1. 1.
    +3
    inci sözlüğü bir e-kitap arşivine çevireceğim. başlıyorum.
    ···
  1. 2.
    0
    FĐYODOR DOSTOYEVSKĐ
    YERALTINDAN NOTLAR
    Rusça'dan çeviren:
    Mehmet ÖZGÜL
    YERALTINDAN NOTLAR
    Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun
    durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kisilerin aramızda
    bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim
    bütün isteğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözleri önüne daha
    açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemis kusağın bir temsilcisidir. "Yeraltı" adını
    verdiğimiz bölümde bu kisi kendisini, düsüncelerini açıklamakta; sanki bununla
    toplumumuzda niçin bulunduğunu, bulunmasının neden kaçınılmaz olduğunu söylemek
    istemektedir. Đkinci bölüm ise bu kisinin yasamındaki birkaç olayı anlatan gerçek anılardır.
    Fiyodor DOSTOYEVSKĐ
    YERALTI
    I
    Ben hasta bir adamım... Gösterissiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum,
    karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de
    neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, simdiye
    dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir sey düsünmüyorum. Üstelik bos
    inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. (Oldukça iyi bir öğrenim
    gördüm, bos inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum iste.) Hayır, hayır, salt
    hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum. Siz bunu anlayamazsınız. Ama ne ziyanı var,
    ben anlıyorum ya! Bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil, bunu
    ben de bilmiyorum; bildiğim bir sey varsa, o da tedaviden kaçmakla hekimlere bir "zarar
    veremeyeceğim", olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir. Yine de hıncımdan tedavi
    olmuyorum! Karaciğerim ağrıyormus, varsın daha beter ağrısın!
    Epeydir böyle yasıyorum, belki yirmi yıldır. Simdi kırkımdayım. Eskiden çalısırdım, simdi
    görevi bıraktım. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım. Rüsvet
    yemediğime göre, demek oluyor ki kendimde, kaba olma hakkını görüyor, bununla kendimi
    ödüllendiriyordum. (Kötü bir nükte, ama olsun, karalamayacağım. Yazarken güzel olacağını
    sanmıstım, simdi bakıyorum da çirkin bir böbürlenmeden öteye geçememisim. Böyle
    olduğunu bile bile karalamayacağım iste!) Masama gelenlerin isini, dislerimi gıcırdata
    gıcırdata yapar, birinin kırıldığını görsem, bundan büyük bir zevk alırdım. Hemen hemen her
    zaman da gücenen biri çıkardı. Çoğunlukla korkak kimseler olurlardı. Ricacı milleti değil mi?..
    Yalnızca kendini bilmez bir subaydan nefret ederdim. Bir türlü yola gelmek bilmez, kılıcını
    sakırdatarak, karsımda iğrenç bir gururla dikilirdi. Kılıcı yüzünden bu adamla tam bir, bir
    buçuk yıl savastım. Sonunda da yendim onu. Kılıcını sakırdatmaktan vazgeçti. Hos, bu olay
    gençliğimde olmus bir sey. Ama sevgili okuyucularım, asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor
    Tümünü Göster
    ···
  2. 3.
    0
    musunuz? Durumumun püf noktası, bütün rezilliği de burada ya... Benim asıl kızdığım sey,
    en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca
    gönlümü hos tutmak için yapmamdı. Öfkeden ağzım köpürmüsken biri biraz gönlümü alsa ya
    da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona
    karsı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan
    olurdum. Yaratılısım böyleydi iste.
    Yukarıda ters bir memur olduğumu söyledim ya, yalan! Hırsımdan öyle söyledim. Đs
    sahiplerine de, subaya da caka satardım; gerçekte hiçbir zaman ters biri olamamısımdır. Her
    an içime bunun tam karsıtı bir sürü duygunun dolduğunu hissederdim. Bu duygular içimde
    kıpır kıpır eder dururlardı. Bunların yasamım boyunca böyle kaynastıklarını, dısarı tasmak
    için fırsat kolladıklarını bilirdim, ama bırakmazdım, bile bile bırakmazdım. Utancımdan yerin
    dibine girecek durumlara mı düsmedim, beni çarpıntılar mı tutmadı bu yüzden: bıktım,
    canımdan bezdim! Bunları yazarken sanki bir seylere pisman olmusum, sizden özür
    diliyormusum gibi bir halim mi var beyler?.. Kalıbımı basarım, öyle düsünüyorsunuzdur.
    Bununla birlikte sizin ne düsündüğünüz vız gelir bana...
    Benim nasıl bir adam olduğum da belli değil: Ne ters bir adamım, ne uysal; ne alçağım, ne
    onurlu, ne kahramanım, ne de korkak... Kendi köseme çekilmisim; zeki insanların önemli bir
    is tutamayacakları, tutanlarınsa aptal oldukları gibi kin dolu, hos bir avuntuyla günlerimi
    doldurup gidiyorum. Evet efendim, 19. yüzyıl insanı en basta iradesiz olmalıdır, böyle olmak
    onun boynunun borcudur; is beceren, iradeli adam aptal, dar kafalıdır. Đste benim kırk yıllık
    yasamımda vardığım sonuç! Kırk yasındayım artık; saka değil, kırk yıllık koca bir ömür,
    yaslılığın ta kendisi! Kırkından fazla yasamak ayıptır, asağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yasar
    kırkından fazla? Haydi, bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! Đsterseniz size ben
    açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yasarlar kırkından sonra. Bütün ihtiyarların, o ak saçlı,
    güzel kokular sürünmüs saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karsı söylerim bunu! Hatta çıkar,
    sokaklarda haykırırım! Buna hakkım var, çünkü kendim de altmıs yasına kadar yasayacağım!
    Üstelik yetmisimi, ciksenimi bulacağım! Öf! Đzin verin, biraz soluk alayım!..
    Beyler, sizi güldürmek istediğimi sanıyorsunuzdur belki de. Đste bunda da yanıldınız. Ben
    sizin düsündüğünüz ya da düsünebileceğiniz gibi sakacı bir adam değilim; ama bütün bu
    gevezeliklerime sinirlenerek (sinirlendiğinizi epeydir hissediyorum), benim ne biçim bir adam
    olduğumu sormak istiyorsanız yanıt vereyim: Küçük bir memurdum. Yalnız karnımı
    doyurmak için (yalnız bunun için) çalıstım; geçen yıl uzak akrabalarımdan biri bana altı bin
    ruble miras bırakınca hemen istifamı bastım ve oturduğum su köseye yerlestim. Eskiden de
    burada otururdum, ama simdi iyice yerlestim. Kentin kıyısında kötü mü kötü bir oda burası.
    Hizmetçim, ahmaklık derecesinde hırçın, yaslı bir köylü karısı; ondan pis bir kokunun
    yayılması da her seye tuz biber ekiyor. Petersburg ikliminin sağlığıma zararı dokunmaya
    basladığını, ufacık gelirimle baskentte yasamamın güç olacağını söylüyorlar. Bu deneyimli,
    akıllı, evet efendimci öğütçülerden daha iyi bilirim ben ne yapacağımı. Yine de burada,
    Petersburg'da oturacağım, buradan bir yere adım atmam! Niçin mi gitmek istemiyorum?
    Hiç... Gitmisim ya da gitmemisim, ne fark eder?
    Aklı basında bir adamın sözünü etmekten en çok zevk alacağı konu nedir, bilir misiniz?
    Yanıt: Yine kendisi...
    Öyleyse ben de kendimden söz edeyim biraz...
    Tümünü Göster
    ···
  3. 4.
    0
    II
    Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemedinizi bilmem, ama simdi size niçin bir
    böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Sunu bütün ciddiyetimle belirteyim, pek çok kez
    böcek olmayı istemisimdir. Ne yazık ki buna bile erisemedim. Baylar, yemin ederim, her seyi
    fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir
    insanın anlayıs gücü, -baska bir söyleyisle- yeryüzünün en soyut, en isini bilen kenti olan
    Petersburg'ta (öyle ya, kentlerin isini bilenleri de var, bilmeyenleri de.) yasamak gibi
    katmerli bir talihsizliğe uğramıs 19. yüzyıl aydınının payına düsen anlayısın yarısı, dörtte biri,
    hatta daha azı günlük yasantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği
    gibi hareket edenlerin, elinden is gelenlerin anlayısıyla yetinmelidir insanoğlu. Bunları
    isadamlarına efelik yapmak, hem de kılıcını sakırdatan subayımız örneği en bayağısından
    efelik taslamak için yazdığımı düsünmüyorsanız size istediğinizi veririm. Ama, değerli
    okuyucularım, siz hiç hastalıklarıyla övünenleri, üstelik bir de efelik taslamaya kalkısanları
    gördünüz mü?
