1. 1.
    0
    çok önemli

    söz konusu filmin, "papadopulos apartmanı" isimli roman da şu şekilde incelendiği bir bölüm vardır:

    ünlü koreli yönetmen “kim ki-duk”un bol ödüllü kült filmi “ilkbahar, yaz, sonbahar, kış ve ilkbahar”ı üzerine, şüphesiz gösterime girdiği 2003 yılından günümüze oldukça çok konuşuldu. filme yönelik arka plan okumaları, filmde yapılan göndermelerin deşifresi, sosyo-kültürel vurgular toplansa oldukça hacimli bir külliyat ortaya çıkar.
    öncelikle film ismiyle ister istemez, yaşarken kendisine “kızıl rahip” lakabı takılan vivaldi’nin en bilinen eseri, “dört mevsim konçertosu”nu çağrıştırıyor. bu çağrışımdan kurtulmanız mümkün değil. çünkü ne zaman bir cümlede dört mevsim geçse, hemen bu konçerto zihninizi gıdıklıyor. ister istemez sizi konçertoyu düşünmeyi yöneltiyor ve önünüzdeki eseri onun bir gölgesi ya da yorumu olması yönünde bir beklentiye mahkum ediyor. örneğin resimde, vivaldi’den yıllar sonra yaşamasına rağmen mucha’nın dört kadın figüründen oluşan dört mevsimi ve vivaldi’den yıllar önce yaşamasına rağmen arcimboldo’nun her mevsim için o mevsime özgü meyve ve sebzelerden yapılmış yüzleri de aynı kaderi paylaşmışlardır. yönetmen belki aynı kaderi paylaşmamak için dört mevsimin yanına tekrardan “ilkbahar”ı ekleyerek farkındalığını / farklılığını ortaya koymak istemiştir. filme verilen isim, ancak bu yönüyle anlamlı olabilir. yoksa filme bu ismi vermekle başından hedef alınan izleyici kitlesi ile film arasına aşılmaz bir mesafe koyulmuş olur. sona kalan ilkbahar, hiçbirimiz için makul değildir…
    film, izleyicilerin konusu değilse, görselliği; görselliği değilse müziği; müziği değilse hikayesi ama mutlaka bir
    diğer taraftan genç keşişimiz, aşık olduğu kıza avucuyla bir balığı tutup hediye ederken aslında hediye kavrdıbının içini boşaltıp fetişist bir nesneye dönüştürmüştür balığı. hediye etmek için hediye etmiştir. nitekim hediye ettiği balık da sevgilisinin elinden kayar ve düşer. fakat düşen balıktır, oysaki keşişimiz kıza yaklaşma fırsatını yakalamıştır ve balığın düşmesi hiç de umurunda değildir. araç olarak kullanılan bir objedir sadece balık. bu yönden objenin kimi zaman balık kimi zaman çiçek kimi zaman bir paket çikolata olması özü itibarıyla bir şey ifade etmez aslında. çünkü yürek katılmaz, emek içermez. tam da bu nedenle aynı sahnenin devamında, ilaç yapmak için otları döverken ustasının onu işine yüreğini katarak yapması noktasında uyarması bu açıdan manidardır. aslında bu aynı zamanda bize kitlesel üretime geçişi hatırlatmaktadır desek, çok da abartmış olmayız sanırım.
    bu iki sahne bana, liebknecht’in “kapitalizmin temel yasası ya sen ya da bendir, ikimiz birden değil”dir sözünü hatırlattı. kapitalizm, günümüzde bizler için bir fetiştir ve bütün fetişler gibi gerçeği, gerçekte ne olduğunu görmemizi engellemektedir. önceleri insanlar arasında içten, samimi bir iletişim mekanizması ve cömertliğin bir göstergesi olarak kullanılan hediyeleşme olgusu, serbest piyasa ekonomisiyle birlikte sadece “al–ver” sürecine dönüşmüş-tür. bu da serbest piyasa ekonomisi içindeki insanların, içi boşaltılmış bu kavramla birlikte birbirleriyle tam olarak iletişim ve bağ kurmasını engellenmiştir. çünkü hediye kavramı, zamanla cömertlik ve iletişim kurma isteğinden çıkıp çok daha mobilize, hızlı ve düşünmeden yaptığımız bir eyleme dönüşmüştür.
    daha ileri bir tespitle, günümüzde piyasa yağsız krema, kafeinsiz kahve, şekersiz tatlı ve alkolsüz bira gibi sözüm ona kötü huylu özelliklerinden arındırılmış ürünlerle dolmuş, bu durumla eşgüdümlü olarak örneğin, kötülerin hüsranıyla ya da bizim taraftan kimsenin ölmediği savaş filmleri gibi, hayatın aynası olan sinema sanatına da sirayet etmiştir.
    sonunda ekonomik sistemin nihai özü olan metalar, kimi zaman türev olmaktan da öteye asli unsurlarından soyutlanıp yüzeysel, zaman zaman da zorlama bir gerçekçiliğe bürünerek sorgulanmasının önüne geçilen birer fetiş haline gelmektedir. bu fetişler, zamanla toplum tarafından o kadar kanıksanmaktadırlar ki varlıksal boyutları aşkın bir hal almaktadır.
    metaların niceliksel değerleri artarken niteliksel ve içeriksel olarak değerleri düşmektedir. bireyin şahsına özgü, genel kabul görmüş standartların dışında bir meta sahibi olması yadırganmakta, devasa üretim tezgahı ürünlere tutsaklıklar toplum tarafından kutsanmaktadır.
    kapitalizm ise öğeleri olan bu türden metaların birbirine ve kendisine bağlanmasından oluşmakla birlikte, öğelerinin toplamından daha fazla bir şey oluşturan bütünsel bir yapıdır. asıl çıkmaz da aslında buradadır, fetişlerin oluşumunu engellemeyi amaç edinmiş olan sistem, süreç içerisinde kendi ayakları üzerinde durabilmek için zamanla kendisine has fetişler yaratmaktan beri durmamıştır.
    bu yönüyle de temel argümanımız, kendisini bir kere daha doğrular. kapitalist üretim sürecini harekete geçiren nedenle, yani marks’ın tanımladığı “artı değerle”, arzunun nesnesi–nedeni olan lacan’ın tanımladığı “artı keyif” arasındaki türdeşlik, kapitalizmin değişerek gelişiminin tafsilatıdır.
    piyasa ekonomisi, sahip olduğu kitlesel üretim ve pazarlama mekanizmasıyla öteden beri kullanageldiğimiz ürünleri hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamayacağımız, özüne vakıf olamayacağımız veya ulaşsak bile modern pgibo–ekonomik nedenlerle tatmin olamayacağımız ütopik nesnelere dönüştürürken aynı zamanda bu nesnelerin giderdiği ihtiyaç ile kendini bir fetişe dönüştürmektedir.

    bütün bu değerlendirmeler tabii ki detaylandırılabilir fakat filmin genel konseptini “allah’ın değirmeni yavaş döner ama ince öğütür” mealindeki alman atasözü ile özetlesek sanırım kafi olur…
    ···
  1. 2.
    0
    Yav bi gibtir gt panpa kim okuyacak bunu
    ···
  2. 3.
    +1
    2 dakikada kızıl rahip yazan yere kadar okuyabilirdim daha faazla süre ayırmamı rica etseydim okudurdum, saygılar
    ···
  3. 4.
    +1
    amk cocugu 2 dk'da bunun ilk paragrafı okunmaz.
    ···