0
gelin içerisinde yaşadığımız çağın temel karakteristiğini göz önüne getirebilmek için bir dünya durumu hayal edelim. hayal edeceğimiz dünyada bilimsel düşünce bir felakete uğrasın. bu hayali dünyada genel kamuoyu, doğa bilimleriyle ilişkili olan bilim adamlarını bir dizi terör olayından sorumlu tutsun. kütüphaneler yıkılsın, kitaplar parçalansın ve fizikçiler sürgün edilsin. laboratuvarların kapısına kilit vurulup, deneysel araştırma aletleri kırılsın. bu hengâmenin nihayetinde bilim karşıtı bir hareket iktidarı ele geçirsin. daha sonraları ise, aydınlanmış insanlar doğa bilimlerine tekrar eski itibarlarını iade etmeye başlasınlar. ne var ki, artık hiç kimse bilimin ne olduğunu hatırlamıyor, bilimsel düşüncenin temel kavramlarını bağlamlarından kopuk olarak kullanıyor olsun. böyle bir durumda herkes artık eski bilgilerden geriye ne kalmışsa, eski yırtık kitaplardan ve hangi deneysel süreçlerden hareketle elde edildiği bilinmeyen teorilerden hareketle fizik, kimya, biyoloji gibi bilimsel disiplinleri yeniden ihya etmeye çalışsın. herkes bu meseleleri konuşup tartışsın ve bazıları da euklides'in teoremlerinden bazılarını sihirli sözler gibi tekrarlayıp dursun.
bu kişiler belli tutarlılık yasalarına göre konuşup yazsalar da aslında yaptıklarının doğa bilimi olmadığını anlayamazlar. çünkü yapılan şeyler kendi bağlamında olmadığından, kendisine gerekli olan anlamlara sahip olamazlar.
şimdi hayali dünyamızdan mevcut dünyamıza dönebiliriz. yukarıda anlattığımız varsayımsal dünya durumu tam da bugünkü dünyamızın moral (ahlak-politika) yanına tekabül eder. bugün dünyada egemen olan anlayışın ve yaşam tarzının temsilcileri (yenidünya veya batı) ile egemen olanın iradesine maruz kalanlar (eskidünya veya doğu) gerilimli bir karşıtlık içerisinde konumlanmışlar. batı ile doğu uygarlıkları hemen hemen benzer kavramları dile getirseler de (barış, kutsallık, dünya, hayat, çalışma, tanrı, erdem, fayda, adalet vb.) bir, aynı ilgi ve kaygıları ifade etmiş olmazlar. dolayısıyla batı ile doğu ayrı dillerin, farklı gönüllerin taşıyıcılarıdır (dil aynı zamanda gönül demeye gelir).
batı dünyası ile doğu dünyası arasındaki dil ve gönül farkını daha yakından göz önüne getirebilmek için hafızamızın yardımına başvurarak yukarıdaki kavramlardan ikisini, "tanrı" ve "çalışma"yı, bu iki farklı dil ve gönül bakımından ele alalım.