    Gelin görün ki, oluyor böyle seyler... Đnsanlar hastalıklarıyla övünüyorlar, caka da satıyorlar;
    belki herkesten çok ben yapıyorum bunu. Keselim tartısmayı, yersiz bir sav ileri sürdüğümü
    biliyorum. Ama suna iyice inanıyorum ki, değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü
    hastalıktır. Bence öyledir iste. Bir dakika geçelim bunu, simdi söyleyin bakalım: Bazen, hem
    de terslik bu yana, eskilerin deyimiyle "bütün güzel, yüce seyler"in inceliğini kavramaya
    hazır olduğum zamanlar, evet, tam bu sırada, o güzellikleri anlayacak yerde, neden belki de
    herkesin yapabileceği biçimsiz hareketleri, hem de sanki özellikle yapıyormus gibi, tam
    yapılmaması gerektiğini anladığım bir zamanda yapıyorum? Niçin iyilik üstüne, güzel, yüce
    seyler üstüne anlayısım derinlestikçe, batağa daha çok saplanıyorum, neredeyse boğulmama
    ramak kalıyor? Beni asıl sasırtan sey, bu durumun bende rasgele değil de sanki öyle
    gerektiği için olmasıydı. Durumum bir hastalık ya da aksaklık değil, benim her zamanki
    davranısımdı sanki; sonunda buna karsı koyma isteğim bile kalmadı. Bunun belki de benim
    doğal durumum olduğuna neredeyse inanacaktım, gerçekte inanmıs da olabilirim.
    Baslangıçta bu karsı koymanın beni ne kadar üzdüğünü bir bilseniz! Baskalarının da aynı
    durumla karsılastığına inanmadığım için bunu bir giz olarak sakladım yasamım boyunca.
    Yaptıklarımdan utanırdım, (Simdi bile utanıyorum belki de.) utanmam bazen o kerteye
    varırdı ki, o iğrenç Petersburg geceleri köseciğime çekilmekten gizli, asağılık, anormal bir
    sevinç duyar; o gün yine bir kepazelik yaptığımı, hatamı bir daha onaramayacağımı
    anlayarak kendimi için için yer dururdum. Kendimi suçlarken acılarım alçakçasına
    zayıflamaya baslar, sonra da hazza dönüsürdü. Evet, yanlıs anlamadınız, bildiğiniz su haz!
    Baskalarının da aynı hazzı duyup duymadıklarını öğrenmek için bu konuyu açtım. Konuyu
    biraz daha derinlestireyim. Küçüldüğünüzü ve bu yolda en asırı dereceye varmıs olduğunuzu
    fark etmekten doğar bu haz. Durumunuzun umarsızlığını, baska bir adam olamayacağınızı,
    değismek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değismeyi kendinizin de istemeyeceğini
    anlamanın tadına doyum olur mu? Hem değismek isteseniz ne olurdunuz ki, belki sizin için
    aslında baska yol yoktu! En önemlisi de bütün bunların, derin anlayısın doğal ve temel
    yasaları sonucu, bu yasalara bağlı olarak kendiliklerinden ortaya çıkmasıdır. O nedenle
    değismek söyle dursun, bu durumda yapılacak bir sey yoktur. Derin anlayıs yasalarına göre
    su sonuca varabiliriz: Asağılık bir herif ciğerinin bes para etmediğini kavramakla kendisine
    bir avunma payı çıkarır gibidir. Eh, yeter artık... Bu kadar laf ettim de yine bir sey
    açıklayabildim mi? Bu isin hazzını nasıl açıklayacağız? Olsun, ben üstesinden gelirim. Kalemi
    ne diye aldım elime! Öyleyse sonuna dek zütüreceğim...
    Tümünü Göster
    ···
  4. 5.
    0
    Sözgelisi, çok onuruna düskün bir adamım ben. Bir kambur, bir cüce kadar da kuruntulu,
    alınganım; ama ne yalan söyleyeyim, birisinin kalkıp beni tokatlamasından kıvanç
    duyacağım çok zamanlar olmustur. Ciddi söylüyorum; herhalde bunda da ayrı bir tat,
    kuskusuz acıdan doğan bir tat bulabiliyordum. Acıda hazların en tatlısı saklıdır, hele bir de
    insan, durumunun umarsızlığını çok iyi anlarsa! Dönelim yine tokat konusuna, tokadı yer
    yemez bilincim içine düstüğüm durumu incelemeye koyulur. En önemlisi de kendimi her
    davranısımda suçlu bulmamdır, daha kötüsü, değismez yasaların bir sonucuymus gibi
    suçsuzken bile kendimde bir suç aramamdır. Bunun birinci nedeni, çevremdekilerden daha
    akıllı olmamdır herhalde. (Her zaman kendimi çevremdekilerden akıllı bulur, hatta
    inanmazsınız, bundan dolayı utanırdım. En azından kimsenin yüzüne açıkça bakamaz,
    bakıslarımı kaçırırdım.) Suçlu olmamın ikinci nedeni ise, gönlü yüce (alicenap) bir insan da
    olsam, bunun yararsızlığını görerek üzüleceğimi anlamamdır. Herhalde gönlü yüceliğimi
    hiçbir yerde kullanamazdım. Tokat atanın bunu doğa yasalarına uyarak yaptığını kabul
    ederek, hem doğa yasalarını bağıslamak elde olmadığı için adamı bağıslamaz; hem de aynı
    yasalar nedeniyle de meydana gelse, bu incitici olayı unutamazdım. Öte yandan gönlü yüce
    değilim diye adamdan öç almaya kalksam, bunu yapmak elimden gelir miydi? Sanmam,
    çünkü elimden gelse bile bir sey yapamıyordum. Niçin mi? Đste bu konuda birkaç sözüm daha
    var.
    III
    Öç almayı, kendi çıkarlarını korumayı bilen insanlar bunu nasıl yaparlar dersiniz? Varsayalım,
    böyleleri öç alma duygusuna kapılsalar, benliklerinde bu duygudan baska her sey silinir.
    Kudurmus boğalar gibi boynuzlarını öne eğerek ileri atılırlar. Onları ancak karsılarına çıkan
    bir duvar durdurabilir. (Đçlerinden geldiği gibi hareket edenlerle isadamlarının duvarı görür
    görmez zınk diye duracaklarını hemen belirtmeliyim. Onlara göre duvar, durmadan düsünen,
    bu nedenle bir sey yapmayan bizler için olduğu gibi bir engel ya da ciddiliğine inanmadığımız
    halde dört elle sarıldığımız bir bahane değildir. Hayır, hayır, onlar bütün içtenlikleriyle
    dururlar. Duvar, onlar için yatıstırıcı, doğru ve kesin bir karara vardırıcı, hatta belki de
    gizemli bir anlam tasır... Neyse, duvar konusuna sonra döneceğiz.) Đste ben içi dısı bir
    insanı, onu özene bezene yaratan, sevecen doğa ananın görmek istediği gibi, gerçek normal
    insan sayarım. Böyle bir adamı kıskanmaktan kendimi yer bitiririm. Aptal olmaya aptaldır,
    böyle değildir diye sizinle tartısmayacağım, ama ne bileceksiniz, belki de normal adamın
    aptal olması kaçınılmazdır. Belki de böyle olmasının ayrı bir güzelliği vardır. Bu düsüncemin
    doğruluğuna inanmam için baska bir neden de, normal insanın karsıtının, yani herhalde
    doğanın kucağından değil de imbikten geçirilmis, derin anlayıslı adamın (Bunda da gizemli
    bir hava var, ama pek emin değilim.) normal insan karsısında bazen birden duralaması,
    bütün üstünlüğüne karsın kendisini seve seve sıçan gibi görmesidir. Üstün anlayıslı olmasına
    üstün anlayıslıdır, ama olup olacağı bir sıçandır: oysa karsısında bir insan, kendisinden farklı
    bir sey vardır. Asıl önemlisi de kimse ondan istemeden kendisini sıçan saymasıdır, buna
    dikkatinizi çekerim. Simdi bu sıçanın neler yaptığına söyle bir bakalım. Sözün gelisi, sıçan bir
    seye gücense (Zaten her zaman gücendiği bir sey vardır.) ve öç almak istese içinde belki de
    l'homme de la nature et de la verité'den (1) daha çok kin birikir. Gücendirene aynı biçimde
    karsılık vermek için duyduğu iğrenç, asağılık istek belki de I'homme de la nature et de la
    verité'den daha çok içini kemirecektir, çünkü l'homme de la nature et de la verité doğustan
    aptallığı yüzünden öç almayı düpedüz bir hak sayar, oysa üstün anlayısı sonucu sıçan
    kendisine böyle bir hak tanımaz; sonunda sıra asıl amaca, yani öç almaya gelir.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 6.
