1. 51.
    0
    Hayır, Liza, senin gibiler için son yol, demin anlattığım veremli kız gibi,
    bir bodrum kösesinde ölüp gitmektir. "Hastaneye zütürürler" diyorsun. zütürseler gene iyi,
    ama ya bir de patrona borçlusun diye yakanı bırakmazlarsa? Verem öyle bir hastalık ki,
    hummaya filan benzemez. Đnsan son nefesine dek sağlam olduğunu sanır, umudunu
    yitirmez. Patronun da istediği budur zaten, bundan hiç kuskun olmasın. Benliğini sattığın
    yetmiyormus gibi bir de borçlanmıssındır; öyleyse sesini çıkarmaya hakkın yoktur. Ölüm
    döseğine düsünce, artık senden bir sey alamayacakları için, hepsi senden uzaklasacak, sana
    sırt çevirecektir. Üstelik bosu bosuna yer tuttuğun, çabucak ölüp gitmediğin için basına bile
    kakarlar. Bir bardak su istersen suyunu söverek getirirler. "Kaltağın gebereceği yok...
    Đniltilerinden gözümüze uyku girmiyor... Müsteriler tiksiniyor... " derler. Bak, doğru
    söylüyorum, bu sözleri kendi kulaklarımla isittim. Senin can çekismene aldırmadan
    bodrumun en karanlık, en rutubetli, pis bir kösesine atarlar; orada yalnız basına düsün
    düsünebildiğin kadar. Ölünce de tez elden, apar topar kaldırırlar; arkandan ne ağlayanın
    olur, ne de dua edenin. Bir an önce gömüte tıkmak için can atarlar. Tabut yerine bir tekneye
    koyarlar; bugünkü zavallıya yaptıkları gibi, gömütlüğe zütürdükten sonra oradan meyhaneye
    giderler. Gömütün içi vıcık vıcık çamurdur; bir yandan sulu sepken, bir yandan da ayaz...
    Senin için tören yapacak değiller ya... "Haydi, indir Vanyuha! Sıllığın talihi böyleymis, burada
    da bacakları havada gidiyor... Sıkı tut ipi, gözü kör olası! Bırakmasana!" -"Canım, bu da
    böyle olsun!" -"Ne demek böyle olsun? Görmüyor musun, yana devrilmis! Ne de olsa bir
    insan ölüsü... Haydi tamam, at toprağı!" Senin için uzun boylu kavgayı bile çok görürler.
    Seni yas, mavimtırak balçıkla üstünkörü söyle bir örterek hemen meyhaneye kosarlar... Kısa
    sürede de adın, sanın unutulur gider. Baskalarının çocukları, babaları, kocaları gelip onların
    gömütlerini ziyaret eder; senin içinse su koca dünyada göz yası dökecek, yas tutacak, dua
    okuyacak bir tek kisi çıkmaz. Sanki yeryüzüne hiç gelmemissin, Liza adında biri doğmamıs
    gibi adın zihinlerden silinir gider. Çamurun, bataklığın içinde geceleri öteki ölülerle birlikte
    hortlayınca tabutunun kapağına vur vurabildiğin kadar... "Ey, insanlar, bırakın beni!" diye
    bağır, "Bırakın da çıkıp biraz daha yasayayım! Dünyayı tanımadan yasadım, yasamımın
    değerini bilemedim, Sennaya batakhanelerinde tükettim kendimi... Ne olur, ey iyi insanlar,
    ben dünyama doyamadım!.."
    Kendimi kaptırmıs gidiyordum, boğazım kurumus, sesim kısık çıkmaya baslamıstı. Nasıl oldu
    bilmem, bir ara konusmayı bırakmıstım ki, korkuyla irkildim; basımı ürkekçe yana eğerek
    dinlemeye basladım. Đrkilmem için çok neden vardı...
    Liza'nın ruhunu alt üst ettiğimi, yüreğini parçaladığımı çoktandır hissedip duruyordum. Bunu
    daha çok hissettikçe de hedefime tam olarak bir an önce varabilmek için bütün gücümü
    kullanıyordum. Oyun beni iyice sarmaya baslamıstı; hos, bu yalnızca bir oyun değildi ya...
    Kendimi zorlayarak, yapmacıklı, hatta kitap gibi konustuğumu biliyordum. Daha doğrusu,
    "tıpatıp kitap gibi" konusmaktan baska elimden bir sey gelmiyordu. Ama bu durum canımı
    sıkmıyordu, hatta ayrıca isime yaradığını anladığım için hosuma bile gidiyordu. Fakat simdi
    gerekli etkiyi yaptığımı görünce birdenbire ürktüm. Evet, yasam boyunca bu derece büyük
    bir umutsuzluğu hiç kimsede görmemistim.
    Liza yüzükoyun yatmıs, sımsıkı kucakladığı yastığa yüzünü gömmüstü. Göğsü hıçkırıklardan
    parçalanacak gibiydi. Körpe bedeni tir tir titriyordu. Göğsünde sıkısan hıçkırıkları daha fazla
    tutamıyor; çığlıklar, haykırmalar biçiminde dısarı vuruyordu. O zaman basını yastığı daha
    çok bastırıyordu. Ev halkından tek bir kisinin üzüntüsünü, göz yaslarını görmesini istemiyor
    gibiydi. Durmadan yastığı ısırıyordu, elleri kolları dislenmekten kan içinde kalmıstı. (Bunu
    sonradan gördüm.) Parmaklarını çözülmüs saç örgülerine daldırıyor, soluğunu tutup dislerini
    sıkarak bir süre öylece katılıp kalıyordu. Ona yatıstırıcı birkaç söz söylemeye hazırlanmıstım
    ki, böyle bir seyi göze alamayacağımı anladım. Bunun üzerine sırtımdan bir ürperti dalgası
    geçti; giyinip gitmek için, el yordamıyla, korku içinde ayağa fırladım. Đçerisi karanlıktı, ne
    yaparsam yapayım giyinme isini istediğim gibi çabuk bitiremiyordum. O sırada elime bir
    kibrit kutusu ve mumu konulduğu gibi duran bir samdan geçti. Oda aydınlanır aydınlanmaz
    Liza sıçrayarak yatağa oturdu; -yüzü çarpık, dudaklarında bir kaçığın gülümseyisi- bos
    gözlerini bana dikti. Gidip yanına oturdum, ellerini ellerime aldım; o anda kendine gelerek
    bana doğru atıldı. Sarılmak istediyse de buna cesaret edemedi, basını sessizce önüne eğdi.
    - Liza, yavrum, bunu yapmamalıydım... Bağısla beni... diye basladım.
    Fakat parmaklarıyla ellerimi öyle kuvvetli sıktı ki, sözlerimin gereksiz olduğunu anlayarak
    sustum.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 52.
    0
    - Đste adresim, Liza; gel bana.
    Basını kaldırmadan kesin bir tavırla:
    - Gelirim... diye fısıldadı.
    - Artık gideyim, hosça kal... Beklerim...
    Benimle birlikte o da kalktı, kalkar kalkmaz yüzü pancar gibi kızardı, olduğu yerde bir
    titreme geçirerek sandalyenin üzerinde duran atkıyı kaptı, omzuna atıp çenesine kadar
    sarındı. Bunu yapınca dudaklarında gene acıklı bir gülümseme belirdi, yüzü hâlâ kıpkırmızı,
    bana tuhaf tuhaf baktı. Đçim ezilecek gibi oluyordu, bir an önce oradan kaçıp gitmek
    istiyordum.
    Sofada tam kapının önünde paltomdan tutarak:
    - Biraz durun, dedi. Elindeki samdanı ivediyle masaya bırakarak kosa kosa içeriye gitti.
    Bir sey unutmus olabilirdi ya da bana getirip göstereceği bir sey vardı. Yanımdan
    uzaklasırken yüzü kıpkırmızıydı, gözleri parlıyordu, dudaklarındaki gülümseme hiç
    eksilmemisti. Beni niçin durdurabilirdi? Đster istemez bekledim...
    Biraz sonra dönüp geldi, kendisini bağıslatmak ister gibi bakıyordu bana. Yüzü de, bakısı da
    çok değismisti; o asık suratlı, kuskucu, direngen kız değildi karsımdaki. Bakısından yalvarıs,
    yumusaklık okunuyordu; aynı zamanda güven, sevgi, çekingenlik dolu bir bakıstı bu.
    Çocuklar da sevdikleri, bir sey bekledikleri kimselere böyle bakarlar. Hem sevgi, hem de
    derin bir nefret anlatan, canlı, güzel bal rengi gözleri vardı.
    Her seyi o anda anlayabilecek, üstün bir varlıkmısım gibi, bana bir sey söylemeden, bir kâğıt
    uzattı. Yüzünde çocuksu, saf bir utku (zafer) parıltısı vardı. Kâğıdı açtım. Bir tıbbiyelinin ya
    da onun gibi bir öğrencinin mektubuydu bu. Tumturaklı, süslü, epey saygılı bir dille Liza'yı
    sevdiğini bildiriyordu. Sözcükler hatırımda kalmamakla birlikte, yazının özenli satırları
    arasından gerçekçi, içten duygular kendini belli ediyordu. Mektubu bitirince Liza'nın çocuk
    gibi sabırsız, atesli, soran gözleriyle karsılastım. Bakısları yüzüme çakılmıs, ne diyeceğimi
    yüreği ağzında bekliyordu. Bu gençle bir aile toplantısında karsılastıklarını sevinçle, hatta
    biraz da övünerek birkaç sözcükle bir çırpıda anlattı. Gittiği ailenin bireyleri çok iyi, çok iyi
    kimselermis. Onun hakkında henüz bir sey, hem de hiçbir sey bilmiyorlarmıs. Çünkü çalıstığı
    bu eve yeni gelmis, fazla kalmaya da hiç niyeti yokmus; borcunu öder ödemez gidecekmis...
    Bu genç de iste o toplantıdaymıs; onunla bütün aksam dans etmisler, konusmuslar. Meğer
    daha küçükken birbirlerini Riga'dan tanımıyorlar mıymıs! Hatta birlikte oyun bile oynamıslar.
