-
1.
+4Yıl 1912, ingilizler Hindistan’ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı’dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan’a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan’a çıkarlar ve ingilizlerle savaşmaya başlarlar.Tümünü Göster
Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip ingiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, ingilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir ingiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.
Bir sure sonra, adı Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar.
1915′de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşur, durum değerlendirmesi yaparlar.
Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.
Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:
Sayın Avustralya Başkanı, Ekselans Hazretleri..:
Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.
Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “dır. Ekselanslarının bilgilerine duyurulur.
Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah iki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamdıbını vururlar.
Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralya devletının sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye 250 kadar asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan sonra sıcak çatışma olur
Ve iki Osmanlı askeri bu karlı dağlarda şehit edilir.
iki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta Karlıdaglar’da ve mezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize Hindistan asıllı diyorlar. Oysa Hindistan’da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge yok. -
2.
+1Seyit Onbaşının hikayesini facebook’ta bir arkadaşımın paylaşımıyla gördüm ve çok etkilendim. Ancak yazar kaynağını bulamadım. istedim ki bu hikayeyi sizlerde okuyun. Bir solukta okuyacağınızı düşündüğüm etkileyici, gerçek, insanın içini acıtan bir hikaye.Tümünü Göster
Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürüyerek gelir.
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.
“-Sen kimsin?
-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-işte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.
Koca Seyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.
Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp ingiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889’da Balıkesir’in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü.
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.
1909’da askere gider.
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.
18 Mart 1915’te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı’nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası’nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası’na isabet eder. Mecidiye Tabyası’nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk’tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909’da gittiği askerden, 1918’de onbaşı olarak döner.
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.
1918’de terhis olur.
BiR TEK ATATÜRK HATIRLAR
Koca Seyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran’a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Koca Seyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der.
Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam” demiş, “biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit’te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”
Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939’da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşdıbını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.
Koca Seyit’in köyü, hala yoksul…
Yüze yakın torununun yaşadığı Koca Seyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Koca Seyit olmuştur)
TSK bir dönem köye de sahip çıkmış, Koca Seyit Anıtı da yaptırmış …
Güneydoğuda kilerden farksız, köylü topraksız, koyun keçi güdüyor, ovaya yevmiyeye gidiyor.
Aynı dedeleri Koca Seyit gibi.
Koca Seyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür. -
3.
0EDiNCiKLi MEHMET ER
canakkalegecilmez“Edincikli Mehmet Er’in bir top mermisinin parçaladığı kolundan kanlar içerisinde bir et parçası sarkmaktadır. Yalvarırcasına:
“Komutanım ne olur şu kolumu kes!”
Sağ eliyle yakaladığı ve tuttuğu sarkık kola bakan Teğmen donmuştur. Edincikli Mehmet Er tek ve emin sesi ile tekrarlar:
“Allah Aşkına, Allah Rızası için kes şu kolumu!!!”
Bu ilahi cümleleri emir gibi işiten Teğmen Saip, bıcağı kola kola vurur. Gık bile dememiştir, Edincikli Mehmet. Bir sağ elindeki kola, bir ileride Allah! Allah! nidaları arasında çarpışan erlere bakar ve kolu fırlatır: “Bu kol vatana feda olsun,” der. Yerdeki et parçalarından başını kaldıran Teğmen’in karşısında kimse yoktur. Çünkü, Edincikli, Hakla alış verişe başlayınca herşeyi, acıyı, özlemleri unutuyor, rahmet deryalarında, tecelli dalgalarında yıkanıp arınırken, kolunun fani bedenden ayrılma işlemini duymuyordu. O ateş, o yangın fakat getirilmez feryatlar içinde, Edincikli bu cehennemi ateş altında kendinden geçti. Bir avuç istek ve özlem halinde yandı, tüttü.
