-
1.
0okumak isteyen varmi
-
2.
0kimse ilgilenmiyormu
-
3.
0bugun mu aldın bin?
-
4.
0ben ilgileniyorum
-
5.
0okuyom lan değermi dün başladım
-
6.
0adam ekşici beyler
-
7.
01. Bölüm
DEVLE
T -
8.
0ne kadara aldın lan bin bende alcam
-
9.
0Neden Yazıyorum?Tümünü Göster
Neden yazıyorum? Yazmak için kimsenin bir sebebi olmamalı.
Okumak dünyada elzem olduğu halde, okumayan ülkemde
yazmanın sebebi aranıyor, arıyoruz. insan kendine de soruyor:
Neden yazıyorum? Neden yazmalıyım?
Herkesin, bırakın kolayca, bin bir çabayla dahi gelemeyeceği bir
noktadayım. Sayısını bilemediğim kadar çok olay içerisinde yer
aldım, çok şey yaptım; ama yaptıklarımın bir kısmını yıktım ve
tamdıbının yıkılması gerektiğine inanıyorum. Bu kitapla bir kısmını
daha yıkmaya çalışacağım. Kendimce sağ görüşle, bazı değerlerle,
belirli bir vatan, millet, ülke ahlak anlayışını kapsayan inançlarla
büyüdüm. Daha yücesine özenerek yaşadım ama geçen zamanda,
yaşayarak gördüğüm olaylar sonrasında bu yüce değerlerin bir
kısmını sorgulamaya başladım. Bunlardan yalnız biri veya bir kısmı
bile yazmam için yeterliydi.
Kaç yaşındayım? Yaştan kasıt ne? Eğer kastedilen doğumdan
itibaren geçen zaman ise nüfus kağıdımda yazan tarihe göre 54
yaşındayım; biyolojik olarak sağlığım veya hissettiğim se 35-40;
duygu dünyamda yaşadığım ve gördüğüm olaylar, aldığım dersler,
çektiğim acılar ise o zaman kendimi 100-150 yaşında hissediyorum.
Hiçbir polis benim kadar değişik olay yaşamamıştır. Ülkenin en
güneyinden en doğusuna, oradan en batısına kadar her yerinde
görev yaptım. 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışmalarının ülkeyi iç savaş
aşamasına getirdiği olaylardan, 1984 sonrası PKK'nın yarattığı
Güneydoğu katliamlarına; 19901ı yılların başında yeniden hız
kazanan (başta istanbul olmak üzere) büyük illerimizdeki
suikastlara; siyaset ve terör olaylarına kadar tüm ideolojik
çatışmaların soruşturulması safhasında yer aldım.
Büyük hayali ihracat şebekelerinden, büyük banka dolandırıcılıklarına;
ihalelere fesat karıştırma olaylarından, uluslararası
uyuşturucu şebekelerinin soruşturulmasına kadar çok geniş bir
krirninal yelpazede çalıştım. Bu görevler esnasında sokakta adam da
kovaladım, daire başkanı olarak ülke genelinde ve hatta uluslararası
alanda polis teşkilatları ve kuruluşlarıyla işbirliği içinde planlama da
9
1 . Bölüm: Devlet
yaptım, müş operasyon icrasında da bulundum. Suçlu gördüğüm
kişilerle fiziken ve ruhen mücadele etmekten, silahlı çatışmaya; en
teknik cihaz ve sistemlerle onların karşılarına çıkmaya kadar her
sahada ve her türlü polisiye olayda yer aldım.
Sonra bir anda polislikten, devletin güvenlik gücü olmaktan,
yani avcılıktan sistemin istemediği, yanlış bulduğu bir hedef, bir av
konumuna düştüm.
Bunlar da gerçek manada kendimi 100-150 yaşında hissetmeme
neden oldu.
Yaşadıklarımdan dolayı, sanki yüksek bir tepeden kendi sahamda
tüm dünyayı seyreder gibiyim. Kendimi, herkesin geçeceği
yollardan çoktan geçmiş biri gibi hissediyorum. Şu tepenin
arkasında bulunanlar biraz sonra karşıdan gelecek olanlara tuzak
kurmuşlar, eyvah yine kan dökecekler, biri bunları uyarsa... Ben,
"Ey tuzak kuranlar değmez, yapmayın, düşmanlık büyük hata, bu
tuzağa kendiniz düşeceksiniz, yapmayın, etmeyin!" demek istiyorum.
Bulunduğum noktaya nasıl geldim? Bu mucizeden öte bir şeydi.
Ne mucizeyle ne de benim çalışma ve gayretimle olacak şey değildi;
ne akıllı ne de cesur olmam yeterliydi. Belki mistikçe düşünülünce,
akıl üstü bir irade buraya gelmemi istedi.
Bu noktaya gelişim fiziki bir mücadeleyle olsaydı, derin vadilerden
geçmiş, aşılması imkânsız dağları aşmış, masallardaki
ejderhalarla kavga etmiş, hiç kimsenin bilmediği tehlikelerle
boğuşmuş olmak gerekirdi. Fiziki tehlikeleri geçmek, kavga etmek
zor şeylerdi ama bunları gerçekleştirmek mümkündü; oysa insanın
kendi ruh dünyasındaki kavgası, kendi içindeki tehlikeli yolculuğu
çok daha zor, çok daha amansız mücadele gerektiriyordu. Daha
önemlisi sadece kavgayla ve akılla da zihinde ve kişilikte bazı şeyleri
aşmak mümkün olamıyordu, tüm bunlar yeterli değildi. içte ve dışta
milyonlarca, milyarlarca tesadüfün art arda, sistemli, düzenli bir
biçimde etrafımda meydana gelmesi ve tüm ruhumu, benliğimi
etkileyerek beni bulunduğum yere itmiş olması gerekirdi.
Mademki herkesin kolayca gelemediği bu yere, mucize üstü bir
şekilde savrulmuştum, olan ve olacak birçok olayın perde arkasını
10
1 . Bölüm: Devlet
çok az da olsa görebiliyordum. O zaman arkadan gelenlere
söyleyecek sözüm olmalıydı; yaşadıklarımı, yollardaki tehlikeleri,
kendilerine kurulan tuzakları anlatmam ve bunlardan kurtulma
yollarını, bildiklerimi söylemem gerekiyordu.
Görev uğruna tüm yaptıklarımın doğru olduğu fikrini zihnimde
yıktım. Bir zamanlar yok etmeye bütün gayretimle çalıştığım tüm
düşmanlarımın, silaha ve şiddete sarılmayan hallerini şimdi elzem
görüyorum. Onları silaha ve şiddete itenin de aslında doğru
olduğunu zannettiğim değerler olduğunu anladım. Bu öyle büyük bir
şeydir ki; ne dağa, ne tepeye benzer. Ruh dünyasında bu kadar
büyük bir değişime dayanmak mümkün müdür? Karanlıktan
aydınlığa, soğuktan sıcağa, inançsızlıktan inanmaya gidiş gibi;
birbirinin zıddına dönerek öncekinin tam tersine yol almak o kadar
zor ki... Sözlerle tarif etmek, yaşamadan anlamak mümkün değil.
Hayatım boyunca, yapmam gereken işin gereği ne ise onu
yapmaya çalıştım. Ne para, ne makam, ne de başka bir menfaat,
hiçbir zaman eylemlerime etken olmadı. Yaptığım işin yapılmasının
gerekliliği önem taşıyordu. Bütün enerjimle, gayretimle, aklımla,
yaptığım işe kilitleniyordum. Ne özel hayatım, ne eğlencem ve
merakım, ne istirahatim vardı. Sabah uyanınca işe başlar,
yorulunca uyur, uyanınca tekrar hedefime yönelirdim. Bir derviş
edası, bir ideal tutkusu, bir iş sevdasıydı benimki. Her iş tehlike, her
iş riskti aynı zamanda.