    Çocuk onun annesini, babasını tanıyormus, ama bu durumu hakkında hiçbir sey, hiçbir sey
    bilmiyormus, hem de aklının kösesinden bile geçmemis... Mektubu toplantıdan bir gün sonra
    (bundan üç gün önce) orada bulunan bir kız arkadasıyla göndermis...
    Liza açıklamasını bitirince parıldayan gözlerini utana utana önüne eğdi.
    Zavallıcık bu mektubu en değerli mücevheri gibi saklamıs; bir delikanlının onu temiz, içten
    bir sevgiyle sevdiğini, ona saygılı davrandığını öğrenmeden gitmemem için, bu tek
    mücevherini bana göstermek istemisti. Bu mektup hiçbir sonuç vermeden çekmecenin bir
    kösesinde kalabilirdi. Ama öyle de olsa, Liza'nın onu, değerli bir tas gibi, gururunu oksayıp
    onurunu kurtaracak bir belge gibi saklayacağından emindim. Đste simdi, böyle bir dakikada
    mektubu anımsamıs, kendini temize çıkarıp gözümde bir değer kazanmak için, çocukça bir
    gururla getirip göstermisti. Bir sey söylemeden elini sıkarak ayrıldım. Buradan bir an önce
    uzaklasmak için can atıyordum. Sulu sepken eskisi gibi sürüyordu, fakat buna aldırmadan,
    eve kadar yaya yürüdüm. Ezilmis, bitmemis, neye uğradığımı sasırmıs durumdaydım. Ama
    bütün saskınlığıma karsın gerçekler açıkça sırıtıyordu. Hem de olanca çirkinliğiyle!..
    VIII
    Gene de gerçeği kolay kolay kabul edemedim. Birkaç saatlik derin bir uykudan sonra
    uyanarak bir gün öncesini gözlerimin önüne getirince, Liza'ya söylediğim dokunaklı laflar,
    bütün o "acımalar ve yürek parçalamalar" beni daha çok sasırttı. "Yazıklar olsun sana bazen
    öyle bir sinirlerin bozuluyor ki, karıdan beter oluyorsun!" diye düsündüm. "Üstelik ne diye
    adresini kızın eline sıkıstırdın? Ya gerçekten çıkar gelirse? Neyse, neyse; gelirse gelir, ne
    yapalım!.." Asıl önemli sorunun bu olmadığı gün gibi ortadaydı. Elimi çabuk tutup ne olursa
    olsun Zverkov ile Simonov'un önünde onurumu temize çıkarmalıydım. Buydu iste bütün
    sorun! Günün isi gücü arasında Liza'yı unutmus gitmistim.
    Önce Simonov'a dünkü borcumu hemen ödemeliydim. En umutsuz yönteme basvurmaya
    karar verdim: Anton Antonoviç'ten tam on bes ruble ödünç isteyecektim. Neyse ki iyi bir
    günündeymis, ben parayı ister istemez verdi. Bu ise öyle sevindim ki, borç senedini
    imzalarken tam bir hovarda tavrıyla, önemsiz bir olaydan söz ediyormus gibi; "Dün Hotel de
    Paris"te arkadaslarla bir eğlenti düzenleyerek bir arkadası, daha doğrusu çocukluktan
    tanıdığım yakın bir dostumuzu uğurladık" diye anlatmaya basladım. "Yüksek bir aileden, çok
    sımartılmıs, zengin, meslekte basarılı, nükteci, sevimli ve çok hovarda bir genç... Hani su
    kadınlar var ya, iste onlarla çapkınlıklarının sayısı bilinmez!.. Dün de 'yarım düzine" fazladan
    kaçırmısız... vb. vb."
    Bunları çok rahat, savruk, kendimden son derece memnun bir tavırla anlatmıstım.
    Görevden eve döner dönmez Simonov'a bir mektup yazdım. Mektubumun gerçek bir
    beyefendiye yakısan, candan, açık anlatımını anımsadıkça simdi bile keyiflenirim. Ustaca,
    kibar bir üslupla, en önemlisi de fazla lafa kaçmadan, bütün olanlardan kendimi suçlu
    tutuyordum... "Kendimi özürlü göstermeme izin verilirse" tek özrüm, (sözüm ona) saat
    besten altıya kadar onları Hotel de Paris'te beklerken içtiğim iki kadehle sarhos olmamdı.
    Özellikle Simonov'dan özür diliyor, açıklamamın ötekilere, öncelikle Zverkov'a iletilmesini
    rica ediyordum. "Hayal meyal anımsadığıma göre Zverkov'u küçük düsürmüstüm." "Basım
    ağrımasa, daha da önemlisi, utanmasam kalkıp her birine kendim giderdim" diye eklemeyi
    de unutmadım. Mektubumun "serbest havasından", hatta (nezaket kuralları dısına çıkmayan)
    kayıtsızlığından pek memnun kalmıstım. Nereden geldiği belli olmayan bir rahatlık
    sayesinde, mektubum, hiçbir açıklamanın veremeyeceği bir ustalıkla, "dünkü kepazelikler"i
    pek umursamadığımı; beylerin sandıkları gibi, utancımdan yerin dibine geçmediğimi; bu
    konuyu, kendine saygısı olan, aklı basında bir beyefendiye yakısacak bir gözle gördüğümü
    pek güzel belirtiyordu. "Kul kusursuz olmaz!" sözünün haklılığını unutmamalıydılar.
    Mektubu bastan sona bir daha okudum. Okurken söyle düsünüyordum: "Soylulara yakısır bir
    kıvraklık! Ne de olsa okumus, aydın bir kisinin kaleminden çıkıyor! Benim yerimde bir
    baskası olsa, kendini bu çıkmazdan nasıl kurtaracağını bilemezdi. Üstelik ben, kurtulduktan
    sonra, bir de isin alayındayım, çünkü 'zamanımızın okumus, aydın bir kisisi'yim. Belki dünkü
    olaylara tek basına sarap neden olmustur. Yo, bunda sarabın hiç suçu yok... Saat besten
    altıya kadar ağzıma bir damla içki koymadım. Simonov'a, hem de utanmadan yalan
    söyledim. Hos, simdi de utandığım yok ya!... Adam sen de, bos ver simdi bunlara! Yakanı bu
    isten sıyırdın ya, sen ona bak!"
    Tümünü Göster
    ···
  3. 53.
    0
    Đçine altı rubleyi de koyarak zarfı kapadım, mektubu Simonov'a zütürüvermesi için Apollon'u
    tavladım. Mektupta para olduğunu öğrenince, Apollon, daha saygılı bir tavır takınarak
    gitmeye razı oldu.
    Aksam üstü biraz dolasmak için sokağa çıktım. Basımda dünden kalma bir ağırlık, içimde
    bulantı vardı. Aksam karanlığı arttıkça duygularım, bunların pesinden de düsüncelerim
    değisip iyice karısmaya basladı. Ruhumun derinliklerinde bir sey durmadan kıpır kıpır
    oynuyor, kıpırdanmalar çoğaldıkça vicdanımın sızlaması da çoğalıyordu.
    Genellikle kentin islek, kalabalık semtlerinde; Mesçanskayalar (23) ile Sadovaya'da, Yusupov
    parkında dolasırdım. Aksam karanlığı basarken is yerlerinden çıkarak evlerine dağılan,
    yüzleri hırçınlık derecesinde kaygılı bir sürü isçinin, esnafın, her türlü yayanın doldurduğu bu
    caddelerde gezmek pek hosuma giderdi. Bunların üç bes kurus için tasalanmaları, sırnasık
    bayağılıkları görülmeye değerdi. Sokağın bütün bu kalabalığı nedense bu aksam sinirime
    dokunuyordu. Kendimi bir türlü toparlayamıyordum. Đçimde bir sızı kabarıyor, kabarıyor;
    birazcık olsun yatısmak bilmiyordu. Eve döndüğüm zaman sinirlerim iyice bozulmustu.
    Cinayet islemisim gibi bir ağırlık çökmüstü üstüme.
    Liza'nın gelebileceğini düsündükçe üzüntüden kendi kendimi yiyordum. Bir gün önceki
    anılarım arasında Liza ile ilgili olanların beni ayrıca üzmesi pek tuhafıma gidiyordu. Öteki
    olayların hepsini aksama kadar unutmus gitmistim, Simonov'a yazdığım mektubun
    sevinciyse hâlâ içimdeydi. Ama Liza'yı düsündükçe nesem birden kaçıyordu. Sanki
    üzüntülerimin kaynağı yalnız oydu. "Ya geliverirse ben ne yaparım?" diye düsünüyordum.
    "Gelirse gelsin, vız gelir bana! Ama içinde bulunduğum su durumu görecek! Dün karsısında
    bir kahraman gibi kurumlanıyordum, simdi ona ben ne söyleyeceğim? Kendimi bu kadar
    koyvermemeliydim. Su evin yoksulluğuna bak! Bir de bu kılıkla sölene gitmeye kalktım! Ya
    içinden kırpıntılar dökülen, musamba kaplı divana ne demeli! Nerdeyse ayıbımı örtemeyecek
    hale gelen su sabahlığıma bak! Neredeyse paçavraya dönmüs. Gelsin de bütün bunları
    görsün, üstelik Apollon'u da... O hayvan oğlu hayvan, kızı kesinlikle tersleyecektir. Bana
    saygısızlık olsun diye, ister misin ona çatsın! Huyum kurusun, benim de her zamanki gibi
    elim ayağım dolasır, ne yapacağımı sasırırım; kıza pis pis sırıtarak sabahlığımın önünü
    kapamaya, yalanlar sıralamaya baslarım. Öf, ne asağılık bir yasantım var! Ama asıl
    düskünlük burada değil! Bunun daha bayağısı, daha asağılık olanı var! Utanmadan, yalan bir
    maskeye bürünmek yok mu ya, asıl asağılık olan da budur iste!
    Bu sonuca varınca öfkeyle parladım.
    - Niçin utanacak mısım? Bunun utanacak nesi var? Dün konusurken çok içtendim.
    Söylediklerimin hiçbiri yapmacık değildi. Liza'da da soylu duygular uyandırmak istemistim...
    Göz yası dökmesiyse kendi iyiliği içindir, onu kendine getirir.