    0
    Zavallı
    sıçan, ilk gücenikliğinin yanına sorular, kuskular biçiminde bir sürü yeni asağılanmalar,
    gücenmeler katmıstır; bir sorunun karsısına yanıtsız kalan daha nice sorular koymustur;
    sonunda bir de bakmıstır ki, kuskulardan, yersiz heyecanlardan ve en sonunda onunla
    insafsızca alay etmeyi is sayan müdür, yargıç kılığındaki içi dısı bir, isini bilen adamların
    tükürüklerinden olusan pis bir çamur, bulanık, kokusmus bir karısım kusatmıstır dört bir
    yanını. Bu durum karsısında sıçanın tutacağı tek yol, her seye bos vererek, kendisinin bile
    inanmadığı, küçümseyen, yapmacık bir gülümsemeyle utana sıkıla delikçiğine sıvısmaktır.
    Orada les gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak güçlendirilmis sıçancık yavas kavas
    kine; soğuk, zehirli, özenle sonu gelmez bir kine boğulur. Kinini kırk yıl en ince, en utanç
    verici ayrıntılarına dek anımsayacak; her anımsayısta kendinden daha bir yüz kızartıcı seyler
    ekleyerek, bu uydurmalarıyla kendini yiyip bitirecektir. Bir yandan kuruntularından utanır;
    bir yandan da olanları anımsamaktan, yeni bastan kurcalamaktan, "olabilirdi" düsüncesiyle
    baska baska uydurmalar eklemekten kendini alamaz. Bağıslamak nedir bilmez. Belki öç
    almaya bile kalkısır, ama beceriksizce, miskin miskin, uzaktan uzağa, sinsice, ne öç almak
    hakkına, ne de basarısına inanmadan yapar bunu; öbür yandan öç almak istediği kimseden
    yüz kat fazla üzüleceğini, ötekinin kılının bile kıpırdamayacağını ta basta bilir. Ölüm
    döseğinde bunları bir kez daha, bunca zaman birikmis faizleriyle birlikte anımsayacak ve...
    Bakın iste, bu soğuk, iğrenç yarı umutsuzlukla, yarı inançla, kahrından kendini bilinçli olarak
    yeraltına kırk yıl diri diri gömmede, zorlamayla yaratılmıs durumunun yine de kısmen içinden
    çıkabilir olmasından, bütün o içe isleyen doyurulmamıs isteklerin özünde, kesin olarak
    verilen kararla bunun pesinden gelen pismanlıklar çalkantısında yatmaktadır yukarıda
    sözünü ettiğim garip hazzın özü. Bu haz o derece ince, bazen anlasılması öylesine zor bir
    duygudur ki, azıcık dar görüslü, hatta sinirleri sağlam kimseler bundan zerrece nasiplerini
    alamazlar. Simdi siz sırıtarak: "Belki de tokat yemeyenler bile anlamaz." diyerek, kibarca
    tokat yemis olabileceğim için bu isin uzmanı kesildiğimi ima edeceksiniz. Böyle
    düsündüğünüze bahse girerim. Merak etmeyin, beyler, hiç tokat yemedim; gerçi sizleri
    bilmem, ama ben tokat yemis de olsam pek değismezdi. Yasamım boyunca fazla tokat
    atmadığım için de çok üzgünüm. Eh, yeter bu kadar, sizi pek ilgilendiren bu konu üstüne tek
    sözcük eklemeyeceğim artık.
    Hazzın kimi inceliklerini kavrayamayan, sinirleri sağlam insanlardan söz edeyim biraz da. Bu
    baylar, gerçi sırası gelince öküz gibi böğürüp bununla belki de büyük bir onur kazanırlar,
    ama demin de söyledim ya, bir zorlukla karsılasınca siniverirler. Zorluk onlarca tas duvar
    demektir. "Hangi tas duvar?" diyeceksiniz. Elbette doğa yasalarıdır, doğa bilimlerinden çıkan
    sonuçlarla matematiktir bu tas duvar. Sözün gelisi, sana maymundan geldiğimizi
    kanıtlamıslarsa, bu gerçeği yüzünü burusturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ
    damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem,
    sorumluluk, safsata, bos inanç denen seylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa
    yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin "iki kere iki dört eder" kesin sonucu
    vardır bunlarda. Hele bir karsı durmaya kalkın; "Aman efendim, nasıl karsı çıkarsınız? Bu, iki
    kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danısmaz, onun sizin isteklerinizle,
    yasalarının hosunuza gidip gitmediğiyle isi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla
    kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb." diye bağırırlar. Aman Tanrım, herhangi
    bir sebepten ötürü doğa yasalarıyla iki kere ikinin dört ettiği hosuma gitmiyorsa, bana ne bu
    yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, "ille deleceğim" diye
    yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir tas duvar bulunmasına da
    razı olamam.
    Gerçekten de böyle bir tas duvar, salt iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinliğiyle huzur
    demektir; hiç olmazsa barıs için söyleyeceği birkaç sözü vardır. Đste size saçmaların en
    büyüğü! Öte yandan bütün zorlukları, bütün tas duvarları görüp anlamak; zorluklara, tas
    duvarlara boyun eğmekten tiksiniyorsanız boyun eğmemek; mantığın kaçınılmaz, en çetrefil
    yollarıyla tas duvarın önünde bile suçun sizde olduğunu anlayıp böyle sonu gelmez bir konu
    üzerinde asağılık yargılara varmak; bunları yapmamaktan çok daha iyidir. Çünkü zerre kadar
    suçunuzun olmadığı apaçık göründüğünden, kösenizde kendinizi sessiz sessiz yer bitirirsiniz.
    Kızacağınız bir kimse ya da bir sey olmadığı, belki de hiç olmayacağı için eliniz kolunuz bağlı,
    sehvet derecesinde haz baygınlıkları geçirirsiniz. Aldatmaca, göz boyama ve el
    çabukluklarından bulanık bir dünya yarattığınızı bile bile, kime neden gücendiğinizi
    kestiremeden, bütün bu aldatmacalar, karısıklıklar arasında içiniz sızlar da sızlar;
    bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır.
    Tümünü Göster
    ···
  6. 7.
    0
    IV
    - Kah-kah-kah! Güleyim bari... Su halde sizce dis sızısında bile haz vardır, diyeceksiniz.
    - Elbette! derim ben de size.
    Dis ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dislerim ağrıdığı için çok iyi bilirim.
    Kuskusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen,
    sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan
    bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Đyi bir örnek buldum beyler, bunu biraz daha
    deseceğim. Bu inlemelerinizle, ilkin acılarınızın bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düsürdüğünü,
    varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine kılı kıpırdamadan hırpaladığını
    anlatmak istersiniz. Ortada bir düsman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; disçi
    Wagenheim'lerin (2) bütün çabalarına karsın dislerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dısınızda
    birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da boyun
    eğmeyip hâlâ karsı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek seyin, ya kendinizi
    kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarınızı dövmek olduğunu söylemek
    istersiniz inlemelerinizle. Đste kimden geldiği belli olmayan bu alaylar, içe oturan
    asağılanmalar sonundadır ki, bazen sehvet derecesine çıkan bir haz duyulur yavastan
    yavasa.
    Rica ederim, sevgili okuyucularım, su dis ağrısı çeken 19. yüzyıl aydınının sızlanmalarına
    ikinci, üçüncü gününde bir kulak verin! Artık inlemesi ilk günkü gibi, yalnızca dis ağrısından
    gelen, kaba bir köylünün inlemeleri olmayıp, uygarlığa, Avrupa kültürüne bulasmıs,
    simdikilerin deyimiyle, "topraktan ve halkın özünden kopmus" bir insanın inlemeleridir. Bu
    inlemeler gittikçe çirkinlesir, sonunda pis bir hırçınlığa dönerek günlerce sürer gider. Bu
    insan, inlemeleriyle kendisine bir yarar sağlamayacağını; hem kendini, hem de baskalarını
    bosu bosuna üzüp rahatsız edeceğini; önünde yırtınıp durduğu kimselerle yakınlarının, bu
    inlemeleri dinlemekten bıkarak artık kendisine inanmadıklarını; onun yapmacıksız,
    samatasız, kimseye caka satmadan, fazla sımarmadan da inleyebileceğini düsündüklerini
    bilir; hem de herkesten çok... iste her seyi böylece anlaması ve düstüğü yüz kızartıcı durum,
    ona hazzın son derecesini tattırır. "Nasıl? Sizleri rahatsız ediyor, içinizi sızlatıyor; hem de
    evinizde uyku uyutmuyorum ya! Uyumayın, dislerimin ağrıdığını her an sizler de anlayın.
    Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, sirret bir adam var
    karsınızda. Varsın öyle olsun. Foyamı ortaya çıkardığınız için kıvançlıyım. Benim pis pis
    dırlanmalarım hosunuza mı gitmiyor? Öyle olsun, ben simdi daha pis bir yaygara koparayım
    da, siz o zaman görün." Yine anlamadınız mı beyler? Bu yüksek hazzı anlayabilmek için,
    sanırım kafalar daha çok gelismeli, insanoğlu daha derin bir anlayısa erismeli. Gülüyorsunuz
    öyle mi? Buna çok memnun oldum. Biliyorum, sakalarım oldukça bayat, kaba, çetrefilli;
    kendime güvensizliğimi gösterir. Kendime saygı göstermediğim içindir herhalde. Her seyi
    anlayan bir adam kendine nasıl saygı duyar?
    V
    Küçülmesinde bile tat bulmaya kalkısan bir adamın kendisine ufacık bir saygısı kalabilir mi?
    Haydi, siz söyleyin! Bunu umut kırıcı bir pismanlık sonunda söylemiyorum. Öteden beri,
    "Beni bağısla babacığım, bir daha yapmam" demekten nefret etmisimdir. Böyle söylemeyi
    beceremediğim için değil; tam tersine, kolaylıkla, hem de çok rahat söyleyebildiğim için
    nefret etmisimdir bu sözden. Zerrece suçum olmadığı halde, birtakım düsler kurarak kendimi
    suçlu bulduğum olmustur çoğu kez. Bu da hepsinden kötüydü ya. O zaman yine duygulanır,
    pismanlık duyar, gözyası döker, böylece kendi kendimi kandırırdım. Numara yaptığım falan
    yoktu, salt yüreğim dayanmadığı için bu haltı karıstırırdım... Gerçi doğa yasaları her zaman
    ve herkesten daha çok gücendirmistir beni, ama bu durumda doğa yasalarını bile
    suçlayamazdım. Simdi bunları anımsamak iğrenç bir sey, o zaman da öyle hissederdim. Bir
    dakika bile geçmezdi ki, bütün kinimle, o duygulanmaların, pismanlıkların, değisme
    antlarının yalan, hem de kuyruklu birer yalan olduğun anlamaya baslardım. Kendimi zorla
    neden bu sıkıntılara soktuğumu sorarsanız, yanıt vereyim: Bos durmaktan yıldığım, canım
    sıkıldığı için basıma böyle maskaralıklar çıkarırdım. Gerçekten öyle. Kendi kendinizi söyle bir
    yoklayın, sevgili okurlarım, bunun doğru olduğunu anlayacaksınız. Yasadığımı anlamak için
    kendi kendime serüvenler uydurur, yasama oyunu oynardım. Kaç kez, hiç yüzünden, bile bile
    gücenmeyi denemisimdir, gücenecek bir seyim olmadığını, kendimi kandırdığımı bildiğim
    halde isi o kerteye getirirdim ki, sonunda gerçekten gücenirdim. Kendime egemen
    olamayacak kadar hoslanmaya baslamıstım bu oyundan. Đki kez de âsık olmayı denedim.
    Đnanır mısınız, beyler, o yüzden bir sürü de acı çektim. Yüreğimin bir kösesinde, acı
    çektiğime inanamayıp kendimle alay ederken, bir yandan da gerçek bir acıyla kıvranır,
    kıskançlıktan kudururdum...
    Tümünü Göster
    ···
  7. 8.
    0
    Değerli okurlar, bütün bunlar bezginlikten, bir is yapmamanın beni boğacak hale
    gelmesindendir. Her seyi anlamanın en yakın, en normal sonucu tembellikten, yani bile bile
    eli böğründe durmaktan baska nedir? Bundan yukarda söz etmistim. Yineliyorum, özellikle
    yineliyorum: Đçlerinden geldiği gibi davranan insanlar, isadamları, dar kafalı oldukları için,
    kafaları çalısmadığı için is becerirler. Bunu size söyle açıklayacağım: Bu tür insanlar dar
    görüslü olmalarından ötürü, önlerine çıkan ilk sebepleri ikinci dereceden de olsa ana sebep
    sanırlar. Davranıslarına sağlam bir dayanak bulduklarına herkesten çabuk ve kolay
    inandıklarından dolayı da içleri rahattır. En önemlisi de bu değil mi zaten? Herhangi bir ise
    girismeden önce, bütün kuskulardan arınarak huzur içinde olmalıdır insan. Peki ama ben
    kendimi nasıl huzura erdireceğim? Nerede bana destek olacak ilk sebepler, ilk dayanaklar?
    Bunları nasıl bulacağım? Söyle bir düsünmeye baslıyorum, elime aldığım herhangi bir ilk
    sebep hemen pesinden kendisinden önceki sebebi sürüklüyor ve böylece uzayıp gidiyor.
    Anlamanın, düsünmenin iç yüzü budur. Bundan çıkardığımız sonuç yine aynıdır. Demin öç
    almaktan söz etmistim, anımsıyor musunuz? (Herhalde pek anlamamıstınız.) Đnsanın hak
    yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. Öyleyse ilk sebep de bulunmustur: Adalet. Su halde
    büyük bir huzur içinde, iyi ve doğru bir is yapıldığına inanılarak, basarıyla, rahat rahat öç
    alınabilir. Bense burada ne adalet, ne de erdem göremediğim için salt huysuzluğum
    yüzünden öç almak istediğimi bilirim. Huysuzluk bir sebep olmasa da, bütün kuskularımı
    yenerek rahatça ilk sebep görevini yapabilirdi. Gelgelelim öfke bile duyamıyorum. (Zaten
    demin sözü bundan açmıstım.) Huysuzluğum hep o uğursuz anlayıs yasaları yüzünden
    kimyasal bir çözülmeye uğrar. Bir de bakarsınız, asıl amaç uçup gitmis, sebepler toz
    olmustur; suçlu ele geçmemektedir, asağılanma asağılanmadan çıkıp dis ağrısı cinsinden
    kaderin cilvesi haline gelmistir. Yapacağın tek sey kalıyor, o da duvarı daha sert
    yumruklamak. Asıl sebebini bulamayınca her seye bos verirsin. Bir kerecik bilinçli olmayı bir
    yana koyarak, ilk sebebini aramadan, uzun boylu düsünmeden, körü körüne bırak kendini
    duygularının akısına; sev ya da nefret et, bos durmamak için bir seyler yap! En geç ertesi
    gün bu danısıklı kanma yüzünden kendini küçük görmeye baslarsın. Sonuç olarak sabun
    köpüğü ve yine eski tembellik.
    Baylar, kendimi herkesten akıllı saymamın tek nedeni, bitirmek söyle dursun, yasamım
    boyunca hiçbir seye baslamamıs olmamdır. Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız, ama can
    sıkıcı gevezenin biri olayım, ne çıkar! Her akıllı insanın ilk bastan geveze olması, yani
    havanda su dövmesi alnına yazılmıssa ne gelir elden?
    VI
    Keske bos durusum aylaklığımın yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir
    saygı duyardım! Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye
    kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu adam?" diye sorunca,
    "Tembelin biri!" karsılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir
    niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" Saka
    değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O
    zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan baska bir is
    tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte sarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir
    erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuskuya düsmüyordu. Adamcağız
    sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. Đste
    ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur değil;
    su, bütün güzel, yüce seylere ilgi duyan oburlardan olurdum. Nasıl, hosunuza gitti mi? Ben
    buna öteden beri kafamı takmısımdır. "Güzel, yüce seyler!.." kırk yasımda bana az
    çektirmedi, ama kırkıncı yasıma basınca böyle oldu bu; oysa o sıralar, ah, o gençlik
    yıllarımda çıkacaklardı karsıma! O zaman kendime uygun bir is de bulurdum. Bütün o güzel,
    yüksek seylerin onuruna içerdim. Kadehime önce biraz gözyası akıtmak, sonra da onu bütün
    güzel, yüksek seylerin onuruna kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Dünyada ne varsa
    hepsini güzellik, yücelik açısından görür; en pis, en iğrenç seylerde bile güzel, yüce bir yan
    bulurdum. Đstediği zaman gözyası dökebilen bir adam kesilirdim. Ressamın biri kalkıp Ghé
    (3) ayarında bir tablo yaptı diyelim. Hemen böyle bir tablo yapmıs olan ressamın onuruna
    içerdim, çünkü bütün güzel, yüksek seyleri seven bir adamdım ben. "Canınız nasıl isterse"
    adında bir yapıt mı yazıldı, hemen "Canınız nasıl isterse"nin onuruna kadehimi kaldırırdım;
    dedim ya, güzellik, yücelik adına yapmayacağım sey yoktur... Bu sırada herkesin kisiliğime
    saygı göstermesini isterdim, birisi bana saygısızlık yapacak olsa yakasına yapısırdım.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 9.