Dünyada herkesin hayran olduğu, hakkında şiirler yazılan,
aşıklarının her tepesi için ayrı eser verdiği istanbul'da dört koca yıl
çalışmış; her türlü lüks yaşamı sağlayacak imkân ve konu-
ma sahip olmama rağmen bir defa bile ne istiklal Caddesi'nde ne
Bağdat Caddesi'nde gezmedim. Bir defa bir gazinoya gitmedim,
resmi mecburi yemeklerin haricinde bir defa bile lüks değil, sıradan
bir restorana gidip yemek yemedim, bir arkadaşımı yemeğe
zütürmedim. iş varken, ülke tehlikedeyken, yemeğe gidilir mi?
Hayatım boyunca hiç 20 gün izin kullanmadım, hiç kampa veya tatil
anlayışı ile bir yere gitmedim. Gitmeyi de uygun görmez, gidenlere
11
1 . Bölüm: Devlet
ise görevden kaçıyorlar diye kızardım. Bu konudaki en büyük
lüksüm restoranlardan paket servis olarak acılı, baharatlı yemekler
getirtip, bu yemekleri şubenin makam odasında çalışma
arkadaşlarımla birlikte yemekti. Arkadaşlarım beni, yanıma gelene
yemek ısmarlarken olsa olsa: "Tostun neli olsun?" diye soran; şube
çaycısının yaptığı tosttan başka bir şeye zaman ayıramayan biri
olarak tanımlıyorlardı. Böyle bir anlayış, çalışma ve inanç nasıl
olabilirdi? Ama en mütevazı haliyle benim gerçeğim buydu. içimde
kaynayan iş ve çalışma isteği ise bundan öte bir şeydi.
Bu kadar çalışma ve gayret sonucunda elde ettiğim tecrübeyle
olağanüstü eserler ortaya çıkmıştı. Daha iyisini, daha üstününü,
daha sihirlisini yapmak gerekiyordu; bir öncekinden elde edilen
bilgiler daha üstünün yapılmasını sağlıyordu ama ben gerçek
manada yaptıklarımızı asla yeterli görmüyordum. Kaçırdığımız
fırsatlara, boş geçen zamana ve karşımızdaki güçlerin
gerçekleştirdiği en küçük bir olaya bile nasıl geçit verdiğimize
hayıflanarak yaptıklarımızı yetersiz buluyordum. Daha çok
çalışmalıydık, daha çok gayret etmeliydik...
Herkesin beğendiği, hayran olduğu teknik ve elektronik araçlar
ortaya çıkıyordu. Daha iyisi, daha üstünü derken sonunda
yaptığımızın ne demek olduğunu, değerini, ancak kendimiz anlayacak
hale gelmiştik. Sihirli teknolojiler, sihirli çözümler o kadar
olağanüstüydü ki anlatmak ve anlamak için kendimizden başka
kimseyi bulamaz olmuştuk. Bu hal aslında korkunç bir teknoloji
tapıcılığı haline gelmişti. Suçluları bulup ortaya çıkaran, yeni
tasarladığımız sistemler çok değerliydi, uğruna her şey yapılmalıydı.
Aslında bunlar bu ülke için gecikmiş araçlardı ve bunlara yönelik
çalışmaları sınırlayıcı hiçbir ölçü kabul etmiyorduk.
Sonunda, aslında sonunda değil daha başında, çabalarım meyve
vermişti, isteğim olmuş, mucize gerçekleşmişti. Anlattıklarımı
anlayacak, ana planım kurduğum kafamdaki sistemin işleyişinde
bana gerekli teknolojiyi sağlayacak insanla karşılaşmıştım. Sistem
kurulmuş, az sayıda personel ve teçhizatla tüm illegal yapılarla
mücadele edilir hale gelinmişti. inanılmazlar yapılabiliyordu artık,
12 -
10.
01 . Bölüm: Devlet
her şey ilim, akıl ve teknolojiyle oluyordu. O güne kadar yapılanlara
bakıldığında, mucize ötesi şeylerin gerçekleştiği görülebiliyordu
illegal örgütler, casusluk şebekelerine taş çıkartacak gizli
yöntemler ve yollar kullanıyorlardı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar
olmuyordu. Onlar, adı sanı hiç bilinmeyen en gizli elemanlarını
gönderiyor, biz onları kısa sürede tespit edip etkisiz hale
getiriyorduk. Yurtdışında işleri yöneten Dev - Sol lideri Dursun
Karat aş, aldığı her tedbire rağmen gönderdiği en gizli adamları rım
hiçbir eylem yapamadan en kısa sürede yakalandığını gördüğünde,
;iAlnınıza Dev-Sol yazsak, polis sizi bu sürede bulamaz, sız nasıl
yakalanıyorsunuz?" diyordu. Gerçek de böyleydi. Eğer alınlarına
kırmızı yazıyla Dev Sol militanı, terörist yazsalar o kadar kolay
bulamazdık onları. Ama en gizli örgüt mensubu ne kadar yeraltında
kalsa da kısa sürede yakalanıyordu, artık meydan herkesin
kullanabileceği kadar boş değildi.
Tüm illegal yapılarla yıllarca mücadele ettik. Daha eylemelerine
başlamadan, en gizli saklı hücrelerinde onları tek tek yakaladık. Asıl
önemli olan, eylemcileri sadece teknik sistem ve akü üstünlüğüyle
yenmek değildi. işin kökenine inmek gerekti. insanlar neden bu yola
girer, hayatlarını, varlıklarını, geleceklerini neden tehlikeye atardı?
Ne yapmak istiyorlardı, bunlar deli miydi, bu kadar önemli olan
sebepleri neydi diye sorgulamaya başladım.
Yıllar yılları kovaladı, olaylar olayları... Bir süre sonra, toplumsal
yaşam için yıllarca düşman gördüğüm grup, düşünce ve örgütlerin
aslında sağlıklı bir demokrasinin olmazsa olmazı olduklarını;
modern bir toplum için asıl tehlikenin, bunların aksine her
muhalefeti yok etmeye odaklanmış olan benim savunduğum değerler
olduğunu anladım. Bunun acısını derinden yaşadım. Bu açıdan
eskiden savunduğum tüm düşünceleri düşman görmek tarif edilmez
bir duyguydu.
Geçmiş yıllardaki anlayışıma göre, bütün radikal muhalefeti yok
etmeli ve bunu yapacak sistemi kurmalıydım. Mesleğe yeni
başladığım Mersin'de görev yaptığım yıllarda, benim için sistemin ve
rejimin muhalifi olan; devleti, orduyu ve polisi eleştiren herkes kötü
13 -
11.
0helal lan bin okucam
-
12.
01 . Bölüm: Devlet
niyetli, hain ve ajandı. Tüm solcular Rus ajanı ve vatan haini idi,
onlara en ağır ceza verilmeliydi. Ama duygu dünyamdaki büyük
değişimlerin olduğu, anlatılamaz şeylerin ruhuma çarptığı o çileli
günlerim ve biraz da karşımda olan insanlarla temasım sonucunda,
onların inançları uğruna katlandıkları kişisel fedakârlıklarını
görerek demokratik muhalefeti hoş görmeyi öğrenmiştim. Bununla
birlikte radikal olan, hele eline silah alan ve şiddet kullanan herkes,
her örgüt mutlaka durdurulmalı, yok edilmeliydi.
