1. 1.
    0
    okumak isteyen varmi
    ···
  1. 2.
    0
    kimse ilgilenmiyormu
    ···
  2. 3.
    0
    bugun mu aldın bin?
    ···
  3. 4.
    0
    ben ilgileniyorum
    ···
  4. 5.
    0
    okuyom lan değermi dün başladım
    ···
  5. 6.
    0
    adam ekşici beyler
    ···
  6. 7.
    0
    1. Bölüm
    DEVLE
    T
    ···
  7. 8.
    0
    ne kadara aldın lan bin bende alcam
    ···
  8. 9.
    0
    Neden Yazıyorum?
    Neden yazıyorum? Yazmak için kimsenin bir sebebi olmamalı.
    Okumak dünyada elzem olduğu halde, okumayan ülkemde
    yazmanın sebebi aranıyor, arıyoruz. insan kendine de soruyor:
    Neden yazıyorum? Neden yazmalıyım?
    Herkesin, bırakın kolayca, bin bir çabayla dahi gelemeyeceği bir
    noktadayım. Sayısını bilemediğim kadar çok olay içerisinde yer
    aldım, çok şey yaptım; ama yaptıklarımın bir kısmını yıktım ve
    tamdıbının yıkılması gerektiğine inanıyorum. Bu kitapla bir kısmını
    daha yıkmaya çalışacağım. Kendimce sağ görüşle, bazı değerlerle,
    belirli bir vatan, millet, ülke ahlak anlayışını kapsayan inançlarla
    büyüdüm. Daha yücesine özenerek yaşadım ama geçen zamanda,
    yaşayarak gördüğüm olaylar sonrasında bu yüce değerlerin bir
    kısmını sorgulamaya başladım. Bunlardan yalnız biri veya bir kısmı
    bile yazmam için yeterliydi.
    Kaç yaşındayım? Yaştan kasıt ne? Eğer kastedilen doğumdan
    itibaren geçen zaman ise nüfus kağıdımda yazan tarihe göre 54
    yaşındayım; biyolojik olarak sağlığım veya hissettiğim se 35-40;
    duygu dünyamda yaşadığım ve gördüğüm olaylar, aldığım dersler,
    çektiğim acılar ise o zaman kendimi 100-150 yaşında hissediyorum.
    Hiçbir polis benim kadar değişik olay yaşamamıştır. Ülkenin en
    güneyinden en doğusuna, oradan en batısına kadar her yerinde
    görev yaptım. 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışmalarının ülkeyi iç savaş
    aşamasına getirdiği olaylardan, 1984 sonrası PKK'nın yarattığı
    Güneydoğu katliamlarına; 19901ı yılların başında yeniden hız
    kazanan (başta istanbul olmak üzere) büyük illerimizdeki
    suikastlara; siyaset ve terör olaylarına kadar tüm ideolojik
    çatışmaların soruşturulması safhasında yer aldım.
    Büyük hayali ihracat şebekelerinden, büyük banka dolandırıcılıklarına;
    ihalelere fesat karıştırma olaylarından, uluslararası
    uyuşturucu şebekelerinin soruşturulmasına kadar çok geniş bir
    krirninal yelpazede çalıştım. Bu görevler esnasında sokakta adam da
    kovaladım, daire başkanı olarak ülke genelinde ve hatta uluslararası
    alanda polis teşkilatları ve kuruluşlarıyla işbirliği içinde planlama da
    9

    1 . Bölüm: Devlet
    yaptım, müş operasyon icrasında da bulundum. Suçlu gördüğüm
    kişilerle fiziken ve ruhen mücadele etmekten, silahlı çatışmaya; en
    teknik cihaz ve sistemlerle onların karşılarına çıkmaya kadar her
    sahada ve her türlü polisiye olayda yer aldım.
    Sonra bir anda polislikten, devletin güvenlik gücü olmaktan,
    yani avcılıktan sistemin istemediği, yanlış bulduğu bir hedef, bir av
    konumuna düştüm.
    Bunlar da gerçek manada kendimi 100-150 yaşında hissetmeme
    neden oldu.
    Yaşadıklarımdan dolayı, sanki yüksek bir tepeden kendi sahamda
    tüm dünyayı seyreder gibiyim. Kendimi, herkesin geçeceği
    yollardan çoktan geçmiş biri gibi hissediyorum. Şu tepenin
    arkasında bulunanlar biraz sonra karşıdan gelecek olanlara tuzak
    kurmuşlar, eyvah yine kan dökecekler, biri bunları uyarsa... Ben,
    "Ey tuzak kuranlar değmez, yapmayın, düşmanlık büyük hata, bu
    tuzağa kendiniz düşeceksiniz, yapmayın, etmeyin!" demek istiyorum.
    Bulunduğum noktaya nasıl geldim? Bu mucizeden öte bir şeydi.
    Ne mucizeyle ne de benim çalışma ve gayretimle olacak şey değildi;
    ne akıllı ne de cesur olmam yeterliydi. Belki mistikçe düşünülünce,
    akıl üstü bir irade buraya gelmemi istedi.
    Bu noktaya gelişim fiziki bir mücadeleyle olsaydı, derin vadilerden
    geçmiş, aşılması imkânsız dağları aşmış, masallardaki
    ejderhalarla kavga etmiş, hiç kimsenin bilmediği tehlikelerle
    boğuşmuş olmak gerekirdi. Fiziki tehlikeleri geçmek, kavga etmek
    zor şeylerdi ama bunları gerçekleştirmek mümkündü; oysa insanın
    kendi ruh dünyasındaki kavgası, kendi içindeki tehlikeli yolculuğu
    çok daha zor, çok daha amansız mücadele gerektiriyordu. Daha
    önemlisi sadece kavgayla ve akılla da zihinde ve kişilikte bazı şeyleri
    aşmak mümkün olamıyordu, tüm bunlar yeterli değildi. içte ve dışta
    milyonlarca, milyarlarca tesadüfün art arda, sistemli, düzenli bir
    biçimde etrafımda meydana gelmesi ve tüm ruhumu, benliğimi
    etkileyerek beni bulunduğum yere itmiş olması gerekirdi.
    Mademki herkesin kolayca gelemediği bu yere, mucize üstü bir
    şekilde savrulmuştum, olan ve olacak birçok olayın perde arkasını
    10

    1 . Bölüm: Devlet
    çok az da olsa görebiliyordum. O zaman arkadan gelenlere
    söyleyecek sözüm olmalıydı; yaşadıklarımı, yollardaki tehlikeleri,
    kendilerine kurulan tuzakları anlatmam ve bunlardan kurtulma
    yollarını, bildiklerimi söylemem gerekiyordu.
    Görev uğruna tüm yaptıklarımın doğru olduğu fikrini zihnimde
    yıktım. Bir zamanlar yok etmeye bütün gayretimle çalıştığım tüm
    düşmanlarımın, silaha ve şiddete sarılmayan hallerini şimdi elzem
    görüyorum. Onları silaha ve şiddete itenin de aslında doğru
    olduğunu zannettiğim değerler olduğunu anladım. Bu öyle büyük bir
    şeydir ki; ne dağa, ne tepeye benzer. Ruh dünyasında bu kadar
    büyük bir değişime dayanmak mümkün müdür? Karanlıktan
    aydınlığa, soğuktan sıcağa, inançsızlıktan inanmaya gidiş gibi;
    birbirinin zıddına dönerek öncekinin tam tersine yol almak o kadar
    zor ki... Sözlerle tarif etmek, yaşamadan anlamak mümkün değil.
    Hayatım boyunca, yapmam gereken işin gereği ne ise onu
    yapmaya çalıştım. Ne para, ne makam, ne de başka bir menfaat,
    hiçbir zaman eylemlerime etken olmadı. Yaptığım işin yapılmasının
    gerekliliği önem taşıyordu. Bütün enerjimle, gayretimle, aklımla,
    yaptığım işe kilitleniyordum. Ne özel hayatım, ne eğlencem ve
    merakım, ne istirahatim vardı. Sabah uyanınca işe başlar,
    yorulunca uyur, uyanınca tekrar hedefime yönelirdim. Bir derviş
    edası, bir ideal tutkusu, bir iş sevdasıydı benimki. Her iş tehlike, her
    iş riskti aynı zamanda.
    Dünyada herkesin hayran olduğu, hakkında şiirler yazılan,
    aşıklarının her tepesi için ayrı eser verdiği istanbul'da dört koca yıl
    çalışmış; her türlü lüks yaşamı sağlayacak imkân ve konu-
    ma sahip olmama rağmen bir defa bile ne istiklal Caddesi'nde ne
    Bağdat Caddesi'nde gezmedim. Bir defa bir gazinoya gitmedim,
    resmi mecburi yemeklerin haricinde bir defa bile lüks değil, sıradan
    bir restorana gidip yemek yemedim, bir arkadaşımı yemeğe
    zütürmedim. iş varken, ülke tehlikedeyken, yemeğe gidilir mi?
    Hayatım boyunca hiç 20 gün izin kullanmadım, hiç kampa veya tatil
    anlayışı ile bir yere gitmedim. Gitmeyi de uygun görmez, gidenlere
    11