Edincikli Mehmet, çoktan kolunun öcünü almak için vatan için Allah için hücum saflarına katılmıştı. Alayların içine karışır, teke tek vuruşur. Onu durdurmak mümkün değil artık, yine harikalar gösterir, bire bir dövüşür, bire on dövüşür, bire yüz dövüşür… Allah’ın yardımıyla haklamadığı kafir kalmaz. Ama kaderden kaçılmaz ki! Kolunun kopmasıyla kaybettiği kan onu halsiz düşürmeye başlamış Edincikli’ye şimdi de şehitlik mertebesi ekleniyordu. Güzel yüzü soldu, sarardı, canı teninden süzüldü… Gözü dünyaya kapandı…”
Teğmen SAiP
Çanakkale Savaşlarından
12. Alay 1. Bölük Komutanı
Alıntı -
4.
0Bir Çanakkale Sargı Yeri Hikayesi
canakkaleKocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor…
Bunlardan biri Lapseki’in Beybaş Köyü’dendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
– Ölme ihtimalim çok fazla… Ben bir pusula yazdım…Arkadaşıma ulaştırın…
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur:
– Ben… Ben köylüm Lapsekili ibrahim onbaşından 1 Mecit borç aldıydım… Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.
– Sen merak etme evladım, der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde:
– Söyleyin hakkını helal etsin, olur…
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getirilir. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşer. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılır.
işte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz:
– Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim. -
5.
0istanbul Fethedildi “Allah bize fethi müyesser eyledi (nasîb etti)..”
namazistanbul fethedildi…
Günlerden Cuma…
Fatih Sultan Mehmed Han, Cuma Namazı kıldırarak hâkimiyetini ilân edecek.
Tekbir alıyor.
Bütün ordu arkasında!
Herkes ulvî bir sesle tekbir alıp, ellerini bağlıyor.
Mehmed, birden selâm veriyor. Sonra bir daha tekbir alıyor. 300 bin kişi bir daha tekbir alıyor!
Sultan, sonra yine selâm veriyor; tekrar tekbir alıp, üç tekbir de namazı kıldırıyor.
Hocası Ak Şemseddin, namazdan sonra talebesi olan Sultan’a:
-“Yazıklar olsun sana! istanbul’u fethettim diye kibre kapılıp, namazı 3 kere de kıldırırsın!” diyor.
Fatih’in gözleri yaşlı…
Dönüyor hocasına, diyor ki:
-“Hocam eğer bu sitemin olmasa idi, söylemeyecektim. ‘Birinci tekbir de aklıma bir şey girdi. Bu kilisenin yönü Kıble değil, selâm verdim. Sonraki tekbir de yine evham geldi, tekrar selâm verdim; üçüncü tekbiri alırken, Kâbe bütün ihtişamı ile önümde belirdi! Rahatladım ve namazı kıldırdım’…”
Bunun üzerine Ak Şemseddin de Fâtih Mehmed’e şunları söylüyor:
-“Bende, sen bunu anlatmasa idin, asla anlatmaz idim. ‘Sen birinci tekbiri alınca: Eyvah! Buranın yönü Kıble değil; yetiş Allah’ım imdâda!” dedim, sen selâm verdin. ikinci tekbir de yine Allah’a yalvardım, sen selâm verince rahatladım. Sen üçüncü defa tekbir alır iken, Hızır (aleyhisselam) geldi, parmağını Camii’nin duvarına sokup Kıbleye çevirdi ve dedi ki:
“Allah bize fethi müyesser eyledi (nasîb etti)..” -
6.
0UHTEŞEM BiR ÇANAKKALE HATIRASI
“CEVDET DEDE” “BABAN GELiRSE BENi HEMEN ÇAĞIR HA..!”
cevdet dedeBalıkesir’de Ali Sururi ilkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp) dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti…:
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, kuvayi milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.
Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve:
– Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..! derdi.
Anam babamı bekledi durdu..
Büyüdüm, dükkân açtım.
Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.
Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı.
Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti.
“Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:
“Baban gelirse ona: ‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:
“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”
Alıntı
(Cevdet Alkalp’le Röportaj Yapan Kişi Araştırmacı Yazar ve Bursa Çınar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni Mustafa Doğru) -
7.
0O bir Mehmetçikti artık. Yüreğinde ailesinin Özlemi, elinde silahı ve Önünde büyük umutları olan bir Mehmetçikti.Tümünü Göster
Bu günü hayatı süresince bekliyordu. Öyleki vatani görevini yapmayı küçüklüğünde dahi istemekte idi. Aslında o zamanlar minicik bir yavru idi. Vatan sevgisi nedir bilmiyordu ama o sonuçta doğuştan bir Türktü.