Sonunda tapacak kadar bağlandığım, yaratılması uğruna bu
kadar gayret gösterdiğim, her şeyimi verdiğim değerlerin yıkılması
için gayret gösterdim, yıkılmasını istedim. Bu kadar büyük bir
değişim, bu kadar büyük bir dönüşüm mümkün müydü? Yaşamın
gayesi vatan, millet, bayrak, ülke, Allah, din, ahlak, kanunlar değil
miydi? Bunlar o kadar önemliydi ki uğrunda binlerce insan ölmüştü,
gerekirse daha binlercesi ölmeliydi. Asla bu kutsal değerler ihlal
edilmemeli, hiç kimse bu değerleri kirletmemeli, bunlara karşı
gelenler bertaraf edilmeliydi. Bugün hâlâ bu düşünceleri
savunanlardan o zaman bir tek farkla ayrılıyordum; ben her şeyin
meşru, aleni ve herkesin huzurunda olması gerektiğini
düşünüyordum; Susurlukçuların yaptığı gibi gizli, kaçak değil. Sağ
düşünce ülkenin iyiliği, güzelliği ve tüm yüce değerler için vardı; sol
düşünce ise komünizm, inançsızlık, SSCB demekti; mutlaka yok
edilmeliydi. Devleti eleştirene mani olunmalı, durdurulmalıydı.
Ecevit nasıl sol, ortanın solu diyerek, binlerce şehit verilerek
kurulan bu devleti eleştirebilirdi? Nasıl Sovyetlerin rengine benzer
sol, sosyalist anlayışı savunabilirdi, buna niye müsaade ediliyordu?
Yıllar, yıllar sonra şu sonuca vardım; insanların eylemlerini
kafalarındaki fikirleri; fikirlerini ise inanç ve düşünce sistemleri,
dolayısıyla dogmatik olarak kutsal kabul ettikleri ve hayatlarının
anlamı olan ve uğrunda ölümü göz aldıkları yüce değerler
belirliyorsa; bu ülkede bunca olumsuzluk varsa ve yıllardan beri
devam ediyorsa, her şey kötü ve yanlış ise, bunun sebebi ufak tefek
şeyler ve kişilerin hatası olamazdı. Hata, tüm eylemlerimizi
yönlendiren, anlamlandıran fikir ve düşünce sistemimizin kaynağı
14 -
13.
01 . Bölüm: Devlet
olan dogmatik inançlarımız ve kutsallarımızdaydı. Yani bizim
yücelttiğimiz, uğruna her şeyi feda ettiğimiz, canımızdan çok
sevdiğimiz, varlığımızın sebebi, kendimiz olmamızı sağlayan, bizi
başkasından farklı kılan, bize ruh veren, başka ırk ve millet
olmamızı sağlayan değerlerde sorun vardı. Yoksa bunca hata, bunca
anormallik niye olsundu ki?
işte bu en büyük değerleri eleştirmek, bunca yıl inandığımız, bizi
biz yapan şeylere yanlış demek hiç kolay değildi. Ruhsuz insan
olmak, motorsuz araç olmak gibi bir şeydi. Türk milliyetçiliğinin,
Türk gelenek ve ahlak anlayışının, kanunlarımızın, hatta dinin, bu
ülkedeki uygulanış biçimi yanlıştı; en azından zamana ve şartlara
uygun değildi. Yoksa ülkemiz bu halde olur muydu, dünya ile
yarışta bu kadar geri kalır mıydı? Terör 40 yıldır devam eder miydi?
Bu kadar yolsuzluğun ülkede kabul görmesi, kimsenin bunlardan
rahatsız olmaması, hatta yapılanları olağan bulması mümkün
müydü?
Başta fark edemesem de yaşadığım her olaydan bir emare alarak
32 yılın sonunda; çok samimi olarak inandığım, hiçbir karşılık
baklemeksizin uğruna gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi
gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap vermediğini, hatta tüm
sorunlarımızın kaynağı olduğunu anladım. Bu gerçeği
kabullenememenin, kendime bile itiraf edememenin, öldürücü
tesirini yaşadım.
Yanlışı ayıklayıp doğruyu bulmak istiyorum. Hiçbir önyargı
taşımadan, neyin yanlış neyin doğru olduğunu söylemeden; yanlışla
doğruyu bulmanın yöntemini, bunu anlamanın şeklim sunmak
istiyorum. Bir ölçü, bir terazi olacak; yanlışla doğruyu anlamaya
yarayacak mikyaslar, değerler, fikri teraziler yaratmak istiyorum.
32 yıllık meslek hayatımın her olayı, her konusu bir kitaba, bir
filme konu olacakken, tüm yaşadıklarımı ve hayatımı bir kitaba
sığdırmam mümkün değil. Bu nedenle iddialarımın ispatı, vardığım
neticelerin anlaşılması ve düz fikirlerin hazmedilebilir kaplarda
sunulması için sadece beni etkileyen, fikir dünyamı değiştiren,
15 -
14.
01 . Bölüm: Devlet
yukarıdaki çerçeve ile sınırlı konularda yaşadıklarımı kısaca anlatıp
vardığım neticeleri özetleyeceğim.
Simon
inançları ve idealleri uğruna çalışan, bu uğurda fedakârlık
gösteren, her şeylerini bırakıp illegal örgüt mensubu olan insanlara
eskiden beri aşırı saygı duyardım. Bu insanlara karşı mücadele
veriyor, ama aynı zamanda onların çok idealist olduklarını, bir inanç
uğruna çalışmalarının, fedakârlıklarının çok değerli olduğunu ve bu
işlere büyük oranda kendi özgür iradeleri ile girdiklerini düşünerek
onlara saygı duyuyordum. Başka insanlara zarar vermeden, doğru
bir amaç, fikir ve ideal uğruna bu kadar fedakârlık yapabilme, böyle
bir anlayışı benimseyen siyasi veya sosyal yapının içerisinde
bulunma, böyle insanlarla dost ve arkadaş olma özlemimi hep
taşıdım. illegal örgüt mensupları kadar değil ama onların onda,
hatta yüzde biri kadar idealist arkadaşlar bulduğumu zannettiğim
her kadrodan ayrıldıktan sonra, arkadaşlarımın makam ve mevki
gibi basit çıkarlar uğruna birbirlerini kırdıklarını, kutuplaştıklarmı
görünce üzüldüm, galiba normal şartlarda böyle bir ortamı yakalamak
mümkün olmuyor.
Benim özendiğim illegal örgüt mensuplarının eylem ve faaliyetleri
değil, dünyanın maddi nimetlerini bir kenara iterek bir fikirideal
uğruna yaptıkları fedakârlıklardı. Hatta özenerek, onların
yerinde olmayı bile düşünmüşümdür. Hayatın asıl manasının, varlık
sebebimizin, manevi varlığımız olan fikir ve düşüncelerimiz
doğrultusunda çalışmak, bu uğurda mücadele etmek olduğunu,
insanların inançları uğruna ölürken bile maddi zenginlik için
yaşayanlardan daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür.
Ne de olsa çevremde gördüğüm devlet memurları üç beş kuruş
rüşvet almak için haksız ve hukuksuz davranışlara girişip
vicdanlarını satarken; her şeyi para için yapan ama kendilerini
vatansever olarak tanıtan mafya mensubu organize suc şebekeleri
birkaç kuruş için namuslarını ayaklar altına alarak cana kıyıp
insanlara eziyet ederken; ülkenin ve benim düşmanım olduklarını
16 -
15.
01 . Bölüm: DevletTümünü Göster
düşünerek karşı olduğum illegal örgüt mensupları kendi idealleri
uğruna her fedakârlığı yapıyordu. Banka soyuyor ama beş
kuruşunu almak akıllarına gelmiyordu. Bizimkiler aleyhte yalan
yanlış hikâyeler uydurarak birbirini ispiyonlarken, onlar yakalanıyor
ama arkadaşlarını ele vermemek için her tür lü zorluğa
katlanıyorlardı. Bu ve benzeri karşılaştırmalar, inanç ve ideallerini
hiçbir zaman kabul etmemekle beraber, içimde illegal örgüt
mensuplarına karşı hayranlık uyandırıyordu.