    1 . Bölüm: Devlet
    ise görevden kaçıyorlar diye kızardım. Bu konudaki en büyük
    lüksüm restoranlardan paket servis olarak acılı, baharatlı yemekler
    getirtip, bu yemekleri şubenin makam odasında çalışma
    arkadaşlarımla birlikte yemekti. Arkadaşlarım beni, yanıma gelene
    yemek ısmarlarken olsa olsa: "Tostun neli olsun?" diye soran; şube
    çaycısının yaptığı tosttan başka bir şeye zaman ayıramayan biri
    olarak tanımlıyorlardı. Böyle bir anlayış, çalışma ve inanç nasıl
    olabilirdi? Ama en mütevazı haliyle benim gerçeğim buydu. içimde
    kaynayan iş ve çalışma isteği ise bundan öte bir şeydi.
    Bu kadar çalışma ve gayret sonucunda elde ettiğim tecrübeyle
    olağanüstü eserler ortaya çıkmıştı. Daha iyisini, daha üstününü,
    daha sihirlisini yapmak gerekiyordu; bir öncekinden elde edilen
    bilgiler daha üstünün yapılmasını sağlıyordu ama ben gerçek
    manada yaptıklarımızı asla yeterli görmüyordum. Kaçırdığımız
    fırsatlara, boş geçen zamana ve karşımızdaki güçlerin
    gerçekleştirdiği en küçük bir olaya bile nasıl geçit verdiğimize
    hayıflanarak yaptıklarımızı yetersiz buluyordum. Daha çok
    çalışmalıydık, daha çok gayret etmeliydik...
    Herkesin beğendiği, hayran olduğu teknik ve elektronik araçlar
    ortaya çıkıyordu. Daha iyisi, daha üstünü derken sonunda
    yaptığımızın ne demek olduğunu, değerini, ancak kendimiz anlayacak
    hale gelmiştik. Sihirli teknolojiler, sihirli çözümler o kadar
    olağanüstüydü ki anlatmak ve anlamak için kendimizden başka
    kimseyi bulamaz olmuştuk. Bu hal aslında korkunç bir teknoloji
    tapıcılığı haline gelmişti. Suçluları bulup ortaya çıkaran, yeni
    tasarladığımız sistemler çok değerliydi, uğruna her şey yapılmalıydı.
    Aslında bunlar bu ülke için gecikmiş araçlardı ve bunlara yönelik
    çalışmaları sınırlayıcı hiçbir ölçü kabul etmiyorduk.
    Sonunda, aslında sonunda değil daha başında, çabalarım meyve
    vermişti, isteğim olmuş, mucize gerçekleşmişti. Anlattıklarımı
    anlayacak, ana planım kurduğum kafamdaki sistemin işleyişinde
    bana gerekli teknolojiyi sağlayacak insanla karşılaşmıştım. Sistem
    kurulmuş, az sayıda personel ve teçhizatla tüm illegal yapılarla
    mücadele edilir hale gelinmişti. inanılmazlar yapılabiliyordu artık,
    12
    Tümünü Göster
    ···
  9. 10.
    0
    1 . Bölüm: Devlet
    her şey ilim, akıl ve teknolojiyle oluyordu. O güne kadar yapılanlara
    bakıldığında, mucize ötesi şeylerin gerçekleştiği görülebiliyordu
    illegal örgütler, casusluk şebekelerine taş çıkartacak gizli
    yöntemler ve yollar kullanıyorlardı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar
    olmuyordu. Onlar, adı sanı hiç bilinmeyen en gizli elemanlarını
    gönderiyor, biz onları kısa sürede tespit edip etkisiz hale
    getiriyorduk. Yurtdışında işleri yöneten Dev - Sol lideri Dursun
    Karat aş, aldığı her tedbire rağmen gönderdiği en gizli adamları rım
    hiçbir eylem yapamadan en kısa sürede yakalandığını gördüğünde,
    ;iAlnınıza Dev-Sol yazsak, polis sizi bu sürede bulamaz, sız nasıl
    yakalanıyorsunuz?" diyordu. Gerçek de böyleydi. Eğer alınlarına
    kırmızı yazıyla Dev Sol militanı, terörist yazsalar o kadar kolay
    bulamazdık onları. Ama en gizli örgüt mensubu ne kadar yeraltında
    kalsa da kısa sürede yakalanıyordu, artık meydan herkesin
    kullanabileceği kadar boş değildi.
    Tüm illegal yapılarla yıllarca mücadele ettik. Daha eylemelerine
    başlamadan, en gizli saklı hücrelerinde onları tek tek yakaladık. Asıl
    önemli olan, eylemcileri sadece teknik sistem ve akü üstünlüğüyle
    yenmek değildi. işin kökenine inmek gerekti. insanlar neden bu yola
    girer, hayatlarını, varlıklarını, geleceklerini neden tehlikeye atardı?
    Ne yapmak istiyorlardı, bunlar deli miydi, bu kadar önemli olan
    sebepleri neydi diye sorgulamaya başladım.
    Yıllar yılları kovaladı, olaylar olayları... Bir süre sonra, toplumsal
    yaşam için yıllarca düşman gördüğüm grup, düşünce ve örgütlerin
    aslında sağlıklı bir demokrasinin olmazsa olmazı olduklarını;
    modern bir toplum için asıl tehlikenin, bunların aksine her
    muhalefeti yok etmeye odaklanmış olan benim savunduğum değerler
    olduğunu anladım. Bunun acısını derinden yaşadım. Bu açıdan
    eskiden savunduğum tüm düşünceleri düşman görmek tarif edilmez
    bir duyguydu.
    Geçmiş yıllardaki anlayışıma göre, bütün radikal muhalefeti yok
    etmeli ve bunu yapacak sistemi kurmalıydım. Mesleğe yeni
    başladığım Mersin'de görev yaptığım yıllarda, benim için sistemin ve
    rejimin muhalifi olan; devleti, orduyu ve polisi eleştiren herkes kötü
    13
    ···
  10. 11.
    0
    helal lan bin okucam
    ···
  11. 12.
    0
    1 . Bölüm: Devlet