    Ne yolda düsünürsem düsüneyim, bir türlü kafamı toparlayamıyordum.
    O aksam eve dönünce, saat yediden sonra, yani Liza'nın gelmesi gereken saatte bile hep onu
    gözlerimin önüne getirdim; hem de hep o değismeyen durusuyla. Dünkü gecenin tümünden
    hatırımda kalan izlenim, kibriti çaktığım zaman acıdan burusmus, solgun yüzüyle üzgün
    gözleriydi. O anda yüzündeki çarpık gülümseme pek zavallı, pek zorlamaydı. Liza'yı on bes
    yıl sonra bile hep bu zavallı, çarpık, gereksiz gülümsemesiyle gözlerimin önüne getireceğimi
    o sırada nereden bilecektim!
    Daha ertesi gün bütün bunları, bozuk sinirlerimin uydurduğu büyütülmüs saçmalıklar olarak
    görmeye hazırdım. Olayları hep bu gözle görmek benim en zayıf yanımdı. "Her seyi
    büyütüyorum, bu yüzden de yasam yolunda hep aksıyorum", diye düsünüyordum, bu
    kusurumdan dolayı korkuya kapıldığım anlar oluyordu. O günlerdeki düsüncelerim her
    seferinde: "Liza gelecek, ne olursa olsun gelecek" nakaratıyla bitiyordu. Bazen duyduğum
    tedirginlikten çıldıracak gibi oluyordum. "Gelecek, ne olursa olsun gelecek!" diye bağırarak
    odada bir oraya, bir buraya kosuyordum. "Bugün değilse bile yarın gelecek. Göreceksin,
    bulacak seni! Su temiz yüreklerin romantikliği denen sey yerin dibine geçsin! 'Su duygulu
    murdar ruhların' iğrençliği, ahmaklığı, sığlığı!.. Hepinizin, hepinizin, canı cehenneme! Oysa
    nasıl oluyor da, nasıl oluyor da anlamıyor!.."
    Đste tam buraya gelince büyük bir saskınlıkla duruyor:
    "Birinin yasantısını istediğim biçime sokmak için nasıl da bu denli az, bu denli ucuz (hem de
    yapmacık, kitaptan alma, uydurma) masumluk sahnesi yeterli geldi! El değmemis maden
    diye buna derler iste!" diye geçiriyordum içimden.
    Bazen kendim onun kaldığı yere giderek, "her seyi anlatmayı", onu bana gelmemesi için
    kandırmayı tasarlıyordum. Fakat bunu düsünür düsünmez kan beynime sıçrıyor: "Su melun
    Liza elime bir geçse ayaklarımın altına alır, tepelerdim; daha olmadı, küçük düsürür, yüzüne
    tükürürdüm, birkaç tokat atarak kapı dısarı ederdim." diye kuruyordum.
    Ama bir, iki, üç gün geçip de hâlâ kapımı çalmayınca rahatlamaya basladım. Aksamın
    dokuzundan sonra nesem iyice yerine geliyordu, canlanıyordum. Arada bir tatlı hayaller
    kurduğum bile oluyordu... Liza bana gelip gitmeye baslıyor, ona konusmalarımla yol
    gösteriyor, eğitip adam olmasını sağlıyordum. Sonra beni sevdiğini, hem de tutkuyla
    sevdiğini farkediyor, fakat ben anlamazlıktan geliyordum. (Niçin anlamazlıktan geldiğimi
    kendim de bilmiyordum, belki böyle yakısık aldığı için istiyordum.) Sonunda Liza deliye
    dönüyor; hıçkırıklar içinde titreyerek, bütün güzelliğiyle ayaklarıma kapanıyordu. Onu kötü
    yoldan kurtardığımı, dünyada en çok beni sevdiğini söylüyordu. Ben sasırmıs gibi; "Ne o,
    Liza yoksa seni sevmediğimi mi sanıyorsun?" diyordum. "Ben her seyi biliyorum, her seyin
    farkındayım, fakat ilk adımı kendim atmak istemedim. Çünkü senin üzerinde etkim olduğunu
    biliyor; sevgime sükran duygularının baskısıyla karsılık vermenden, beni sevmek için kendini
    zorlamandan korkuyordum. Ben böyle sey istemem, çünkü bu zorbalıktır... Duygusal inceliğe
    sığmaz... (Anlayacağınız gibi bundan sonra saçmalıyor, Avrupa romantizmi, George Sand
    üslubuyla soyluluk incileri sıralıyordum... ) Ama artık sen benimsin; bütün temizlik ve
    güzelliğinle benim eserim, biricik karımsın!"
    Tümünü Göster
    ···
  4. 54.
    0
    "Evime çekinmeden, serbestçe
    Evimin kadını olarak gir" (24)
    Böylece mutlu günler baslıyor, Avrupa ülkelerine gezmeye gidiyorduk, vb... vb... Sonunda
    hayallerimden kendim bile tiksinmeye baslıyor, dilimi çıkarıp kendimle alay ediyordum.
    Bunun arkasından da; "Bırakmazlar pis mendeburu, zaten onları her istedikleri zaman dısarı
    salmazlar, hele aksamları hiç!" diye düsünüyordum. (Nedense Liza'nın bana ille aksam üstü,
    hem de tam saat yedide geleceği doğuyordu içime.) "Peki ama bana henüz oranın malı
    olmadığını, simdilik özel bir anlasmayla çalıstığını söylemisti. Öyleyse... Hay aksi seytan!
    Gelecek, yüzde yüz gelecek!"
    Bereket versin o sıralar Apollon kabalıklarıyla beni oyalayıp bu konuyu daha az düsünmemi
    sağlıyordu, oyalıyordu. Ama neredeyse sabrım da tasmak üzereydi. Bu herif Tanrı'nın bana
    gönderdiği bas belası, ömür törpüsüydü. Birkaç yıldan beri birbirimizi iğnelemis durmustuk,
    sonunda ondan nefret eder olmustum. Arada bir içimde ona karsı kabaran nefreti bir Tanrı
    bilir, bir de ben. Apollon yaslı, oturaklı bir herifti; elinden dikis isleri bile gelirdi. (Neden
    böyle yaptığına bir türlü aklım ermedi.) O da beni küçük görür, değersiz bir varlıkmısım gibi
    bana tepeden bakardı. Neyse ki bu adamın bakısı herkese aynıydı. Herifin düzgün taranmıs
    sarı saçlarına, alnına düsürüp briyantinlediği perçemine, "V" harfi biçiminde kapattığı iri
    ağzına bakınca kendine çok güvenen birinin karsısında olduğunuzu hemen anlardınız. Son
    derece ukala bir adamdı, onun gibi bilgiç taslağını hiçbir yerde görmedim. Üstelik bir kibir,
    bir kibir; sanırsınız karsınızda Büyük Đskender duruyor! Herifçioğlu, kendi malıdır diye
    giysilerinin düğmelerine, tırnaklarına bile vurgundu. Bana karsı son derece katı davranırdı,
    öyle her karsılasmamızda yüz verip konusmazdı... Tenezzül edip bakacak olsa bile sert,
    kendinden emin, alaycı gözlerini yüzüme diker; bu aptalca bakıslarıyla beni deli ederdi.
    Görevini sanki bana büyük bir lütufta bulunuyormus gibi yapardı. Zaten benim için fazla bir
    sey yaptığı da yoktu hani! Hizmet etmek sanki onun görevi değildi. Her ay ona para vererek
    yanında tutmak zorunda kalan, dünyanın en salak adamı gözüyle bakardı bana. Ayda yedi
    rubleye evimde "ense yapmaya" lütfen razı olmus gibiydi. Herhalde bu adamdan çektiklerim
    yüzünden günahlarımın çoğu bağıslanacaktır.
    Herifin yürüyüsüne bile sinir olurdum. Hele o peltek peltek konusması yok mu ya,
    mendeburu dinlerken bütün cinlerim tepeme üsüsürdü. Dili ağzına büyük geldiğinden midir
    nedir, ıslık sesleri, sapırtılar çıkararak konusur; üstelik, pek büyük bir is yapıyormus gibi,
    bununla da caka satardı. Ellerini arkasına bağlayıp yere bakarak, ölçülü bir sesle, hecelere
    basa basa söylerdi her bir sözcüğü. Hele onun kendi bölmesinde Zebur okumasını bir
    dinleseniz! Bu Zebur okuması yüzünden neler çektiğimi ben bilirim... Aksamları ölüye dua
    ediyormus gibi tekdüze bir sesle, sözcükleri uzata uzata okumaya bayılırdı. Herifin bu
    çabalarının sonunun neye vardığını merak etmissinizdir: Apollon simdi ölülere parayla Zebur
    okuyor; ayrıca sıçan telef ediyor ve ayakkabı cilası yapıp satıyor. Benimle kimyasal olarak
    birlesmis gibiydi. Atamıyordum onu basımdan. Gerçi kovsam da gitmek onun isine
    gelmezdi... Bir pansiyona çıkmak istemiyordum, çünkü oturduğum ev, beni bütün dünyanın
    gözünden saklayan kabuğum, kılıfımdı, Apollon'u da evimin demirbası sayıyordum, bu
    yüzden tam yedi yıl onu basımdan savıp kurtulamadım.
    Aylığını iki-üç gün geciktirmek haddime mi düsmüs! Basıma öyle bir is çıkardı ki, ne
    yapacağımı sasırırdım. Đste o günlerde canımın sıkıntısından çatacak birini ararken, aklıma,
    Apollon'un aylığını iki hafta geciktirerek teresi cezalandırmak geldi. Zaten böyle bir seyi
    çoktandır, belki iki yıldır yapmak istiyordum. Bana kafa tutmaya hakkı olmadığını, istesem
    aylığını vermeyebileceğimi ona göstermeliydim. Ücret sözünü ağzıma almayacak, gururunu
    çiğnetip onu ilk olarak konusturuncaya kadar susacaktım. Sonunda çekmecemin gözünü açıp
    yedi rublesinin orada durduğunu söyleyerek; "Aylığını vermek istemediğim, evet, yalnızca
    istemediğim için vermiyorum!" diyecektim. Çünkü "efendisinin canı" böyle istiyordu, çünkü
    bir usak efendisine karsı saygısız, terbiyesiz olamazdı. Ama benden ücretini nazikçe isterse o
    zaman is değisirdi; belki yumusar, verirdim. Yoksa iki hafta, üç hafta, belki bir ay bosuna
    beklerdi.