Ancak yaşadığım bir olay, o alemin, o dünyanın da göründüğü
kadar idealist olmadığını, bu insanların özgür iradeleriyle her türlü
yanlışa değil yalnızca onlara hedef gösterilen belli kötülük ve
yanlışlıklara karşı olduklarını anlamamı sağladı. Bu insanların
kendi inanç ve idealleri yanında kendilerine sürekli empoze edilen
propagandaları doğru zannederek, bu uğurda mücadele ettiklerini,
asıl gerçeklerin farkında olmadıklarını gördüm. Dolayısıyla bu tip
insanları idealize etmemin yanlışlığını görmem, belki de onlara olan
saygımın azalmasına sebep oldu,
Diyarbakır'da görev yaptığım dönemde (1984-1992) PKK'nm
şehir hücreleri, şehir faaliyetleri yeni yeni artmaya başlamıştı. PKK
merkezi, kırsal alana destek çıkılması amacıyla, devletin kırsaldaki
askeri baskının hafifletilmesi için, şehir eylemlerinin başlatılması
talimatını vermişti.
Böylece PKK'nm şehirdeki faaliyetlerini izlemeye ve kırsal sahada
faaliyet gösteren militanları tespit edip yakalamaya yönelik
çalışmalarımız başladı. Kısa sürede Halide kod adlı eski bir kadın
militanın Diyarbakır bölgesini örgütlemek ve buraları organize etmek
üzere görevlendirildiğini tespit etmiştik. Bir müddet sonra, geçmiş
dönemde faaliyet göstermiş ve PKK mensuplarım iyi tanıyan insanlar
sayesinde, Halide'nin gerçek kimliğinin tüm aile üyeleri PKK taraftarı
olan, 1.975 yılından beri PKK saflarında faaliyet gösteren, 1980
dönemi öncesi militanlarından Güler Çelik olduğunu tespit ettik.
Elazığlı olan Çelik ailesinin hemen hemen tüm fertleri geçmiş
yıllardan beri örgüt içinde faaliyet göstermiş, örgüte önemli destekler
vermişti. Ailenin 3-4 ferdi, 12 Eylül dönemi öncesinden beri örgütün
17
1 . Bölüm: Devlet
ileri kadrolarında yer almıştı. işte Güler de örgütün eski
kadrosundandı ve uzun süre cezaevinde yatmış, cezaevinden
çıktıktan sonra örgüt kampına, Beka'ya gitmiş, burada uzun süre
kaldıktan sonra grupları tekrar örgütlemek üzere Türkiye'ye
gönderilmişti. Biz Gülerin faaliyetlerini takip ediyor, onun ilişki ve
irtibatlarını biliyor, ancak olayın olgunlaşması, örgütün tüm
hücrelerinin ortaya çıkması için bekliyorduk. Bu arada önemli bir
gelişme oldu. Umulmadık bir şekilde kırsal alanda bir kuryenin
varlığını tespit ettik. Kuryenin mektuplarını ele geçirdiğimizde, bahar
atılımı dolayısıyla Lübnan-Bekarlaki kamplarda bulunan PKK
militanlarının bölgelerine gönderilmek üzere sınırdan geçtiklerini, bu
arada Diyarbakır-Elazığ civarında faaliyet göstermek üzere
gönderilen bir grup militanın Mardin bölgesinde çatışmaya girmesi
üzerine grubun ikiye bölündüğünü, yurtdışından gelmiş olan lider
kadrodaki bir grup militanın Mardin'de sıkışıp Diyarbakır-Genç bölgesine
geçemediklerini öğrendik. Bölgeye geçebilmek için kuryelerle
haber göndererek kendilerini alabilecek bir kılavuz-kurye sisteminin
kurulmasını istiyorlardı.
Bu gruplarla buluşmak üzere Diyarbakır merkeze gelen kuryeyi
yakaladık. Üzerindeki gizli nottan, Mardin kırsalında kendi
gruplarından kopan ve yolu bulamadıkları için dağa gelemeyen iki
militanın Diyarbakır şehir merkezinde olduğunu anladık ve kuryenin
yerine geçirdiğimiz eski bir itirafçıyı buluşmaya gönderdik. Gelen
kişilerin durumundan önemli kişiler olduğunun anlaşılmasıyla da
yakalamayı gerçekleştirdik. Mardin kırsaldan kopmuş iki önemli
militanı Diyarbakır merkezde yakaladık.
ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Daha önce yakaladığımız başka
militanların ifadelerinden ve onlardan ele geçirdiğimiz
dokümanlardan anlaşıldığı üzere, yakaladığımız militanlardan biri
Beka kampında kamp komutanlığının yanı sıra, kampta suç işleyen
kişilerin yargılandığı, kendi deyimleriyle "devrim mahkemelerinin"
başkanlığını da yapan, Simon kod adlı biriydi. Sirnon'un gerçek adı
Yılmaz Çelik'ti. Yani Diyarbakır şehir örgütünün lideri olan Güler
Çelik'in erkek kardeşi. Avrupa'da uzun süre kalmış, orada faaliyet
18
1 . Bölüm: Devlet
göstermiş, bir ara örgüt tarafından Güney Afrika'ya bile
gönderilmişti. Avrupa'dan Beka kampına gelmiş, kampta uzun süre
bulunmuş, bu dönem içerisinde de devrim mahkemesi başkanlığı
yapmıştı.
Aslında PKK kamplarındaki militanların kamp hayatı, yaşam
tarzları, yetiştirilme biçimi, orada nelerin suç olduğu gibi konular
başlı başına bir kitaba, belki de birden fazla kitaba konu olacak
nitelikte ve orijinalliktedir. Eğer bir gün biri, hele de orada yaşayan
biri çıkıp o günkü kamp hayatını, o ortamı, kuralları, orada suç ve
cezanın ne olduğunu, sistemin nasıl çalıştığını yazarsa, ben veya
benim gibi oradaki hayatı biraz bilen birkaç kişi dışında kimsenin
okuduklarına inanacağını zannetmiyorum. Bu kamplar tarif
edilemez, oranın bu dünyada olduğuna ve orada yaşananların
gerçekten yaşanmış olduğuna inanmak mümkün değil.
Zaten PKK gerçeği buradadır, bizim gördüğümüz
savaşan, pusu kurup katliam yapan, inanılmaz olayların
faili militanlar bu gerçeğin bize yansıyan neticeleridir.
Asıl gerçek, asıl anlaşılması gereken ise o kamptaki
insan, hava, yaşam, eğitim, değerler sistemi, yani o
kampın kendisidir. Orası insan ruhunun ve kişiliğinin
değiştirilmesi konusunda Dr. Mora 'nun Adası adlı
kitapta anlatılanların on katı oranında, netice elde etmiş
gerçek bir pgiboloji laboratuvarıdır. Orası dehşet bir
yerdir, orayı anlamak öyle kolay değildir.
PKK kamplarında bulunan militanlar inanılmaz bir
yönlendirmeye tâbi tutuluyor ve inanılmaz bir inanç
keskinliği içinde yetiştiriliyorlardı. Orada örgütün isteği
dışındaki en ufak bir faaliyet ciddi suç olarak yargılanıp
değerlendiriliyordu. Kampta bulunan bir militan, eğer,
"Ben bir yıl önce istanbul'da şöyle gezmiştim, kız
arkadaşımla beraber deniz kenarında dolaşmıştım... "
şeklinde konuşursa, en hafıfıyle bu kişinin cezası idamdı.
Militanların kafasını, karıştırarak onları devrimcilikten ve
savaştan soğutmak gibi bir suçla yargılanıyorlardı. Bu
19 -
16.