Mesut 12 yaşına geldiğinde doğuda askerlik yapan dayısı bir çatışma sırasında PKK’lılar tarafından şehit edilmişti. Bu olayın ardından Mesuttaki hırs daha da artmıştı. içinde hiç sönmeyecek bir ateş yanıyordu adeta.
Vatan Sevgisini ve Şehitlik Mertebesinin ne kadar değerli olduğunu öğrenmişti artık.
Yıllar geçti ve Askerlik Vakti gelmişti. Büyük bir umut ve heyecanla koştu asker ocağına . Hayatı boyunca tatmadığı duyguları tadıyordu. Evden ayrılırken annesinin sözleri aklına geldikçe buruklaşıyordu. Annesi:
Allahım: Kardeşim bu deryadan kana kana içti. Oğluma da nasip et. Banada dayanma gücü ver demişti.
Oda dayısı gibi askerliğini doğuda yapıyordu.
Her an için hayatının tehlikede olduğunu biliyordu. Fakat bu onun için o kadarda Önemli değildi.
Asker ocağında Mehmetçiğin çok güvendiği ve çok sevdiği Ali isminde bir arkadaşı olmuştu. Bir birlerine can yoldaşı olmuşlardı adeta. Sevgilerini de üzüntülerini de bir birleri ile paylaşıyorlardı.
Mesut hayatından memnundu.
Arkadaşı Ali ile bir çok çatışmalara girdiler.
Soğuk gecelerde ıssız dağlarda omuz omuza PKK militanlarına karşı durdular.
Askerliğin son günleri gelmişti artık. 2 arkadaş bir kardeş gibi olmuşlardı. Bu gün son operasyonlarına çıkacaklardı. 2’side çok mutluydu. Çünkü vatani görevini bitiriyorlardı. Ayrıca içlerinde yarın ailelerine kavuşma sevinci de vardı. Komutanlarından çok şiddetli bir çatışmaya gireceklerini öğrendiler ve ailelerini arayıp helallık aldılar.
Daha sonra çatışmaya girdiler. Militanlar ilk önce mermileri yağmur gibi yağdırıp kaçtılar. Her zaman böyle yapıyorlardı zaten. Daha sonra yeniden ortaya çıktılar. Mehmetçikler çok şaşkındılar. Onlarca silah sesleri gecenin karalığında ıssız dağlarda yankılanıyordu. Sonra Mesutun can yoldaşı Ali vuruldu. Bunu gören Mesut hemen kardeşinin yanına koştu. Kardeşim, Alim beni duyuyormusun? Lütfen duyuyorum de. Seni duyuyorum Mesut de.
Duyuyorum kardeşim duyuyorum diyebildi Ali. Alinin şehadeti Mesutun içini param parça etmişti.
Çatışma sona erdikten sonra Mehmetçikler şehit ve gazileri topladılar. 11 ölü ve çok Sayıda yaralı vardı.
Komutan Mesutun yanına gelerek senin bir yaran varmı oğlum dedi.
Mesut: Var komutanım var. Kalbimde hiç kapanmıyacak büyük bir yara açıldı dedi. -
8.
0Azerbaycanımızın güneyinde milli istiklal uğruna şehit olan soydaşlarımıza ithaf olunur.Tümünü Göster
Savalan Dede çok yaşlanmıştı. Artık eskisi gibi istediği an yatağının yukarısından, duvara astığı, ata yadigârı kemençeyi alıp çalabilmiyordu. Gençliğinden bu yana asla yorulmak bilmeyen bu nurani ihtiyar, ruhen olmasa da bedenen çok zayıf düşmüştü. Zaman, evet zaman kendi sözünü söylemişti artık. Ama yine de her uyandığında, kırışmış gözlerini açtığında ilk gördüğü kemençesine önce gülümser, içinden birkaç anlık da olsa eline alıp yine gençlik yıllarındaki gibi milli makamlarımızı – Bayatı-Şiraz’ı, Segâh’ı, Şur’u çalmak isterdi. Ama gel gör ki yataktan kalkmaya bile zorluk çekiyordu.