    niyetli, hain ve ajandı. Tüm solcular Rus ajanı ve vatan haini idi,
    onlara en ağır ceza verilmeliydi. Ama duygu dünyamdaki büyük
    değişimlerin olduğu, anlatılamaz şeylerin ruhuma çarptığı o çileli
    günlerim ve biraz da karşımda olan insanlarla temasım sonucunda,
    onların inançları uğruna katlandıkları kişisel fedakârlıklarını
    görerek demokratik muhalefeti hoş görmeyi öğrenmiştim. Bununla
    birlikte radikal olan, hele eline silah alan ve şiddet kullanan herkes,
    her örgüt mutlaka durdurulmalı, yok edilmeliydi.
    Sonunda tapacak kadar bağlandığım, yaratılması uğruna bu
    kadar gayret gösterdiğim, her şeyimi verdiğim değerlerin yıkılması
    için gayret gösterdim, yıkılmasını istedim. Bu kadar büyük bir
    değişim, bu kadar büyük bir dönüşüm mümkün müydü? Yaşamın
    gayesi vatan, millet, bayrak, ülke, Allah, din, ahlak, kanunlar değil
    miydi? Bunlar o kadar önemliydi ki uğrunda binlerce insan ölmüştü,
    gerekirse daha binlercesi ölmeliydi. Asla bu kutsal değerler ihlal
    edilmemeli, hiç kimse bu değerleri kirletmemeli, bunlara karşı
    gelenler bertaraf edilmeliydi. Bugün hâlâ bu düşünceleri
    savunanlardan o zaman bir tek farkla ayrılıyordum; ben her şeyin
    meşru, aleni ve herkesin huzurunda olması gerektiğini
    düşünüyordum; Susurlukçuların yaptığı gibi gizli, kaçak değil. Sağ
    düşünce ülkenin iyiliği, güzelliği ve tüm yüce değerler için vardı; sol
    düşünce ise komünizm, inançsızlık, SSCB demekti; mutlaka yok
    edilmeliydi. Devleti eleştirene mani olunmalı, durdurulmalıydı.
    Ecevit nasıl sol, ortanın solu diyerek, binlerce şehit verilerek
    kurulan bu devleti eleştirebilirdi? Nasıl Sovyetlerin rengine benzer
    sol, sosyalist anlayışı savunabilirdi, buna niye müsaade ediliyordu?
    Yıllar, yıllar sonra şu sonuca vardım; insanların eylemlerini
    kafalarındaki fikirleri; fikirlerini ise inanç ve düşünce sistemleri,
    dolayısıyla dogmatik olarak kutsal kabul ettikleri ve hayatlarının
    anlamı olan ve uğrunda ölümü göz aldıkları yüce değerler
    belirliyorsa; bu ülkede bunca olumsuzluk varsa ve yıllardan beri
    devam ediyorsa, her şey kötü ve yanlış ise, bunun sebebi ufak tefek
    şeyler ve kişilerin hatası olamazdı. Hata, tüm eylemlerimizi
    yönlendiren, anlamlandıran fikir ve düşünce sistemimizin kaynağı
    14
    ···
  12. 13.
    0
    1 . Bölüm: Devlet

    olan dogmatik inançlarımız ve kutsallarımızdaydı. Yani bizim
    yücelttiğimiz, uğruna her şeyi feda ettiğimiz, canımızdan çok
    sevdiğimiz, varlığımızın sebebi, kendimiz olmamızı sağlayan, bizi
    başkasından farklı kılan, bize ruh veren, başka ırk ve millet
    olmamızı sağlayan değerlerde sorun vardı. Yoksa bunca hata, bunca
    anormallik niye olsundu ki?
    işte bu en büyük değerleri eleştirmek, bunca yıl inandığımız, bizi
    biz yapan şeylere yanlış demek hiç kolay değildi. Ruhsuz insan
    olmak, motorsuz araç olmak gibi bir şeydi. Türk milliyetçiliğinin,
    Türk gelenek ve ahlak anlayışının, kanunlarımızın, hatta dinin, bu
    ülkedeki uygulanış biçimi yanlıştı; en azından zamana ve şartlara
    uygun değildi. Yoksa ülkemiz bu halde olur muydu, dünya ile
    yarışta bu kadar geri kalır mıydı? Terör 40 yıldır devam eder miydi?
    Bu kadar yolsuzluğun ülkede kabul görmesi, kimsenin bunlardan
    rahatsız olmaması, hatta yapılanları olağan bulması mümkün
    müydü?
    Başta fark edemesem de yaşadığım her olaydan bir emare alarak
    32 yılın sonunda; çok samimi olarak inandığım, hiçbir karşılık
    baklemeksizin uğruna gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi
    gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap vermediğini, hatta tüm
    sorunlarımızın kaynağı olduğunu anladım. Bu gerçeği
    kabullenememenin, kendime bile itiraf edememenin, öldürücü
    tesirini yaşadım.
    Yanlışı ayıklayıp doğruyu bulmak istiyorum. Hiçbir önyargı
    taşımadan, neyin yanlış neyin doğru olduğunu söylemeden; yanlışla
    doğruyu bulmanın yöntemini, bunu anlamanın şeklim sunmak
    istiyorum. Bir ölçü, bir terazi olacak; yanlışla doğruyu anlamaya
    yarayacak mikyaslar, değerler, fikri teraziler yaratmak istiyorum.
    32 yıllık meslek hayatımın her olayı, her konusu bir kitaba, bir
    filme konu olacakken, tüm yaşadıklarımı ve hayatımı bir kitaba
    sığdırmam mümkün değil. Bu nedenle iddialarımın ispatı, vardığım
    neticelerin anlaşılması ve düz fikirlerin hazmedilebilir kaplarda
    sunulması için sadece beni etkileyen, fikir dünyamı değiştiren,
    15
    ···
  13. 14.
    0
    1 . Bölüm: Devlet

    yukarıdaki çerçeve ile sınırlı konularda yaşadıklarımı kısaca anlatıp
    vardığım neticeleri özetleyeceğim.
    Simon
    inançları ve idealleri uğruna çalışan, bu uğurda fedakârlık
    gösteren, her şeylerini bırakıp illegal örgüt mensubu olan insanlara
    eskiden beri aşırı saygı duyardım. Bu insanlara karşı mücadele
    veriyor, ama aynı zamanda onların çok idealist olduklarını, bir inanç
    uğruna çalışmalarının, fedakârlıklarının çok değerli olduğunu ve bu
    işlere büyük oranda kendi özgür iradeleri ile girdiklerini düşünerek
    onlara saygı duyuyordum. Başka insanlara zarar vermeden, doğru
    bir amaç, fikir ve ideal uğruna bu kadar fedakârlık yapabilme, böyle
    bir anlayışı benimseyen siyasi veya sosyal yapının içerisinde
    bulunma, böyle insanlarla dost ve arkadaş olma özlemimi hep
    taşıdım. illegal örgüt mensupları kadar değil ama onların onda,
    hatta yüzde biri kadar idealist arkadaşlar bulduğumu zannettiğim
    her kadrodan ayrıldıktan sonra, arkadaşlarımın makam ve mevki
    gibi basit çıkarlar uğruna birbirlerini kırdıklarını, kutuplaştıklarmı
    görünce üzüldüm, galiba normal şartlarda böyle bir ortamı yakalamak
    mümkün olmuyor.
    Benim özendiğim illegal örgüt mensuplarının eylem ve faaliyetleri
    değil, dünyanın maddi nimetlerini bir kenara iterek bir fikirideal
    uğruna yaptıkları fedakârlıklardı. Hatta özenerek, onların
    yerinde olmayı bile düşünmüşümdür. Hayatın asıl manasının, varlık
    sebebimizin, manevi varlığımız olan fikir ve düşüncelerimiz
    doğrultusunda çalışmak, bu uğurda mücadele etmek olduğunu,
    insanların inançları uğruna ölürken bile maddi zenginlik için
    yaşayanlardan daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür.
    Ne de olsa çevremde gördüğüm devlet memurları üç beş kuruş
    rüşvet almak için haksız ve hukuksuz davranışlara girişip
    vicdanlarını satarken; her şeyi para için yapan ama kendilerini
    vatansever olarak tanıtan mafya mensubu organize suc şebekeleri
    birkaç kuruş için namuslarını ayaklar altına alarak cana kıyıp
    insanlara eziyet ederken; ülkenin ve benim düşmanım olduklarını