0sözü söyleyen, dünyanın en adi yaratığı gibi oradakiTümünü Göster
topluluk tarafından dışlanır, horlanır ve tecrit edilirdi.
Hatta bu tür suçlar için o zamanlar PKK liderinin
tanımladığı bir ad vardı: objektif ajanlık; burada Türkiye
Cumhuriyeti devletine ajanlık yaparak bilgi vermemekle
birlikte kişinin örgüte verdiği zarar aynı düzeydedir.
Dolayısıyla bu kişiler ajan olmasalar da gerçek bir ajan
rolü oynadığından, onların yaptığına objektif ajanlık
deniyordu.
Yüzlerce insanın bu suçlardan kurşuna
dizildiği, ğü bir realitedir. Eğer bir gün PKK'nın
Bekaa Vadisi' sun Korkmaz Akademisi ismini
verdiği gerilla kam] kazılırsa, örgüt tarafından
kurşuna dizilmiş yüzlerce daha fazla sayıda
PKK militanının kemikleri çıkanlad
xis
ehir Almanların, 1984-1986 yıllarında Almanya'da PKK ya yönelik
yaptığı operasyonda örgütle ilgili çok Önemli belgelerin yanında
Bekaada yargılanan ve suçlu bulunan militanların zılgıt eşliğindeki
sevinç gösterilerinin, halaylarla gerçekleştirilen ve seyredenlerin
kanını donduran infaz görüntülerinin bulunduğunu biliyorum.
işte orada bu tür suçlar işleyen, PKK çizgisine uymayan insanlar
platform denen ve kamptaki tüm militanların bulunduğu topluluk
önüne çıkarılıyor, orada bir mahkeme kuruluyor, mahkeme
yargılamaya başladığı zaman, kampta bulunan herkesten bu kişi
hakkında suçlamalar isteniyordu. Herkes ayağa kalkarak bu kişinin
suçlarını sayıyor, onun hakkında iddialarda bulunuyordu. Tabii bu
öyle bir yarıştı ki eğer bir kişi platforma çıkarılıp yargılanmaya
başlanmışsa, bu kişiye ne kadar büyük suçlar isnat edebilirse o
kadar iyi olacağı düşünülerek herkes yargılanan kişinin suçlarını
20
saymakta birbiriyle yanşa giriyordu, îşte bu mahkemenin bir dönem
başkanlığını yapan kişi, Sirnorı kod adıyla bilinen ve bizim kimliğini
çözdüğümüz Yılmaz Çelik'ti. Bu kişi, orada bulunduğu dönemde,
birçok kişinin yargılanması sırasında mahkeme başkanlığı yapmış,
birçok kişi idam edilmiş veya verilen idam kararları bilahare örgüt
tarafından yumuşatılarak uygulanmıştı.
Bu yargılamaları, o tarihlerde fiilen kampta bulunmuş, daha
sonra gelip teslim olan insanlardan çok dinlemiştim. Ayrıca
yakalanan kişilerin üzerinden çıkan dokümanlardan bu mahkemeler
hakkında epeyce bilgi sahibi olmuştuk.
Yılmaz Çelik'in kampta komutanlık yaptığı dönemde, kız kardeşi
Güler Çelik de kampta bulunmuş ve bir dönem mahkeme tarafından
yargılanmıştı. Güler'e isnat edilen suç ise "baygın baygın bakmak
suretiyle erkek kadroların kafasını karıştırmak, devrimcilikten
soğutmaktı." Bundan dolayı Güler Çelik idama mahkum olmuştu,
ama sonra Öcalan tarafından galiba partinin kuruluş yıldönümü
nedeniyle affedilip tekrar görevlere gönderilmişti.
işte biz bu olaydan ayrıntılarıyla haberdardık. Takip ettiğimiz
şehir faaliyetlerinde Güler Çelik'in ekibi her gün biraz daha
genişliyordu, daha fazla büyümeden bu operasyonu başlatmaya
karar verdik.
Planımızı yaptık Güler Çelik ve onunla irtibatlı olan kişileri
gözaltına aldık. Tahkikatı yaparken bu iki kardeşi de zaman zaman
bir araya getirdik ve orada, kafama takılan önemli bir şeyi Yılmaz a
sormak istedim
Yılmaz Çelik ilk çatışmada örgütten kopmuştu ama aslında
(bana göre inancı gereği) örgüt ideolojisi gereği tekrar örgüte katılmak
ve savaşmak istiyordu, inançlıydı. Ona dedim ki: "Yakalan
maşıydın tekrar kırsala çıkıp savaşa katılacaktın. Eminim ki dağda
ölebileceğim tahmin ediyorsun. Kendi inançların doğrultusunda bu
bölgedeki insanların haklarını, özgürlüklerini kendince savunmak ve
onlara yönelik haksız olarak nitelediğin uygulamalara karşı durmak
adına buraya geliyorsun. Burada samimi olarak savaşacaksın, bu
konuda samimiyetinden asla şüphem de yok. doğru bildiğin için
21
yapıyorsun. Kampta bulunduğunuz dönemde kamp komutanı olarak
sen olayı en iyi bilen insansın. Güler Çelik senin kardeşin. Kardeş
olmayı da bir kenara bırakırsan, iyi bir yoldaşlık ilişkisi içerisinde,
hem örgüt mensubu olarak hem de kardeşi olarak devrimciliğini çok
eskiden beri biliyorsun. Güler gerçekten kampta isnat edilen suçu
işlemiş miydi?"
"Kesinlikle Güler Çelik öyle bir suç işlememişti, asla böyle bir
tavrı yoktu. Ben bunu kardeşim olduğu için değil yoldaşlığına
inandığım için söylüyorum." dedi. insanlar kabullenmek te
zorlanabilirler ama illegal örgütlerde akrabalık, arkadaşlık, dostluk,
hatta annc-babalık gibi insanlar arasındaki yakınlık bağlan feodal
ilişki olarak tanımlanır. Bu tür ilişkilere değer vermek, iyi
karşılanmaz ve aşağılanır. Bunun yerine örgütlerde aynı inanca
sahip olmak, yoldaşlık ve devrimcilik yeni bir ya -kmlık bağı olarak
kabul edilir. Zaten örgütler insanlann değer yargılarını bu kadar
değiştirerek insanlarda yeni bir kişilik ve yeni bir değerler sistemi
yarattıkları için onlara istedikleri şekilde hükmedebilir, aksi takdirde
kişiler bu değerleri benimseyip kişilik dönüşümüne uğramadan
eylemleri gerçekleştiremez.
"Peki o zaman sen kardeşin, daha ilerisinde heval/yoldaş olarak
bildiğin Güler Çelik'in bir örgüt mensubu olarak bu suçu
işlemediğine inandığın halde neden mahkeme başkam olarak orada
açık bir tavır koyup kardeşini veya hevalini savunmadın. idama
mahkum edildiği halde buna karşı koymadın. Halbuki tanımadığın
insanların hakkını korumak için çatışmayı, ölmeyi ve öldürmeyi göze
alıyorsun, burada güvenlik kuvvetleriyle, askerle, polisle hiç
tereddütsüz çatışıyorsun. Ama başka bir noktada haklı bildiğin bir
kişinin hakkını korumak, bir haksızlığa karşı durmak için en ufak
bir tavır gösteremiyorsun. Eğer insanlar hak. hukuk, adalet ve
eşitlik gibi değerler uğruna, doğru bildikleri inançları ve idealleri
uğruna fedakarlık yapıyor, çatışıyor ve ölüyor ise senin de orada
haklının yanında tavrını göstermen gerekirdi. Demek ki senin hakkı
hukuku savunma noktasındaki tavrın her zaman aynı değil; sana
örgütün empoze ettiği konulardaki haksızlıklara karşı savaşıyorsun,
22
ama başka bir noktada, başka bir haksızlığa karşı duramıyorsun,''
dediğimde verdiği cevap beni tatmin etmemişti.
işte o zamana kadar devrimcilerin inanç ve idealleri uğruna
savaşan insanlar olduğu yönünde kafamda kurduğum imaj ve
onlara duyduğum saygı yıkıldı. Demek ki onların gerçek bir doğrusu
yoktu; gerçek idealler ve inançlar uğruna savaşmıyorlardı. Onlara
empoze edilmiş, belki de binlerce kez tekrar edilerek beyinlerine
işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlardı; bu gerçekler uğruna
fedakarlık yapıp, ölümü göze alıyorlar bunun dışındaki haksızlıklara
ses çıkarmıyorlardı.