Savalan Dede, Savalan Dağı’nın eteğinde bir fakir evde kalıyordu. Kendisinden ve kolu kırık bu eski kemençe dışında kimsesi yoktu. Bir oğlu, bir kızı ve eşi Selcan Hatun, gaddar rejim tarafından çeşitli bahanelerle suçlanmış ve darağacından asılmıştı. Ona ise şeye göre acımıştı o fars kuduzları. Hatırlayınca gözleriyle birlikte kalbinin her zerresi ile ağlayan Savalan dede bu çaresiz haline göre Allah’tan da dönmüştü sanki. Ona, halkına böyle korkunç kader yazan Allah’a karşı bazen nefret oluşur, bazen “o yazıyı yazdığımda keşke kalemin kırılsaydı” diye içinden mırıldansa da, sonra şanlı Türk tarihini hatırlıyor, iyi günlere, güzel geleceğe yine umut etmeye başlıyordu. Ve böylece Yüce Yaratıcıdan özür diledi “o gün gelecek ve biz yine özgür olacağız” diye acıklı kalbini rahatlatırdı.
Aşağı köylerden ara sıra çocuklar gelip başına toplanır, onun hayatını tasvir ettiği ilginç hikâyelerini dinlerlerdi. Ergen gençler de arada gelip evini temizler, ebeveynlerinin verdiği cüzi gıdayı teslim edip giderlerdi. Şimdiki yaşamından ümidi olmasa da, Savalan Dede’nin çok coşkun ve etkin ömür tarihçesi vardı. Aslında adı da tamamen başkaydı bu sevimli ihtiyarın. Ama başına ilginç hikâye için toplanan çocuklar, Savalan Dağı’nın eteğinde tenha bir yerde yaşadığı için mi, yoksa başka sebepten dolayı idi, bilinmiyor, onu “Savalan Dede” diye çağırırlardı, o da yavaş yavaş kendi adını unutmuş, kendini Savalan dede olarak tanımıştı sanki.
Bazen oluyordu ki, yobaz fars rejiminden kaçıp canını kurtaran bir dizi ulusal aktiflerimiz onun yanına gelir, bir süre ona sığınır, bu nurani adamdan tavsiyeler alıp giderlerdi.
Savalan Dede bütün bu düşüncelerini, anılarını kemençeye her baktığında yine hatırlıyordu. Kolu kırık kemençe sanki karşılığında derdi: “Ehey, ihtiyar Savalan, sen neler yaptın bu 80 yıllık ömründe, ne günler yaşadın, ama hala ayağa kalkıp beni çalabilme umudun var”.
Bu kırık kemençeyi beş yıl önce tesadüfen oradan geçen bir Türk gezgin tamir etmişti. Dediğine göre onun babası da kemençe tutkunuymuş. Öyle çocuk vaktinden onun zarif sesiyle büyümüş. Ve elinden çok şey gelen bu adam mahir sanatkar idi. Özellikle müzik aletlerini tamir etmek vb. işlerde. Tamir olunsa da kırıldığı yer hala belliydi, görünüyordu. Ondaki yarık, her zaman Savalan Dede’nin yüreğini dağlıyordu, düşüncelerini önceki çalkantılı günlere zütürürdü. Ve bu kez de sanki kırık kemençe Savalan Dedeye hikâye anlatacaktı. Bu hikâye sadece Savalan Dede’nin değil, bir milletin milli istiklal mücadelesinin hikâyesiydi…
Böylece bugün de uykudan oynanan anda kemençeye temaşa eden Savalan Dede, bir anlık kendini yine onu ifa ederken düşündü ve kendi hayalinde Segâh makamı çalmaya başladı…
Her şey Savalan Dede’nin 20 yaşında olduktan sonra başlamıştı. Yobaz fars “Şah” iktidarı onun ana-babasını, el obasındaki halkı çok üzüyordu. Savalan Dedeninse köyde kalıp mücadele etmeye henüz gücü yoktu. Birdeki düşüncesinde tamamen başka şeyler dolanıyordu. 14 yaşından komşuluktaki Mirza dayının nasıl mahir kemençe ustası olduğunu görmüş ve beğenmişti. Kendine söz vermişti, büyüyüp bu köyden gidecek ve kentte mükemmel kemençe eğitimi alacak. Mirza dayıdan ilkokul eğitimi aldıktan sonra kendi hayallerine, dileklerine daha çok bağlanan Savalan Dede, halkın milli mücadelesiyle yakından ilgileniyor ve içinde farslara, Şaha karşı her geçen gün nefreti artırdı. Birkaç genç arkadaşının Şahın kuduzlaşmış askerleri tarafından öldürüldüğünü duyunca ise yüksek kemençe eğitimi almak isteğini kenara bırakıp bir süre ancak vatan, millet hakkında düşünmeye ve arkadaşlarıyla gizli büyük çadırlarda sık sık toplanıp halkın geleceği için kararlar almaya başladı Savalan dede.
