-
1.
0okumak isteyen varmi
-
2.
01 . bölüm: devlet
yukarıdaki çerçeve ile sınırlı konularda yaşadıklarımı kısaca anlatıp
vardığım neticeleri özetleyeceğim.
simon
inançları ve idealleri uğruna çalışan, bu uğurda fedakârlık
gösteren, her şeylerini bırakıp illegal örgüt mensubu olan insanlara
eskiden beri aşırı saygı duyardım. bu insanlara karşı mücadele
veriyor, ama aynı zamanda onların çok idealist olduklarını, bir inanç
uğruna çalışmalarının, fedakârlıklarının çok değerli olduğunu ve bu
işlere büyük oranda kendi özgür iradeleri ile girdiklerini düşünerek
onlara saygı duyuyordum. başka insanlara zarar vermeden, doğru
bir amaç, fikir ve ideal uğruna bu kadar fedakârlık yapabilme, böyle
bir anlayışı benimseyen siyasi veya sosyal yapının içerisinde
bulunma, böyle insanlarla dost ve arkadaş olma özlemimi hep
taşıdım. illegal örgüt mensupları kadar değil ama onların onda,
hatta yüzde biri kadar idealist arkadaşlar bulduğumu zannettiğim
her kadrodan ayrıldıktan sonra, arkadaşlarımın makam ve mevki
gibi basit çıkarlar uğruna birbirlerini kırdıklarını, kutuplaştıklarmı
görünce üzüldüm, galiba normal şartlarda böyle bir ortamı yakalamak
mümkün olmuyor.
benim özendiğim illegal örgüt mensuplarının eylem ve faaliyetleri
değil, dünyanın maddi nimetlerini bir kenara iterek bir fikirideal
uğruna yaptıkları fedakârlıklardı. hatta özenerek, onların
yerinde olmayı bile düşünmüşümdür. hayatın asıl manasının, varlık
sebebimizin, manevi varlığımız olan fikir ve düşüncelerimiz
doğrultusunda çalışmak, bu uğurda mücadele etmek olduğunu,
insanların inançları uğruna ölürken bile maddi zenginlik için
yaşayanlardan daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür.
ne de olsa çevremde gördüğüm devlet memurları üç beş kuruş
rüşvet almak için haksız ve hukuksuz davranışlara girişip
vicdanlarını satarken; her şeyi para için yapan ama kendilerini
vatansever olarak tanıtan mafya mensubu organize suc şebekeleri
birkaç kuruş için namuslarını ayaklar altına alarak cana kıyıp
insanlara eziyet ederken; ülkenin ve benim düşmanım olduklarını -
3.
0Yatılı lise, yatılı sanat okulları, polis koleji, fen lisesi, tüm
sınavları kazanmıştım, sanat okulları önemli değildi, ancak bazı
okulların ikinci bir mülakat sınavı vardı, ilk neticeler arasında Polis
Koleji de yer alıyordu. En yakın arkadaşım Receple beraber aynı
okula gitmek istiyorduk ama polis koleji hariç ortak okulda
buluşamıyorduk. Hangisine gitmeliydim bilmiyordum. O yıllar
Türkiye liseler arası bilgi yarışmasında birinci gelen Gaziantep
Lisesinin yatılı kısmını kazanmak en prestijli olaydı.
Polis Koleji ilk açıklanan sınavlardandı, Antep'ten 4 öğrenci
sınavı kazanmıştı. Ankara'ya gitmemiz gerekiyordu, ama biz hiç
Anakara 'yi görmemiştik, daha doğrusu Antep'ten başka yer görmemiştik
ve yakınlarımızdan hiç kimse bizle Ankara'ya gelecek halde
değildi; durumları müsait değildi. Biz okulun nerede olduğunu,
sınavın nasıl olacağını bilmeden 14 yaşında iki öğrenci olarak
Ankara'ya geldik. Annelerimiz paraları çaldırmayalım diye iç
giysilerimizin içine gizli cepler dikip paraları bu ceplere paylaştırdılar.
Zannederim 50 liram vardı; on liram cebimde, diğer 20'si
ağzı dikişle kapatılmış iç atletimin bir cebinde, diğer 20 lira yine
başka yerde gizli şekilde olmak üzere saklayarak tedbir almıştık.
Ankara'ya gelince bir günde biteceğini zannettiğimiz sınavın
aslında beş gün süren ciddi sözlü sınavlar ve sonunda da büyük bir
mülakat olduğunu anladık. Biz bir gün için gelmiştik, ama bir hafta
Ankara'da kalmaya mecburduk; ne telefon ne de başka bir
haberleşme sistemi vardı. Receple ikimiz Maltepe'de bir otel bulduk,
ikinci gün bizim gibi sınava gelmiş Tokatlı arkadaşlarla başka otele
giderek orada bir hafta kaldık. Ne yedek çamaşır ne de başka
imkânımız vardı, ama paramız idareli kullanmak şartıyla bize yeter
oranda idi. Sınavları takip ediyorduk, bizden önce girenlerden
aldığımız bilgilere dayanarak hemen, gidip edebiyat ve dil bilgisi
kitapları aldık ve unuttuğumuz kısımlara çalışmaya başladık. Arka
arkaya sınavlara girerek son gün tüm aday ve ailelerinin bulunduğu
bahçede tek tek isimler okunarak kazanan 63 kişi ile içeri alındık.
Bizim gibi birkaç kişi hariç diğer çocuklar aileleri ile gelmişlerdi.
14 yaşında hiç görmediğim Ankara'ya Receple tek başımıza gelmiş,
31 -
4.
0bir hafta kalmış, tüm işlemleri tamamlamış ve sonunda sınavı
kazanarak eve dönmüştük. Bu olayda hiçbir fevkaladelik
görmemiştim, ama yıllar sonra kendi oğlum ve kızım üniversiteyi
kazandıklarında onları yalnız başlarına şehir dışına gönderememiştim.