    Ne kadar kızgın olursam olayım, sonunda gene ben yenildim. Hem de dört gün bile
    dayanamadım. Böyle durumlarda yaptığı gibi davrandı bu sefer de. (Daha önce de aynı seyi
    birkaç kez denediğim için, yere batası taktiğinin ne olduğunu çok iyi biliyordum.) Yaptığı
    suydu: Kaslarını iyice çatar, ben eve gelirken ya da giderken, giriste durarak bana birkaç
    dakika dik dik bakardı. Eğer bu bakısları tınmadan kendi islerime bakarsam, o da bir sey
    söylemeden öteki eziyetlere geçerdi. Đçerde okuduğum ya da giyindiğim sırada, ben
    çağırmadığım halde süzülür gibi odama girer; kapının önünde sessizce dururdu. Bir ayağı
    ilerde, bir eli de arkasında; bana öylece, eskisi gibi sert olmayan, açıkça küçük gören
    gözlerle bakmaya baslardı. Ona ne istediğini soracak olsam, karsılık vermez; beni süzmesini
    bir kaç saniye daha sürdürdükten sonra, anlamlı anlamlı dudak kıvırarak, olduğu yerde
    usulca döner; ağır adımlarla odasına giderdi. Bir-iki saat geçince bir de bakarım, Apollon
    aynı pozlarla gene karsımda... Öfkemden ne istediğini bile sormazdım. Herif buyururcasına,
    sert bir hareketle basını kaldırır; ben de gözlerimi ona dikerdim. Böylece birbirimizi iki-üç
    dakika süzerdik. En sonunda o gene geriye döner; kasılarak, ağır ağır, odasına çekilirdi. Ama
    yalnızca iki saatliğine...
    Ben hâlâ aklımı basıma toplamayıp, ona parasını vermemekte direniyorsam, Apollon
    gözlerime bakarak derin derin içini çekmeye baslardı. Sanki bu iç çekisiyle ruhça alçalısımın
    derinliğini ölçer gibiydi. Artık dayanamayıp pes edecek duruma gelirdim. Önce öfkeyle
    bağırıp çağırmaya baslar, sonra onun istediğini yapardım.
    Apollon bu sefer de her zamanki "sert bakıslar" taktiğine baslamıstı ki, tepem atarak
    kudurmus gibi üstüne atıldım. Zaten öfkeden çatacak birini arıyordum.
    Bir eli arkasında, yavas yavas dönüp sessizce odasına gitmek üzereyken, bütün öfkemle:
    - Dur! diye haykırdım. Buraya gel! Gel diyorum sana!
    Öyle yüksek sesle haykırmıs olmalıyım ki, hemen döndü, hayli afallayarak beni süzmeye
    basladı. Ama gene ağzını açıp tek söz söylemedi, bu da beni deli etmeye yetti.
    - Ne cesaretle ben çağırmadan odama giriyor, yüzüme dik dik bakıp duruyorsun? Haydi yanıt
    ver!
    Ama herif istifini bozmadan yarım dakika kadar baktı, sonra çıkmak üzere yürüdü.
    Sinirimden yerimde duramıyordum.
    - Dur! diye kükredim. Yerinden kıpırdama! Ha söyle... Simdi yanıt ver, ne diye odama girdin?
    Bana mısın demiyordu. Basını bir omzundan ötekine yavasça yatırıp kaslarını kaldırarak,
    fısıldayan, ölçülü sesiyle, ağır ağır:
    - Bana bir emriniz olur da yaparım, diye geldim, dedi.
    Öfkeden tir tir titriyordum.
    - Sana bunu sormuyorum, canavar, dangalak! Buraya niçin geldiğini ben söyleyeyim mi?
    Aylığını vermediğimi görüyor, boyun eğerek istemeyi gururuna yediremiyorsun. Bu yüzden
    ahmakça bakıslarınla canımı sıkmaya, beni cezalandırmaya çalısıyorsun. Ne salakça,
    sersemce, budalaca davrandığını biliyor musun? Canavar, Tanrı'nın cezası!
    Apollon bir sey olmamıs gibi dönüp gitmek üzereydi ki, yakasına yapıstım.
    - Dinle beni! Đste paran, görüyor musun? (Böyle diyerek çekmeceden parayı çıkardım.) Yedi
    rublen tastamam. Ama edebini takınarak, saygıyla gelip benden özür dilemedikçe zırnık
    alamazsın, anladın mı?
    - Olur mu öyle sey!
    Sesinde sasılacak bir güven vardı.
    - Olur, olur! diye bağırdım. Hem de bal gibi olur!
    Adam benim bağırmalarımı tınmıyormus gibi, aynı ölçülü sesiyle karsılık verdi:
    - Sizden özür dilemem için sebep yok, çünkü bana "Canavar" diye bağıran sizsiniz. Üstelik
    beni küçük düsürdüğünüz için sizi karakola bile verebilirim.
    - Ne duruyorsun, haydi versene!.. Haydi, hemen su dakika, su saniye! Đstediğini
    yapabilirsin!.. Gene de canavarsın! Canavar!..
    Apollon bana söyle bir baktı, onu yüksek sesle çağırmama aldırmadan arkasına dönüp salına
    salına gitti.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 55.
    0
    Yalnız kalınca, "Hep su Liza'nın yüzünden, o olmasaydı bunlar basıma gelmezdi," diye
    düsündüm. Bir dakika kadar bekledikten sonra bütün ciddiyetimi takınarak, kasıla kasıla
    paravanın arkasına, Apollon'un kaldığı bölmeye yürüdüm. Yüreğim küt küt atıyordu. Ağır ağır
    konustuğum halde tıkanacak gibi:
    - Apollon! dedim. Hemen karakola git, buraya çabuk polis gelsin!
    Apollon masasına oturmus, gözlüğünü takarak dikise baslamıstı. Emrimi duyunca gülmemek
    için kendini zor tuttu.
    - Hemen, hemen, simdi gideceksin! Yoksa basına gelecekleri kendin bilirsin!
    Kafasını bile kaldırmadan, iğneye iplik saplamaya çalısıyordu. Fısıltılı sesiyle, ağır ağır;
    - Aklınızdan zorunuz var anlasılan, dedi. Birinin kendisini polise gibâyet ettiği nerede
    görülmüs! Hem bosuna beni korkutmak için uğrasmayın, elinize bir sey geçmez.
    Omzundan tuttum, çığlık halinde çıkan sesimle:
    - Hadi git! diye bağırdım.
    Az kalsın suratına bir tane patlatacaktım.
    Bu sırada giris kapısının yavasça aralandığını, birinin sessizce içeriye girerek orada durup bizi
    saskın saskın seyrettiğini hiç mi hiç farketmemistim. Basımı çevirip gelenin kim olduğunu
    görünce utancımdan kendimi odama dar attım. Orada iki elimle saçlarımı yakalayıp basımı
    duvara dayayarak, öylece donmus kalmısım.
    Bir iki dakika sonra Apollon'un ağır ayak sesleri duyuldu. Kaslarını çatarak:
    - Bir kadın sizi istiyor, dedi, yana çekilerek girmesi için Liza'ya yol verdi. Kendisi oradan
    çıkmıyor, bizi alaycı gözlerle süzüyordu.
    Ne yaptığımı bilmeyerek:
    - Çık dısarı, çık! diye bağırdım.
    Bu sırada benim duvar saati gerinir gibi yaptı, hırıldadı, yediyi vurdu.
    IX
    Evime çekinmeden, serbestçe
    Evimin kadını olarak gir...
    Liza'nın karsısında utancımdan yerin dibine geçmistim; pek saskın, pek bitkindim. Gene de
    bir yandan gülümsüyor, bir yandan da -tıpkı biraz önce sinirlerimin bozuk olduğu bir sırada
    düsündüğüm gibi- içi pamuklu, paçavraya dönmüs sabahlığımın önünü kavusturmaya
    çalısıyordum. Apollon tepemizde birkaç dakika dikildikten sonra çekildi gitti, ama ben
    bundan bir rahatlık duymadım. Daha da kötüsü, kızın karsımda apısıp kalmasıydı. Đste bunu
    hiç beklemiyordum. Anlasılan, beni böyle görünce ne diyeceğini sasırmıstı.
    Kurulmus bir makine gibi:
    - Otur! dedim.
    Masanın yanındaki sandalyeyi ona doğru iterek kendim divana geçtim. Liza, hep bir seyler
    bekliyormus gibi, benden gözlerini ayırmadan usulca oturdu. Onun bu çocuksu bekleyisi
    kanımın beynime sıçramasına yetti, ama kendimi tutmasını bildim.
    Bütün bunlar olağan seylermis, hiçbirinin farkına varmamıs gibi yapamaz mıydı sanki! Ama
    Liza... Bunun ona çok pahalıya oturacağını belli belirsiz seziyordum.
    Kekeleye kekeleye:
    - Beni tuhaf bir durumda yakaladın, Liza, dedim.
    Oysa söze böyle baslamamam gerektiğini biliyordum.
    Kızın birden kızardığını görerek:
    - Hayır, hayır, aklına kötü bir sey gelmesin! diye bağırdım. Yoksulluğumdan utandığımı
    sanma... Tersine, yoksulluğumla övünürüm. Yoksulum ama soyluyum da... Đnsan hem
    yoksul, hem de soylu olabilir... Neyse, neyse... Çay içer misin?
    - Hayır...
    - Dur biraz...
    Yerimden fırlayarak Apollon'un yanına seğirttim. Neresi olursa olsun, kendimi bir yerlere
    atmalıydım.
    O zamana dek avcumda sıktığım yedi rubleyi önüne fırlatarak, fısıltıyla, çabuk çabuk:
    - Apollon, dedim, iste aylığın! Görüyorsun ya, veriyorum. Buna karsılık sen de beni bu zor
    durumdan kurtarmalısın. Hemen su çayhaneye kos, biraz çayla on gevrek al. Gitmezsen
    benim mahvıma neden olursun. Bu kadını tanımıyorsun... O benim her seyimdir... Belki
    aklından kötü seyler geçiyor. Ama onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..
