0
sana detaylarıyla da olayı anlatmak isterdim ama bunu okuyarak da sorunun bi kısmına cevap bulabilirsin;
anarşist düşüncelerle kavrulurken, hiç kimse adaleti ön plana almaz sanırım. "..insanın hak yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. öyleyse ilk sebep de bulunmuştur: adalet. şu halde büyük bir huzur içinde, iyi ve doğru bir iş yapıldığına inanılarak, başarıyla, rahat rahat öç alınabilir. bense burada ne adalet, ne de erdem göremediğim için salt huysuzluğum yüzünden öç almak istediğimi bilirim.."
subaya omuz atmak ne kadar rahatlatırsa insanı, yatakta, asosyalliğin ve soyluluğun doruğunda bir o kadar insan olduğumu anlıyorsam, bu eser beni anlatmaktadır diye kendimi kandırmalıyım.
- adın ne senin? diye sordum kegib kegib.
- liza.
insanı rahatsız eden bir tavırla, hemen hemen fısıldar gibi karşılık verdikten sonra gözlerini indirmişti.
ses çıkarmadım. sonra, ellerimi ensemde kenetleyip sırt üstü yattım, sıkıntılı sıkıntılı tavana bakmaya başladım. kendi kendime söylenircesine:
- bugün hava... karlı... çok berbat! dedim.
kız yanıt vermedi. sıkıntıdan patlıyordum.
bir dakika sonra başımı hafifçe ona çevirdim; sinirli bir sesle:
- buralı mısın? diye sordum.
- hayır.
- nerelisin?
- rigalıyım. (isteksiz isteksiz konuşuyordu.)
- alman mısın?
- hayır. rusum.
- epeydir mi buradasın?
- nerede?
- bu evde.
- iki haftadır.
konuşması gittikçe kegibleşiyordu. mum sönmüştü, yüzünü seçemiyordum.
- annen baban var mı?
- evet... hayır... var.
- nerede onlar?
- onlar da riga'da.
- ne iş yaparlar?
- hiç, öyle...
- ne demek "hiç öyle"? necidirler, neyle uğraşırlar?
- esnaf sınıfından.
- birlikte mi otururdunuz?
- evet.
- kaç yaşındasın?
- yirmi.
- niçin yanlarından ayrıldın?
- öyle işte.
bu öyle işte, "bırak artık, fazla oldun!" demekti. ikimiz de sustuk.
neden bırakıp gitmediğimi ben de bilmiyordum. içim sıkılıyor, boğulacak gibi oluyordum. o günün olayları kendiliğinden zihnimden karmakarışık geçmeye başladılar. birdenbire, sabahleyin daireye koştururken sokakta gördüğüm bir sahneyi anımsadım. konuşmak istemediğim halde, ağzımdan kaçırarak:
- bugün bir tabut zütürürlerken az kalsın düşüyorlardı, dedim.
- tabut mu?
- evet, sennaya sokağı'nda, bir bodrumdan çıkarıyorlardı.
- bodrumdan mı?
- daha doğrusu bodrum katından... oraları bilirsin... kötü bir evdi... her yer pislik içindeydi.. çerçöp, kabuklar... kokudan durulmuyordu...
gene sustuk.
ben sessizliği bozmak için:
- bugün de ölü gömülecek gün mü? dedim.
- neden?
- neden olacak kar, çamur... (esnedim.)
kız bir süre sustuktan sonra:
- ne fark eder! dedi.
- yoo, çok değişir!.. (yeniden esnedim.) sulu kar ıslattıkça mezarcılar küfürü basarlar. mezarın içine de su dolmuştur.
kızın sesi daha bir sertleşti, duraklaya duraklaya, merakla sordu:
- mezarda suyun ne işi var?
içimden beni bir şey dürtmeye başlamıştı.
- ne işi mi var! dipte altı verşok su toplanır. volkov'da bir tek kuru gömüt
kazamazsınız.
- neden?
- nedeni var mı? çok sulak bir yerdir de ondan... oraları hep bataklıktır. ölüyü doğrudan doğruya suyun içine koyarlar. birçok kez gözlerimle gördüm.
(ne görmüş, ne de volkov gömütlüğüne adımımı atmıştım. bildiklerim kulaktan dolmaydı.)
- ölmekten korkuyor musun?
kendini korumak ister gibi,
- neden ölecek mişim? dedi.
- günün birinde nasıl olsa öleceksin, hem de tıpkı bugünkü kız gibi. o da senin gibiydi, kimsesizdi... veremden ölmüş.
- hastanede bari ölseydi zavallıcık.
(acımasızca bakarak bir an ölen kızı tanıdığını düşündüm.)
tartışmaya git gide kendimi kaptırıyordum.
- patronuna borçluymuş, dedim. veremli olmasına aldırmadan ölünceye dek o evde çalışmış. arabacılar, askerler toplanmışlar, aralarında konuşuyorlardı. belli ki tanışlarıydı tümü de. gülüşüyorlardı. meyhaneye gidip kızı anacaklarını söylediler. (bunların da çoğunu uydurmuştum.)
uzun bir sessizlik oldu. kız kıpırdamadan yatıyordu.
- yoksa hastanede ölmek sana göre daha mı iyi? diye sordum.
- hepsi aynı kapıya çıkmaz mı?
sonra sinirli bir sesle:
- hem durup dururken ne diye ölecekmişim? diye ekledi.
- şimdi değilse bile sonunda ölmeyecek misin?
- karıştırma sonrasını...
- yok öyle şey! bugün gençsin, güzelsin, körpesin; değerin de ona göre... ama aradan bir yıl geçsin, bak ne kadar çökeceksin!
- hemen bir yılda mı?
içimi kaplayan utanç verici bir hazla:
-bir yıl sonra en azından değerin düşecektir, dedim. o zaman buradan çıkıp daha basit bir eve gidersin. her geçen yıl değerinden bir şeyler yitirir; altı, yedi yıl sonra sennaya sokağı'ndaki bir bodrum katına kadar düşersin. bununla kalsa gene iyi. bir de bakmışsın, ciğerlerin zayıflamış, en azından, üşütmüşsün... dünyada, hastalık mı yok! bu yaşayış içinde hangi hastalığa tutulursan tutul, yakanı kolay kolay kurtaramazsın. ölüp gitmek işten bile değildir.
not: el emeği göz nurudur. copy-paste değildir. (!) (3.5 saate yakın bir eser ayıklama ve görüş bildirme aşaması ve 18 sn.lik entry editlemesinden sonra kasmışımdır.) ayrıca eserden kimi alıntılarla fikirlerim iç içe girmiştir. "yazdığın şu cümle eserde yok.." eleştirisini getirmeyin lütfen.
Tümünü Göster