Birkaç yıl o dönemin fars güvenlik organı olan SAVAK tarafından takip edilse de, mücadelesinden kalmıyor, yeni planlar kuruyordu. Anne-babası rahmete gittikten sonra Mirza dayının soyundan bir yetim kızla evlendi ve başka bölgeye taşındı. Ama yine de milli mücadeleye devam ederek gizliden gizliye genç milli aktiflerle görüşüp fikir alışverişine katılıyordu. Sonradan dolandırıcı olduğunu anlayan, fakat o dönemi daha basit devrimci olarak tanıdığı Humeyni’nin adamlarıyla da görüşmüş ve Şahı devirmek için hazırlanan planlara katılmıştı.
Sulduz, Urmiye, Tebriz, Erdebil, Miyane ve diğer bölgelerdeki katliamlar, Karabağ savaşı, Hocalı trajedisi bir gün Savalan Dedeni o kadar derin üzüntüye boğdu ki, yıllarca okşadığı, koruduğu, canından çok sevdiği kemençeyi öfkeyle yere çarpmasına neden oldu. Kemençe kırılmıştı. Ama yaşanan korkunç olaylardan, düşmanların oynadığı iğrenç oyunlardan yüreği parçalanan Savalan Dede artık onu düşünmüyordu. Neredeyse 10 sene kemençe kırık kaldı, Savalan Dede’nin yüreğiyse ebedi.
Bu kez hatırlarından, eski düşüncelerinden uyanan Savalan Dede’nin sanki kollarına güç geldi, birden bire ayağa kalkıp başım ve sadık dostu kemençeyi eline aldı ve milli mücadele tonlarıyla zengin olan Heyratı makdıbını ifa etmeye başladı. işte o gün akşam duydu ki, muzaffer ordumuz Ermenilerin sınırda kargaşa girişimini kullanarak karşı saldırıya geçmiş ve işgal altında bulunan birkaç köyü azad etmişti. Ertesi gün uykudan uyanan gibi Savalan dağını seyre çıkan Savalan Dede dağın başında ilginç bir görüntüyle karşılaştı. Dağın başındaki sis ve kaya parçaları birlikte sanki Bütün Azerbaycan’ın haritasını canlandırıyordu. Ve Savalan dede sevinçle iç geçirerek yere çöktü, ellerini göğe kaldırıp Allah’a yalvarmaya başladı:
– Ey, Yüce Yaratıcı, sen bu halkın haline acı. Sade, küçük bu bütünlük isteğini çok görme. Ama buna hakkımız var.
Savalan dede bu dilekle komasına girip yine kemençeye sarıldı. Sanki son defa eline alıyormuş gibi öpüp gözlerine koydu. Sonra yatağına yatıp derin ve ebedi uykuya daldı. işte o anda bulut patladı ve kırık kemençe yere düşerek yine kırıldı.
Elşen ismail
Genç Azerbaycanlı Yazar
17 ağustos 2016 -
9.