Ne yaparlar, nasıl yaparlar, yanlarında ben olmalıyım,
onlar daha çocuk diyerek hep yanlarında olmak istedim. Onların her
şeyi halledebileceklerine inanamadım, ama ben 14 yaşında taşralı
bir çocuk olarak tek başıma bunu başarmıştım. Çamaşırlarımızı
yıkamış, paramızı verirmiş, sınavı kazanmış ve artan paramızla da
An tep'e köyümüze dönmüştük.
MERSiN
Gülnar ilçe Emniyet Komiserliğim
1976 yılı temmuz ayında okul bitmiş, 6 yıllık yatılı hayatı
(kimimize göre hapishane hayatı) sona ermişti. Kura çekilecek,
herkes bahtına neresi çıkarsa oraya gidecekti. Okulu ilk ona girerek
bitiren öğrencilere belirli illeri kurasız seçme hakkı vermişlerdi, ben
de dereceye giren öğrencilerdendim, yani istediğim ile gidebilecektim.
Mersin (içel) ilinde bir kişilik kontenjan vardı. Hiç görmediğim,
nasıl olduğunu bilmediğim bir ildi ama bir avantajı vardı,
memleketime yakındı. Tercih hakkımı kullandım ve Mersin'e tayin
oldum.
15 günlük mehil müddeti sonunda Mersin Emniyet Müdürlüğüne
gelip göreve başladım. O zamanki adıyla Personel Şubesi
kanalıyla beni Emniyet Müdürlüğüne çıkarıp oradan seni Gülnar
ilçesine verelim dediler. Okul yıllarında hayalimde hep müstakil
amir ol inak vardı ve hiç ummadığım bir anda. önüme bu fırsat
çıkmıştı. Gülnar'ın Emniyet Komiseri, yani o ilçedeki Emniyetin
amiri olacaktım. Bu, komiser olmaktan farklı bir şeydi. ilçede
Kaymakam tüm birimlerin bağlı olduğu amirse.
her bakanlığın uzantısının da birim amiri vardı; ilçe Milli Eğitim
Müdürü, Bayındırlık Müdürü gibi Emniyette de ilçe Emniyet
Komiseri vardı. Benim rütbem en alt basamakta Komiser Yardımcısıydı
ama makamım ilçe Emniyet Komiseri olacaktı. Adli
32 -
5.
0-içerik gizlenmiştir.-
-
6.
0gönderiyormuş. Yani ilçem hiç kimsenin gitmek istemediği bir
yermiş. Bu, daha sonraki meslek hayatımda da gördüğüm bir
durumdur. Emniyette hiç kimse küçük ilçelere gidip çalışmak
istemez; kimi eşinin işi, kimi çocuğunun okulu gibi sebeplerle il
merkezinde kalmak ister. Ama ben o gün ilçeye gitmek istemiştim;
başta epey zorlansam, hata yapsam da ilçenin genelde olaysız ve
sakin olmasından daha ağır bir şey yaşamadım, ama daha sonraki
yıllarda ilçede müstakil sorumlu olmanın özgüven, sorunlarla direkt
yüzleşmek, hiç kimseden yardım istemeden işleri yönetmek gibi
bana önemli tecrübeler kazandırdığını fark ettim.
Vali Necmettin Karaduman, ilk valiliğini memleketim olan
Kahramanmaraş ilinde yapmış, Maraş'ta çok sevilmiş. Kendisi de M
araş i ve Maraşlüarı çok sevmiş, Sanıyorum M araş ile kendi
memleketi olan Trabzon'u kardeş şehir yapmış. Şimdi Maraş'ın en
büyük caddesinin adı Trabzon, Trabzon'un en işlek caddesinin adı
Maraş'mış.
Vali Bey M araş i o kadar sevmiş ki her Maraşlıya yardım etmek
istermiş, bu yüzden kimsenin gitmediği bu ilçeye gönderilmeme,
Emniyetin acemi yem bir komiseri bu ilçeye göndermeye kalkmasına
karşı çıkmış. Asayiş saatinde Emniyet Müdürü'nün Allahsız Sami
namlı Sami Alhan'a benim gönüllü olduğumu söylemiş olmasından
şüphe duyup en azında kararımdan vazgeçirmek için beni çağırmış,
ama ben sanki en iyi yere atanıyor gibi illa ilçeye gideceğim diye
ısrar edince kararımdan vazgeçiremeyeceğini anlamış,
tecrübesizliğimi görünce de biraz şubelerde staj görmemi istemiş.
Ben o zaman bilmiyordum ama Gülnar'ın politik yapısı, şikâyet
sever halleri ülkede nam salmış, fıkralara konu olmuş. ilçeye gidip
de şikâyet edilmeyen ya da en ufak olayda hakkında onlarca dilekçe
yazılmayan
memur yokmuş. ilçede herkes aşırı partizan, herkes
siyasetle meşgul, hatta halk siyasi partilerine göre kamplaşrmş
yaşarmış, kime diğerinin şikâyet ettiği bir ilçeymiş.
Vali böyle bir yerde çalışamayacağımı düşünerek beni
caydırmaya çabalamış.
34 -
7.
0ben zaten okumuşam !
-
8.
0Mersin merkezde Emniyet Müdürlüğünün muhtelif birimlerinde
(karakol, asayiş şubesi, vs.) kısa süreli çalışmaya başladım. Stajda
daha ilk hafta dolmamıştı ki bir gün Emniyet Müdürü, "Vali yarın
Gülnar'a gidiyor, yeni atanan komiser acele ilçeye gitsin," diye haber
salmış.