    Tekrar gözlüğünü takıp dikisinin basına oturmus olan Apollon iğneyi elinden bırakmadan
    paraya sessizce, yan yan baktı. Sonra beni takmıyormus gibi, tek sözle karsılık vermeksizin,
    ipliği iğneye saplama isine koyuldu.
    Kollarımı Napolyon gibi kavusturarak, iki üç dakika karsısında dikildim. Sakaklarım terden
    sırsıklamdı, betimin benzimin attığını hissediyordum. Neyse ki Apollon bu halimi görüp acıdı.
    Đplik geçirme isini bitirince yerinden ağır ağır kalktı, sandalyeyi ağır ağır yana çekti,
    gözlüklerini ağır ağır çıkardı; aynı ağırlıkla parasını sayıp basını bana çevirerek, omzunun
    üstünden çayın iki kisilik mi olacağını sordu. Sonra ağır ağır odadan çıktı.
    Liza'nın yanına dönerken su rezil sabahlığımla kendimi sokağa atmayı, sonunda basıma ne
    gelirse gelsin, canımın istediği yere kosmayı bütün benliğimle istiyordum.
    Gelip yerime oturdum. Liza bana tasayla bakıyordu. Birkaç dakika konusmadan bekledik.
    Ben birden yumruğumu masaya indirerek:
    - Onu geberteceğim! diye kükredim.
    Ne kadar hızlı vurmussam üstündeki hokkadan masaya mürekkep sıçradı.
    Liza irkildi.
    - Aman, ne yapıyorsunuz!
    - Onu geberteceğim, geberteceğim! diye haykırarak masayı yumruklamayı sürdürdüm.
    Bir yandan bütün hıncımla vururken, bir yandan da öfkemin ne kadar saçma olduğunu
    düsünüyordum.
    - Sen onun ne canavar olduğunu bilmezsin, Liza! Ah, o ne katildir... O simdi gevrek almaya
    gitti, o...
    Böyle diyerek ağlamaya basladım. Kendimi tutamıyordum. Hıçkırıklar arasında utancımdan
    kahroluyordum.
    Liza korkmustu. Çevremde fır fır dönerken:
    - Size ne oldu? Neyiniz var? diye soruyordu.
    - Su ver, biraz su ver bana! Đste surada!..
    Zayıf bir sesle böyle mırıldanırken, ne suya, ne de mırıldanarak konusmaya gereksinmem
    olduğunu biliyordum. Geçirdiğim bunalım gerçek olmakla birlikte, durumumu kurtarmak için
    numara yaptığıma kalıbımı basarım.
    Liza, gözlerinden saskınlık okunarak, bana suyu verdi. Tam o sırada Apollon da çayı getirdi.
    Bütün bu olanlardan sonra her gün içtiğimiz olağan çayın o sırada pek yersiz, pek zavallı
    kaçtığını hissettim; yüzüm kızardı. Apollon bize bakmadan çıktı.
    Gözlerimi kızın gözlerine dikerek;
    - Liza, beni küçük görüyorsun, değil mi? dedim.
    Hakkımda ne düsündüğünü merakla beklerken titriyordum. Kız utandı, ağzından tek söz
    çıkmadı.
    Öfkeyle;
    - Çayını iç! dedim.
    Kendime kızıyordum ama acımı ondan çıkarıyordum. Ona karsı duyduğum öfkeden dolayı kızı
    gözümü kırpmadan öldürebilirdim. Hırsımdan onunla tek bir sözcük konusmamaya karar
    verdim. "Her seye o sebep oldu" diye düsünüyordum.
    Bes dakika süren bir sessizlik oldu. Çay masada durduğu halde ikimiz de elimizi
    sürmüyorduk. Önce kendisi baslamayacağına göre, Liza'yı güç duruma sokmak için isi çay
    içmemeye kadar vardırmıstım. Üzüntüyle karısık bir saskınlıkla kızcağız birkaç kez yüzüme
    baktı. Ben susmakta direniyordum. Bu durumda en çok acı çeken gene bendim, çünkü hem
    yersiz öfkemin iğrenç denecek kadar bayağı olduğunu biliyor, hem de bundan kendimi
    kurtaramıyordum.
    Liza uzayıp giden sessizliği bozmak için:
    - Ben oradan... Sey... Temelli çıkmak istiyorum, diye basladı.
    Ah zavallı, zaten pek anlamsız olan böyle bir anda, benim gibi ahmağın birine bu konuyu
    açmanın sırası mıydı? Kızcağızın bu beceriksizliğini, bu gereksiz açık yürekliliğini görünce
    benim bile yüreğim acıyla burkuldu. Ama çok geçmeden içimde rezilce bir duygu kabararak
    bu acıma hissimi alt etti; hatta bununla da kalmayarak, daha kötü seyler yapmam için beni
    dürtmeye basladı. Böylece bes dakika daha geçti.
    Liza sandalyesinden doğruldu, ürkek bir sesle, yavasça:
    - Sizi fazla rahatsız etmeyeyim, dedi.
    Yaralanmıs bir gururun ilk tepkisini görünce, öfkeden titremeye basladım, ondan sonra açtım
    ağzımı, yumdum gözümü:
    - Buraya niçin geldin, niçin geldin, söyler misin?..
    Tıkanacak gibi oluyor, neyi nasıl söylediğime pek aldırmıyordum. Hatta nereden
    baslayacağımı bile bilmeden anlatacaklarımı bir çırpıda bitirmek istiyordum. Artık kendimde
    değildim.
    Tümünü Göster
    ···
  6. 56.
    0
    Yalnız kalınca, "Hep su Liza'nın yüzünden, o olmasaydı bunlar basıma gelmezdi," diye
    düsündüm. Bir dakika kadar bekledikten sonra bütün ciddiyetimi takınarak, kasıla kasıla
    paravanın arkasına, Apollon'un kaldığı bölmeye yürüdüm. Yüreğim küt küt atıyordu. Ağır ağır
    konustuğum halde tıkanacak gibi:
    - Apollon! dedim. Hemen karakola git, buraya çabuk polis gelsin!
    Apollon masasına oturmus, gözlüğünü takarak dikise baslamıstı. Emrimi duyunca gülmemek
    için kendini zor tuttu.
    - Hemen, hemen, simdi gideceksin! Yoksa basına gelecekleri kendin bilirsin!
    Kafasını bile kaldırmadan, iğneye iplik saplamaya çalısıyordu. Fısıltılı sesiyle, ağır ağır;
    - Aklınızdan zorunuz var anlasılan, dedi. Birinin kendisini polise gibâyet ettiği nerede
    görülmüs! Hem bosuna beni korkutmak için uğrasmayın, elinize bir sey geçmez.
    Omzundan tuttum, çığlık halinde çıkan sesimle:
    - Hadi git! diye bağırdım.
    Az kalsın suratına bir tane patlatacaktım.
    Bu sırada giris kapısının yavasça aralandığını, birinin sessizce içeriye girerek orada durup bizi
    saskın saskın seyrettiğini hiç mi hiç farketmemistim. Basımı çevirip gelenin kim olduğunu
    görünce utancımdan kendimi odama dar attım. Orada iki elimle saçlarımı yakalayıp basımı
    duvara dayayarak, öylece donmus kalmısım.
    Bir iki dakika sonra Apollon'un ağır ayak sesleri duyuldu. Kaslarını çatarak:
    - Bir kadın sizi istiyor, dedi, yana çekilerek girmesi için Liza'ya yol verdi. Kendisi oradan
    çıkmıyor, bizi alaycı gözlerle süzüyordu.
    Ne yaptığımı bilmeyerek:
    - Çık dısarı, çık! diye bağırdım.
    Bu sırada benim duvar saati gerinir gibi yaptı, hırıldadı, yediyi vurdu.
    IX
    Evime çekinmeden, serbestçe
    Evimin kadını olarak gir...
    Liza'nın karsısında utancımdan yerin dibine geçmistim; pek saskın, pek bitkindim. Gene de
    bir yandan gülümsüyor, bir yandan da -tıpkı biraz önce sinirlerimin bozuk olduğu bir sırada
    düsündüğüm gibi- içi pamuklu, paçavraya dönmüs sabahlığımın önünü kavusturmaya
    çalısıyordum. Apollon tepemizde birkaç dakika dikildikten sonra çekildi gitti, ama ben
    bundan bir rahatlık duymadım. Daha da kötüsü, kızın karsımda apısıp kalmasıydı. Đste bunu
    hiç beklemiyordum. Anlasılan, beni böyle görünce ne diyeceğini sasırmıstı.
    Kurulmus bir makine gibi:
    - Otur! dedim.
    Masanın yanındaki sandalyeyi ona doğru iterek kendim divana geçtim. Liza, hep bir seyler
    bekliyormus gibi, benden gözlerini ayırmadan usulca oturdu. Onun bu çocuksu bekleyisi
    kanımın beynime sıçramasına yetti, ama kendimi tutmasını bildim.
    Bütün bunlar olağan seylermis, hiçbirinin farkına varmamıs gibi yapamaz mıydı sanki! Ama
    Liza... Bunun ona çok pahalıya oturacağını belli belirsiz seziyordum.
    Kekeleye kekeleye:
    - Beni tuhaf bir durumda yakaladın, Liza, dedim.
    Oysa söze böyle baslamamam gerektiğini biliyordum.
    Kızın birden kızardığını görerek:
    - Hayır, hayır, aklına kötü bir sey gelmesin! diye bağırdım. Yoksulluğumdan utandığımı
    sanma... Tersine, yoksulluğumla övünürüm. Yoksulum ama soyluyum da... Đnsan hem
    yoksul, hem de soylu olabilir... Neyse, neyse... Çay içer misin?
    - Hayır...
    - Dur biraz...
    Yerimden fırlayarak Apollon'un yanına seğirttim. Neresi olursa olsun, kendimi bir yerlere
    atmalıydım.
