-
26.
+1Karanlık sokanların içinde simsiyah kıyafetlerim nedeniyle kaybolan bedenim kim olduğum hakkında ipucu vermekten mahrumdu. Botlarımın kaldırımla yaptığı düet, sokağın sonunda yer alan lokantanın paspasıyla buluşunca bir süreliğine son buldu sonraysa orkestraya sırasıyla tabak, çatal ve bıçak sesleri ve insanların uğultuları katıldı. Gözlerim ortamı süzerken garsonun oturmam için gösterdiği yeri görmem biraz zaman aldı:
“Teksiniz değil mi, isterseniz sizi şöyle alalım.” Konuşurken eli kolon kenarında konumlandırılmış çift kişilik masayı gösteriyordu. Başımla belli belirsiz onayladım masaya doğru yöneldim ve sanki çok önemli bir konuşma yapmaya hazırlanır gibi garson geldiğinde söyleyeceğim kelimeleri seçmeye çalıştım. Masaya ulaştığımda sandalyenin birini çekip kolona karşı koydum diğerini masadan uzaklaştırıp kolonun karşısındaki sandalyeye oturdum. “Yavaş yavaş” dedim kendime, zaten midemi bulandıran bu insan topluluğuna o kadar da hızlı alışabilmeyi beklemiyordum. -
27.
+1Sipariş ettiğim yemekler gelip yemeğimi bitiresiye kadar karşımdaki duvarın her ayrıntısını ezberlemiştim. Hesabı ödeyip dışarı adımlarımı atarken ayaklarımın beni bir bara zütüreceğini tahmin etmek zor değildi. Orta kalabalılıkta bir bar ve tek ihtiyacım bir bar taburesi çok değil biraz da viski. Aslında hayatım boyunca hiçbir içkinin tadından zevk almadım sadece zihnimi dinlendiriyordum ancak alkol eşiğim o kadar yükselmişti ki sınır kapılarına dayanmam için böylesi bir barda cüzdanımı boşaltmam gerekirdi ne var ki hafiflemek için burda değilmişim bunu da birazdan öğrenecektim. Birkaç kadeh viski, buz, sigara ve biraz da Aysar..
-
28.
+1Onca ısıtıcıya, insan nefesine ve alkole rağmen üşüyordum, üşüyordum çünkü duyuyordum iyileşmemiş yarayı tırnaklayan Don’t Cry’ı...
...
Give me a whisper
(fısılda bana)
And give me a sigh
(ve derin bir nefes al)
Give me a kiss before you tell me goodbye
(bana hoşçakal demeden önce bir öpücük ver)
Don’t you take it so hard now
(şimdi çok zor gelmesin sana)
And please don’t take it so bad
(ve lütfen bunun seni üzmesine izin verme)
I’ll still be thinkin’ of you
(hala düşünüyor olacağım seni)
And the times we had, baby
(ve birlikte geçirdiğimiz tüm o zamanları
…
Don’t you cry tonight
(sakın ağlama bu gece)
I still love you, baby
(seni hala seviyorum)
Don’t you cry tonight
(sakın ağlama bu gece)
Don’t you cry tonight
(sakın ağlama bu gece)
There’s a heaven
(bir cennet var
Above you, baby
üzerinde)
And don’t you cry tonight
...
Guns ’N Roses - Don’t Cry `
https://www.youtube.com/watch?v=ZwXe2fKdrKU -
29.
+1Mümkün müydü? Ağladığımın tek tanığı olan gözlerimden düşen birkaç damla yaş, viskiye düşerek intihar edince tek bir kanıt kalmadı. Kendimi dışarı atar atmaz bir jilet kadar keskin olan rüzgâr çehremi her ayrıntısıyla rehin almış gibi çevreledi ve ben de soğukta çırpınan düşüncelerimi serbest bıraktım. Kendini öldürmeden önce onu kendinden çok seven kişiyi -bu kişi annesi, sevgilisi ya da babası olabilir ki hiç fark etmez- öldüren insanları katil olmadan anlayabilen tek insan gibi hissediyordum. Hüzün nasıl oluyor da benden hep bir adım önde olabiliyordu? Sanki benim ona geleceğimi bilircesine barın repertuvarında sinsice beni beklemiş gibiydi ve ben ona teslim olurcasına koşmuştum. Üzülmekten yorulan bütün hücrelerim geride bıraktığım günlere dönmemem için seferberlik ilan etmiş gibi beni ayakta tutabilmek adına direniyordu. Sarsılsam da yıkılmadım. Bana her şeyin onu hatırlatacağını zaten tahmin edebiliyordum.