Hemen aceleyle valizimi topladım. Gülnar'a gidecek otobüsleri
araştırdım. Benim ilçe köy gibi bir yermiş, ilçeden her sabah iki
otobüs gelir, yine her gün iki otobüs ilden ilçeye gidermiş. Bu
otobüsü kaçırdın mı Mersin'den direkt başka bir araç yokmuş. Bu
defa Silifke'ye gidip oradan taksi ya da dolmuş bulmak
gerekiyormuş. Staj yaptığım Çarşı Karakoluna yakın olan garaja
polisler beni zütürdüler, Gülnar otobüsüne bindim.
Kıvrılan yollardan dolanarak gidilen 3,5-4 saatlik yoldan sonra
ilçeye vardım. Emniyet Komiserliği ilçenin merkezinde, altında
gazyağı vs. satılan bir işyerinin 2. katında bulunuyordu. Merdivenle
çıkıldığında, uzun koridor boyunca sağlı sollu sıralanmış 5 küçük
oda vardı.
Vali Necmettin Karaduman köyleri dolaşmaya, köylerdeki yol,
su, elektrik gibi devlet yatırımlarını görmeye gelmiş, incelemesi bitip
dönerken Belediye Başkanlığında heyet üyeleri ve Belediye Başkanı
ile konuşuyordu, beni de çağırtmıştı. Yanlarına gittiğimde beni
oradakilere tanıtıp komisere sahip çıkın diyerek nasihatlerde
bulundu.
ilk günün akşamı çoğu işledikleri muhtelif suçlar nedeniyle
ilçeye sürülen polislerden oluşan 4-5 kişiyle birlikte karakolda
otururken, ilk vukuatımız gerçekleşti. Mal Müdürü Vekili'nin de
içinde olduğu bir grup memur, aşırı alkollü olan emekli bir
öğretmenle küfürlü bir kavgaya tutuşmuşlardı. Kavgaya karışan
kişileri polisler karakola getirdiler. Kısaca tarafları dinledim. Sonra
aklımda kaldığı kadarıyla alkollü olup olmadıklarını araştırmak
gerekiyordu, bunun için de o zamanlar alkolmetre olmadığından,
hükümet tabibine veya sağlık ocağına göndermek gerekiyordu.
Tarafları kısaca dinledikten sonra hepsini nezarete attırdım. Benim
memurlar, taraflardan birinin Mal Müdürü Vekili olduğunu
35 -
9.
0söyledilerse de ben, "Olsun, atın hepsini içeri," dedim. Halbuki o
kişiyi nezarete atmaya yetkim olmadığı gibi, Mal Müdürü Vekili ne
demek onu da bilmiyordum. Mal müdürü benim için hiçbir şey ifade
etmiyordu, hatta mal müdürü gibi bir isim mi olurmuş derdim..
Aylar sonra Mal Müdürlüğünün benim Emniyet Komiserliğinden
daha önemli bir makam olduğunu öğrendim, ama devletin, temel
makamları hakkında hiçbir bilgi verilmeden okuldan mezun
oluyorduk. Stajlar kaytarmak için bir bahaneydi, öğrenciler okula
döndüklerinde öğrendikleri işleri değil, stajlardaki derslerde nasıl
kabardıklarını özenerek anlatıyordu. Kaytarmak idealize edilen bir
yöntemdi.
Neyse Mal Müdürü Vekili'ni de nezarette koyduktan sonra
alkollü olanları doktora (sağlık ocağı tabibine) sevk ettim. Biraz
sonra doktordan geldiler, zil zurna sarhoş olan kişi için doktor
alkollü değildir raporu vermişti. Okulda anlatılanlar aklımday-dı,
hemen savcıyı aradım, savcıyı manyetolu telefonla evinde buldum ve
konuyu aktardım. Komiserin ilçeye atandığım yeni duyan savcı, hoş
geldin safhasından sonra ben geliyorum dedi ve biraz sonra geldi.
Olayı dinledi, sonra telefonla doktoru evinde buldu ve karakola
çağırdı. Çok kibar, aşırı dindar ve efendi olduğu her halinden
anlaşılan doktor Mehmet Bey sarhoş emekli Öğretmenin eski
öğretmeni olduğu için saygısından ona böyle bir rapor verdiğini
söyledi. Karakolda bizim yanımızda alkollüdür şeklinde yeni bir
rapor hazırladı. Böylece hem kendini savunmuş hem de bizim
dediğimiz olmuş ve yumuşakça olayı çözmüştük.
Daha sonra bu olayda Mal Müdürü Vekili'nin nezarete atılmasına
kinlenen Mal Müdürlüğü personelinin polislere yönelik bir
iftira olayında rol aldıklarını öğrendim. Mal Müdürlüğü daktilosu ile
yazılmış ihbar ve iftira mektuplarını bulup, bu görevliler hakkında
kanuni işlem başlatılmasını istedim. O gün bu olayın zorlarına
gittiğini, kaymakamın bu olaya çok bozulduğunu ama bir şey
diyemediğini duydum. Aslında benim hatalı olduğumu, Mal
Müdürlüğü çalışanlarının görev gereği bir makam sahibi olmaları
36 -
10.
0nedeniyle görevleri esnasında herhangi bir suça karışmaları halinde
bile direkt nezarete atılamayacağını öğrendim.
Ben polis komiseri idim, yüksek meslek okulunda 3 yıl okumuştum,
derece ile okulu bitirmiştim, ama devlet yapısı bana
anlatılmamıştı. En temel konular olan devlet memurları kanununu
ve ruhunu bilmiyordum.
Bir ilçenin Emniyet Komiseri o ilin huzuru ve güvenliği için en
önemli kamu görevlisi olmasına rağmen, atanması ile ilgili bir ölçüsü
yoktu. Emniyet teşkilatı, okulu yeni bitirmiş, hiçbir tecrübesi
olmayan 19 yaşındaki beni Emniyet Komiseri yapıyordu ; bu konuda
hiçbir ölçüsü, sistemi yoktu.
ilçede 7 memurum vardı, mesleğe yeni atanmış iki tanesi hariç
hepsi çeşitli suçlar işleyerek buraya sürülmüşlerdi, kendilerine
haksızlık yapıldığına inanıyorlardı.
