bi sigara daha yakıp başlıyorum yazmaya...
beyler... dostarım... kardeşlerim... arkadaşlarım...
sizin ve bu ortamın benim için daha ne kadar değerli olduğunu bilemezsiniz... inanın bilemezsiniz... herşeyi geride bırakabilmek, bütün tükenmişlikleri burada akıtabilmek... suskunluklarımızı, dertlerimizi ve bize tepemizden zincirlenen, sustukça büyüyen o dertlerin hepsini burada anlatmak... sabahlara kadar, seni dinleyen insanlar bulabilmek zordur... burada ki vefa duygusunu saatlerce, sayfalarca yazmaya kalksam... harflerim, kelimelerim ve ömrüm yetmez buna... başaramam... çünkü, biz susarız... biz konuşmayız... biz gerçekte, burada paylaştığımız şarkıları dinleyemez, kendimizle böylece yüzleşemeyiz... biz buradayız... bir burada kendimizden bir şeyler bıraktık... bunları bırakıp, hayatımızın ve ömrümüzün geri kalanına devam edemeyiz...
o gece birden neden çıktım... neden olabilir ki?... uyuyakalmış olabilirim... barda bi sorun çıkmış olabilir... kapım gecenin o saatinde çalabilir... keşke bunlardan herhangibiri veya birkaçı olsaydı burada yazdıklarım...
değil...
telefonum acı acı çaldı o gece... gecenin bir saatinde... bir vaktinde... ve bundan yıllar önce çalan telefondan bir farkı yoktu... ne garip bir duygu... bu duyguyu tecrübe etmek ne korkunç... ve bunu doğru anda, doğru zamanda hissetme yetisi ne kadar kanını donduruyor insanın...
ölüm beyler...
ölüm ne kadar garip bir duygu... hani aynı dediği gibi; "ölmek ne garip duygu" diye...
ne garip bir duygu, ne garip bir soğukluk...
bir anda... bir saniyede... her an nasıl değişebiliyor herşey... bir ömür...
çekmemi gereken... alışmamız gereken bir duygu olması ne garip bir şey... bir yaşanmışlığın sona ermesi...
şairin dediği gibi;
"sınırı olmayan zamana ve mekana gitmek... "
peki ya arkada kalanlar?...
geride söylenmemiş ve yazılmamış bir "elveda... " cevabını beklemeden uzaklaşmak... sevdiklerinin sana giderken attığı son bir hüzün...
anneannem demişti bir keresinde... "eyy vre, sevdiğin şu rum türküsünü başa alamayacaksın bir gün... o türküyü senden ve ondan ibaret biliyosun... birlikte dinliyorsun... bir gün o şarkı bitecek... sen hiç geri alamayacaksın o türküyü... "
her insanın paylaştığı bir türküsü varmış meğer... 3 yıl önce anlamıştım... hayır hayır... 7 yıl önce anlamıştım bunu...
bir gün o türkülerin hepsinin bitmeye başlaması ne acı bir gerçek...
toprağın altına bıraktıklarım... bıraktıklarımdan haberim olmadıklarım...
doğamamış evladım... dostum... sevdiğim... dedem... anneannem...
babama ve anneme sarıldım bugün sıkıca... çok sıkıca...
şükrettim...
sonra farkına vardım... şükretmeyi kabullenmek ne acı gerçek...
bugüne dek söylediklerim, hissettiklerim...
hepsini değiştirip baştan yazayım burada...
ama sonuna gelinen hangi şarkıyı başa sarabileceğim?...
ömrümün pikabında... daha yeni aldığım tüm plaklarım... tadına doyamadığım tüm şarkılarım sustu...
ne garip bir duygu... hatırlatınca acıtan cinsten...
bu başlığı ilk okuduğum gün geliyor aklıma... yorgun bir pazar sabahı... gri bir kış sabahı... eğreti bir kahvaltının ardından yakılan bir sigara, miskin bir sabah... koltukta uzanmış, yanımda kedisiyle miskinleşen bir ömür... ne kadar garip bir duygu değil mi?... "bak" diyorum... "çocuğun hikayesi ilgi çekici... "
ne garip...
şuan burada bu entry'i yazıyor olmak...
tıkanmadan bir çırpıda romanlar yazacak kadar birikmek... sonsuza kadar kader denilen oyunun cilvesinin debdebesi hakkında yazabilmek ne garip bir his...
şarkılarımın susması çok garip bir his...
insan tüm kalbiyle hatırlayabildiği en mutlu günlere kaçmak istiyor... babasının ona 28 şubat günü sevinçten dört köşe olup istediği ayakkabıyı alması kadar masum olmak istiyor... arkadaşlarıyla, gözlerde ırak bir semtte, gözlerden ırak bir kafenin samimi bahçesinde mekan sahibiyle şakalaşıp, sabahtan akşama kadar 101 oynamak, üniversiteye çalışacağı yerde arkadaşlarıyla mekanın sahibine ukalaca bi "abi ben kendime bi elmalı yapıyorum sen rahatsız olma" demek ve aralarından birinin o ortamı bıçak gibi kesen "olum üniversiteyi napcaz lan?" dedikten sonra hissettiği dünyanın en masum vicdan azabını yaşamayı istiyor... istediği bölümü kazandığı gün sevgilisini uzunca öpen bir adamın güvenini hissetmek istiyor... anneannesiyle sakız adasına karşı bir sofra kurup cızırtılı bir yunan radyosunu dinlediği gün ki kadar huzurlu olmak istiyor... sesi yırtılana kadar bağırırken bir davanın yükünü kaldırmanın onurunu yaşamak istiyor dibine kadar... yağmurun namussuzca yaydığıı gün, kaçtığı mekanda sığındı camekanda görmek istiyor onu bir daha...
yemin ederim ne ekgib ne de fazla...
ama olmuyor... olmuyor...
çünkü tüm bu mutlu günlerin sonu hüzünle, hazanla bitiyor... her şarkının sonunun sonunda inen nağmelerin buğusu kaplıyor etrafı...
bitmesin istiyor o tempo... hemen sonuna gelmeden başa almak istiyor bir daha şarkıyı... bir daha... bir daha...
inanın söyleyemem şuan ne olduğumu...
dert yanmıyorum...
ama bu metnin ne olduğunu bilmiyorum... bilemiyorum...
canım nasıl acıyor ama bilseniz... nasıl garip bi acı yaşıyorum...
yani özetle...
"yitme anneanne... yitme... seninle sabah kadar söyleyelim gylkeria... " demek istiyor...
"yitme yoldaş... yitme... seninle sabah kadar söyleyelim devrim türkülerini... " demek istiyor...
"yitme kardeşim... yitme... dinleyelim sabah kadar istediğin tüm bob dylan parçalarını... " demek istiyor...
yemin ediyorum... canım çok acıyor...
yitme sevdiğim... birlikte bitirelim bir şarkıyı...
ama hepsinin şarkısı bitiyor...
ne garip dertlerimiz, tasalarımız, özlemlerimiz, yorgunluğumuz, şükretmelerimiz...
ne garip paradoks...
çok geride kalıyor ve çok değişiyor gibi duruyorsun...
ama sen hep ordasın... ne bir ekgibsin... ne bir fazla...
hep aynı adamsın...
ne garip...
http://www.youtube.com/wa...7Nh00QYAKo&feature=kp