0Çanakkale harbi yaşanırken öyle bir yaralı geliyormuş ki zamanın doktoru Doktor Tarık bakmakta zorluk çekiyormuş. Hemşirelerde yetiştiremiyormuş. Doktor Tarık demiş ki ; Bütün yaralılara bakamıyoruz hiç olmazsa ağır yaralıları ayırın, ayaktaki yaralıları hemen tedavi edelim, ağır yaralılara zaman ayırmış oluruz. Sonra bekleyen diğer ağır yaralıları da tedavi ederiz. Yaralılara bakarken önüne ağır yaralı asker getirmişler. Doktor ” ben ağır yaralı getirmeyin demedim mi siz yine ağır yaralı getirdiniz ” hemşire demiş ki bu asker sizin oğlunuz. Tamam demiş Doktor Tarık onu şu ağacın gölgesine bırakın, buradaki acil yaralılardan sonra fırsat olunca bakarım. Bir süre sonra bakmaya fırsatı olmuş ama gittiğinde oğlu orada çoktan vefat etmiş.
Böyle şuurlu doktorlar baş tacımız. Şimdiki doktorlarımız bu şuurla görev yapsalar , Allah korkusundan namazlarını kılsalar, hastalara daha yakın olsalar , hemşireler de samimi davransalar güzel Türkiye’miz daha güzel olur.
Seyit Onbaşının 270 kg mermiyi annesinden öğrendiği dua ile ”La havle vela kuvvete , dedikten sonra ellerini yere vurarak kaldırıp topa mermiyi sürmesi , istila ettiği memleketin üzüm bağından kopardığı üzümün parasını üzüm dalına asan askerin inancın ekgibsiz olması ne kadar şerefli olduklarını gösterir. Böyle asker böyle doktor böyle hemşire günümüzde olsa daha mutlu daha güzel bir Türkiye olurdu.
işte böyle askere böyle doktora böyle vazifesini hakkıyla yerine getiren herkese Selam Olsun ! -
10.
0Çanakkale mahşerinde
-
11.
0
-
12.
0Tutabilir rezervasyon
-
13.
0Elion Cammbell’in Hatıra Defterinden
canakaleAvustralyalı Elion Cammbell’in hatıra defterinden alınan bir gerçekte şöyle;
“Ateşkes sırasında Türkler şehitlerini gömüyorlardı. Arkadaşlarımızdan birkaç kişi gönüllü olarak onlara yardım etmek istedi ve bu korkunç görevde dost ve düşman iş birliği yaptılar…” işte bu sırada yapılan konuşmalarda açlığını hissettiren bir Mehmetçiğe, bir Avustralyalı asker sığır eti ve bisküvi getirir. Mehmetçik bu hareket karşısında hislendi. Sonunda görev tamamlanmıştı. Her iki tarafın da askerleri siperlerine çekilmiş bekliyorlardı. Vurulan silah arkadaşlarına son vedalaşma bitmişti.
Türk subayı bir kaç adım ilerledi ve selam verdi. Bizim subaylarımız da selam aldılar. Böylece ateşkes sona ermişti. Düşmanlarımızın nezaketlerinde bir yüce ruhluluk, bir soyluluk vardı. dünya şövalyeliğinin kutsal emaneti onlardaydı sanki.
Birkaç hafta sonra Avustralyalı askerler Türk siperlerine karşı büyük bir saldırıya geçerler. Mücadelenin şiddetli bir anında Avustralyalı bir asker ağır şekilde yaralanarak Türk siperlerinin yakınına düşer. Yaralı asker acılı bir şekilde can çekişmeye başlar. Bundan sonrasını Cambell şöyle anlatıyor:
“Mermi yağmurunun ortasında bir Türk, siperden fırlayarak yaralı askerimizi sırtına aldı ve bizim hatlara doğru taşımaya başladı. Türk, sırtındaki Avustralyalı ile birlikte yaralanmadan siperlerimizin korkuluklarına ulaştı ve sırtındaki arkadaşımızı kıyıdan aşağıya yavaşça bıraktı… Sonra bu Türk kendi hatlarına doğru yöneldi. Fakat birçok yerinden yaralanıp yere düşmeden önce ancak üç ya da dört adım atabilmişti. Ve oracıkta şehit düştü. Meçhul bir şekilde, fakat kahraman olarak şehit düştü.
Yaralı Avustralyalı, aç Türk’e sığır eti ve bisküvi getiren askerdi. Onu sırtında siperlerimize taşıyan Türk, onun kumanya verdiği askerdi.”
başlık yok! burası bom boş!