    0
    "Huzur
    içinde yasayıp debdebeyle ölmek!" Bundan daha güzel ne vardır! Salıverdiğim göbeğimi, üç
    kat olmus gerdanımı, rezilcesine havaya diktiğim burnumu görenler: "Bakın su kalantor
    herife! Olunca böyle olmalı!" derlerdi. Siz ne derseniz deyin, baylar, yasadığımız su olumsuz
    çağda böyle hos sözleri isitmeyi kim istemez!
    VII
    Fakat bunlar tatlı düslerden baska nedir ki? Lütfen söyler misiniz, insanların gerçek
    çıkarlarını bilmemeleri yüzünden kötülük yaptıklarını ilk kez kim ortaya attı, kim böyle
    akıllıca bir söz etti? Sözüm ona, insanoğlunun kafası aydınlanır, gerçek çıkarları gözlerinin
    önüne serilirse burnunu kirli islere sokmaktan geri durarak, bir anda soylu, temiz yürekli biri
    olur çıkarmıs. Bunun nedeni de aydınlanıp gerçek çıkarlarını yalnız ve yalnız iyilik yapmakta
    görmesiymis. Hiç kimse bile bile kendi aleyhine hareket edemeyeceğine göre tek çıkar yol
    iyilik yapmakmıs... Hey gidi çocuk; saf, temiz yürekli bebek! Dünya kurulalı beri insanların
    yalnızca kisisel çıkarlarına göre davrandıkları görülmüs müdür? Đnsanların bile bile, yani
    gerçek çıkarlarını iyice anladıkları halde, bunları ikinci plana itip kimsenin zorlamadığı baska
    yollara, bir sürü karısık, tehlikeli islere atıldıklarını gösteren milyonlarca örneğe ne demeli?
    Evet, insanlar kendilerine gösterilen yolun tam tersine, canlarının istediği yöne yürümüsler;
    akıl almaz, çetin, neredeyse karanlık yollarda yürümek için direnmislerdir. Dik kafalılık,
    direnmek onlara çıkarlarından daha tatlı geliyor, anlasılan... Çıkar! Nedir bu çıkar denen sey!
    Đnsanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle belirtebilir misiniz? Biri tutar, çıkarını,
    kendisi için iyilik değil de kötülük istemekte görürse, hatta böyle yapmak zorunda kalırsa,
    buna ne demeli? Ya bir de her zaman böyle olursa, o büyük kuralın ne değeri kalır? Ne
    dersiniz, böyle bir sey olabilir mi? Gülüyorsunuz, demek? Gülün, ama önce su sorumu
    yanıtlayın: Đnsanoğlunun çıkarları tam olarak sayılmıs mıdır? Aralarında hiçbir
    sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur? Bildiğime göre, okuyucularım,
    insanların çıkarlarıyla ilgili listeyi istatistik rakamlarıyla ekonomik formüllerden ortalama bir
    hesapla çıkarmıssınız. Sizin çıkarlar listenizde refah, zenginlik, özgürlük, rahatlık gibi seyler
    var; bunlara açıkça, bile bile sırt çeviren biri çıksa siz -elbette ben de- onu kara cahilin, zır
    delinin biri olarak görmez miyiz? Ne tuhaftır; istatistikçiler, bilginler insanoğlu için birtakım
    hesaplar yaparken çıkarlardan birini her seferinde gözden kaçırırlar, hatta bunu yanlıs
    biçimiyle hesaba katarlar; oysa her sey bu çıkara dayanmaktadır. Tutup bu çıkarı da
    listemize eklesek ne olurdu sanki! Asıl felaket, bu anlasılması güç çıkarın hiçbir
    sınıflandırmaya girmemesi, hiçbir listeye sokulamamasındadır.
    Bakın, benim bir dostum var... O, yalnız benim değil, sizin de dostunuzdur, beyler; onunla
    dost olmayan yoktur! Bu kisi bir ise baslamadan önce akıl, mantık yollarına göre nasıl
    davranması gerektiğini açık, tumturaklı bir dille anlatır size. Bununla da kalmaz, bir insanın
    normal, gerçek çıkarlarından coskuyla, tutkuyla söz ederek, ne kendi çıkarlarını, ne de erdem
    denen seyi anlamayan miyoplarla acı acı alay eder. Arkasından bir çeyrek saat bile geçmez
    ki, ortada değisiveren bir durum, bir sebep yokken, bütün çıkarlarını hiçe sayan bir
    içgüdüyle, eskisinin tam tersi bir yol tutar; artık ne mantık kuralları kalmıstır, ne kendi
    çıkarları, ne de baska bir sey... Sunu da ekleyeyim, "dostum" demekle genel bir anlam
    kastettiğim için, bu döneklikte yalnızca bir kisiyi suçlamak biraz zordur. Bakın size ne
    söyleyeceğim, beyler: Acaba insana en üstün çıkarından daha değerli gelen bir sey, ya da
    (mantık çerçevesinde kalmak için) son derece yararlı, (demin hiçbir listeye girmediğini
    söylediğim) baska bir çıkar yok mudur? Bu öyle bir çıkar olsun ki, bütün öbür çıkarlara göre
    daha ön planda, daha çekici gelsin insana; bu en büyük, en değerli çıkarı elde edeblmek için,
    insanoğlu, gerekirse her türlü kuralı hiçe sayarak, mantığa, onura, huzura, refaha, kısacası
    bütün güzel ve yararlı seylere aykırı düsen bir yol tuttursun.
    - Demek ortada yine bir çıkar var, diye sözümü keseceksiniz.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 10.
    0
    Đzin verin, simdi size her seyi anlatacağım. Söz cambazlığı değil isimiz; asıl anlatmak
    istediğim, sözü geçen çıkarın bütün sınıflandırmalarınızı bozması, kisilerin mutluluğu için
    çırpınan insanseverlerin koyduğu dizgeleri (sistemleri) darmadağın etmesidir. Kısacası her
    seye engel olmaktadır bu çıkar. Fakat bu çıkarın ne olduğunu söylemeden önce, kendi adımı
    kötüye çıkarmak pahasına da olsa, sunu çekinmeden belirteyim ki, bütün bu kusursuz
    dizgeler; insanların, rahatlarını elden çıkarmamak için, bir anda, iyi ve uysal varlıklar
    olacakları yolundaki bütün bu çıkar kuramları bence simdilik bir varsayımdır.
    Evet efendim, bir varsayımdır ancak. Đnsan soyunun gene kendi çıkarları yoluyla düzeltilmesi
    kurdıbının kabulü, bence en azından, uygarlığın insanoğlunu yumusattığını, o nedenle de
    onları daha az acımasız, daha az savasçı bir duruma getirdiğini ileri süren Buckle'ü (4)
    onaylamak demektir. O, kendi mantığıyla böyle bir sonuca varmıs olabilir. Ama insanlar
    dizgelere, birtakım soyut kavramlara öylesine düskündürler ki, salt mantıklarını haklı
    çıkarmak için gerçekleri bile bile değistirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya
    razıdırlar. Bunu gerçekten anlasılması kolay bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize söyle bir
    bakın: Kan gövdeyi zütürüyor, hem de sampanya gibi bütün nesesiyle akıyor. Đste size
    Buckle'ün de yasadığı 19. yüzyıl! Đste büyük Napolyon ve bugünkü Napolyon!.. Đste Kuzey
    Amerika'nın sonsuz birliği! Ve iste size karikatüre benzeyen Schlezwig-Holstein Prensliği!..