Emniyet Komiserliğinde bir makam odası, bir tane memurların
odası ve bir tane de yazı işlerinin yapıldığı kalem odası vardı. Ayrıca
bir başka oda da demir kapı ile nezarethane haline getirilmişti.
Başka bir odayı kendime yatak odası yapmıştım. Bir oda
mutfağımızdı, bir diğer odayı da bekar olan polis memuru Erdal
kendine yatak odası yapmıştı.
Benden önceki Emniyet Komiseri, Başkomiser rütbesinde
mesleğin kurdu denilen vasıfta imiş. Farklı bir yönetim anlayışı ile
her şeye hükmederek idare etmiş, ağır bir amirlik duygusunu
herkese her vesile ile hissettirmiş. Bütün kapattırır, hiçbir memurun
yazışmaları görmesine izin vermez, her şeyi tek bir yazıcı memurla
yaparmış.
Ben gelince amirlikte ve meslekte yeni oluşum, herkese eşit
mesafede duruşum, gerekmedikçe amir olduğumu hissettirmeyen
tutumum, amirden çok bir arkadaş halim yeni memurlar üzerinde
olumlu etki yapmıştı; bana yaklaşmışlar, sürekli yanımda gezer
olmuşlardı.
Bu durumdan en çok yazıcılık görevini yürüten memur rahatsız
olmuştu, her fırsatta kendisinin ne kadar önemli olduğunu
anlatmaya çalışıyordu. Bir gün bir kavga olayına karışan kişilerin
37 -
11.
0ifadesini alıp savcılığa üst yazısını yazmasını istediğimde, daktiloyu
kucaklayıp makamıma getirdi, siz söyleyin yazayım dedi. Aslında bir
kişinin ifadesinin alınması veya savcılığa fezleke yazmak onun için
sorun değildi, ama o benim o işi yapamayacağımı, kendisine muhtaç
olduğumu hissettirmek için bunu yapıyordu.
Kavgaya karışan şahısları dinleyerek ifadeyi yazdırdım. Polis
tarafından alman her ifade tutanağının sonuna klagib kalıp halinde "
... sayfadan ibaret, işbu ifade tutanağı kendisine okunduktan sonra
başka bir diyeceğim yoktur demesi üzerine birlikte imza altına
alınmıştır" ifadesi eklenirdi. Ben de ifadesini aldığım kişinin
anlatımları bitince sonunu şöyle şöyle klagib şekilde bağlarsın
dedim. Yukarıdaki gibi klagib kalıpla ifadeyi sonlandıracağmı
düşündüm. ifadeyi daktilodan çıkardı, genellikle kendim tek tek
dikte ederek yazdırdığım için okumaya gerek görmezdim ama o gün
tesadüfen yazdırdığım ifadenin tamdıbını okuduğumda bir de ne
göreyim. Son cümlede " şöyle şöyle klagib şekilde bağlarsın" yazıyor.
Altında da yazanın, yazdıranın ve ifade sahibinin isimleri yer alıyor.
Bu şekli ile ifade tutanağı adliyeye gitse rezil olacaktık.
Ondan işlerle ilgili herhangi bir şeyi yazmasını istediğimde, her
defasında siz söyleyin ben yazayım diyor veya verilen konunun çok
zor olduğunu istenen sürede yapamayacağını
Haliç'te Yaşayan Sımonlar... _... ____... _...
söyleyerek önemli olduğunu hissettirmeye çalışıyor, aksi halde işleri
zora koşacağım ima ediyordu. Baktım böyle olmayacak, Gülnar'da
Emniyet Komiserliğinin kurulduğu 1972 yılından atandığım 1976
yılma kadar yapılan tüm yazışmaları ve tüm dosyaları günlerce
okudum, bu süre sonunda tüm yazışmaları, yöntemi ve sistemi artık
öğrenmiştim.
Bu yaşadığım tam bir şoktu. Polis Koleji ve Polis Akademisini
(enstitüsünü) dereceyle bitirmiştim ama en basit polisiye konuyu
bilmiyordum. Yazıcı bir memur bana "ben senden iyi bilirim, bana
muhtaçsınız" demeye gelen tavırlarda bulunabiliyordu. 6 yıl
okutulan meslek okulu meslekle ilgili pek çok şeyi vermemişti. En
başarılı öğrenci bile eski anlayışa sahip bir memura muhtaç
38 -
12.
0bırakılıyordu. Bunca süre okutulmuştum ama bir şahsın ifadesinin
alınması tatbiki olarak yaptırılmamıştı, mesleki hiç bir yazışma ve
usul öğretilmemişti. Bu anlayışla yenilik yapmak, yem bir anlayış
geliştirmek nasıl olacaktı. Eğitim meslek sahiplerine bir şey
vermiyor, yine eğitimi olmayan eski çalışanların anlayışına mahkum,
ediyordu.
Gençlik Parkı'ndaki Garsonlar ideolojik
Konularda Benden Bilgiliydi
1976 yılı yazında Polis Akademisinden mezun olmuş, görevime
başlamıştım. Polis Akademisini derece ile bitirmiştim ama sokakta
karşılaşacağım temel konular hakkında yeterli oranda bilgili
değildim. Her karşılaştığım olayda ve görevde bunu görüyordum. Bu
arada Polis Kolejini bitirirken bizde diplomaları vermezler sadece
merasim esnasında imzasız diplomalar verilir ve sonra geri
toplanırdı. Sınavlara girip kazansak bile üniversitelere gitmemize
müsaade edilmezdi. Bu yüzden ben de lise emsali sayılan Polis
Kolejini bitirdikten sonra üniversite sınavlarına giremedim. Fakat
yüksekokul sayılan Polis Enstitüsünü bitirince, okulu bitirdiğim yıl
müracaat ederek üniversite sınavlarına girdim. O tarihlerde
üniversite sınavlarına girerken nereye girmek istediğinizi,
müracaatınızla birlikte yazıyordunuz. Sınav sonucunda aldığınız
puana göre kaydolabileceğiniz okul belli oluyordu, şimdiki gibi önce
sınava girip sonra tercihte bulunma yoktu. Ben sınava girerken 20
tercih hakkımız olmasına rağmen yalnızca iki tercihte bulundum:
birinci tercihim Ankara Hukuk, ikincisi de Ìstanbul Hukuk'tu.