-
30.
+1Ayağa kalkmak değil de ilerlemek her zamankinden daha da meşakkatli gelmeye başlamıştı. En ufak taşa çarptığımda kendimi yerde bulsam dahi kendimi bile şaşırtacak kadar kararlıydım. Biraz da yaşımla ilgili diye düşündüm. Sonuçta ölüme uzun süre dayanabilecek sağlam bir bedenin içinde yıllarca hiçbir şey yapmadan öylece beklemeyi göze almak için çok gençtim. Onu aklımdan çıkarmamakla elime bir şey geçmeyecekti.. Şimdi söylemek kolay olsa da o zamanlar bu düşünceyi zihnime yerleştirmek çok da kolay olmadı. Tarifi zor fakat acıyı size şöyle tarif etmeye çalışayım; biri damarlarınızdan ip yumağı yapmak üzere beyne giden damarlarınız hariç tüm damarlarınızı bir makaraya sarıyormuş gibi acıyor ama Arthur Rimbaud’un da dediği gibi “Dayanılmaz olan tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır.”
-
31.
0Çok zor günler gelir geçer, ama yerini zor günlere bırakır. Rakı bardaklarının yerini buz gibi Arjantin bardakları alır. Karaciğer yorulur ama idmanlıdır, kolay kolay pes etmez, yarısı artık ölü bir bedene ait olsa bile… “Biliyor musun?” dedim “Benim dört tane karaciğerim var; ikisini ben karartım birini de ortadan ikiye böldürdüm.” Mert neyden bahsettiğimi gayet iyi anlasa da dediklerimi duymazdan gelip beni kalabalığın içine sürükledi ve bir valin önünde durduk. “gibtir et onu bunu da biraları içtikten sonra piste çıkalım fazla melankoli kafa gibiyor biraz eğlenmek iyi gelir.” Söylediklerinde ciddi miydi anlamadım ama elimdeki birayı havayla doldurup tuvalete gittiğime dair bir işaret yaptım. Döndüğümdeyse elimde iki bira daha vardı. “Ben ne diyorum sen ne yapıyorsun” dedi sıkılmış bir tavırla. Nefes almadan elimdeki birayı tüketirken diğer elimle birayı ona doğru uzatıyordum ki elim hafifledi ve ardından boş şişeler varilin üzerinde bir daha doldurulana kadar uyumak üzere uykuya geçti. Elimle dans pistini işaret ederek “Hadi” dedim.
-
32.
0Titreşimde olan telefonun sesiyle uyandım. Yorgunluk derisi üzerimden soyulmuştu ve telefona ancak arama bitince bakabildim. Birkaç cevapsız çağrı ve birkaç mesaj. Mert akşam yemeğine çağırıyordu, alakart restoranda rakı balık… Duş alıp, kot şortumu ve dirseklere kadar sıvanmış beyaz gömleğimi üzerime iliştirdim. Odadan çıktığımda akşamın biraz olsun serinleten rüzgarı deniz kokusunu burnuma çalıyordu ben de bu koreografiyi naneli bir sigarayla taçlandırıp restorana doğru yol almaya başlamıştım. Küçük bir müzikal eğlencenin olduğu mekâna ulaştığımda Mert’in kayıtsız yüzüyle karşılaştım, sigarasından arta kalan ağızındaki boşluktan “Nerde kaldın?” sorusu çıktı. Sorusunu cevaplandırmaya teşebbüs edecektim ki aslında öylesine sorulmuş bir soru olduğunu fark ettim ki zaten o da başka bir yöne doğru bakıyordu. “Yemekleri söyledin mi?” diye sordum. “Evet on on beş dakika kadar oldu.” Hala gözleri ısrarla aynı yöne doğru bakıyordu. “Mezgit söyledin değil mi? Biliyorsun ben…” konuşmama devam ederken sözümü kesti “Biliyorum biliyorum kılçıklı balıkları restoranda yemeyi sevmezsin.” dedi, evet huyumu biliyordu ama konuşurken bana bakmaması beni rahatsız etmişti. “Çabuk sıkıldın herhâlde benden” diye alaycı bir laf attım “Gözüm daldı sadece” diye geçiştiriyordu ki yemekler geldi rakılar bardaklara serildi. Şeffaf sıvılar birbirini bulandırıp beyazlaşırken mezeler ve şişeler bitti. Hesabı ödeyip içinde açık hava diskosunu barındıran ve daha çok küçük bir barı anımsatan mekana, ağızlarımızdan boşalan dumanın kılavuzluğunda yola koyulduk.