    Uygarlık neyimizi yumusatmıs, anlayalım! Duygularımızın türlerini çoğaltmaktan baska bir
    ise yaramamıstır uygarlık. Duygularının çesitliliği yüzünden, insanoğlu, korkarım, kan
    dökmede bir zevk aramaya kadar varacak. Üstelik böyle bir felaket insanlığın basına çoktan
    gelmistir. Cana kıyıcılıkta en ince ustalıkları gösterenlerin uygar kimseler olduklarına hiç
    dikkat ettiniz mi? Atillaların, Stenka Razinlerin (5) ustalıkla eline su dökemeyecekleri bu
    baylar, gene de onlar kadar göze batmıyorlarsa, bunun tek sebebi böylelerine sık sık
    raslanması, görüle görüle bir alıskanlık haline gelmeleridir. Uygarlık sonunda insanlar daha
    çok kan dökücü olmadılarsa bile, en azından daha kötü, daha iğrenç birer cana kıyıcı
    olmuslardır. Eskiden hak uğruna kan dökülür, istendiği kadar insan iç huzuruyla öldürülürdü;
    çağımızda kan dökmeyi iğrenç bir davranıs saydığımız halde yine de bu iğrenç isle
    uğrasmaktayız, hem de eskisinden daha çok. Hangisinin daha kötü olduğuna varın kendiniz
    karar verin. Kleopatra (Roma tarihinden örnek aldığım için beni bağıslayın.) odalıklarının
    memelerine altın iğneler batırmayı sever, onların çığlıklarından, kıvranmalarından zevk
    alırmıs. Simdi siz bana tutacak, bunların çok eskiden, barbarlık dönemlerinde geçtiğini; simdi
    insanlar birbirlerini (mecazi anlamda) iğnelediklerine göre, simdi bile barbar bir çağda
    yasadığımızı; bugünün insanları barbarlık çağlarına oranla her seyi daha açık seçik görmeyi
    öğrenmis olmakla birlikte, henüz mantığın ve bilimin buyurduğu biçimde davranmayı
    beceremediklerini söyleyeceksiniz. Birtakım eski, kötü alıskanlıklar ortadan kalktıktan sonra,
    bir de sağduyu ve bilim huylarını kökünden değistirirse, insanların çok seyler öğreneceğine
    saplanmıstır kafanız. Đnsanların o zaman bile yanılmaktan vazgeçeceklerine, baska bir
    deyisle isteklerini çıkarlarıyla ters düsürmeyi istemeyeceklerine yüzde yüz inancımız var.
    Ayrıca insanların bilimden çok sey öğreneceğini (gerçi bu bence lükstür); insanların gerçekte
    hiçbir zaman iradelerinin, kaprislerinin olmadığını: bu yaratıkların ancak bir piyano tusu ya
    da org içindeki bir vida kadar değer tasıdıklarını söyleyeceksiniz. Bundan baska, insanlar
    yeryüzünde doğa yasalarının hüküm sürdüğü, yaptıkları her seyin isteklerine göre değil, bu
    yasalara göre olustuğu gerçeğini öğreneceklerdir. Su halde bize yalnızca bu yasaları bulmak
    kalıyor, insanlar böylece davranıslarından sorumlu olmayacakları için yasamak da
    kolaylasacaktır. Bundan sonra bütün davranıslar, matematik yoldan, 100.000'lik logaritma
    çizelgeleriyle hesaplanıp takvimlere geçirilecek; hatta zamanımızın angiblopedik sözlükleri
    cinsinden yararlı yayınlar bile çıkacaktır. Đçinde her seyin büyük bir kesinlikle hesaplanıp
    belirtildiği bu yayınlar sonunda yeryüzünde ne bir yanlıs davranıs, ne de bos bir serüven
    kalacaktır.
    Đste o zaman -Bunları hep siz söylüyorsunuz- gene matematik kesinlikle hesaplanmıs, hazır,
    yepyeni bir iktisat düzeni kurulacak yeryüzünde. Bütün yanıtlar önceden bulunmus olacağı
    için ortada soru diye bir sey kalmayacak. Sırçadan bir kösk kurulacak. Kısacası, anka kusu
    uçup gelecek... Kuskusuz o zaman, -bunu simdi ben söylüyorum- yasamanın son derece
    sıkıcı olmayacağı konusunda kimse güvence veremez. (Çünkü her sey çizelgelere göre
    hesaplanınca bizlere ne kalır!) Buna karsılık her davranıs mantık çerçevesinde yapılacaktır.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 11.
    0
    Can sıkıntısından insan neler neler uydurmaz! Zaten altın iğneler de can sıkıntısından
    batırılmaktadır, daha bu kadarıyla kalınsa çok iyi. Đsin kötüsü, (Bunu da gene ben
    söylüyorum.) bakarsınız, altın iğnelere sevinenler bile çıkar. Çünkü insanoğlu ahmak bir
    yaratıktır, hem de görülmemis derecede... Daha doğrusu ahmak değil de nankördör, esine
    raslanmayacak kadar nankördür. Çünkü, sözün gelisi insanlar demin anlattığım mantık
    düzeninde yasayıp giderlerken, bayağılığı yüzünden akan, daha doğrusu gerici, alaycı bir
    beyefendi ansızın ortaya çıkıp elini böğrüne dayayarak, hepinize: "Ne dersiniz beyler, su
    mantıklılığa bir tekme vurup bütün logaritmacıları bir anda cehenneme yollasak da, gene
    eskisi gibi ahmakça, basımıza buyruk yasasak nasıl olur?" diye bağırırsa hiç sasmam! Onun
    böyle bağırması gene neyse, ama pesinden sürüyle geleceklerin çıkması insanın zoruna
    gider. Đste insanın yaratılısı budur! Bütün bu olanlar, bakın, ne denli önemsiz, sözü edilmeye
    değmez bir sebebe dayanmaktadır: Đnsanoğlu -her zaman, her yerde, kim olursa olsunmantığının
    ve çıkarlarının buyurduğu gibi değil de, gönlünün çektiği gibi davranmıstır;
    çıkarlarımızla çatısan seyler de istenebilir, hatta bazen bütünüyle böyle olmalıdır. (Bu benim
    kendi düsüncem.) Bağımsız, sınır tanımaz isteklerimiz, en azgınına kadar kaprislerimiz,
    bazen çılgınlık derecesine varan hayallerimiz... Đste size hiçbir sınıflandırmaya girmediği için
    unutulan, bütün dizge ve kuramları allak bullak eden, öbür çıkarların basında bulunması
    gereken çıkarın ta kendisi! Kimi bilgin kisiler insanlara birtakım normal erdem sınırlarını
    tasırmayan isteklerin yeteceğini de nereden çıkarırlar! Ne diye bizlerin mantık ve
    çıkarlarımıza uygun seyler istememiz gerektiğini ileri sürerler! Đnsanlara gerekli olan tek sey,
    sonunun neye varacağı, neye mal olacağı bilinmeyen bası bos istektir. Bu istek dedikleri de...
    VIII
    - Kah-kah-kah! Ama gerçekte istek diye bir sey yok ki! diye gülerek sözümü keseceksiniz.
    Bilim, insanı su zamanda bile öyle bir açıklığa kavusturuyor ki, hep biliriz, istek, özgür irade
    dedikleri sey...
    Durun biraz baylar, ben de bundan söz açacaktım, ama ne yalan söyleyeyim, göze
    alamamıstım. Đsteklerimizin bilmem hangi sebeplere bağlı olduğunu ağzımdan kaçırmak
    üzereydim ki, çok sükür, bilimi anımsadım da sustum. Tam o sırada bu konuyu siz açtınız.
    Diyelim, gerçekten günün birinde bütün istek ve kaprislerimizin formülü bulunuverse; daha
    doğrusu isteklerimizin neye bağlı olduğu, hangi yasalara göre olustuğu, nasıl gelistiği,
    değigib durumlarda ne gibi yönler aldığı üstüne kesin matematik formülleri ortaya çıkarılsa...
    O zaman, iste o zaman insanlar belki de isteklerinden vazgeçecekler, hem de yüzde yüz
    vazgeçeceklerdir. Çizelgeye bakarak istemenin ne tadı kalır? Bundan baska insan, insanlıktan
    çıkıp bir org vidasına ya da bunun gibi bir seye dönüsecektir. Çünkü isteği, iradesi olmayan,
    istemeyi bilmeyen insan org silindirindeki bir vidadan baska nedir ki? Siz buna ne dersiniz?
    Bütün olasılıkları göz önüne alalım da, böyle bir seyin olup olmayacağını bir düsünelim.
    - Hımm!.. diyeceksiniz. Biz çıkarlarımızı anlamadığımız için, ne istediğimizi de çoğunlukla
    bilemeyiz. Gözümüze kestirdiğimiz bir çıkarı elde etmekte en kolay yolu seçiyoruz diye,
    bazen aptallığımızdan bir sürü saçmalık yaparız. Oysa bütün bunların dökümü yapılıp kâğıda
    geçirilince (Olmayacak bir sey yok bunda, çünkü ileride insanların doğa yasalarının hepsini
    öğrenemeyeceklerine simdiden inanmak çirkindir, anlamsızdır.) içimizde istekten de eser
    kalmaz. Đstekler bir gün mantıkla karsı karsıya gelince, artık bizler istek duymayı bir yana
    bırakıp yalnızca düsünmeye baslayacağız, çünkü aklımız basımızdayken birtakım saçmalıkları
    istemek, böyle göz göre göre mantığa aykırı davranıp kendi kuyumuzu kazmak
    olanaksızdır... Nasıl olsa özgür irade yasaları açıklığa kavusturulacağı için, bir gün bütün
    istek ve düsüncelerin dökümü de yapılarak -saka bir yana- belki birtakım çizelgeler
    düzenlenecek, biz de bu çizelgelere bakıp istekte bulunacağız. Sözgelisi bir gün birine nanik
    yapsam, hesaplar, kitaplar benim gerçekten öyle yapmam, hem de hangi elimi kullanmıssam
    o elimi kullanmam gerektiğini ortaya koysa, benim özgürlüğümden ne kalır? Üstelik bir de
    okumus bilgin bir kisiysem? Đste o zaman yasamımı otuz yıl ilerisine kadar hesaplayabilirim;
    kısacası, bütün bunların gerçeklesmesiyle her seyi önceden görüp anlayacağım için, bana da
    yapacak bir sey kalmaz... Aslında sunları aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Doğa neyi, ne
    zaman yapacağımızı bize hiç sormaz; onu hayalimizde canlandırdığımız gibi değil, gerçekte
    olduğu için kabul etmeliyiz; bir çizelge, bir takvim, hatta bir imbik pesindeysek, bunları
    kabul etmekten baska çaremiz yoktur! Böyle yapmasak bile, bize kendini nasıl olsa kabul
    ettirir.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 12.
