirdiğimiz bu notları, çoğunluğu asker yeşili çantalarımıza sokuşturur, yaylanarak olay mahalinden uzaklaşırdık. Suratlarımızda dünyanın telaşından sıdkını sıyırmış garip bir ifade vardı. Koskoca bir üniversite binasını, onlarca profesörü, doçenti, laboratuarları, bilim üretmeye çalışan bir akedemik oluşumu tek bir "Salla yaa!" mimiğiyle yıkabiliyorduk. Sonra gidip ne kadar kötüyse o kadar iyi bir mekanda, birbirimize Bukowski tonlamasında, tamdıbına ermemiş bir hayatın propagandasını yapıyorduk. Rahat insanlar olduğumuzu birbirimize göstermek için resmen yarışıyorduk. Bir çeşit varoluş mücadelesiydi bu.
1996 yılında, ben böyle bir rahatlık yarışının tartışmasız galibi oldum. Bir bütünleme sınavı için rahatlık konusunda çeşitli başarılara imza atmış 4 arkadaş toplanmıştık. içimizden bir arkadaşın bu tür zirvelere kendi evinde eser miktarda çalıştıktan sonra dahil olduğunu biliyorduk. Gece, bu arkadaşımıza yönelttiğimiz suçlamalarla başladı. Suçlamalarımızı "kendini savunmak yerine karşıdakini suçlamak" tekniğini kullanarak ustaca savuşturuyordu. "Oğlum asıl sen... " diye başlayan cümlelerden sonra, rahatlık anlayışımızın çapını yarıştırdığımız sunumlara geldi sıra: Bir arkadaş, "iki saat sonra başlarız," dedi. "Oğlum gece çalışırız işte," diyerek eli arttırdım. Sonra bir yarım saat akdar, "Abi ben hiç çalışmadım," deyip aslında çok çalışan arkadaşları kötüleyerek, bir rahatlık mabedi olan evimizi kutsadık. Saatler ilerledikçe hepimiz içten içe telaşlanıyorduk. Ama kimse kendini açık etmiyordu. Çünkü "Hadi başlayalım," demek, derhal başı ezilecek bir yenilgiydi. Aslında benim durumum farklıydı, bir dersten kalmıştım, eğer bu sınavdan da geçemezsem sınıfta kalacaktım. Ama bu türden mazeretler belirtmek, bir rahatlık yarışında faul yapmaktır. Gerçek bir rahat, içinde bulunduğu durumu öne çıkarmaz. Ancak başkası onun yerine bu durumu dile getirirse gururlanır. Saat 10'a doğru, eser miktarda çalışıp sonra aramıza katılan arkadaş, bu yarışta ben de varım dercesine, "Hadi bira içelim!" dedi. Şerefsiz iyi hamle yapmıştı. Rahatlığın en önemli unsurlarından olan birayı rest dercesine öne sürmüştü. Restini gördüm. Kelimelerin hacmini genişleterek ve elimle 'battı balık yan gider' hareketini yaparak, "içelim lan!" dedim. Birer bira açtık. Soğuk bira içimdeki telaşı söndürmeye yetmiyordu. Birbirimize resmen acı çektiriyorduk...
Gece yarısı notları okumaya başladık. Sık sık mola isteyerek, ne kadar rahat olduğumuzu birbirimize hatırlatıyorduk. Sonra bir telefon geldi. Telefonu kapatan arkadaş, bir Ankara havası oynayarak ve güzel yarınları muştulayan apaydınlık bir suratla, "Sınavda geçen senenin bütünleme sorunları çıkıcakmış" haberini verdi. Hiç sorgulamadık. Hemen inandık. inanılmaz bir konsantrasyonla cevapları ezberledik. Birer bira daha içtik. Eser miktardaki arkadaşımız, "Geçen senenin final sorularına da bakalım" dedi. Ayağa kalktım, "Yok oğlum, ben yatıyorum," dedim. Cevap gelmedi. Ayakta bir süre bekledim. Biraz pişman olmuştum ama kararımdan vazgeçemezdim. Bu yarışmada galibiyetimi kesinleştiren o talihsiz zafer cümlemi kurdum: "Hadi iyi geceler... "
Uyuyamıyordum. içeriden sadece, 'yazınız', 'nelerdir' gibi bilimsel değeri zayıf kelimeleri duyabiliyordum. Bir ara ihtiyacım olmadığı halde tuvalete gittim. Tuvaletin kapısındayken "Yeni doğanın ağzında görülen oluşumları yazınız," cümlesini duydum. Tekrar odaya döndüm. Tavana bakarak soruyu düşündüm. Bana göre yeni doğan bir bebeğin ağzı boştu. Uyumuşum...
Sınavdayım. Soruları okurken, dün gece tuvalete giderken duyduğum o soruyu görüyorum. O an lanet ediyorum kendime. Kafam yeni doğan bir bebeğin ağzı gibi bomboş. Bölük pörçük birşeyler yazıyorum. Sonra puanlıyorum yazdıklarımı. Olmuyor. Bir türlü öbür seneye geçemiyor kağıdım. Sınıfta kalıyorum...
O gece rahatlık konusunda yarıştığım arkadaşlarım sınıfı geçtiler. Ertesi sene sadece 2 ders için okula ara sıra uğramaya başladım. Artık arkadaşlarımla pek görüşemiyordum. Bir salı sabahı koridorda karşılaştık. Ayaküstü onlara ne kadar rahat olduğumdan bahsederek aklımca sınıfta kalmayı yücelttim. Beni iştahla dinlediler, özenen gözlerle "Abi süper ya" benzeri şeyler söylediler. Sonra eser miktardaki arkadaşın uyarısıyla laboratuara geç kaldıklarını belirtip "Görüşürüz," diyerek koridorun ucunda kayboldular. Koridorda tek başıma kaldım. Yapacak hiçbir işim yoktu. Kahvaltı için kantine inip bir Taç kraker aldım. Son parçayı yedikten sonra dilim yumuşamış krakerlerin altında sert bir şeye çarptı. "Kaygılı bir insanın ağzındaki oluşumları yazınız" sorusunun cevabıydım...