Okulu bitirdiğimiz sene sınavlara girdim. 1. tercihim olan Ankara
Hukuk Fakültesi'ni kazandım. Bir yandan komiserlik görevine
başlayıp Gülnar'da Emniyet Komiserliği görevini yürütürken, diğer
yandan da hukuk fakültesine kaydımı yaptırdım. ilk sınavlar
olacaktı, sınavlar dolayısıyla iznimi alıp Ankara'ya gidiyordum.
Ankara'da bin bir güçlükler içerisinde, sınav aralarında ders
çalışarak sınava girmeye çalışıyordum. O zamanlar Polisevleri gibi
kalınacak sosyal tesisler pek fazla yoktu, otellerde veya
bulabileceğim misafirhanelerde zorlukla kalabiliyordum. Ders
39 -
13.
0çalışmak için çok uygun yer olmayınca sabah erken saatte Gençlik
Parkı'na gidip oradaki çay bahçesi ve kafelerde simit ve çayla
kahvaltı yaparken bir yandan da ders çalışıyordum.
işte bir gün yine sabah erken saatte Gençlik Parkı'na gittim. Çay
içerek ders çalışmaya başladım. Bu arada garsonlar kendi
aralarında konuşuyorlardı. Sanırım 1977 yılının mayıs-haziran
ayıydı, belki de 78 yılıydı, açıkçası çok net hatırlayamıyorum. Ama 1.
veya 2. sınıftaydım. Garsonlar aralarında konuşurken, bir garson
diğerine, "Oğlum bu senin Dev-Yol hareketin nasıl bir hareket, bana
bir broşür ya da dergi varsa ver, ben de senin hareketine geçeyim."
dedi. Diğer garson da, "Benim hareket öyle büyük bir hareket ki,
öyle bir broşürle falan olmaz, bu çok mühim bir harekettir." diye
karşılık verdi. Ben devletin komiseriydim, akademide, yüksekokulda
okumuş, güya yetiştirilmiştim ama bu garsonların
konuştukları konuları anlay Sadece Dev-Yol diye o
zamanlar için illegal bir terör olduğunu biliyordum,
ama hareketin arka planı necf lerde neler anlatılıyor,
nasıl bir şey, bunu kavramak maktan ve algılamaktan
acizdim. Ne var ki benden yaşça küçük çay satan bu
sıradan garsonlar ise bir Dev-Yol hareketinden., bu
hareketten başka bir harekete geçmekten ve bu siyasi
faaliyetten bahsediyorlardı. Polis Akademisinde 3 yıl
okumama rağmen gerçek hayatta karşılaşacağım bu örgütlerle ilgili
bilgi verilmemişti; Dev-Yol nedir, Dev-Sol nedir, bunların ideolojileri
nedir, aralarındaki farklar nelerdir gibi konular okulda bizlere
anlatılmamıştı. Bunların adını bile duymamıştım, ama sokaktaki
garsonlar biliyorlardı.
Böyle bir eğitimden geçerek, adının ne olduğunu dahi bilmeden
sokağa çıkan bizlerden bu örgütlerle mücadele etmemiz
bekleniyordu; bunun nasıl olacağı sorusunun cevabını bulamıyordum.
Bu durum, benim göreve başladığım gün böyleydi, bugün
de böyle. işte bugün gündemimizin önemli bir problemi olan
demokratik açılım meselesi ve Güneydoğu sorununun çözümü
tartışılıyor, konuşuluyor ama bu işi uygulayacak, yapacak olan
40 -
14.
0özet geç bin
-
15.
0... özet özet özet özet ...
-
16.
0kalsın lan bakıcam
-
17.
0çalışıyorum. Bu amaçla olayların anlaşılması için, istemeden deTümünü Göster
olsa, sınırlı olarak kişilerden de ismen bahsettim.
Şu da unutulmamalı ki ben yazar değilim. Hissetme ve algılama
kabiliyetim oldukça iyi olmasına rağmen ifade kabiliyetim o kadar iyi
değil. Ayrıca yazı dili ile konuşma dili aynı olmadığından
konuşurkenki mülayimliğime karşın yazı dilinde istemeden de olsa
üslubum farklıklaşabüiyor. Ayrıca anlatılan konular basit şahsi
meselelerden ziyade ülkenin güvenliği ve toplumda geniş kesimlerin
hayatını ve özgürlüğünü ilgilendiren hususlar olduğundan, üslubu
yumuşatma adına konuları basite indirgeme ve önemsememe riski
de var. insanları sarsan anlatım ve ifadelerin daha kalıcı bir iz
bıraktığı ve daha iyi algılandığı da bir gerçek. Dolayısıyla kitabın
şekline ve diline takılmadan içeriğine değer verilmesini, zarfa değil
mazrufa önem verilerek okunmasını arzu ederim.
Bir kitap yazmayı emekli olunca, düşünmüştüm, genel kanaat
de bürokratların ancak emekli olunca yazmaları gerektiği
yönündedir. Ancak her şeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı
bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anldıbını
yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim. Bundan
dolayı dilin, üslubun ve ekgibliklerin hoş görülme sini diliyorum.