    0
    Hepsi güzel, ama burada aklımın takıldığı bir sey var! Felsefeye daldığım için özür dilerim,
    sevgili okuyucularım; ne yaparsınız, kırk yıllık yeraltı yasamı, dile kolay! Đzin verin, biraz da
    hayal kurayım. Mantık, kuskusuz iyi seydir, ama olup olacağı bir mantıktır ve insanın
    düsünme gereksinmesini gidermekten öteye geçemez; oysa istek yasamın ta kendisidir, hem
    de en basit bir davranıstan yüce mantığa kadar. Gerçi isteğin eline kalmıs bir yasam çoğu
    zaman deli zırvasından baska bir sey değildir, ama unutmayalım, gene de yasamdır, kare
    kökü almak değil.
    Sözgelisi ben, salt düsünme gereksinmemi gidermek, insanoğlunun yasama yeteneğinin
    yirmide birini ortaya koymak için değil, pek doğal olarak, yasama gücümün tümünü seferber
    ederek yasamak istiyorum. Akıl burada ne yapar? Akıl öğrenebildiği kadarını bilir, (belki
    geride öğrenemeyeceği çok sey kalacaktır. Avutucu bir yanı olmasa da bu gerçeği niçin
    gizleyelim?) insan yasantısı ise bilinçli ya da bilinçsiz bütün eğilimleriyle, türlü türlü
    aldanmalarıyla sürer gider. Bana acıyarak baktığınızı hissediyorum, değerli okuyucular;
    okumus, aydın, kısacası geleceğin insanının bile bile çıkarına uygun olmayan bir istekte
    bulunmayacağını, bunun matematik bir kesinlik tasıdığını üsteliyorsunuz.Ben de sizlerle aynı
    düsüncedeyim. Ama sunu size yüzüncü kez söyleyeyim ki, insanın bile isteye, bilinçli olarak
    zararlı, budalaca, hatta son derece budalaca bir isteğe kapıldığı bir durum, tek bir durum
    vardır: Yalnızca yararlı seyler istemek zorunluluğundan kurtulup en saçmasından bile olsa bir
    sey istemek hakkına sahip olmak. Okuyucularım, bu saçma istek, bu kaprisler kimi
    durumlarda bizim için bütün dünya nimetlerinin üstünde bir değer kazanabilir. Özellikle, bize
    açıkça zararı dokunduğu, çıkar üstüne en akla yatkın düsüncelerimizle ters düstüğü
    zamanlar, bütün öbür çıkarlardan daha yarar sağlayabilir; çünkü en önemlisi, en değerli
    varlığımız olan kisiliğimizi, benliğimizi korumaktadır. Kimi insanlar bunun bizim en değerli
    özelliğimiz olduğunu söylerler. Canı çektiği zaman isteğin akılla birlestiği de olur: aklı kötüye
    kullanmayıp ondan yeterince faydalanırsa, bu birlesme yararlı, hatta övülmeye değer
    sonuçlar verir. Fakat isteğin sık sık, hatta üst üste mantıkla çelistiği durumlar vardır ve...
    ve... bilir misiniz, bu durum hem çok yararlı, hem de beğenilecek bir olaydır.
    Simdi bir an için insanların aptal olmadıklarını düsünelim. (Hiç olmazsa sundan dolayı
    insanların gerçekten aptal olduğunu söyleyemeyiz: Bizler aptal olursak, akıllı kime
    diyeceğiz?) Ama insanoğlu aptal değilse bile korkunç derecede nankördür. Evet, esi
    bulunmaz bir nankör! Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması söyle olmalı: iki ayaklı nankör
    bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmus
    olurdu. Đnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından baslayıp Schlezwig-Holstein dönemine
    değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak
    ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir. Đnsanlık
    tarihine söyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz! Görkem mi? Belki bunun için yalnızca
    Rodos anıtı yeter! Bizim Anayevski, kimilerinin bu anıtın insan elinden çıktığını, kimilerininse
    doğa tarafından yaratıldığını ileri sürdüklerini bosuna mı söylüyor? Göz alıcılık mı? Olabilir.
    Çağlar boyunca her ulusun askerinin, sivilinin giydiği yalnızca tören üniformalarını alırsak ne
    demek istediğimiz anlasılır. Hele özel frak çesitleri karsısında apısıp kalmayacak tek tarihçi
    çıkmaz. Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Durmadan dövüsüyorlar; eskiden de, simdi de, her
    zaman dövüstüler ve dövüsecekler. Yalnızca bu örnek yetmez mi tekdüzeliğe? Kısacası,
    insanlık tarihine her sey, hasta bir muhayyilenin uydurabildiği her sey yakıstırılır da,
    ağırbaslılık yakıstırılamaz. Daha söze baslamadan sözünüz ağzınıza tıkılır.
    Yasamda karsınıza söyle tuhaf bir durum çıkmaktadır: Ellerinden geldiğince erdemli,
    ağırbaslı davranmayı kendilerine amaç edinen, sanki dünyada erdemli, ağırbaslı
    yasanabileceğini göstermek istercesine çevrelerine ısık saçan birtakım erdemli, ağırbaslı
    kisiler -insanseverler, bilgeler- vardır. "E, sonra?" diyeceksiniz.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 13.
    0
    Sonrası belli: Bu gösteris
    düskünlerinin çoğu, eninde sonunda sapıtarak akla gelmedik herzeler yerler. Simdi size
    sorarım: Bu gibi tuhaf nitelikleri olan yaratıklardan baska ne beklenir? Böyle birinin önüne
    bütün yeryüzü nimetlerini serin; mutluluk denizine, bası kaybolana, hatta suyun üstünden
    hava kabarcıkları çıkana kadar gömün; elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca
    uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan soyunun tükenmemesine çalısması için önüne
    bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği yüzünden basınıza ne
    püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en aykırı
    yaramazlıklar, saçmalıklar yapar. Bunun tek nedeni, akıllı-uslu yasayıstan bıkıp, tehlikelere
    doğru kanatlanan hayal gücünü her isine katmak istemesidir. Akıllara durgunluk veren
    hayallerini, en koyusundan ahmaklıklarını elden bırakmak istemez, çünkü (sanki pek
    gerekliymis gibi) insanların piyano tusu değil, hâlâ insan olduklarını kendi kendisine
    göstermeye çalısır. Gerçi tuslarına basıp piyanoyu çalan da gene doğa yasalarıdır, bu çalıs
    öylesine güzel ve dokunaklıdır ki, bir sey demeye güç bırakmaz insanda. Üstelik kendisinin
    gerçekten piyano tusu olduğunu anlarsa ya da onun böyle olduğu fen bilimlerince matematik
    bir kesinlikle kanıtlanırsa, insanoğlu, gene de aklını basına toplamaz; tersine, salt
    nankörlüğünden, aklına eseni yapmak için bile bile haltlar karıstırır. Buna gücü yetmezse,
    zihninde birtakım karısıklıklar, fırtınalar yaratarak çesitli acılar duymaya baslar; böylece
    dediğinde sonuna dek direnir. Dünyaya lanet üstüne lanet yağdırır, yalnızca insanoğlu lanet
    okuyabileceği için (Đnsanı öbür hayvanlardan ayıran baslıca üstünlük de budur.), hiç olmazsa
    bu yolla istediğini elde eder, yani piyano tus değil de insan olduğuna inanç getirir. "Bütün bu
    karısıklıkların, karanlıkların, lanetlerin çizelgeyle önceden kestirilerek önlenmesi, aklın da
    böylece ağır basması sağlanabilir." diyeceksiniz. Đste böyle bir durumda bile, insan mantığın
    elinden kurtulup gene bildiğini okumak için kendini deliliğin kucağına atar. Buna inanıyor,
    doğruluğu konusunda bütün sorumluluğu üstleniyorum. Đnsanın bütün isi gücü, sanırım vida
    değil insan olduğunu her an kendi kendisine kanıtlamaktır. Bu uğurda bası belaya
    girecekmis, gerekirse mağara addıbına dönüsecekmis, vız gelir ona... Bütün bunlardan sonra
    gel de günaha girme; henüz bu dereceye düsmediğimiz, isteğin bilmem hangi seytanın
    buyruğunda olduğu açıklanmadığı için gel de sevinme!