    O zamana dek avcumda sıktığım yedi rubleyi önüne fırlatarak, fısıltıyla, çabuk çabuk:
    - Apollon, dedim, iste aylığın! Görüyorsun ya, veriyorum. Buna karsılık sen de beni bu zor
    durumdan kurtarmalısın. Hemen su çayhaneye kos, biraz çayla on gevrek al. Gitmezsen
    benim mahvıma neden olursun. Bu kadını tanımıyorsun... O benim her seyimdir... Belki
    aklından kötü seyler geçiyor. Ama onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..
    Tekrar gözlüğünü takıp dikisinin basına oturmus olan Apollon iğneyi elinden bırakmadan
    paraya sessizce, yan yan baktı. Sonra beni takmıyormus gibi, tek sözle karsılık vermeksizin,
    ipliği iğneye saplama isine koyuldu.
    Kollarımı Napolyon gibi kavusturarak, iki üç dakika karsısında dikildim. Sakaklarım terden
    sırsıklamdı, betimin benzimin attığını hissediyordum. Neyse ki Apollon bu halimi görüp acıdı.
    Đplik geçirme isini bitirince yerinden ağır ağır kalktı, sandalyeyi ağır ağır yana çekti,
    gözlüklerini ağır ağır çıkardı; aynı ağırlıkla parasını sayıp basını bana çevirerek, omzunun
    üstünden çayın iki kisilik mi olacağını sordu. Sonra ağır ağır odadan çıktı.
    Liza'nın yanına dönerken su rezil sabahlığımla kendimi sokağa atmayı, sonunda basıma ne
    gelirse gelsin, canımın istediği yere kosmayı bütün benliğimle istiyordum.
    Gelip yerime oturdum. Liza bana tasayla bakıyordu. Birkaç dakika konusmadan bekledik.
    Ben birden yumruğumu masaya indirerek:
    - Onu geberteceğim! diye kükredim.
    Ne kadar hızlı vurmussam üstündeki hokkadan masaya mürekkep sıçradı.
    Liza irkildi.
    - Aman, ne yapıyorsunuz!
    - Onu geberteceğim, geberteceğim! diye haykırarak masayı yumruklamayı sürdürdüm.
    Bir yandan bütün hıncımla vururken, bir yandan da öfkemin ne kadar saçma olduğunu
    düsünüyordum.
    - Sen onun ne canavar olduğunu bilmezsin, Liza! Ah, o ne katildir... O simdi gevrek almaya
    gitti, o...
    Böyle diyerek ağlamaya basladım. Kendimi tutamıyordum. Hıçkırıklar arasında utancımdan
    kahroluyordum.
    Liza korkmustu. Çevremde fır fır dönerken:
    - Size ne oldu? Neyiniz var? diye soruyordu.
    - Su ver, biraz su ver bana! Đste surada!..
    Zayıf bir sesle böyle mırıldanırken, ne suya, ne de mırıldanarak konusmaya gereksinmem
    olduğunu biliyordum. Geçirdiğim bunalım gerçek olmakla birlikte, durumumu kurtarmak için
    numara yaptığıma kalıbımı basarım.
    Liza, gözlerinden saskınlık okunarak, bana suyu verdi. Tam o sırada Apollon da çayı getirdi.
    Bütün bu olanlardan sonra her gün içtiğimiz olağan çayın o sırada pek yersiz, pek zavallı
    kaçtığını hissettim; yüzüm kızardı. Apollon bize bakmadan çıktı.
    Gözlerimi kızın gözlerine dikerek;
    - Liza, beni küçük görüyorsun, değil mi? dedim.
    Hakkımda ne düsündüğünü merakla beklerken titriyordum. Kız utandı, ağzından tek söz
    çıkmadı.
    Öfkeyle;
    - Çayını iç! dedim.
    Kendime kızıyordum ama acımı ondan çıkarıyordum. Ona karsı duyduğum öfkeden dolayı kızı
    gözümü kırpmadan öldürebilirdim. Hırsımdan onunla tek bir sözcük konusmamaya karar
    verdim. "Her seye o sebep oldu" diye düsünüyordum.
    Bes dakika süren bir sessizlik oldu. Çay masada durduğu halde ikimiz de elimizi
    sürmüyorduk. Önce kendisi baslamayacağına göre, Liza'yı güç duruma sokmak için isi çay
    içmemeye kadar vardırmıstım. Üzüntüyle karısık bir saskınlıkla kızcağız birkaç kez yüzüme
    baktı. Ben susmakta direniyordum. Bu durumda en çok acı çeken gene bendim, çünkü hem
    yersiz öfkemin iğrenç denecek kadar bayağı olduğunu biliyor, hem de bundan kendimi
    kurtaramıyordum.
    Liza uzayıp giden sessizliği bozmak için:
    - Ben oradan... Sey... Temelli çıkmak istiyorum, diye basladı.
    Ah zavallı, zaten pek anlamsız olan böyle bir anda, benim gibi ahmağın birine bu konuyu
    açmanın sırası mıydı? Kızcağızın bu beceriksizliğini, bu gereksiz açık yürekliliğini görünce
    benim bile yüreğim acıyla burkuldu. Ama çok geçmeden içimde rezilce bir duygu kabararak
    bu acıma hissimi alt etti; hatta bununla da kalmayarak, daha kötü seyler yapmam için beni
    dürtmeye basladı. Böylece bes dakika daha geçti.
    Liza sandalyesinden doğruldu, ürkek bir sesle, yavasça:
    - Sizi fazla rahatsız etmeyeyim, dedi.
    Yaralanmıs bir gururun ilk tepkisini görünce, öfkeden titremeye basladım, ondan sonra açtım
    ağzımı, yumdum gözümü:
    - Buraya niçin geldin, niçin geldin, söyler misin?..
    Tıkanacak gibi oluyor, neyi nasıl söylediğime pek aldırmıyordum. Hatta nereden
    baslayacağımı bile bilmeden anlatacaklarımı bir çırpıda bitirmek istiyordum. Artık kendimde
    değildim.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 57.
    0
    - Niçin geldin? Ha? Yanıt ver! Haydi, yanıt ver! Bak kızım, niçin geldiğini ben söyleyeyim: O
    gün sana dokunaklı laflar ettim diye geldin. Bir süre geçince gene duygulandın, canın
    "dokunaklı laflar" isitmek istedi, öyle değil mi? Sunu iyice kafana sok, o zaman seninle alay
    etmistim. Simdi de alay ediyorum. Niçin titriyorsun? Evet, alay ettim! Evinize benden önce
    gelenler yemekte beni küçük düsürmüslerdi. Onlardan birini, bir subayı dövmek için oraya
    gelmistim. Olmadı, yakalayamadım. Küçük düsürülmenin hıncını birinden almalıydım; o
    sırada, senin yakan elime geçti, ben de bütün hıncımı senden aldım. Eğlendim seninle.
    Benim gururumla oynadılar, ben de sana aynı seyi yaptım; beni paçavraya çevirdiler, bense
    ölmediğimi göstermek istedim... Đste isin aslı buydu. Oysa sen, oraya seni kurtarmak
    niyetiyle geldiğimi sandın. Öyle değil mi? Hadi, söyle, öyle sanmadın mı?
    Onun bu söz kalabalığı arasından hepsini birden anlayamayacağını biliyordum, ama isin
    aslını kavrayacağından emindim. Düsündüğüm gibi de oldu. Liza'nın yüzü sarardı, bozardı;
    bir seyler söylemek istediyse de dudakları büzüldü, tırpan yemis gibi sandalyeye yığıldı.
    Bundan sonra, korkudan titreyip gözlerini belerterek, bütün söylediklerimi ağzı açık dinledi.
    Sözlerimdeki arsızlık, utanmazlık onu ağırlığıyla ezmisti... Ayağa fırlayıp odayı hızlı adımlarla
    bir ileri, bir geri arsınlayarak bağıra bağıra:
    - Kurtarmak mı! diye devam ettim. Seni nasıl kurtaracakmısım? Belki benim durumum
    seninkinden de berbat! O gün sana bir sürü maval okurken, neden suratıma, "Senin burada
    ne isin var? Git aklını kendine sakla" diye bağırmadın! O zaman birileriyle, kedinin sıçanla
    oynadığı gibi oynamak istiyordum. Seni küçük düsürmekle, ağlayıp sızlamana sebep olmakla
    istediğimi elde ettim. Ama sünepenin, yufka yüreklinin biri olduğum için dayanamadım. Sana
    adresimi verdiğim için aptallığıma doymayayım! O gün daha eve gelmeden pisman olmus,
    arkandan sana ağzıma geleni söylemistim. Seni aldattığım için senden nefret ediyordum.
    Çünkü, benim tek isteğim, sözcüklerle oynamak, hayalimi isletmekti. Yoksa, baskasından
    bana ne? Hepinizin canı cehenneme!.. Ben huzur istiyorum, huzur! Bunu elde etmek için
    bütün dünyayı bes paraya değisirim. Bana: "Güzel bir çay içmek mi istersin, yoksa dünyanın
    batmasını mı?" diye sorsalar, hemen "Çay içmek!" diye bağırırım. Bunu biliyor muydun? Ha?
    Ben alçağın, onursuzun, bencilin, tembelin biriyim. Sen geleceksin diye korkumdan, üç
    gündür dünya basıma zindan oldu. Bu üç gün beni en çok neyin kaygılandırdığını biliyor
    musun? Ben sana söyleyeyim: O gün karsına bir kahraman gibi çıkmıstım, oysa burada yırtık
    sabahlığımla yoksulluk, pislik içindeyim. Biraz önce yoksulluğumdan utanmadığımı söyledim.
    Yalan! Dünyada bundan korktuğum kadar hiçbir seyden korkmuyorum. Hatta hırsızlık
    yapmaktan dahi... Çok gururluyum, bu çıplaklığımla derimi soymuslar gibi havanın en ufak
    değismesinden huysuzlanıyorum. Beni bu lime lime sabahlığımla yakaladığın için seni
    bağıslamayacağımı hâlâ kafan almadı mı? Kurtarıcın, eski gözağrın üstü bası dökülen, uyuz
    bir it gibi usağının üzerine atılmıs, berikiyse onunla alay ediyor!.. Sümsük bir karı gibi
    karsında göz yaslarımı tutamayısımı hiçbir zaman bağıslamayacağım, bunu sana
    ödeteceğim. Hepsi için, hatta su sana söylediklerim için seni affetmeyeceğim! Çünkü bütün
    bunlardan tek sen sorumlusun. Çünkü elime sen geçtin. Çünkü ben alçağın biriyim.
    Yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en zavallısı, en aptalı, en kıskancı benim.
    Onların benden kalır yanları yok, ama ne bileyim, onlar utanma bilmiyorlar. Bense... Bense...
    En beğenmediğim bir kimseden bile azar isitiyorum. Đste ben böyle bir adamım! Ama, sen
    beni anlamıyorsan ne yapayım? Hem, senin orada pisi pisine gebermen de vız gelir bana!
    Sonra, buraya geldiğin, beni dinlediğin için senden iğreneceğim hiç aklıma gelmiyor mu?
    Đnsan yasadığı sürece ancak bir kez bütün içindekileri döker, o da iyice bunalıma düstükten
    sonra... Daha benden ne istiyorsun? Bütün olanlardan sonra neden hâlâ karsımda dikilmis,
    canımı sıkıyorsun! Haydi, durma, bas git!
    Tam bu sırada tuhaf bir sey oldu.
    Her seyi kitaplarda olduğu gibi düsünüp tasarlamaya, olayları önceden hayalimde
    canlandırdığım biçimde görmeye alıstığım için, durumu birdenbire kavrayamadım.
    Ezdiğim, küçük düsürdüğüm Liza, beni umduğumdan daha iyi anlamıstı. Seven bir kadının
    erkeğiyle ilgili olarak gözünden kaçmayacak her seyi, özellikle mutsuz olduğumu fark
    etmisti.
    Yüzündeki ürkek, gücenik anlatım yerine, yavas yavas, acımayla karısık bir sasırma geldi.
    Kendime alçaklık, namussuzluk sıfatları yakıstırdıkça, gözlerimden yaslar bosandıkça (Bütün
    konusma süresince ağlamıstım.), onun yüzü de acıyla burusuyordu. Birkaç kez yerinden
    doğrularak beni susturmaya çalıstı. Konusmamı bitirirken, "Haydi, durma, bas git!" diye
    bağırmama da hiç aldırmadı. Onun gibi zavallı, bitik, kendini benden oranlanamayacak
    derecede asağı gören bir kızın bana öfkelenmemesi, gücenmemesi olacak sey miydi?
    Đçten gelen bir taskınlıkla, birdenbire ayağa fırlayarak bana doğru atıldı. Fakat benden
    korktuğu için, kıpırdamaksızın ellerini uzattı. Onun bu hareketini görünce benim bile yüreğim
    sızladı; yüzüm kızardı. O sırada boynuma sarılmıstı, ağlıyordu. Kendimi tutamayarak, ben
    de, yasamımda hiç olmadık bir biçimde, katıla katıla ağlamaya basladım.
    - Bırakmıyorlar... Đyi... Đyi olamıyorum... diyebildim ancak.
    Sonra kendimi divana güçlükle atarak, orada yüzükoyun, bir çeyrek saat kadar hıçkırıklara
    boğuldum. Liza da yanıma gelmis, kollarıyla beni sararak öylece kalmıstı.
    Bu hıçkırık nöbetinin nasıl olsa bir sonu olacaktı. Đste ben de (Simdi size yüz kızartıcı bir
    gerçeği açıklayacağım.) böyle, divanda yüzümü eski deri bir yastığa gömerek yatarken,
    içimde bir değigibliğin uyanmaya basladığını hissettim. Önce yavastan yavasa gelen, sonra
    da gücünü gittikçe artıran bir duygu, bana yüzümü kaldırıp Liza'ya bakmamın çok ayıp bir
    sey olacağını söylüyordu. Neden utanacağımı bilmediğim halde utanıyordum. Allak bullak
    olmus zihnimden söyle geçiyordu: "Simdi rollerimiz tümüyle değisti. Artık kahraman sen
    değilsin, Liza'dır. Sen de, tıpatıp dört gün önce karsında ezilip büzülen o zavallı kızın
    yerindesin... " Bütün bunları daha divanda yüzükoyun yatarken düsünüyordum.
    Aman Tanrım! Yoksa Liza'yı kıskanıyor muydum!..
    Bu konuyu simdiye dek çözmüs değilim, o zamansa fazla bir sey anlayamamıstım. Birilerini
    ezip hükmetmekten, zorbaca davranmaktan hoslanmayacağım, böyle yasayamayacağım bir
    gerçekti... Ama... Düsüncelerle her seyi açıklayabilmek ne mümkün! Öyleyse uzun boylu
    kafa yormak da bosuna...
    En sonunda kendimi zorlayarak basımı kaldırdım, bunu nasıl olsa yapacaktım. Simdi bile
    kuskum yok, yalnızca ona bakmaktan utanç duyacağım için, o anda içimde bir duygu -
    hükmetmek, sahip olmak duygusu- alevlendi. Gözlerim sehvetle parladı, kızın ellerini sımsıkı
    tuttum. Ondan son derece nefret ettiğim halde beni ona kuvvetle çeken bir sey vardı. Bu iki
    duygu birbirini körüklüyor, bazen karısarak hınca dönüsüyordu... Liza'nın yüzünde önce
    korkuya benzeyen bir saskınlık belirdi, ama bu bir an sürdü. Sonra beni istekle, coskuyla
    kucakladı.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 58.
    0
    X
    Bir çeyrek saat sonra odamda bir asağı, bir yukarı deli gibi dolasıyor; ikide bir sabırsızlıkla
    paravana yaklasarak, aralıktan Liza'yı gözlüyordum. Basını yatağa koymus olarak sandalyede
    oturan Liza, öyle sanıyorum ki, ağlıyordu. Canım çok sıkkındı. Neden kalkıp gitmeyi akıl
    edemiyordu bu kadın?
    Bu sefer artık her seyi anlamıstı. Onu çok, hem de pek çok gücendirmistim ama... Bunu
    sizlere anlatmanın ne gereği var? Deminki sehvet kasırgasının, onu bir kere daha küçük
    düsürmeyi hedef tutan bir öç alma duygusu olduğunu, sebepsiz kinimeyse simdi bir yenisinin
    eklendiğini seziyordu. Evet, onu kıskandığım için ondan nefret ediyordum... Bununla birlikte,
    onun durumu tüm açıklığıyla kavradığını söyleyemeyeceğim. Ancak benim alçağın biri
    olduğumu, hele onu hiç sevemeyeceğimi kesin olarak anlamıstı.
    Biliyorum, gene yalan uydurduğumu; yeryüzünde benim kadar kötü, benim kadar budala bir
    insanın bulunmayacağını söyleyecekler. Üstelik Liza'yı sevmememin, hiç olmazsa sevgisini
    takdir etmememin mümkün olamayacağını ileri sürecekler... Ben de onlara "Neden olmasın?"
    diye soracağım. "Artık sevemeyecek bir insan olduktan; sevgiyi manen üstün olmak, zorbalık
    yapmak olarak kabul ettikten sonra?.." Evet, ben yasam boyunca sevginin baska türlüsünü
    düsünememisimdir; simdi bile sevginin sevilen tarafından kendi isteğiyle verilen,
    karsısındakinin ona hükmetme hakkı olduğuna inanıyorum. Yeraltı hayallerimde bile sevgiyi
    yasama kavgasının dısında düsünemedim. Hayallerimde sevgi nefretle baslayıp manen
    üstünlüğümle bitmistir; ama sonunda dize getirdiğim kadını ne yapacağımı bilememistim.
    Bunun anlasılamayacak bir yanı yok. Liza'nın bana "dokunaklı sözler" dinlemeye geldiği
    inancıyla onu utandıracak, rezil edecek derecede, manevi varlığım çürümüs, "canlı
    yasam"dan kopmussam; kadının bütün kurtulusunun, yasama bağlanısının, kendini
    bulusunun ancak sevmekle mümkün olduğunu bile bile, Liza'nın hiç de dokunaklı sözler
    duymak için değil, yalnızca beni sevmek için geldiği kafama dank dememisse, bunda
    anlasılmayacak ne var?
    Bununla birlikte, odada hızlı hızlı yürüyüp ikide bir paravananın aralığından Liza'yı
    gözetlerken ondan pek öyle nefret etmiyordum. Benim dayanılamayacak kertede canımı
    sıkan, onun burada bulunmasıydı. Bir an önce gözümün önünden çekip gitmesini istiyordum.
    "Huzur" istiyordum, yeraltında yalnız basıma kalmak istiyordum. Alısamadığım "canlı yasam"
    beni, soluğumu kesecek derecede bunaltmaya baslamıstı.
    Birkaç dakika geçtiği halde, Liza bayılmıs gibi olduğu yerde duruyordu. Aklını basına
    getirmek için yüzsüzlüğü paravanı tıklatmaya kadar vardırdım... Liza birden silkindi,
    sandalyesinden ayağa fırladı; atkısını, sapkasını, kürkünü aramaya basladı. O da benden bir
    an önce kurtulmak istiyor gibiydi. Đki dakika sonra paravanın arkasından ağır ağır çıkarak,
    durgun bakıslarını yüzüme dikti. Kötü kötü gülümseyerek karsılık verdim. Nezaket gereği,
    zoraki gülümsediğim belliydi. Sonra da yüzümü öbür yana çevirdim.
    Liza kapıya doğru yürüyerek:
    - Allahaısmarladık, dedi.
    Ben hemen arkasından kostum, elini yakalayıp avucunu açtım, içine hazırladığım kâğıt
    parayı sokusturdum, sonra yeniden kapattım. Daha sonra da onu görmemek için arkamı
    dönüp kendimi odanın öbür ucuna attım...
    Az kalsın su anda bile yalana sapacak; bu hareketi istemeyerek, kendimi bilmeden,
    düsüncesizliğimden yaptığımı söyleyecektim. Ama bu sefer yalan söylemek istemiyorum ve
    avucunu açıp içine para koymayı ona kötülük olsun diye yaptığımı söylüyorum. Bunu, Liza
    paravanın arkasındayken, ben odada bir asağı bir yukarı dolasırken kafama koymustum.