ilk olarak, batı'nın tanrı anlayışının tarihsel zaman fikrinin ortaya çıkmasından önceki olgunlaşmamış bir evreye dahil olduğunu söyleyelim. bu bağlamda jean baudrillard "amerika, geleceğin ilkel toplumu" der. şöyle ki, tarihsel zaman fikrinin ortaya çıkmasından önce, mezopotomya'da, suriye, filistin, "kenan ülkeleri"nin kavimlerinde, her kavmin bir tanrı'sı var: el, elah, aleh gibi (daha sonra evrensel bir tanrı olarak "allah" oradan geliyor; aslında durum daha batıya gidildiğinde de aynı: batı'da tanrı kelimesinin alman dilindeki karşılığı gott, ingiliz dilindeki karşılığı god da aynı kökten ve anlayıştan geliyor, germen got kavminden). burada önemli olan şey şu: bu kavimlerden biri, bir diğer kavme üstünlük kurduğunda, o kavme kendi tanrı'sını da kabul ettiriyor. dolayısıyla batı düşüncesi ve davranış biçimi, ötekisine üstünlük kurmaya dayalı bir tanrı anlayışını öne sürüyor. batı'nın tanrı'sının güce tapınmayla, daha fazla üretmeyle ve verimlilikle simgeleyebileceğimiz teknolojik (ve de global) bir tanrı inancına yol açabileceğini söylememiz sanırım makullük sınırlarının dışına çıkmaz. batı, salt pragmatik ve tarihselliğinden kopuk bir tanrı anlayışıyla kendini sevk ederken doğu bütün güzellik, doğruluk ve iyilik anlayışını tanrı kavramında birleştiriyor. doğu uygarlığı köklü ve derin, tarihsel ve kültürel bir kavrayışla gözle görülemez olanı görünür hale getirmeye çabalıyor.
durum böyle olunca, batı ile doğu uygarlıkları çalışma'dan da farklı farklı şeyler anlayıp, kendilerini bu anlayışa göre sevk ediyorlar. eğer çalışma tanrı'nın insana yaptığı bir davetse, "batı" bunu meslek (calling terimi hem davet hem meslek anldıbına geliyor) edinme, 'iş güç' sahibi olmak şeklinde anlıyor; "doğu" ise tanrı'nın insanlara duyurduğu çalışma davetinden, tanrı'nın suretlerinden oluşmuş bu dünyada, o suretleri bir araya getirmeye çalışarak, tanrı'yı olabildiğince görünür hale getirmekle meşgul oluyor 'örneğin hallacı mansur'un "en-el hak"ı ve örneğin spinoza'nın "deus sive natura/tanrı veya doğa"sı böyle okunabilir.'
bu durumun doğal bir sonucu olarak, "batı" bir tanrı inancından kapitalizm meydana çıkarıp maddi bir zenginlik oluştururken (bkz., max weber, kapitalizmin ruhu ve protestan ahlakı), "doğu" ise maddi boyutta fakir (fakr) oluyor. bir diğer deyişle, "doğu" maddi bir dünyadansa bu dünyanın manevi yanına göz kulak oluyor.
ve yaşlı dünyamız gerilim ve çatışmalardan yorgun bir halde nefes nefese yol alırken 11 eylül 2001 günü yenidünya'daki ticaret kuleleri, terörist bir saldırıyla, binlerce çalışan insanıyla birlikte çöküyor. ve bu ölüm ve kin saçan saldırganlıktan dolayı global dünya globalleşmek istemeyen dünyaya "kan davası" başlatıyor. peki ama şimdi ne olacak?
bu soruya muhtelif yanıtlar veriliyor. yanıtların hepsi de aydınlanmış bir dünyanın gele gele karanlığın eşiğine dayandığını gösteriyor. insan ne zaman sözden vazgeçip sorunlarını silahla çözmeye kalkışsa, sümerlerin ziggurat kuleleri, babil kulesi, gotların kulelerinde olduğu gibi daha nice kuleler yıkılacak. adalet ya teknolojik egemenliğin dayatmalarında ya da ezilenlerin öfkesinde dile gelecek. fakat bu her iki yolun da erdemlerin yolu olmadığı açık. bizim yanıtımız aşağıdaki gibidir.
işte binyıllar sonra bilgelerin şu düsturu tekrar önümüze çıktı: "kendini bil." bu çağrıya ister kulak verelim ister kulak vermeyelim şu hakikat bizi bırakmayacak: "her insanın hayatı, o insanı kendine zütüren bir yoldur; bir yol arayışıdır, bir patika izidir. hiçbir insan hiçbir zaman büsbütün kendisi olamamıştır; yine de herkes bu uğurda çabalar, kimisi dambur dumbur, kimisi ışıl ışıl, herkes nasıl bilip yaparsa." hermann hesse