    16
    ···
  14. 15.
    0
    1 . Bölüm: Devlet

    düşünerek karşı olduğum illegal örgüt mensupları kendi idealleri
    uğruna her fedakârlığı yapıyordu. Banka soyuyor ama beş
    kuruşunu almak akıllarına gelmiyordu. Bizimkiler aleyhte yalan
    yanlış hikâyeler uydurarak birbirini ispiyonlarken, onlar yakalanıyor
    ama arkadaşlarını ele vermemek için her tür lü zorluğa
    katlanıyorlardı. Bu ve benzeri karşılaştırmalar, inanç ve ideallerini
    hiçbir zaman kabul etmemekle beraber, içimde illegal örgüt
    mensuplarına karşı hayranlık uyandırıyordu.
    Ancak yaşadığım bir olay, o alemin, o dünyanın da göründüğü
    kadar idealist olmadığını, bu insanların özgür iradeleriyle her türlü
    yanlışa değil yalnızca onlara hedef gösterilen belli kötülük ve
    yanlışlıklara karşı olduklarını anlamamı sağladı. Bu insanların
    kendi inanç ve idealleri yanında kendilerine sürekli empoze edilen
    propagandaları doğru zannederek, bu uğurda mücadele ettiklerini,
    asıl gerçeklerin farkında olmadıklarını gördüm. Dolayısıyla bu tip
    insanları idealize etmemin yanlışlığını görmem, belki de onlara olan
    saygımın azalmasına sebep oldu,
    Diyarbakır'da görev yaptığım dönemde (1984-1992) PKK'nm
    şehir hücreleri, şehir faaliyetleri yeni yeni artmaya başlamıştı. PKK
    merkezi, kırsal alana destek çıkılması amacıyla, devletin kırsaldaki
    askeri baskının hafifletilmesi için, şehir eylemlerinin başlatılması
    talimatını vermişti.
    Böylece PKK'nm şehirdeki faaliyetlerini izlemeye ve kırsal sahada
    faaliyet gösteren militanları tespit edip yakalamaya yönelik
    çalışmalarımız başladı. Kısa sürede Halide kod adlı eski bir kadın
    militanın Diyarbakır bölgesini örgütlemek ve buraları organize etmek
    üzere görevlendirildiğini tespit etmiştik. Bir müddet sonra, geçmiş
    dönemde faaliyet göstermiş ve PKK mensuplarım iyi tanıyan insanlar
    sayesinde, Halide'nin gerçek kimliğinin tüm aile üyeleri PKK taraftarı
    olan, 1.975 yılından beri PKK saflarında faaliyet gösteren, 1980
    dönemi öncesi militanlarından Güler Çelik olduğunu tespit ettik.
    Elazığlı olan Çelik ailesinin hemen hemen tüm fertleri geçmiş
    yıllardan beri örgüt içinde faaliyet göstermiş, örgüte önemli destekler
    vermişti. Ailenin 3-4 ferdi, 12 Eylül dönemi öncesinden beri örgütün
    17

    1 . Bölüm: Devlet
    ileri kadrolarında yer almıştı. işte Güler de örgütün eski
    kadrosundandı ve uzun süre cezaevinde yatmış, cezaevinden
    çıktıktan sonra örgüt kampına, Beka'ya gitmiş, burada uzun süre
    kaldıktan sonra grupları tekrar örgütlemek üzere Türkiye'ye
    gönderilmişti. Biz Gülerin faaliyetlerini takip ediyor, onun ilişki ve
    irtibatlarını biliyor, ancak olayın olgunlaşması, örgütün tüm
    hücrelerinin ortaya çıkması için bekliyorduk. Bu arada önemli bir
    gelişme oldu. Umulmadık bir şekilde kırsal alanda bir kuryenin
    varlığını tespit ettik. Kuryenin mektuplarını ele geçirdiğimizde, bahar
    atılımı dolayısıyla Lübnan-Bekarlaki kamplarda bulunan PKK
    militanlarının bölgelerine gönderilmek üzere sınırdan geçtiklerini, bu
    arada Diyarbakır-Elazığ civarında faaliyet göstermek üzere
    gönderilen bir grup militanın Mardin bölgesinde çatışmaya girmesi
    üzerine grubun ikiye bölündüğünü, yurtdışından gelmiş olan lider
    kadrodaki bir grup militanın Mardin'de sıkışıp Diyarbakır-Genç bölgesine
    geçemediklerini öğrendik. Bölgeye geçebilmek için kuryelerle
    haber göndererek kendilerini alabilecek bir kılavuz-kurye sisteminin
    kurulmasını istiyorlardı.
    Bu gruplarla buluşmak üzere Diyarbakır merkeze gelen kuryeyi
    yakaladık. Üzerindeki gizli nottan, Mardin kırsalında kendi
    gruplarından kopan ve yolu bulamadıkları için dağa gelemeyen iki
    militanın Diyarbakır şehir merkezinde olduğunu anladık ve kuryenin
    yerine geçirdiğimiz eski bir itirafçıyı buluşmaya gönderdik. Gelen
    kişilerin durumundan önemli kişiler olduğunun anlaşılmasıyla da
    yakalamayı gerçekleştirdik. Mardin kırsaldan kopmuş iki önemli
    militanı Diyarbakır merkezde yakaladık.
    ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Daha önce yakaladığımız başka
    militanların ifadelerinden ve onlardan ele geçirdiğimiz
    dokümanlardan anlaşıldığı üzere, yakaladığımız militanlardan biri
    Beka kampında kamp komutanlığının yanı sıra, kampta suç işleyen
    kişilerin yargılandığı, kendi deyimleriyle "devrim mahkemelerinin"
    başkanlığını da yapan, Simon kod adlı biriydi. Sirnon'un gerçek adı
    Yılmaz Çelik'ti. Yani Diyarbakır şehir örgütünün lideri olan Güler
    Çelik'in erkek kardeşi. Avrupa'da uzun süre kalmış, orada faaliyet
    18

    1 . Bölüm: Devlet
    göstermiş, bir ara örgüt tarafından Güney Afrika'ya bile
    gönderilmişti. Avrupa'dan Beka kampına gelmiş, kampta uzun süre
    bulunmuş, bu dönem içerisinde de devrim mahkemesi başkanlığı
    yapmıştı.
    Aslında PKK kamplarındaki militanların kamp hayatı, yaşam
    tarzları, yetiştirilme biçimi, orada nelerin suç olduğu gibi konular
    başlı başına bir kitaba, belki de birden fazla kitaba konu olacak
    nitelikte ve orijinalliktedir. Eğer bir gün biri, hele de orada yaşayan
    biri çıkıp o günkü kamp hayatını, o ortamı, kuralları, orada suç ve
    cezanın ne olduğunu, sistemin nasıl çalıştığını yazarsa, ben veya
    benim gibi oradaki hayatı biraz bilen birkaç kişi dışında kimsenin
    okuduklarına inanacağını zannetmiyorum. Bu kamplar tarif
    edilemez, oranın bu dünyada olduğuna ve orada yaşananların
    gerçekten yaşanmış olduğuna inanmak mümkün değil.
    Zaten PKK gerçeği buradadır, bizim gördüğümüz
    savaşan, pusu kurup katliam yapan, inanılmaz olayların
    faili militanlar bu gerçeğin bize yansıyan neticeleridir.
    Asıl gerçek, asıl anlaşılması gereken ise o kamptaki
    insan, hava, yaşam, eğitim, değerler sistemi, yani o
    kampın kendisidir. Orası insan ruhunun ve kişiliğinin
    değiştirilmesi konusunda Dr. Mora 'nun Adası adlı
    kitapta anlatılanların on katı oranında, netice elde etmiş
    gerçek bir pgiboloji laboratuvarıdır. Orası dehşet bir
    yerdir, orayı anlamak öyle kolay değildir.
    PKK kamplarında bulunan militanlar inanılmaz bir
    yönlendirmeye tâbi tutuluyor ve inanılmaz bir inanç
    keskinliği içinde yetiştiriliyorlardı. Orada örgütün isteği
    dışındaki en ufak bir faaliyet ciddi suç olarak yargılanıp
    değerlendiriliyordu. Kampta bulunan bir militan, eğer,
    "Ben bir yıl önce istanbul'da şöyle gezmiştim, kız
    arkadaşımla beraber deniz kenarında dolaşmıştım... "
    şeklinde konuşursa, en hafıfıyle bu kişinin cezası idamdı.
    Militanların kafasını, karıştırarak onları devrimcilikten ve
    savaştan soğutmak gibi bir suçla yargılanıyorlardı. Bu
    19
    Tümünü Göster
    ···
  15. 16.
    0
    sözü söyleyen, dünyanın en adi yaratığı gibi oradaki
    topluluk tarafından dışlanır, horlanır ve tecrit edilirdi.
    Hatta bu tür suçlar için o zamanlar PKK liderinin
    tanımladığı bir ad vardı: objektif ajanlık; burada Türkiye
    Cumhuriyeti devletine ajanlık yaparak bilgi vermemekle
    birlikte kişinin örgüte verdiği zarar aynı düzeydedir.
    Dolayısıyla bu kişiler ajan olmasalar da gerçek bir ajan
    rolü oynadığından, onların yaptığına objektif ajanlık
    deniyordu.
    Yüzlerce insanın bu suçlardan kurşuna
    dizildiği, ğü bir realitedir. Eğer bir gün PKK'nın
    Bekaa Vadisi' sun Korkmaz Akademisi ismini
    verdiği gerilla kam] kazılırsa, örgüt tarafından
    kurşuna dizilmiş yüzlerce daha fazla sayıda
    PKK militanının kemikleri çıkanlad
    xis
    ehir Almanların, 1984-1986 yıllarında Almanya'da PKK ya yönelik
    yaptığı operasyonda örgütle ilgili çok Önemli belgelerin yanında
    Bekaada yargılanan ve suçlu bulunan militanların zılgıt eşliğindeki
    sevinç gösterilerinin, halaylarla gerçekleştirilen ve seyredenlerin
    kanını donduran infaz görüntülerinin bulunduğunu biliyorum.
    işte orada bu tür suçlar işleyen, PKK çizgisine uymayan insanlar
    platform denen ve kamptaki tüm militanların bulunduğu topluluk
    önüne çıkarılıyor, orada bir mahkeme kuruluyor, mahkeme
    yargılamaya başladığı zaman, kampta bulunan herkesten bu kişi
    hakkında suçlamalar isteniyordu. Herkes ayağa kalkarak bu kişinin
    suçlarını sayıyor, onun hakkında iddialarda bulunuyordu. Tabii bu
    öyle bir yarıştı ki eğer bir kişi platforma çıkarılıp yargılanmaya
    başlanmışsa, bu kişiye ne kadar büyük suçlar isnat edebilirse o
    kadar iyi olacağı düşünülerek herkes yargılanan kişinin suçlarını
    20

