0
Sustalıyı tuttuğu elinde bir de kağıt mendil vardı. Ağladığı için rimele bulanmıştı. “Seni kim üzdü bu kadar?” diye sordum. “Boş ver.” “Çok mu özel?” “Hayır, çok klagib.” “Anlıyorum,” dedim. “Kadınlar bekliyorlar, güvenebilecekleri bir adam arıyorlar. Sonra da o adamın binin biri olduğu ortaya çıkıyor. Ve böylece bir kere kırılması gereken kalpleri iki kere kırılıyor.” “Sen kaç yaşındasın,” dedi. “Yirmi bir,” dedim, on dokuz olduğum halde. “Hiçbir tak bilmediğin halde her şeyi bildiğini zannediyorsun,” dedi. Saldırgan bir tavırla söylememişti bunu. Birine en sert lafı söyle ama yumuşak bir ses tonuyla, gülümseyerek söyle o lafı, alınmak istese bile alınamaz. “Kız arkadaşın var mı?” diye sordu. “Bazen.” “O nasıl oluyor?” “Sadece sarhoşken gidiyorum. Bazen içeri alıyor, bazen almıyor. Hiçbir şey içmiyor ama kafası benden güzel. Komşulara kuzen numarası yapıyoruz. Karışık bir durum.” “Onu elinde tutmak istiyor musun?” “Bazen.” “O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.” “Niye öyle yapsın ki?” “Çünkü kadınlar doğuştan suçlu olduklarına inanmaya yatkındırlar.” “Tamam,” dedim. “Bunu değerlendireceğim.” J&B bitti, parkın karşısındaki tekelden bira alıp geldim. “Ne iş yapıyorsun?” diye sordu. “Angiblopedi işindeyim.” “Angiblopedi mi pazarlıyorsun?” “Hayır, yazıyorum.” “Ne Angiblopedisi?” “Hisler Angiblopedisi. insan duygularını sınıflandırıyorum. Biraz saçma gözükebilir ama gerçek. Üçüncü cilde geldim. Üçüncü defter yani.” “A’dan Z’ye mi gidiyorsun?” “Hayır, en zararsız duygulardan başladım en çok yaralayanlara doğru gidiyorum.” “iyi o zaman,” dedi. “Bir gün bitirirsen haber ver. Okumaya sondan başlayayım.” Biraları bitirdik, telefonları kaydettik, gün aydınlanırken aksi istikametlere yürüdük. Bir hafta kadar sonra aradım, soğuk konuştu. Bir daha aramadım. Aradan bir sene daha geçti. Kafam çok bozuktu, bir gece “bazen” gittiğim kız arkadaşımın evine gittim yine. içeri almadı. Kapıyı çalıp durdum, umursamadı. Yönetici geldi, bağırıp çağırmaya başladı, beni göğsümden itti. Sonra da cep telefonuyla polisi arayıp apartmana bir sapığın dadandığını söyledi. Öyle söyleyince adamın ağzının ortasına bir tane vurmak istedim ve aynı anda da vurdum. Sanki düşünce gücüyle vurmuştum. Karısı bir çığlık attı. O çığlığı duyar duymaz yaptığıma pişman oldum. Kaçacaktım ama diğer komşular da gelip çevremi sardılar. Apartmanın önünde polisi beklemeye başladık. Beş dakika sonra gelen ekip aracından bir sivil polis indi, önce telsizle kafamı yardı sonra da derdimin ne olduğunu sordu. Benden daha sarhoştu. Kuzenime geldiğimi söyledim. “Gel böyle,” dedi. Gittik kapısını çaldık, “Bu senin kuzenin mi?” diye sordu beni gösterip. Elimi kafamdan çektim, avucumdaki kanı gösterdim. “Evet,” dedi. “Uyuyakalmışım duymadım.” Polis nüfus cüzdanımı alıp bir gözünü benden ayırmadan elinde evirip çevirdi, doğum yerime baktı, “Depremde bir şey var mı?” diye sordu. “Vardı kalmadı,” dedim. Önceden hazırlanmış bir espri. “Geçmiş olsun,” deyip gitti. Sabaha karşı mutfakta oturuyorduk, kafamın yarılan kısmına tentürdiyot sürerken özür diledi. Neden özür dilediğini sordum. “Hep benim yüzümden,” dedi. “Kendini suçlamana gerek yok. Benim serseriliğim.” “Kapıyı açsaydım böyle olmayacaktı.” “Kapına dayanan bir sarhoşu içeri almak zorunda değilsin.” Tentürdiyotlu bezi kafama bastırırken, “Canın çok acıyor mu?” diye sordu. “Biraz.” “Hep benim suçum.” “Hep senin suçun değil,” dedim. “insan kendi felaketini seçemez. Kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir ama yine de onu seçemez. Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden, soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi felaketinden bile zevk alabilirsin böylece. O felakette seni diğer insanlara bağlayan şeyi görürsün çünkü. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç kimsenin suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkar. insana kim vurduya gitmek yakışır.” “insan iradesini hiçe sayıyorsun o zaman.” “Hayır,” dedim. ”insan iradesine hayranım. iradeli insan yirmi sene çalışıp bir ev alır ve sonra o evin yirmi saniyede yıkıldığını görür. Her şeyini kaybetmiştir ama pes etmez, yirmi yılının boşa geçtiğini anlamıştır ama bunu kimseye çaktırmaz. Sonra cebinde taksi parası bile kalmadığından bir bayram arifesinde otogara valiz taşımak zorunda kalıp kalp krizi geçirir. Hastaneye zütürürler ama hastanede yeterli teçhizat yoktur. iradeli insanı bir ambulansa koyup başka bir hastaneye gönderirler. Ama başka iradeli huur çocuğu insanlar ambulansa yol vermezler ve o iradeli insan hastaneye varamadan trafikte ölür. Ambulansın sirenleri iradeli insan ölmemiş gibi çalmaya devam eder bir süre daha. Sirenler çalarken iradeli insanın kafasından geçen son düşünce de ‘Ben nerede yanlış yaptım,’ olur. işte sana babamın ve insan iradesinin hikâyesi.” “Angiblopediyi ne yaptın?” “Vazgeçtim.” “Niye?” “Hissedecek bir şey kalmadı.” “Şimdi ne yapacaksın?” “Bilmiyorum,” dedim. “Zeynel Abi’nin yerini bırakıp başka bir yer arayacağım, çünkü hep kendime bir yer aradım. Kartı da geri almayacağım.” “Saçmalama,” dedi. “Bursu kestiler zaten,” dedim. afili parçalar (madde 85: hisler angiblopedisi)
Tümünü Göster