-
33.
0Dalga sesleri ve ılıklık ile serinlik arasında yer edinmiş bir meltem çıkardı bizi uyku bataklığından. Şezlong boşluklarının izini alan sırtım bile rahatsız olmamıştı geçirdiğimiz geceden. Cebimden sarkan paketten bir sigara çıkarttım, sonra bir zippo açılış sesi, çarkın çakmak taşını aşındırma sesi, kıvılcımları göğüslenen fitilin yeterince benzine tok olmasının verdiği sebebiyetle ortaya çıkan ve tüm bu organizasyonu tamamlayan turuncu alevin rüzgarda dalgalanma sesi… Çoğu insan sesinden daha fazla huzur vermeye başladı bu sesler bütünü diye düşünmeye başladım her iç çekişimde kağıda sarılı tütünün yanma hışırtısına kulak verirken... Elimi önce saçlarımda sonra vücudumda gezdirirdim ve gece kendimi tuzdan arındırmadığımı hatırladım. Odama gidip duş alıp akşama kadar uyumak istedim, sadece uyumak ve her akşam olduğu gibi diğer akşamları tekrarlamak. içmek için uyumak, gün sonunda tekrar uyuyabilmek için uyumak, ve günü geldiğinde onun gibi uyanmamak üzere uyumak… Önce rüyalarda karşılaşma umuduyla, sonra ebedi buluşma ümidiyle, ne çok geç, ne çok erken...
-
34.
0Deniz suyu insanın gözlerini ne kadar yakar, peki ya ciğerlerini? Ya da kaç litre su yutmaya dayanabilir insanın midesi? Sorularıma cevap aramadım ve ihtimaller de beni iskelede tutmaya yetmedi. O kadar sıcaktım ki soğuk sular beni üşütmesini geçtim denizi kaynatacak kadar sıcak hissediyordum. Dubalara kadar yüzüp geri gelmeme yetecek de artacak kadar enerjim vardı. Mert ölmeyeceğimi bilmenin rahatlığı ile iskelede sigarasını tüttürmeye devam ediyordu hatta -eğer o kadar içtikten sonra eğer gözüm yanılmamışsa- yüzünde bir tebessüm bile vardı. Çok uzun sürmedi vücudumun dışına vuran yangını söndürüp iskeleye çıkmam. Ancak halen bir miktar içim yanıyordu onu da bir itfaiyeci titizliği ile bira köpüğünü mideme püskürterek söndürmeye çalıştım. Açıkçası uzun zaman sonra da olsa biraz olsun huzuru hissettim. O yüzdendir ki rahatımı hiç bozmadım ve o gece orada, iskelenin şezlongunda göz kapaklarımıza gün doğuşunu izlettik.
-
35.
0iskelede oturmuş ayın denizi parlattığı çizgiyi izlerken, alkol de kanıma karıştıkça sökülen yorgunluğumu, ayaklarımdan serin ve tuzlu sulara doğru akıtıyor, tıpkı iltihaplı bir yaradan irini akıtır gibi rahatlıyor ve gevşiyorum. O kadar gevşiyorum ki vahşi bir deniz canlısı ayak bileklerimden tutup beni denize çekse karşılık veremem. Ve anlatıyorum.. Belki çok hızlı içiyoruz belki de çok yavaş anlatıyorum emin değilim ama gerçek şu ki; şişeler bitiyor yaşananlar bitmiyor, ateş izmarite kavuşuyor ve ben hala ona kavuşamıyorum..
-
36.
0... buralarda mısın