    saymakta birbiriyle yanşa giriyordu, îşte bu mahkemenin bir dönem
    başkanlığını yapan kişi, Sirnorı kod adıyla bilinen ve bizim kimliğini
    çözdüğümüz Yılmaz Çelik'ti. Bu kişi, orada bulunduğu dönemde,
    birçok kişinin yargılanması sırasında mahkeme başkanlığı yapmış,
    birçok kişi idam edilmiş veya verilen idam kararları bilahare örgüt
    tarafından yumuşatılarak uygulanmıştı.
    Bu yargılamaları, o tarihlerde fiilen kampta bulunmuş, daha
    sonra gelip teslim olan insanlardan çok dinlemiştim. Ayrıca
    yakalanan kişilerin üzerinden çıkan dokümanlardan bu mahkemeler
    hakkında epeyce bilgi sahibi olmuştuk.
    Yılmaz Çelik'in kampta komutanlık yaptığı dönemde, kız kardeşi
    Güler Çelik de kampta bulunmuş ve bir dönem mahkeme tarafından
    yargılanmıştı. Güler'e isnat edilen suç ise "baygın baygın bakmak
    suretiyle erkek kadroların kafasını karıştırmak, devrimcilikten
    soğutmaktı." Bundan dolayı Güler Çelik idama mahkum olmuştu,
    ama sonra Öcalan tarafından galiba partinin kuruluş yıldönümü
    nedeniyle affedilip tekrar görevlere gönderilmişti.
    işte biz bu olaydan ayrıntılarıyla haberdardık. Takip ettiğimiz
    şehir faaliyetlerinde Güler Çelik'in ekibi her gün biraz daha
    genişliyordu, daha fazla büyümeden bu operasyonu başlatmaya
    karar verdik.
    Planımızı yaptık Güler Çelik ve onunla irtibatlı olan kişileri
    gözaltına aldık. Tahkikatı yaparken bu iki kardeşi de zaman zaman
    bir araya getirdik ve orada, kafama takılan önemli bir şeyi Yılmaz a
    sormak istedim
    Yılmaz Çelik ilk çatışmada örgütten kopmuştu ama aslında
    (bana göre inancı gereği) örgüt ideolojisi gereği tekrar örgüte katılmak
    ve savaşmak istiyordu, inançlıydı. Ona dedim ki: "Yakalan
    maşıydın tekrar kırsala çıkıp savaşa katılacaktın. Eminim ki dağda
    ölebileceğim tahmin ediyorsun. Kendi inançların doğrultusunda bu
    bölgedeki insanların haklarını, özgürlüklerini kendince savunmak ve
    onlara yönelik haksız olarak nitelediğin uygulamalara karşı durmak
    adına buraya geliyorsun. Burada samimi olarak savaşacaksın, bu
    konuda samimiyetinden asla şüphem de yok. doğru bildiğin için
    21

    yapıyorsun. Kampta bulunduğunuz dönemde kamp komutanı olarak
    sen olayı en iyi bilen insansın. Güler Çelik senin kardeşin. Kardeş
    olmayı da bir kenara bırakırsan, iyi bir yoldaşlık ilişkisi içerisinde,
    hem örgüt mensubu olarak hem de kardeşi olarak devrimciliğini çok
    eskiden beri biliyorsun. Güler gerçekten kampta isnat edilen suçu
    işlemiş miydi?"
    "Kesinlikle Güler Çelik öyle bir suç işlememişti, asla böyle bir
    tavrı yoktu. Ben bunu kardeşim olduğu için değil yoldaşlığına
    inandığım için söylüyorum." dedi. insanlar kabullenmek te
    zorlanabilirler ama illegal örgütlerde akrabalık, arkadaşlık, dostluk,
    hatta annc-babalık gibi insanlar arasındaki yakınlık bağlan feodal
    ilişki olarak tanımlanır. Bu tür ilişkilere değer vermek, iyi
    karşılanmaz ve aşağılanır. Bunun yerine örgütlerde aynı inanca
    sahip olmak, yoldaşlık ve devrimcilik yeni bir ya -kmlık bağı olarak
    kabul edilir. Zaten örgütler insanlann değer yargılarını bu kadar
    değiştirerek insanlarda yeni bir kişilik ve yeni bir değerler sistemi
    yarattıkları için onlara istedikleri şekilde hükmedebilir, aksi takdirde
    kişiler bu değerleri benimseyip kişilik dönüşümüne uğramadan
    eylemleri gerçekleştiremez.
    "Peki o zaman sen kardeşin, daha ilerisinde heval/yoldaş olarak
    bildiğin Güler Çelik'in bir örgüt mensubu olarak bu suçu
    işlemediğine inandığın halde neden mahkeme başkam olarak orada
    açık bir tavır koyup kardeşini veya hevalini savunmadın. idama
    mahkum edildiği halde buna karşı koymadın. Halbuki tanımadığın
    insanların hakkını korumak için çatışmayı, ölmeyi ve öldürmeyi göze
    alıyorsun, burada güvenlik kuvvetleriyle, askerle, polisle hiç
    tereddütsüz çatışıyorsun. Ama başka bir noktada haklı bildiğin bir
    kişinin hakkını korumak, bir haksızlığa karşı durmak için en ufak
    bir tavır gösteremiyorsun. Eğer insanlar hak. hukuk, adalet ve
    eşitlik gibi değerler uğruna, doğru bildikleri inançları ve idealleri
    uğruna fedakarlık yapıyor, çatışıyor ve ölüyor ise senin de orada
    haklının yanında tavrını göstermen gerekirdi. Demek ki senin hakkı
    hukuku savunma noktasındaki tavrın her zaman aynı değil; sana
    örgütün empoze ettiği konulardaki haksızlıklara karşı savaşıyorsun,
    22