Köydeki Okul Yıllarım
Hukuken Maraş'a ama diğer açılardan fiilen Gaziantep'e bağlı
Karabıyıklı Köyü'nde doğup, büyüdüm. Şehirdeki çocuklar okuldan
kaçarken biz tarlada çalışmak, hayvanları otlatmak gibi işlerden
kurtulmak için okula sığınırdık; okulların açılması bizim için tüm bu
işlerden kurtuluştu. Köy okulları, çocukların tarlada çalışacağı
düşünülerek nisan sonu veya mayıs başında kapanır ve ekim veya
kasım ayında açılırdı.
Benim çocukluğumda ya nüfusu fazla ya da yolu olan bizimki
gibi köylerde ilkokul vardı. Okulda, tek bir bina içinde 5 sınıf, yani
1, 2, 3, 4 ve 5. sınıflar aynı derslikte, aynı odada ders görürdük,
öğretmen 5. sınıflara ders anlatırken, diğer yandan 4. sınıflar 2.
sınıflara, 3. sınıflar da 1. sınıflara ders anlatırdı veya buna benzer
27
şekilde öğretmen 3 ve 4. sınıflara ders anlatırken 5. sınıflar 1.
sınıfları ders çalıştırırdı. Yani aynı odada beş sınıf ders yapardık.
Tam anımsayamıyorum ama üçüncü veya dördüncü sınıfa geldiğim
sene köye ikinci bir öğretmen atandı ve eski karayolları binasını bize
ek bir derslik yaptılar. 4 ve 5. sınıflar ayrı binada 1, 2 ve 3. sınıflar
ise başka bir binada ve ayrı öğretmenlerle ders işlemeye başladı.
ikinci sınıftayken her hatada kara lastik ile bizi döven öğretmen
gitmiş yerine Hüseyin Güzel isimli genç bir öğretmen gelmişti. Yeni
öğretmen, yeni ders yılı başında Atatürk'ün ölüm yıldönümü
dolayısıyla tüm sınıflara ortak ders veriyordu. Hüseyin öğretmen
Atatürk'ün doğumundan ölümüne tüm hayatını ve Kurtuluş Savaşı
nı tam bir saat aralıksız anlattı. Okulun en küçüklerinden
olduğumdan en önde oturuyordum, ikinci saat Öğretmen Atatürk
hakkında anlattıklarını tekrar edecek var mı diye sordu. Parmak
kaldırdım, herkes benim gibi parmak kaldırdı zannediyordum,
meğer tek kaldıran benmişim. Benden üst sınıftakiler parmak
kaldırmamış, ama ikinci sınıf öğrencisi olan ben parmak
kaldırmıştım.
Öğretmenin anlattıklarından aklımda kalanları tam yarım saat
tekrar anlattım, unuttuğum kısımları hoca tamamladı. Benim
anlatımımdan sonra tekrar anlatmak isteyen var mı diye
sorduğunda birkaç öğrenci daha parmak kaldırarak konuyu
anlattılar.
Sonra köy kahvesinde köylülerle sohbet eden Hüseyin öğretmen
babamı bulmuş ve çok zeki olduğumu, mutlaka beni okutması
gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine adım okulun çalışkan
öğrencisine çıktı, ne yaptığımın farkında değildim ama herkes
çalışkan olduğumu söyleyince mecburen çalışkan rolüne bürünüp
bu rolü oynadım. Bu şekilde hiç ders çalışmadan ama derslerde
öğretmeni dikkatle dinleyerek okulun en iyi öğrencisi olmuştum, bu
durum bana farklı bir misyon yüklüyordu. Her sorulanı bilmeli,
öğretmenin her sorusuna cevap vermeliydim, başka köy okullarıyla
yapılan bilgi yarışmalarında bizim okulu ben temsil ediyordum.
Belki gerçekten zekiydim, belki değildim ama benden beklenen rolü
28
oynamak mecburiyetiyle dersleri iyi izlerdim. Tüm okul hayatım
boyunca ilk beş arasına girmek mecburiyetimdeydim ve her zaman
da girdim.
ilkokul bitmişti, o yıllarda şehirlere gidip okumak sık rastlanan
bir şey değildi. ilkokul bitince babam yakın akrabamız olan Ş. Ali ile
birlikte bizi Antep'te yeni açılan bir ortaokula kayıt ettirdi. O zamana
kadar hep şalvar giymiş, hiç pantolon giymemişken bir anda takım
elbisem, kravatım ve okul şapkam olmuştu.
Babam bize bir oda kiraladı. Bizden iki yıl önce ortaokula kayıt
olmuş, ağabey konumunda bir köylümüz de bizimle kalacaktı.
Burası, kapısı sokağa açılan, içindeki küçük bölmede lavabo
bulunan, bir köşesine konmuş tahta, masa vazifesi gören bir odaydı.
Yemeğimizi kendimiz yapıyor, çamaşırları hafta sonu köye
gittiğimizde evde yıkatıyorduk.
Tüm hazırlıklar yapılmış, tüm eşyalarımız alınmış, ütülü
elbiselerimle okula başlamıştım. Birinci hafta okulda hiç kimseyi
tanımadığımdan korkunç bir yalnızlık hissine kapılmış,
köydeki arkadaşlarımı, insan yakınlığını kaybedince okumaktan
vazgeçmiştim. Hafta köye gittiğimizde çok mutlu olmuştum
ama pazar öğleden sonrası gelip çatınca beni tekrar
An tep'e göndermek istediklerinde, ben gitmem diye tutturmuş,
o zaman trikotaj atölyesinde çalışan ağabeyime özenerek onun
gibi çalışacağımı söylemiştim. Babam, sana bu kadar masraf
ettik, okumaya mecbursun diye ısrar edince gitmem diyerek
ağlamıştım. Fazlaca direndiğimi gören yakınlarım ve yaşlı büyük
amcam bu hafta git, okumak istemezsen biz hafta içinde
gelip seni okuldan alırız, bir işe koyarız diyerek beni kısmen
ikna ettiler ve ben nasıl olsa hafta içinde okuldan ayrılacağım
diyerek ikna olup gittim.
ikinci hafta okulda benim gibi yeni olan Recep Cinle tanıştım.