Sağcı-solcu, laik-anti laik, demokrat-darbeci. A veya B partisi
gibi kamplara ayrıldığımızda hep kendi tarafımız haklı, karşı taraf
yanlıştı; karşı durma cesaretimiz, yalnızca grubumuzun karşı
olduğu kişi ve fikirlere yönelikti.
Sonra kendimize baktım, biz de öyle değil miydik? Kendi teşkilat
mensuplarımızın suçlarını gizlemeye çalışıyorduk ama vatandaşın
işlediği suçlara en ufak hoşgörüde bulunmuyorduk. Vatandaşa kötü
muamele eden, darp ve işkence eden, görevini kötüye kullanan,
rüşvet yiyen meslektaşlarımızı yakalayıp suçlarını ortaya çıkarmak
konusunda ne kadar gayretliydik?
Susurluk da bu anlayışın daha büyük çapta bir tezahürü değil
miydi? ölçü, suç işleyen herkesin yargılanması ve ihlal ettiği kural
için yasalar çerçevesinde gerekli ceza ile cezalan-dırılmasrydı. Oysa
adam öldürenler, yaralayanlar eğer sıradan insanlarsa veya bir
örgüt, mensubu ise bu kural işletiliyordu, bunun dışında devlet
görevlileri bazı kişileri kaçırır, infaz ederse bu kişiler
yakalanmıyordu.
Bu durumu birçok olayda görmek mümkündü.; bizler de her
suçu değil, yalnızca bize öğretilen ve empoze edilen hususları suç
görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurlarını suç olarak
nitelendirmiyorduk.
Bu duruma, bu tip davranışlara "Simonlaşmak" adını ver-ciıın.
işte bu durumu düşündükten sonra kendime söz verdim;
ben Simon gibi olmayacaktım, ben Simonlaşmayacaktım. Yan...
23
23 -
17.
0lışı kim yaparsa yapsın karşı çıkacaktım; suç işleyenler kendiTümünü Göster
tarafımdan insanlar, kendi arkadaşlarım bile olsa veya ne kadar
güçlü olursa olsun, bedeli ne olursa olsun karşı duracaktım...
Aslında Simonlar her yerde, her örgütte var; insana değer vermeyen,
özgürlüğü, önemsemeyen, itaat kültürünün hâkim olduğu,
grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç'te Yaşayanlar
istanbul'da görev yaptığım 1992-1996 yılları arasında görev
yerim Gayrettepe'deydi, evimiz ise Ataköy'de. Her gün akşam geç
saatte özellikle saat 23.00 sularında Gayrettepe'den çıkıp evimize
giderken Haliç'ten geçiyorduk. Haliç o zamanlar inanılmaz kötü
kokuyordu, tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu
kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum.
Koku gelmesin diye burnumu parmaklarımla kapatmama rağmen
Haliç'ten gelen hafif bir koku bile midemi bulandırmaya yetiyordu.
Haliç'ten geçmek benim için bir ölümdü, daha yaklaşmadan Ok
Meydanımda burnumu kapatmam gerekiyordu, ta ki tüneli
geçinceye kadar. Fakat Halic'in etrafında yaşayan insanlara
bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı
piknik yapıyordu, bu kötü kokudan sanki hiç rahatsız değillerdi. Bu
durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki, kötü bir ortamda
bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar
ve bu ortamın çirkinliğini göremıyorlardı. Ne kadar kötü ve sağlıksız
bir ortamda bulunulursa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi
bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına yaramıyordu.
Bir an için düşündüm. insanın içinde bulunduğu koşullara
gösterdiği uyum, pis kokan bir ortama bile uzun süre kalınca
alışması, bunu kabullenmesi sadece fiziki ortamla mı ilgiliydi? Yoksa
düşünceler, sosyal davranışlar, etik kurallar gibi toplumsal hayatı
etkileyen unsurlar için de geçerli miydi? Aynı şekilde ortama uyum
sağlama anlayışım toplumsal hayatın bütün alanlarına yansıtarak,
içinde yaşadığımız çok kötü ortamı, bile normalleştirmiştik,
dolayısıyla hiçbir rahatsızlık duymadan yaşıyorduk.
24
insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve
bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı
şey söz konusu. Hürriyetlerin kısıtlandığı, baskının hâkim olduğu,
yanlış ve mantığa uygun olmayan bir Türk idari sistemi, Türk
toplum yapısı ve özellikle kirli, yozlaşmış bir kamu sistemi içerisinde
uzun süre kalan ve bu atmosferi teneffüs eden insanlar, bizler
hepimiz, bu ortamın kötülüğünü, pisliğini artık algılayamıyoruz. Bu
durum bizi rahatsız etmiyor. Haliç'teki pis kokuya rağmen piknik
havası içinde yiyip içip oymayanlar gibi, biz de bu pis ortama en
ufak tepki koyamıyoruz; halbuki dışarıdan bakıldığında bu durum
dayanılacak ve kabul edilecek gibi değil.
Herkes biliyor ki bu ülkedeki ihaleler büyük oranda hileli. Bu
ülkede tapu, trafik, gümrük gibi birçok kurum rüşvet batağında.
Yolsuzluk ve usulsüzlük usul, esas haline gelmiş; adam kayırma,
torpil, her türlü hile yaygınlaşmış. Toplumun çoğunluğu bu ülkede
işlerin doğru ve dürüst yürüt ülmediğine inanıyor, ama en büyük
usulsüzlüklere toplum tepki göstermiyor. Hile, fesat ve rüşvete en
çok karıştığına inanılan kişi en fazla oyu alabiliyor; en rüşvetçi kişi
en itibarlı kişi olarak kabul görüyor. Bu örnekleri alabildiğince
çoğaltmak mümkün. Demek ki çoğunluk pis ve kirli, her türlü
yanlışlığın bol olduğu bu ortama uyum sağlamış, bu durumu
kanıksamış ve normalleştirmiş. Bu durumu görebilmek ve
algılayabilmek için ancak bu sistemin dışına çıkmak gerekiyor.
Başka bir ülkede bir müddet kalıp oradaki şartları gördükten sonra
o pis kokan Halic'in durumunu fark edip bunun yanlış olduğunu
göreceğiz. Yoksa içinde bulunduğumuz şartlarda pislik her yana
yayılmasına rağmen maalesef hiçbirimiz Türkiye'deki bu sistemin
yanlışlığını algı-layamıyor. Belki de uzun süre kötülükler,
yanlışlıklar, haksızlıklar ve hukuksuzluklar içerisinde yaşamak,
bunun içerisinde var olmak gözümüzü kör etmiş; tüm bu
olumsuzluklara uyum sağlayarak bu anormalliği normalleştirmişiz.
Aslında en fazla itiraz etmemiz ve karşı koymamız gereken
durumlarda çok makul ve kabul edici tepkiler vermişiz.
25
Kurtuluşumuz önündeki en büyük engelin de bu olduğu
kanaatindeyim.