    ama başka bir noktada, başka bir haksızlığa karşı duramıyorsun,''
    dediğimde verdiği cevap beni tatmin etmemişti.
    işte o zamana kadar devrimcilerin inanç ve idealleri uğruna
    savaşan insanlar olduğu yönünde kafamda kurduğum imaj ve
    onlara duyduğum saygı yıkıldı. Demek ki onların gerçek bir doğrusu
    yoktu; gerçek idealler ve inançlar uğruna savaşmıyorlardı. Onlara
    empoze edilmiş, belki de binlerce kez tekrar edilerek beyinlerine
    işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlardı; bu gerçekler uğruna
    fedakarlık yapıp, ölümü göze alıyorlar bunun dışındaki haksızlıklara
    ses çıkarmıyorlardı.
    Sağcı-solcu, laik-anti laik, demokrat-darbeci. A veya B partisi
    gibi kamplara ayrıldığımızda hep kendi tarafımız haklı, karşı taraf
    yanlıştı; karşı durma cesaretimiz, yalnızca grubumuzun karşı
    olduğu kişi ve fikirlere yönelikti.
    Sonra kendimize baktım, biz de öyle değil miydik? Kendi teşkilat
    mensuplarımızın suçlarını gizlemeye çalışıyorduk ama vatandaşın
    işlediği suçlara en ufak hoşgörüde bulunmuyorduk. Vatandaşa kötü
    muamele eden, darp ve işkence eden, görevini kötüye kullanan,
    rüşvet yiyen meslektaşlarımızı yakalayıp suçlarını ortaya çıkarmak
    konusunda ne kadar gayretliydik?
    Susurluk da bu anlayışın daha büyük çapta bir tezahürü değil
    miydi? ölçü, suç işleyen herkesin yargılanması ve ihlal ettiği kural
    için yasalar çerçevesinde gerekli ceza ile cezalan-dırılmasrydı. Oysa
    adam öldürenler, yaralayanlar eğer sıradan insanlarsa veya bir
    örgüt, mensubu ise bu kural işletiliyordu, bunun dışında devlet
    görevlileri bazı kişileri kaçırır, infaz ederse bu kişiler
    yakalanmıyordu.
    Bu durumu birçok olayda görmek mümkündü.; bizler de her
    suçu değil, yalnızca bize öğretilen ve empoze edilen hususları suç
    görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurlarını suç olarak
    nitelendirmiyorduk.
    Bu duruma, bu tip davranışlara "Simonlaşmak" adını ver-ciıın.
    işte bu durumu düşündükten sonra kendime söz verdim;
    ben Simon gibi olmayacaktım, ben Simonlaşmayacaktım. Yan...

    23

    23
    Tümünü Göster
    ···
  16. 17.
    0
    lışı kim yaparsa yapsın karşı çıkacaktım; suç işleyenler kendi
    tarafımdan insanlar, kendi arkadaşlarım bile olsa veya ne kadar
    güçlü olursa olsun, bedeli ne olursa olsun karşı duracaktım...
    Aslında Simonlar her yerde, her örgütte var; insana değer vermeyen,
    özgürlüğü, önemsemeyen, itaat kültürünün hâkim olduğu,
    grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
    Haliç'te Yaşayanlar
    istanbul'da görev yaptığım 1992-1996 yılları arasında görev
    yerim Gayrettepe'deydi, evimiz ise Ataköy'de. Her gün akşam geç
    saatte özellikle saat 23.00 sularında Gayrettepe'den çıkıp evimize
    giderken Haliç'ten geçiyorduk. Haliç o zamanlar inanılmaz kötü
    kokuyordu, tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu
    kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum.
    Koku gelmesin diye burnumu parmaklarımla kapatmama rağmen
    Haliç'ten gelen hafif bir koku bile midemi bulandırmaya yetiyordu.
    Haliç'ten geçmek benim için bir ölümdü, daha yaklaşmadan Ok
    Meydanımda burnumu kapatmam gerekiyordu, ta ki tüneli
    geçinceye kadar. Fakat Halic'in etrafında yaşayan insanlara
    bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı
    piknik yapıyordu, bu kötü kokudan sanki hiç rahatsız değillerdi. Bu
    durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki, kötü bir ortamda
    bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar
    ve bu ortamın çirkinliğini göremıyorlardı. Ne kadar kötü ve sağlıksız
    bir ortamda bulunulursa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi
    bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına yaramıyordu.
    Bir an için düşündüm. insanın içinde bulunduğu koşullara
    gösterdiği uyum, pis kokan bir ortama bile uzun süre kalınca
    alışması, bunu kabullenmesi sadece fiziki ortamla mı ilgiliydi? Yoksa
    düşünceler, sosyal davranışlar, etik kurallar gibi toplumsal hayatı
    etkileyen unsurlar için de geçerli miydi? Aynı şekilde ortama uyum
    sağlama anlayışım toplumsal hayatın bütün alanlarına yansıtarak,
    içinde yaşadığımız çok kötü ortamı, bile normalleştirmiştik,
    dolayısıyla hiçbir rahatsızlık duymadan yaşıyorduk.
    24

    insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve
    bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı
    şey söz konusu. Hürriyetlerin kısıtlandığı, baskının hâkim olduğu,
    yanlış ve mantığa uygun olmayan bir Türk idari sistemi, Türk
    toplum yapısı ve özellikle kirli, yozlaşmış bir kamu sistemi içerisinde
    uzun süre kalan ve bu atmosferi teneffüs eden insanlar, bizler
    hepimiz, bu ortamın kötülüğünü, pisliğini artık algılayamıyoruz. Bu
    durum bizi rahatsız etmiyor. Haliç'teki pis kokuya rağmen piknik
    havası içinde yiyip içip oymayanlar gibi, biz de bu pis ortama en
    ufak tepki koyamıyoruz; halbuki dışarıdan bakıldığında bu durum
    dayanılacak ve kabul edilecek gibi değil.
    Herkes biliyor ki bu ülkedeki ihaleler büyük oranda hileli. Bu
    ülkede tapu, trafik, gümrük gibi birçok kurum rüşvet batağında.
    Yolsuzluk ve usulsüzlük usul, esas haline gelmiş; adam kayırma,
    torpil, her türlü hile yaygınlaşmış. Toplumun çoğunluğu bu ülkede
    işlerin doğru ve dürüst yürüt ülmediğine inanıyor, ama en büyük
    usulsüzlüklere toplum tepki göstermiyor. Hile, fesat ve rüşvete en
    çok karıştığına inanılan kişi en fazla oyu alabiliyor; en rüşvetçi kişi
    en itibarlı kişi olarak kabul görüyor. Bu örnekleri alabildiğince
    çoğaltmak mümkün. Demek ki çoğunluk pis ve kirli, her türlü
    yanlışlığın bol olduğu bu ortama uyum sağlamış, bu durumu
    kanıksamış ve normalleştirmiş. Bu durumu görebilmek ve
    algılayabilmek için ancak bu sistemin dışına çıkmak gerekiyor.
    Başka bir ülkede bir müddet kalıp oradaki şartları gördükten sonra
    o pis kokan Halic'in durumunu fark edip bunun yanlış olduğunu
    göreceğiz. Yoksa içinde bulunduğumuz şartlarda pislik her yana
    yayılmasına rağmen maalesef hiçbirimiz Türkiye'deki bu sistemin
    yanlışlığını algı-layamıyor. Belki de uzun süre kötülükler,
    yanlışlıklar, haksızlıklar ve hukuksuzluklar içerisinde yaşamak,
    bunun içerisinde var olmak gözümüzü kör etmiş; tüm bu
    olumsuzluklara uyum sağlayarak bu anormalliği normalleştirmişiz.
    Aslında en fazla itiraz etmemiz ve karşı koymamız gereken
    durumlarda çok makul ve kabul edici tepkiler vermişiz.
    25