    Yalnız surası bir gerçek ki, bile bile bir kötülük islemekle birlikte, bunu içten, ta derinden
    isteyerek değil, baskalarının yaptığı gibi yaramazlık olsun diye, düsünüp tasındıktan sonra
    yapmıstım. Ancak yaramazlığım o derece baskalarına özenti sonucu, uyduruk, düsünce
    ürünü, kitaptan alınmaydı ki, buna kendim bile yalnızca bir dakika dayanabildim. Biraz önce
    yüzünü görmemek için kendimi odanın öbür ucuna attığım halde simdi onu yolundan geri
    çevirmek istiyordum.
    Daire kapısını açıp kulak verdim. Çekine çekine:
    - Liza! Liza! diye fısıldadım.
    Yanıt yoktu. Alt basamaklardan ayak seslerini isitir gibi oldum. Sesimi yükselterek:
    - Liza! diye bağırdım.
    Gene yanıt yoktu. O sırada asağıdan camlı ağır sokak kapısının gıcırdıya gıcırdıya açıldığını,
    sonra da sertçe çarparak kapandığını isittim. Merdiven bosluğundan bir uğultu yükseldi.
    Gitmisti. Dalgın dalgın odama döndüm. Sıkıntıdan boğulacak gibiydim.
    Masanın önünde, Liza'nın oturduğu sandalyenin yanında durarak bos bakıslarımı önüme
    dikmistim. Bir dakika kadar böylece durduktan sonra, birden irkilerek kendime geldim.
    Önümdeki masada, biraz önce Liza'nın avcuna sıkıstırmıs olduğum, mavi burusuk bes ruble
    duruyordu. Aynı kâğıt paraydı o, baskası olamazdı; evde bundan baska bes rublelik yoktu.
    Demek ki Liza, ben kendimi odanın öbür ucuna atarken, bunu masanın üstüne fırlatmıstı.
    E, baska türlü ne olabilirdi? Onun böyle bir is becerememesini beklemeyip de ne
    yapacaktım? Ama hayır, hiç de öyle olmamıstı, bunu ondan beklememistim. Son derece
    bencil olusum, insanlara gerekli önemi vermeyisim yüzünden onun böyle davranacağını
    aklımın kösesinden geçirmemistim. Ama artık dayanamıyordum. Hemen üstüme bir seyler
    geçirerek kendimi apar topar dısarıya attım. Sokağa çıktığım zaman Liza iki yüz adım bile
    uzaklasmamıs olmalıydı.
    Ortalık sessizdi; gökten dönerek düsen iri kar parçaları yollara, yaya kaldırımlarına yumusak
    örtüler dösüyordu. Gelen, giden yoktu, sokaklar ıpıssızdı. Fenerler bosu bosuna, hüzünlü
    hüzünlü göz kırpıyorlardı. Kavsağa kadar, yaklasık iki yüz adım kostuktan sonra durdum. Ne
    yana gitmis olabilirdi?.. Hem, niçin pesinden kosuyordum?
    Niçin? Ayaklarına kapanarak pismanlık göz yasları dökmek, bağıslatıncaya dek yalvarmak
    için mi? Evet, o sırada böyle istemiyor değildim. Yüreğim paramparçaydı, o anı anımsadıkça
    simdi bile içim burkulur. "Peki ama neden?" diye sordum kendi kendime. Ayaklarına kapanıp
    yalvardığım için ertesi gün ondan nefret etmeyecek miydim? Ona mutluluk verebilir miydim?
    O gün yüzüncü kez de olsa ne değerde bir insan olduğumu bir kez daha anlamamıs mıydım?
    Zavallının yasdıbını zindana çevirmeyecek miydim?
    Lapa lapa yağan karın altında, gözlerim uzakta boz bulanık bir noktaya çakılmıs, bunları
    düsünüyordum.
    Çok geçmeden, içimdeki sızıları dindirecek baska hayallere dalmıstım bile: "Onun küçük
    düsürülmüs olarak gitmesi kendisi için daha iyi. Đnsan ruhunu kasıp kavuran bir duygunun -
    küçük düsürülmenin- gene aynı ruhu yücelteceğini kim yadsıyabilir? Nasıl olsa bir gün
    kızcağızın kalbini kıracak; benliğini köreltecektim... Ama simdi yediği bu darbe aklından
    çıkmayacak, saplandığı batak ne kadar derin olursa olsun onu kurtaracak, ruhunu kinle
    temizleyecektir... Peki, öyle olsa bile, bu onun ne isine yarar?"
    Buraya gelince kendi kendime su yersiz soruyu sordum. Kolay elde edilmis bir mutluluk mu,
    yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi? Evet, hangisi daha iyi?
    Bütün bunları, o gece evde, çektiğim acılardan tükenmis, yasamaktan bezmis bir durumda
    düsünüyordum. Yasamımda hiçbir zaman böylesine derin bir elem, böylesine pismanlık
    duymamısımdır. Fakat evden apar topar çıkarken, yarı yoldan geriye döneceğim aklıma
    gelmis miydi dersiniz?
    Daha sonra Liza'yı bir yerde görmediğim gibi, sonunun ne olduğunu da öğrenemedim. Sunu
    da belirtmeden geçemeyeceğim. O zamanlar az kalsın üzüntüden hastalanıp yatağa
    düsecekken, küçük düsürülmenin, nefretin yararı hakkında parlak düsüncelerimle uzun süre
    avundum.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 59.
    0
    Aradan yıllar geçtiği halde, bütün bu olanları düsündükçe simdi bile bir tuhaf oluyorum.
    Eskiyle ilgili daha nice can sıkıcı anı geliyor aklıma, ama... Öykümü burada bitirmek en iyisi
    değil mi? Bana öyle geliyor ki, notlara baslamakla zaten bir kusur isledim. Hiç olmazsa bu
    "öykü"yü yazdığım sürece utancımdan yerin dibine geçtim. Su halde benimki edebiyatla
    uğrasmak değil, suçumun kefaretini ödemek oldu.
    Kösemde manen çürümüs, çevreden, canlı yasamdan kopmus, yeraltında kendi yarattığım
    kine boğulmus olarak, yasama nasıl yan çizdiğimi uzun uzadıya anlatmanın hosa gidecek
    nesi var? Sonra, romanda bir kahraman istenir, oysa benimkinde, inadına, bir kahramanın
    karsıtı olan bütün özellikler bir araya toplanmıs. Đste bu yok mu ya, bizim gibileri anlamanın
    en kestirme yoludur. Çünkü bizler, az ya da çok, yasamak alıskanlığını yitirmis, aksaya
    aksaya yürüyen insanlarız. Hem de gerçek "canlı yasam"dan tiksinecek, onun lafını bile
    isitmek istemeyecek kadar yasama yabancılasmısız. Bu yabancılasmayı; "canlı yasam"ı bir is,
    bir görev sayarak, onu kitaptan öğrenmeyi üstün tutacak dereceye vardırmısız.
    Madem öyle, neden bazen içimiz içimize sığmaz, birtakım aptallıklar yapar, birtakım istekler
    besleriz? Đste bunun nedenini kendimiz de bilmeyiz. Saçma sapan isteklerimiz yerine
    getirilmis olsa bundan zarar görecek olan yine biziz. Söyle deneme olsun diye, içimizden
    birine daha çok özgürlük verin, ellerindeki bağı çözüp yasama alanını genisletin, üstündeki
    vesayeti kaldırın; bakın, o zaman yeniden vesayet altına girmek için önce kendisi can
    atacaktır. Biliyorum, bunları yazdığım için bana kızacak, ayaklarınızı yere vurarak, "Siz
    kendinizden, yeraltında geçen zavallı yasantınızdan söz edin. "Bizler, hepimiz" gibi sözleri
    ağzınıza almayın!" diye bağıracaksınız.
    Đzin verin sevgili okurlarım, ben bu hepimizliğe sığınarak kendimi temize çıkarmıs
    olmuyorum. Nasıl yasadığıma gelince, sizin kendi yasdıbınızda yarıda bıraktığınız seyleri ben
    sonuna kadar zütürdüm. Üstelik sizler ödlekliğinizi ölçülü davranıs sayarak kendi kendinizi
    aldatıp avunuyorsunuz. Bu duruma göre, ben sizden daha canlı bir insan olmuyor muyum?
    Söyle bir daha, dikkatlice düsünün! Biz bugün "canlılık" denen seyin nerede bulunduğunu,
    neyin nesi olduğunu, hangi adla çağrıldığını bile bilmiyoruz. Elimizden kitaplarımızı alsalar,
    bir anda neye uğradığımızı sasırırız. Artık hangi yolu seçeceğimizi, kime tutunup kimden
    kaçacağımızı, neyi sevip neden nefret edeceğimizi, neyi sayıp neyi hor göreceğimizi
    bilemeyiz.
    Bize insan olmak, yani etiyle kemiğiyle insan olmak bile yük geliyor; bundan utanıyoruz,
    ayıp sayıyoruz. "Soyut insan" diyebileceğim garip yaratıklar olmaya can atıyoruz. Biz ölü
    doğmus kisileriz, zaten çoktandır canlı olmayan babaların soyundan ürüyoruz ve bu durumu
    gittikçe daha çok beğeniyor, bundan zevk almaya baslıyoruz. Nerdeyse bir kolayını bulup
    bizleri doğrudan doğruya düsüncelerin doğurmasını sağlayacağız.
    Eh, yeter bu kadar; bir daha da "Yeraltı"ndan yazmak istemiyorum.
    Bununla birlikte bu çeliski hastasının notları burada bitmiyor. Dayanamadığı için, o yazmayı
    sürdürdü. Ama biz burada dursak daha iyi olur, sanıyorum.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 60.
    0
    bitti sonunda.
    ···
  11. 61.
    0
    ilgi gösterin pekekentler. sizin için çalışıyoruz!
    ···
  12. 62.
    0
    iş yapar
    ···
  13. 63.
    +1
    3 sayfada bitti mi lan kitap harbiden?
    ···