Onunla hâlâ yakın arkadaşlığımız ve dostluğumuz devam eder.
Ayrıca bizim gibi okula yeni gelen başka çocukları tanıdıkça okula
alıştım. Büyük amcam beni okuldan alıp işe koymak için gelmedi,
ben de okumak istemiyorum demedim.
29
Daha sonraki hayatımda benzeri şekilde insan sıcaklığının yoğun
olduğu ortamlardan ayrılıp başka yerlere, okula, özellikle de askere
gidip oralara alışmayan ve "yerimi değiştirin yoksa firar edeceğim"
diyen herkes için aynı yönteme başvurdum. Bir ay sabret yerini
değiştireceğim dedim. Ama hiçbir şey yapmadım, 15. gün o talepte
bulunanlar artık yerlerine alışmış, başka yere gitme arzuları
kalmamış oluyordu.
Ortaokulumuz Karşıyaka Ortaokuluydu, daha sonra adı ismet
inönü Ortaokulu oldu. Bir yıl önce kurulmuştu, biz birinci sınıftık,
bizden önce başlayan ikinci sınıflar vardı. Okul müdürümüz,
zannedersem Abdurrahim Karakoc'un kardeşi veya amcaoğlu olan
Ertuğrul Karakoç'tu. Kan Ağrısı isimli bir şiir kitabı vardı, bunca yıl
sonra bile nedense ortaokul aklıma gelince manasını anlayamadığım
bu kitabı hatırlarım.
Okulumuz yeni olduğundan kendi binası yoktu. Körler okulunun
fazla oları bir bölümünü kullanıyorduk, kör öğrencilerle
birlikte aynı bahçeyi ve koridoru kullanıyorduk, ancak gerçek kör
olanlar biz mi yoksa onlar mı anlamak biraz zordu.
Okulun asıl sahipleri koridorları hızla koşarak geçiyor, içinde
hareket ettikçe çıngırak sesi çıkaran topla futbol oynuyor, her türlü
toplu sporu yapıyor ama asla çarpışıp birbirlerini yaralamıyorlardı.
Hemen hemen hepsi bir müzik aleti çalabiliyordu. Gözler çok önemli,
ama gözleri olmayan veya az gören insanların diğer duyularını
kullanarak, görenlerden daha iyi şeyler yapabildiklerine şahit,
olmuştum.
ikinci yıl okulumuz Yeşilova Mahallesiriden, Karşıyaka Mahallesi
hin kuzey doğusundaki bir ilkokulun kullanılmayan kısmına misafir
olmuştu, son iki yılımızı burada geçirdik. Bizden sonra bu ilkokulun
yanma yeni bir bina daha yapılmış ve adı değişerek inönü Lisesi
olmuştu.
Okulun son yılı ne kadar devlet parasız yatılı okulu varsa
onların sınavlarına girdik, çünkü tek okuma şansımız yatılı okul
kazanmaktı.
30 -
18.
0adam korsan kitapçı beyler
-
19.
0lışı kim yaparsa yapsın karşı çıkacaktım; suç işleyenler kendiTümünü Göster
tarafımdan insanlar, kendi arkadaşlarım bile olsa veya ne kadar
güçlü olursa olsun, bedeli ne olursa olsun karşı duracaktım...
Aslında Simonlar her yerde, her örgütte var; insana değer vermeyen,
özgürlüğü, önemsemeyen, itaat kültürünün hâkim olduğu,
grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç'te Yaşayanlar
istanbul'da görev yaptığım 1992-1996 yılları arasında görev
yerim Gayrettepe'deydi, evimiz ise Ataköy'de. Her gün akşam geç
saatte özellikle saat 23.00 sularında Gayrettepe'den çıkıp evimize
giderken Haliç'ten geçiyorduk. Haliç o zamanlar inanılmaz kötü
kokuyordu, tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu
kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum.
Koku gelmesin diye burnumu parmaklarımla kapatmama rağmen
Haliç'ten gelen hafif bir koku bile midemi bulandırmaya yetiyordu.
Haliç'ten geçmek benim için bir ölümdü, daha yaklaşmadan Ok
Meydanımda burnumu kapatmam gerekiyordu, ta ki tüneli
geçinceye kadar. Fakat Halic'in etrafında yaşayan insanlara
bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı
piknik yapıyordu, bu kötü kokudan sanki hiç rahatsız değillerdi. Bu
durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki, kötü bir ortamda
bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar
ve bu ortamın çirkinliğini göremıyorlardı. Ne kadar kötü ve sağlıksız
bir ortamda bulunulursa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi
bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına yaramıyordu.
Bir an için düşündüm. insanın içinde bulunduğu koşullara
gösterdiği uyum, pis kokan bir ortama bile uzun süre kalınca
alışması, bunu kabullenmesi sadece fiziki ortamla mı ilgiliydi? Yoksa
düşünceler, sosyal davranışlar, etik kurallar gibi toplumsal hayatı
etkileyen unsurlar için de geçerli miydi? Aynı şekilde ortama uyum
sağlama anlayışım toplumsal hayatın bütün alanlarına yansıtarak,
içinde yaşadığımız çok kötü ortamı, bile normalleştirmiştik,
dolayısıyla hiçbir rahatsızlık duymadan yaşıyorduk.
24
insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve
bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı
şey söz konusu. Hürriyetlerin kısıtlandığı, baskının hâkim olduğu,
yanlış ve mantığa uygun olmayan bir Türk idari sistemi, Türk
toplum yapısı ve özellikle kirli, yozlaşmış bir kamu sistemi içerisinde
uzun süre kalan ve bu atmosferi teneffüs eden insanlar, bizler
hepimiz, bu ortamın kötülüğünü, pisliğini artık algılayamıyoruz. Bu
durum bizi rahatsız etmiyor. Haliç'teki pis kokuya rağmen piknik
havası içinde yiyip içip oymayanlar gibi, biz de bu pis ortama en
ufak tepki koyamıyoruz; halbuki dışarıdan bakıldığında bu durum
dayanılacak ve kabul edilecek gibi değil.