Bu bilince eriştikten sonra, içinde yaşadığımız şartları kabul
etmemeyi; bu rüşvet, yolsuzluk, riya ve yalanla dolu ortamda
yaşamaya mecbur olsam da asla bu durumu normal görmemeyi; en
küçüğünden en büyüğüne her türlü yolsuzluğa, hırsızlığa,
usulsüzlüğe tepki göstermeyi ve gücümün yettiği kadar karşı
koymayı hayatımda düstur edindim. Hiçbir pisliği normal
görmemeliydim; etrafım ne kadar kirli de olsa kabullenmem, uyum
sağlamam söz konusu olmamalıydı.
Kitabın Dilindeki Sertlik
Bu kitabı yazarken kimseyi kırmak ya da incitmek istemedim.
Beni tanıyanlar bilirler ki kimseyi kırmamak, üzmemek için aşın
hassasiyet gösteririm. Aslında bu, bilinçli olarak dikkat ettiğim bir
husus değil, bir yaşam biçimidir, hayatımın temel esasıdır.
Eğer biri benimle konuşurken ses tonunu biraz yükseltirse,
biraz kızdığını belli edecek şekilde konuşursa bir hafta moralim
bozulur. Bundan dolayı ben de hiç kimseyle yüksek sesle
konuşmam, hiç kimseyi kırmam. Kabahati olan, suç işleyen kişilerle
bile asla onları incitici şekilde konuşmam, gururlarını kırmam.
Bağırarak veya karşımdakini kıracak şekilde konuştuğum çok
nadirdir, birçok astım/arkadaşım benim için "hiç kızmaz, sinirleri
alınmış" der.
Ama bu kitap taslağını okuttuğum tüm arkadaşlarım yazı daki
dilimin yer yer sert, kırıcı, hatta bazı bölümlerin davalara konu
olabileceğini söylediler. Ben de bu kadar olmasa da yazı dilimin sert,
bazen de itici olduğu kanaatindeyim, ama yazarken kimseyi
incitmek gibi bir niyetim yok. istemememe rağmen bu kitapta
anlatılanlardan incinecek, kırılacak herkesten baştan özür
diliyorum. Amacım asla kimseyi kırmak ya da üzmek değil; zaten
benim sorunum tek tek kişilerle değil, ben sistemi, yöntemi, usulleri
sorgulamaya, bunların yanlışlığını ve ekgibliğini göstermeye
26 -
18.
0adam korsan kitapçı beyler
-
19.
0çalışıyorum. Bu amaçla olayların anlaşılması için, istemeden deTümünü Göster
olsa, sınırlı olarak kişilerden de ismen bahsettim.
Şu da unutulmamalı ki ben yazar değilim. Hissetme ve algılama
kabiliyetim oldukça iyi olmasına rağmen ifade kabiliyetim o kadar iyi
değil. Ayrıca yazı dili ile konuşma dili aynı olmadığından
konuşurkenki mülayimliğime karşın yazı dilinde istemeden de olsa
üslubum farklıklaşabüiyor. Ayrıca anlatılan konular basit şahsi
meselelerden ziyade ülkenin güvenliği ve toplumda geniş kesimlerin
hayatını ve özgürlüğünü ilgilendiren hususlar olduğundan, üslubu
yumuşatma adına konuları basite indirgeme ve önemsememe riski
de var. insanları sarsan anlatım ve ifadelerin daha kalıcı bir iz
bıraktığı ve daha iyi algılandığı da bir gerçek. Dolayısıyla kitabın
şekline ve diline takılmadan içeriğine değer verilmesini, zarfa değil
mazrufa önem verilerek okunmasını arzu ederim.
Bir kitap yazmayı emekli olunca, düşünmüştüm, genel kanaat
de bürokratların ancak emekli olunca yazmaları gerektiği
yönündedir. Ancak her şeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı
bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anldıbını
yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim. Bundan
dolayı dilin, üslubun ve ekgibliklerin hoş görülme sini diliyorum.
Köydeki Okul Yıllarım
Hukuken Maraş'a ama diğer açılardan fiilen Gaziantep'e bağlı
Karabıyıklı Köyü'nde doğup, büyüdüm. Şehirdeki çocuklar okuldan
kaçarken biz tarlada çalışmak, hayvanları otlatmak gibi işlerden
kurtulmak için okula sığınırdık; okulların açılması bizim için tüm bu
işlerden kurtuluştu. Köy okulları, çocukların tarlada çalışacağı
düşünülerek nisan sonu veya mayıs başında kapanır ve ekim veya
kasım ayında açılırdı.
Benim çocukluğumda ya nüfusu fazla ya da yolu olan bizimki
gibi köylerde ilkokul vardı. Okulda, tek bir bina içinde 5 sınıf, yani
1, 2, 3, 4 ve 5. sınıflar aynı derslikte, aynı odada ders görürdük,
öğretmen 5. sınıflara ders anlatırken, diğer yandan 4. sınıflar 2.
sınıflara, 3. sınıflar da 1. sınıflara ders anlatırdı veya buna benzer
27
şekilde öğretmen 3 ve 4. sınıflara ders anlatırken 5. sınıflar 1.
sınıfları ders çalıştırırdı. Yani aynı odada beş sınıf ders yapardık.
Tam anımsayamıyorum ama üçüncü veya dördüncü sınıfa geldiğim
sene köye ikinci bir öğretmen atandı ve eski karayolları binasını bize
ek bir derslik yaptılar. 4 ve 5. sınıflar ayrı binada 1, 2 ve 3. sınıflar
ise başka bir binada ve ayrı öğretmenlerle ders işlemeye başladı.
ikinci sınıftayken her hatada kara lastik ile bizi döven öğretmen
gitmiş yerine Hüseyin Güzel isimli genç bir öğretmen gelmişti. Yeni
öğretmen, yeni ders yılı başında Atatürk'ün ölüm yıldönümü
dolayısıyla tüm sınıflara ortak ders veriyordu. Hüseyin öğretmen
Atatürk'ün doğumundan ölümüne tüm hayatını ve Kurtuluş Savaşı
nı tam bir saat aralıksız anlattı. Okulun en küçüklerinden
olduğumdan en önde oturuyordum, ikinci saat Öğretmen Atatürk
hakkında anlattıklarını tekrar edecek var mı diye sordu. Parmak
kaldırdım, herkes benim gibi parmak kaldırdı zannediyordum,
meğer tek kaldıran benmişim. Benden üst sınıftakiler parmak
kaldırmamış, ama ikinci sınıf öğrencisi olan ben parmak
kaldırmıştım.
Öğretmenin anlattıklarından aklımda kalanları tam yarım saat
tekrar anlattım, unuttuğum kısımları hoca tamamladı. Benim
anlatımımdan sonra tekrar anlatmak isteyen var mı diye
sorduğunda birkaç öğrenci daha parmak kaldırarak konuyu
anlattılar.
Sonra köy kahvesinde köylülerle sohbet eden Hüseyin öğretmen
babamı bulmuş ve çok zeki olduğumu, mutlaka beni okutması
gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine adım okulun çalışkan
öğrencisine çıktı, ne yaptığımın farkında değildim ama herkes
çalışkan olduğumu söyleyince mecburen çalışkan rolüne bürünüp
bu rolü oynadım. Bu şekilde hiç ders çalışmadan ama derslerde
öğretmeni dikkatle dinleyerek okulun en iyi öğrencisi olmuştum, bu
durum bana farklı bir misyon yüklüyordu. Her sorulanı bilmeli,
öğretmenin her sorusuna cevap vermeliydim, başka köy okullarıyla
yapılan bilgi yarışmalarında bizim okulu ben temsil ediyordum.