    Kurtuluşumuz önündeki en büyük engelin de bu olduğu
    kanaatindeyim.
    Bu bilince eriştikten sonra, içinde yaşadığımız şartları kabul
    etmemeyi; bu rüşvet, yolsuzluk, riya ve yalanla dolu ortamda
    yaşamaya mecbur olsam da asla bu durumu normal görmemeyi; en
    küçüğünden en büyüğüne her türlü yolsuzluğa, hırsızlığa,
    usulsüzlüğe tepki göstermeyi ve gücümün yettiği kadar karşı
    koymayı hayatımda düstur edindim. Hiçbir pisliği normal
    görmemeliydim; etrafım ne kadar kirli de olsa kabullenmem, uyum
    sağlamam söz konusu olmamalıydı.
    Kitabın Dilindeki Sertlik
    Bu kitabı yazarken kimseyi kırmak ya da incitmek istemedim.
    Beni tanıyanlar bilirler ki kimseyi kırmamak, üzmemek için aşın
    hassasiyet gösteririm. Aslında bu, bilinçli olarak dikkat ettiğim bir
    husus değil, bir yaşam biçimidir, hayatımın temel esasıdır.
    Eğer biri benimle konuşurken ses tonunu biraz yükseltirse,
    biraz kızdığını belli edecek şekilde konuşursa bir hafta moralim
    bozulur. Bundan dolayı ben de hiç kimseyle yüksek sesle
    konuşmam, hiç kimseyi kırmam. Kabahati olan, suç işleyen kişilerle
    bile asla onları incitici şekilde konuşmam, gururlarını kırmam.
    Bağırarak veya karşımdakini kıracak şekilde konuştuğum çok
    nadirdir, birçok astım/arkadaşım benim için "hiç kızmaz, sinirleri
    alınmış" der.
    Ama bu kitap taslağını okuttuğum tüm arkadaşlarım yazı daki
    dilimin yer yer sert, kırıcı, hatta bazı bölümlerin davalara konu
    olabileceğini söylediler. Ben de bu kadar olmasa da yazı dilimin sert,
    bazen de itici olduğu kanaatindeyim, ama yazarken kimseyi
    incitmek gibi bir niyetim yok. istemememe rağmen bu kitapta
    anlatılanlardan incinecek, kırılacak herkesten baştan özür
    diliyorum. Amacım asla kimseyi kırmak ya da üzmek değil; zaten
    benim sorunum tek tek kişilerle değil, ben sistemi, yöntemi, usulleri
    sorgulamaya, bunların yanlışlığını ve ekgibliğini göstermeye
    26
    Tümünü Göster
    ···
  17. 18.
    0
    adam korsan kitapçı beyler
    ···
  18. 19.
    0
    çalışıyorum. Bu amaçla olayların anlaşılması için, istemeden de
    olsa, sınırlı olarak kişilerden de ismen bahsettim.
    Şu da unutulmamalı ki ben yazar değilim. Hissetme ve algılama
    kabiliyetim oldukça iyi olmasına rağmen ifade kabiliyetim o kadar iyi
    değil. Ayrıca yazı dili ile konuşma dili aynı olmadığından
    konuşurkenki mülayimliğime karşın yazı dilinde istemeden de olsa
    üslubum farklıklaşabüiyor. Ayrıca anlatılan konular basit şahsi
    meselelerden ziyade ülkenin güvenliği ve toplumda geniş kesimlerin
    hayatını ve özgürlüğünü ilgilendiren hususlar olduğundan, üslubu
    yumuşatma adına konuları basite indirgeme ve önemsememe riski
    de var. insanları sarsan anlatım ve ifadelerin daha kalıcı bir iz
    bıraktığı ve daha iyi algılandığı da bir gerçek. Dolayısıyla kitabın
    şekline ve diline takılmadan içeriğine değer verilmesini, zarfa değil
    mazrufa önem verilerek okunmasını arzu ederim.
    Bir kitap yazmayı emekli olunca, düşünmüştüm, genel kanaat
    de bürokratların ancak emekli olunca yazmaları gerektiği
    yönündedir. Ancak her şeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı
    bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anldıbını
    yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim. Bundan
    dolayı dilin, üslubun ve ekgibliklerin hoş görülme sini diliyorum.
    Köydeki Okul Yıllarım
    Hukuken Maraş'a ama diğer açılardan fiilen Gaziantep'e bağlı
    Karabıyıklı Köyü'nde doğup, büyüdüm. Şehirdeki çocuklar okuldan
    kaçarken biz tarlada çalışmak, hayvanları otlatmak gibi işlerden
    kurtulmak için okula sığınırdık; okulların açılması bizim için tüm bu
    işlerden kurtuluştu. Köy okulları, çocukların tarlada çalışacağı
    düşünülerek nisan sonu veya mayıs başında kapanır ve ekim veya
    kasım ayında açılırdı.
    Benim çocukluğumda ya nüfusu fazla ya da yolu olan bizimki
    gibi köylerde ilkokul vardı. Okulda, tek bir bina içinde 5 sınıf, yani
    1, 2, 3, 4 ve 5. sınıflar aynı derslikte, aynı odada ders görürdük,
    öğretmen 5. sınıflara ders anlatırken, diğer yandan 4. sınıflar 2.
    sınıflara, 3. sınıflar da 1. sınıflara ders anlatırdı veya buna benzer
    27

    şekilde öğretmen 3 ve 4. sınıflara ders anlatırken 5. sınıflar 1.
    sınıfları ders çalıştırırdı. Yani aynı odada beş sınıf ders yapardık.
    Tam anımsayamıyorum ama üçüncü veya dördüncü sınıfa geldiğim
    sene köye ikinci bir öğretmen atandı ve eski karayolları binasını bize
    ek bir derslik yaptılar. 4 ve 5. sınıflar ayrı binada 1, 2 ve 3. sınıflar
    ise başka bir binada ve ayrı öğretmenlerle ders işlemeye başladı.
    ikinci sınıftayken her hatada kara lastik ile bizi döven öğretmen
    gitmiş yerine Hüseyin Güzel isimli genç bir öğretmen gelmişti. Yeni
    öğretmen, yeni ders yılı başında Atatürk'ün ölüm yıldönümü
    dolayısıyla tüm sınıflara ortak ders veriyordu. Hüseyin öğretmen
    Atatürk'ün doğumundan ölümüne tüm hayatını ve Kurtuluş Savaşı
    nı tam bir saat aralıksız anlattı. Okulun en küçüklerinden
    olduğumdan en önde oturuyordum, ikinci saat Öğretmen Atatürk
    hakkında anlattıklarını tekrar edecek var mı diye sordu. Parmak
    kaldırdım, herkes benim gibi parmak kaldırdı zannediyordum,
    meğer tek kaldıran benmişim. Benden üst sınıftakiler parmak
    kaldırmamış, ama ikinci sınıf öğrencisi olan ben parmak
    kaldırmıştım.
    Öğretmenin anlattıklarından aklımda kalanları tam yarım saat
    tekrar anlattım, unuttuğum kısımları hoca tamamladı. Benim
    anlatımımdan sonra tekrar anlatmak isteyen var mı diye
    sorduğunda birkaç öğrenci daha parmak kaldırarak konuyu
    anlattılar.
    Sonra köy kahvesinde köylülerle sohbet eden Hüseyin öğretmen
    babamı bulmuş ve çok zeki olduğumu, mutlaka beni okutması
    gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine adım okulun çalışkan
    öğrencisine çıktı, ne yaptığımın farkında değildim ama herkes
    çalışkan olduğumu söyleyince mecburen çalışkan rolüne bürünüp
    bu rolü oynadım. Bu şekilde hiç ders çalışmadan ama derslerde
    öğretmeni dikkatle dinleyerek okulun en iyi öğrencisi olmuştum, bu
    durum bana farklı bir misyon yüklüyordu. Her sorulanı bilmeli,
    öğretmenin her sorusuna cevap vermeliydim, başka köy okullarıyla
    yapılan bilgi yarışmalarında bizim okulu ben temsil ediyordum.
    Belki gerçekten zekiydim, belki değildim ama benden beklenen rolü
    28