Herkes biliyor ki bu ülkedeki ihaleler büyük oranda hileli. Bu
ülkede tapu, trafik, gümrük gibi birçok kurum rüşvet batağında.
Yolsuzluk ve usulsüzlük usul, esas haline gelmiş; adam kayırma,
torpil, her türlü hile yaygınlaşmış. Toplumun çoğunluğu bu ülkede
işlerin doğru ve dürüst yürüt ülmediğine inanıyor, ama en büyük
usulsüzlüklere toplum tepki göstermiyor. Hile, fesat ve rüşvete en
çok karıştığına inanılan kişi en fazla oyu alabiliyor; en rüşvetçi kişi
en itibarlı kişi olarak kabul görüyor. Bu örnekleri alabildiğince
çoğaltmak mümkün. Demek ki çoğunluk pis ve kirli, her türlü
yanlışlığın bol olduğu bu ortama uyum sağlamış, bu durumu
kanıksamış ve normalleştirmiş. Bu durumu görebilmek ve
algılayabilmek için ancak bu sistemin dışına çıkmak gerekiyor.
Başka bir ülkede bir müddet kalıp oradaki şartları gördükten sonra
o pis kokan Halic'in durumunu fark edip bunun yanlış olduğunu
göreceğiz. Yoksa içinde bulunduğumuz şartlarda pislik her yana
yayılmasına rağmen maalesef hiçbirimiz Türkiye'deki bu sistemin
yanlışlığını algı-layamıyor. Belki de uzun süre kötülükler,
yanlışlıklar, haksızlıklar ve hukuksuzluklar içerisinde yaşamak,
bunun içerisinde var olmak gözümüzü kör etmiş; tüm bu
olumsuzluklara uyum sağlayarak bu anormalliği normalleştirmişiz.
Aslında en fazla itiraz etmemiz ve karşı koymamız gereken
durumlarda çok makul ve kabul edici tepkiler vermişiz.
25
Kurtuluşumuz önündeki en büyük engelin de bu olduğu
kanaatindeyim.
Bu bilince eriştikten sonra, içinde yaşadığımız şartları kabul
etmemeyi; bu rüşvet, yolsuzluk, riya ve yalanla dolu ortamda
yaşamaya mecbur olsam da asla bu durumu normal görmemeyi; en
küçüğünden en büyüğüne her türlü yolsuzluğa, hırsızlığa,
usulsüzlüğe tepki göstermeyi ve gücümün yettiği kadar karşı
koymayı hayatımda düstur edindim. Hiçbir pisliği normal
görmemeliydim; etrafım ne kadar kirli de olsa kabullenmem, uyum
sağlamam söz konusu olmamalıydı.
Kitabın Dilindeki Sertlik
Bu kitabı yazarken kimseyi kırmak ya da incitmek istemedim.
Beni tanıyanlar bilirler ki kimseyi kırmamak, üzmemek için aşın
hassasiyet gösteririm. Aslında bu, bilinçli olarak dikkat ettiğim bir
husus değil, bir yaşam biçimidir, hayatımın temel esasıdır.
Eğer biri benimle konuşurken ses tonunu biraz yükseltirse,
biraz kızdığını belli edecek şekilde konuşursa bir hafta moralim
bozulur. Bundan dolayı ben de hiç kimseyle yüksek sesle
konuşmam, hiç kimseyi kırmam. Kabahati olan, suç işleyen kişilerle
bile asla onları incitici şekilde konuşmam, gururlarını kırmam.
Bağırarak veya karşımdakini kıracak şekilde konuştuğum çok
nadirdir, birçok astım/arkadaşım benim için "hiç kızmaz, sinirleri
alınmış" der.
Ama bu kitap taslağını okuttuğum tüm arkadaşlarım yazı daki
dilimin yer yer sert, kırıcı, hatta bazı bölümlerin davalara konu
olabileceğini söylediler. Ben de bu kadar olmasa da yazı dilimin sert,
bazen de itici olduğu kanaatindeyim, ama yazarken kimseyi
incitmek gibi bir niyetim yok. istemememe rağmen bu kitapta
anlatılanlardan incinecek, kırılacak herkesten baştan özür
diliyorum. Amacım asla kimseyi kırmak ya da üzmek değil; zaten
benim sorunum tek tek kişilerle değil, ben sistemi, yöntemi, usulleri
sorgulamaya, bunların yanlışlığını ve ekgibliğini göstermeye
26 -
20.
0kimse ilgilenmiyormu
-
22 07 2025 güncel sözlük reisleri
-
ucan kedi bu kadar erkegin icinde ne ariyon la
-
dünyanınn en kısaa fıkrasııı
-
mersinden sesleniyorum
-
beyler 600 tl para var
-
rasim ozan kütahyalı kütahyaya bir kere
-
yaşasın titö örgütü
-
ucan kedi admin olsun
-
madem kesin olarak cin var
-
depremde ölen arkadasımla çekildiği foto
-
ucan kedi gecen gun damar yolumu bulamadilar
-
aga black metel makyajı yapıp
-
bu adamın soy adı nedir
-
alaynizin amk kafayı
-
enguzelhalinle
-
olm kurs önerin la
-
iki tane işsiz ikisi de yazılımcı amk
-
muhtar sonses denen lavuğa noldu
-
beyler yine ak partiye oy verme kararı aldım
-
abi cocuk salak aw
-
keser döner sap dönerrrrr
-
one piece sonu nereye varıyor amq
-
baycerrah ifsasisisisisi
-
gey memoş seni öldürecem
- / 1