Belki gerçekten zekiydim, belki değildim ama benden beklenen rolü
28
oynamak mecburiyetiyle dersleri iyi izlerdim. Tüm okul hayatım
boyunca ilk beş arasına girmek mecburiyetimdeydim ve her zaman
da girdim.
ilkokul bitmişti, o yıllarda şehirlere gidip okumak sık rastlanan
bir şey değildi. ilkokul bitince babam yakın akrabamız olan Ş. Ali ile
birlikte bizi Antep'te yeni açılan bir ortaokula kayıt ettirdi. O zamana
kadar hep şalvar giymiş, hiç pantolon giymemişken bir anda takım
elbisem, kravatım ve okul şapkam olmuştu.
Babam bize bir oda kiraladı. Bizden iki yıl önce ortaokula kayıt
olmuş, ağabey konumunda bir köylümüz de bizimle kalacaktı.
Burası, kapısı sokağa açılan, içindeki küçük bölmede lavabo
bulunan, bir köşesine konmuş tahta, masa vazifesi gören bir odaydı.
Yemeğimizi kendimiz yapıyor, çamaşırları hafta sonu köye
gittiğimizde evde yıkatıyorduk.
Tüm hazırlıklar yapılmış, tüm eşyalarımız alınmış, ütülü
elbiselerimle okula başlamıştım. Birinci hafta okulda hiç kimseyi
tanımadığımdan korkunç bir yalnızlık hissine kapılmış,
köydeki arkadaşlarımı, insan yakınlığını kaybedince okumaktan
vazgeçmiştim. Hafta köye gittiğimizde çok mutlu olmuştum
ama pazar öğleden sonrası gelip çatınca beni tekrar
An tep'e göndermek istediklerinde, ben gitmem diye tutturmuş,
o zaman trikotaj atölyesinde çalışan ağabeyime özenerek onun
gibi çalışacağımı söylemiştim. Babam, sana bu kadar masraf
ettik, okumaya mecbursun diye ısrar edince gitmem diyerek
ağlamıştım. Fazlaca direndiğimi gören yakınlarım ve yaşlı büyük
amcam bu hafta git, okumak istemezsen biz hafta içinde
gelip seni okuldan alırız, bir işe koyarız diyerek beni kısmen
ikna ettiler ve ben nasıl olsa hafta içinde okuldan ayrılacağım
diyerek ikna olup gittim.
ikinci hafta okulda benim gibi yeni olan Recep Cinle tanıştım.
Onunla hâlâ yakın arkadaşlığımız ve dostluğumuz devam eder.
Ayrıca bizim gibi okula yeni gelen başka çocukları tanıdıkça okula
alıştım. Büyük amcam beni okuldan alıp işe koymak için gelmedi,
ben de okumak istemiyorum demedim.
29
Daha sonraki hayatımda benzeri şekilde insan sıcaklığının yoğun
olduğu ortamlardan ayrılıp başka yerlere, okula, özellikle de askere
gidip oralara alışmayan ve "yerimi değiştirin yoksa firar edeceğim"
diyen herkes için aynı yönteme başvurdum. Bir ay sabret yerini
değiştireceğim dedim. Ama hiçbir şey yapmadım, 15. gün o talepte
bulunanlar artık yerlerine alışmış, başka yere gitme arzuları
kalmamış oluyordu.
Ortaokulumuz Karşıyaka Ortaokuluydu, daha sonra adı ismet
inönü Ortaokulu oldu. Bir yıl önce kurulmuştu, biz birinci sınıftık,
bizden önce başlayan ikinci sınıflar vardı. Okul müdürümüz,
zannedersem Abdurrahim Karakoc'un kardeşi veya amcaoğlu olan
Ertuğrul Karakoç'tu. Kan Ağrısı isimli bir şiir kitabı vardı, bunca yıl
sonra bile nedense ortaokul aklıma gelince manasını anlayamadığım
bu kitabı hatırlarım.
Okulumuz yeni olduğundan kendi binası yoktu. Körler okulunun
fazla oları bir bölümünü kullanıyorduk, kör öğrencilerle
birlikte aynı bahçeyi ve koridoru kullanıyorduk, ancak gerçek kör
olanlar biz mi yoksa onlar mı anlamak biraz zordu.
Okulun asıl sahipleri koridorları hızla koşarak geçiyor, içinde
hareket ettikçe çıngırak sesi çıkaran topla futbol oynuyor, her türlü
toplu sporu yapıyor ama asla çarpışıp birbirlerini yaralamıyorlardı.
Hemen hemen hepsi bir müzik aleti çalabiliyordu. Gözler çok önemli,
ama gözleri olmayan veya az gören insanların diğer duyularını
kullanarak, görenlerden daha iyi şeyler yapabildiklerine şahit,
olmuştum.
ikinci yıl okulumuz Yeşilova Mahallesiriden, Karşıyaka Mahallesi
hin kuzey doğusundaki bir ilkokulun kullanılmayan kısmına misafir
olmuştu, son iki yılımızı burada geçirdik. Bizden sonra bu ilkokulun
yanma yeni bir bina daha yapılmış ve adı değişerek inönü Lisesi
olmuştu.
Okulun son yılı ne kadar devlet parasız yatılı okulu varsa
onların sınavlarına girdik, çünkü tek okuma şansımız yatılı okul
kazanmaktı.
30 -
20.
01 . bölüm: devlet
yukarıdaki çerçeve ile sınırlı konularda yaşadıklarımı kısaca anlatıp
vardığım neticeleri özetleyeceğim.
simon
inançları ve idealleri uğruna çalışan, bu uğurda fedakârlık
gösteren, her şeylerini bırakıp illegal örgüt mensubu olan insanlara
eskiden beri aşırı saygı duyardım. bu insanlara karşı mücadele
veriyor, ama aynı zamanda onların çok idealist olduklarını, bir inanç
uğruna çalışmalarının, fedakârlıklarının çok değerli olduğunu ve bu
işlere büyük oranda kendi özgür iradeleri ile girdiklerini düşünerek
onlara saygı duyuyordum. başka insanlara zarar vermeden, doğru
bir amaç, fikir ve ideal uğruna bu kadar fedakârlık yapabilme, böyle
bir anlayışı benimseyen siyasi veya sosyal yapının içerisinde
bulunma, böyle insanlarla dost ve arkadaş olma özlemimi hep
taşıdım. illegal örgüt mensupları kadar değil ama onların onda,
hatta yüzde biri kadar idealist arkadaşlar bulduğumu zannettiğim
her kadrodan ayrıldıktan sonra, arkadaşlarımın makam ve mevki
gibi basit çıkarlar uğruna birbirlerini kırdıklarını, kutuplaştıklarmı
görünce üzüldüm, galiba normal şartlarda böyle bir ortamı yakalamak
mümkün olmuyor.
benim özendiğim illegal örgüt mensuplarının eylem ve faaliyetleri
değil, dünyanın maddi nimetlerini bir kenara iterek bir fikirideal
uğruna yaptıkları fedakârlıklardı. hatta özenerek, onların
yerinde olmayı bile düşünmüşümdür. hayatın asıl manasının, varlık
sebebimizin, manevi varlığımız olan fikir ve düşüncelerimiz
doğrultusunda çalışmak, bu uğurda mücadele etmek olduğunu,
insanların inançları uğruna ölürken bile maddi zenginlik için
yaşayanlardan daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür.
ne de olsa çevremde gördüğüm devlet memurları üç beş kuruş
rüşvet almak için haksız ve hukuksuz davranışlara girişip
vicdanlarını satarken; her şeyi para için yapan ama kendilerini
vatansever olarak tanıtan mafya mensubu organize suc şebekeleri
birkaç kuruş için namuslarını ayaklar altına alarak cana kıyıp
insanlara eziyet ederken; ülkenin ve benim düşmanım olduklarını