    oynamak mecburiyetiyle dersleri iyi izlerdim. Tüm okul hayatım
    boyunca ilk beş arasına girmek mecburiyetimdeydim ve her zaman
    da girdim.
    ilkokul bitmişti, o yıllarda şehirlere gidip okumak sık rastlanan
    bir şey değildi. ilkokul bitince babam yakın akrabamız olan Ş. Ali ile
    birlikte bizi Antep'te yeni açılan bir ortaokula kayıt ettirdi. O zamana
    kadar hep şalvar giymiş, hiç pantolon giymemişken bir anda takım
    elbisem, kravatım ve okul şapkam olmuştu.
    Babam bize bir oda kiraladı. Bizden iki yıl önce ortaokula kayıt
    olmuş, ağabey konumunda bir köylümüz de bizimle kalacaktı.
    Burası, kapısı sokağa açılan, içindeki küçük bölmede lavabo
    bulunan, bir köşesine konmuş tahta, masa vazifesi gören bir odaydı.
    Yemeğimizi kendimiz yapıyor, çamaşırları hafta sonu köye
    gittiğimizde evde yıkatıyorduk.
    Tüm hazırlıklar yapılmış, tüm eşyalarımız alınmış, ütülü
    elbiselerimle okula başlamıştım. Birinci hafta okulda hiç kimseyi
    tanımadığımdan korkunç bir yalnızlık hissine kapılmış,
    köydeki arkadaşlarımı, insan yakınlığını kaybedince okumaktan
    vazgeçmiştim. Hafta köye gittiğimizde çok mutlu olmuştum
    ama pazar öğleden sonrası gelip çatınca beni tekrar
    An tep'e göndermek istediklerinde, ben gitmem diye tutturmuş,
    o zaman trikotaj atölyesinde çalışan ağabeyime özenerek onun
    gibi çalışacağımı söylemiştim. Babam, sana bu kadar masraf
    ettik, okumaya mecbursun diye ısrar edince gitmem diyerek
    ağlamıştım. Fazlaca direndiğimi gören yakınlarım ve yaşlı büyük
    amcam bu hafta git, okumak istemezsen biz hafta içinde
    gelip seni okuldan alırız, bir işe koyarız diyerek beni kısmen
    ikna ettiler ve ben nasıl olsa hafta içinde okuldan ayrılacağım
    diyerek ikna olup gittim.
    ikinci hafta okulda benim gibi yeni olan Recep Cinle tanıştım.
    Onunla hâlâ yakın arkadaşlığımız ve dostluğumuz devam eder.
    Ayrıca bizim gibi okula yeni gelen başka çocukları tanıdıkça okula
    alıştım. Büyük amcam beni okuldan alıp işe koymak için gelmedi,
    ben de okumak istemiyorum demedim.
    29

    Daha sonraki hayatımda benzeri şekilde insan sıcaklığının yoğun
    olduğu ortamlardan ayrılıp başka yerlere, okula, özellikle de askere
    gidip oralara alışmayan ve "yerimi değiştirin yoksa firar edeceğim"
    diyen herkes için aynı yönteme başvurdum. Bir ay sabret yerini
    değiştireceğim dedim. Ama hiçbir şey yapmadım, 15. gün o talepte
    bulunanlar artık yerlerine alışmış, başka yere gitme arzuları
    kalmamış oluyordu.
    Ortaokulumuz Karşıyaka Ortaokuluydu, daha sonra adı ismet
    inönü Ortaokulu oldu. Bir yıl önce kurulmuştu, biz birinci sınıftık,
    bizden önce başlayan ikinci sınıflar vardı. Okul müdürümüz,
    zannedersem Abdurrahim Karakoc'un kardeşi veya amcaoğlu olan
    Ertuğrul Karakoç'tu. Kan Ağrısı isimli bir şiir kitabı vardı, bunca yıl
    sonra bile nedense ortaokul aklıma gelince manasını anlayamadığım
    bu kitabı hatırlarım.
    Okulumuz yeni olduğundan kendi binası yoktu. Körler okulunun
    fazla oları bir bölümünü kullanıyorduk, kör öğrencilerle
    birlikte aynı bahçeyi ve koridoru kullanıyorduk, ancak gerçek kör
    olanlar biz mi yoksa onlar mı anlamak biraz zordu.
    Okulun asıl sahipleri koridorları hızla koşarak geçiyor, içinde
    hareket ettikçe çıngırak sesi çıkaran topla futbol oynuyor, her türlü
    toplu sporu yapıyor ama asla çarpışıp birbirlerini yaralamıyorlardı.
    Hemen hemen hepsi bir müzik aleti çalabiliyordu. Gözler çok önemli,
    ama gözleri olmayan veya az gören insanların diğer duyularını
    kullanarak, görenlerden daha iyi şeyler yapabildiklerine şahit,
    olmuştum.
    ikinci yıl okulumuz Yeşilova Mahallesiriden, Karşıyaka Mahallesi
    hin kuzey doğusundaki bir ilkokulun kullanılmayan kısmına misafir
    olmuştu, son iki yılımızı burada geçirdik. Bizden sonra bu ilkokulun
    yanma yeni bir bina daha yapılmış ve adı değişerek inönü Lisesi
    olmuştu.
    Okulun son yılı ne kadar devlet parasız yatılı okulu varsa
    onların sınavlarına girdik, çünkü tek okuma şansımız yatılı okul
    kazanmaktı.

    30
    Tümünü Göster
    ···
  19. 20.
    0
    1 . bölüm: devlet

    yukarıdaki çerçeve ile sınırlı konularda yaşadıklarımı kısaca anlatıp
    vardığım neticeleri özetleyeceğim.
    simon
    inançları ve idealleri uğruna çalışan, bu uğurda fedakârlık
    gösteren, her şeylerini bırakıp illegal örgüt mensubu olan insanlara
    eskiden beri aşırı saygı duyardım. bu insanlara karşı mücadele
    veriyor, ama aynı zamanda onların çok idealist olduklarını, bir inanç
    uğruna çalışmalarının, fedakârlıklarının çok değerli olduğunu ve bu
    işlere büyük oranda kendi özgür iradeleri ile girdiklerini düşünerek
    onlara saygı duyuyordum. başka insanlara zarar vermeden, doğru
    bir amaç, fikir ve ideal uğruna bu kadar fedakârlık yapabilme, böyle
    bir anlayışı benimseyen siyasi veya sosyal yapının içerisinde
    bulunma, böyle insanlarla dost ve arkadaş olma özlemimi hep
    taşıdım. illegal örgüt mensupları kadar değil ama onların onda,
    hatta yüzde biri kadar idealist arkadaşlar bulduğumu zannettiğim
    her kadrodan ayrıldıktan sonra, arkadaşlarımın makam ve mevki
    gibi basit çıkarlar uğruna birbirlerini kırdıklarını, kutuplaştıklarmı
    görünce üzüldüm, galiba normal şartlarda böyle bir ortamı yakalamak
    mümkün olmuyor.
    benim özendiğim illegal örgüt mensuplarının eylem ve faaliyetleri
    değil, dünyanın maddi nimetlerini bir kenara iterek bir fikirideal
    uğruna yaptıkları fedakârlıklardı. hatta özenerek, onların
    yerinde olmayı bile düşünmüşümdür. hayatın asıl manasının, varlık
    sebebimizin, manevi varlığımız olan fikir ve düşüncelerimiz
    doğrultusunda çalışmak, bu uğurda mücadele etmek olduğunu,
    insanların inançları uğruna ölürken bile maddi zenginlik için
    yaşayanlardan daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür.
    ne de olsa çevremde gördüğüm devlet memurları üç beş kuruş
    rüşvet almak için haksız ve hukuksuz davranışlara girişip
    vicdanlarını satarken; her şeyi para için yapan ama kendilerini
    vatansever olarak tanıtan mafya mensubu organize suc şebekeleri
    birkaç kuruş için namuslarını ayaklar altına alarak cana kıyıp
    insanlara eziyet ederken; ülkenin ve benim düşmanım olduklarını
    ···