    Kimsenin elimden özgür irademi almadığını; ancak irademin, yine kendi isteğimle normal
    çıkarlarıma, doğa yasalarına, aritmetiğe uygun düsmesi için çalısıldığını söyleyeceksiniz
    bağıra bağıra. (Bana bağırmak lütfunda bulunursanız eğer.)
    - Hadi, efendim; is çizelgeyle aritmetiğe dayanınca iki kere ikinin dört etmesinden baska
    çıkar yol olmazsa iradenin ne önemi kalır? Đradem ise karısmasa da iki kere iki dört ediyor.
    Đrade bu mu demektir?
    IX
    Elbette saka ediyorum, sayın okuyucularım, sakalarımın bayat kaçtığını da bilmiyor değilim;
    ama söylediklerimin tümünü saka sanmak da doğru değildir. Belki dislerimi gıcırdata
    gıcırdata takılıyorum size. Baylar, ne olur, canıma okuyan bazı sorunların çözümünü verin
    ben de kurtulayım! Örneğin, bir insanı köklü alıskanlıklarından kurtarmak, iradesini bilimin,
    sağduyunun verileriyle bağdasacak biçimde düzenlemek istiyorsunuz. Đnsanın böyle bir
    değigibliğe uğratılmasının yalnız olanaklı değil, aynı zamanda gerekli olduğunu nereden
    çıkarıyorsunuz? Hangi sebeple isteklerimizin yeni bastan düzeltilmeye muhtaç olduğunu
    söylüyorsunuz? Kısacası, bu düzeltmenin insana gerçekten yararlı olacağını nerden
    biliyorsunz? Açık konusalım; mantığın ve aritmetiğin sağlama bağladığı, gerçek, normal
    çıkarlarımıza aykırı gitmemenin bizler için tek çıkar yol, bütün insanlık için de sasmaz kural
    olduğuna nasıl yüzde yüz inanıyorsunuz? Böyle bir sey simdilik sizin bir tahmininiz olmaktan
    ileri gidemez. Bunun bir mantık kuralı olduğunu kabul etsek bile, belki de insanlık için aynı
    sey değildir. Okurlarım, sakın beni deli sanmayın. Đzin verirseniz size daha söyleyeceklerim
    var. Đnsanın doğustan yaratıcılığa, amacına bilinçle ilerlemeye, durmadan kuran bir
    mühendisliğe, yani nereye olursa olsun kendine yol açmaya mahkûm edilmis bir varlık
    olduğunu kabul ederim. Kim bilir, belki de bu yol açmaya mahkûm edilisi yüzünden, insanın
    canı söyle arada bir kaçamak yapmak ister. Dahası var, içi dısı bir isadamları bütün
    ahmaklıklarına karsın belki de yolun nereye olursa olsun, bir yere gittiğinin farkındadırlar.
    Onlara göre asıl sorun, yolun bir yere gitmesi değil, yalnızca gitmesidir ve hepimizin bildiği
    gibi tembellik bütün kusurların anası olduğu için, doğanın uslu çocuklarının mühendislik
    mesleğini küçümseyip kendilerini her kötülüğün bası olan tembelliğin kucağına
    bırakmamasıdır.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 14.
    0
    Đnsanın yaratmayı, yol açmayı sevdiği su zütürmez bir gerçektir. Ama sorarım size, neden bir
    yandan da yıkmaya, her seyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu? Bu
    konuda birkaç sözüm daha var. Sakın insanoğlu hedefe ulasmaktan, kurmakta olduğu yapıyı
    bitirmekten içgüdüsel bir ürküntü duyduğu için yıkmayı, bozup dağıtmayı seviyor olmasın?
    (Bu isi yaparken öyle bir tat alır ki, deme gitsin!) Đnsanın yapılan bir yeri yakından değil de
    uzaktan sevdiğini, onun içinde oturmayı değil yalnızca kurmayı, sonunda da karıncalar,
    koyunlar gibi animaux domestiques'e (6) bırakmayı düsündüğünü yadsıyabilir miyiz?
    Karıncalara gelince, onların ev yapma düsünceleri bambaskadır. Karınca yuvası denen,
    yıkılmak bilmez, sasılası bir yapıları vardır.
    Saygıdeğer karıncalar yapı isine karınca yuvasıyla baslayıp hâlâ da öyle sürdürmekle olumlu,
    diresken (sebatlı) davranıs adına büyük bir onur kazanmıslardır. Gelgeç gönüllü, tutarsız bir
    yaratık olan insanoğluysa, belki de satranç oyunları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu
    sever. Kim bilir, belki (Doğruluğuna bel bağlayamayız kuskusuz.) insanın yöneldiği tek
    hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, baska bir deyisle yasamın
    kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden baska bir sey olamaz; iki kere iki
    dört ise yasam değildir, beyler, ancak ölümün baslangıcıdır. Đnsan iki kere iki dörtten, en
    azından bir korku duymustur, bu korku benim su anda bile içimdedir. Evet, insanın tek
    yaptığı sey, iki kere iki dörtlerin pesine düsmek, okyanusları asmak, bu uğurda seve seve
    yasdıbını vermektir; ama öbür yandan aradığını bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa
    arayacak baska bir seyi kalmayacağını hissetmektedir. Đsçiler islerini bitirince para alırlar,
    daha sonra da gidecekleri bir meyhane, düsecekleri bir de karakol çıkar nasıl olsa. Đste size
    bir haftalık is güç. Peki, ama bizler nerelere gideriz? Onun için hedefe her varısta bir
    tedirginlik duyulur. Đnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever, fakat amacını elde etmeyi
    değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. Đnsanın yaratılıstan gülünç bir varlık olmasındadır
    bütün terslik zaten. Đki kere iki dört çekilmez bir sey. Đki kere iki dört, bana sorarsanız, bir
    küstahlıktır. Đki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükrük
    atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. Đki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine)
    inanırım, ama en çok övülmeye değer bir sey varsa, o da iki kere ikinin bes etmesidir.
    Peki ama nasıl oluyor da siz yalnız olumlu, normal durumların, kısacası refahın insan
    çıkarlarına uygun olduğunu böylesine kendinizden emin, böbürlene böbürlene
    söyleyebiliyorsunuz? Mantığınızın çıkar konusunda yanıldığını hiç düsünmediniz mi? Belki de
    insan yalnızca refahı sevmiyor, refah kadar da acılardan hoslanıyordur. Đnsanoğlu için
    acıların refah derecesinde yararlı olması da mümkündür. Surası kesindir ki, bizler, acıyı
    bazen tutkuya varan bir sevgiyle severiz. Bunu anlamak için dünya tarihine basvurmaya
    gerek yok; eğer siz de bir insansanız, azıcık da olsa yasamıssanız, kendinize danısın yeter.
    Benim düsüncemi sorarsanız, yalnızca refahı sevmek ayıptır üstelik. Sonu iyi mi olur, kötü
    mü, orasını bilmem, ama bir seyi devirip kırmanın bazen hos bir yanı vardır. Bu bakımdan ne
    baslı basına refahı, ne acıları tutarım. Ben yalnız kaprislerimden ve istediğim her an kapris
    yapabilmekten yanayım. Sırça köskte acı çekmekse bütün bütüne yakısıksız düser, çünkü acı
    çekmek kusku demektir. Đçinizde kusku uyandıran bir sırça kösk nasıl bir sey olurdu dersiniz?
    Yine de suna iyie inandım ki, insanoğlu karısıklık çıkarmaktan, kırıp dökmekten kendini
    alamayacaktır. Acı duymak anlamanın tek kaynağıdır. Her ne kadar notlarımın basında
    anlamayı insanın bas belası saydığımı söyledimse de, insanın anlamayı sevdiğini, onu
    dünyanın hiçbir zevkine değismeyeceğini biliyorum. Anlama iki kere ikiyle oranlanmayacak
    bir yüceliktedir. Đki kere ikiden sonra artık yapılacak değil, tanıyacak bir sey de kalmamıstır.
    Olsa olsa bes duyunuzu körlestirip düsüncelere dalarsınız, o kadar. Gerçi anlama da insanı
    aynı sonuca zütürür, yani gene yapacak isiniz kalmaz, ama hiç olmazsa kendi kendinizi
    döverek biraz olsun canlanabilirsiniz. Gerici bir davranıs olmakla birlikte hiç yoktan iyidir.
    X
    Siz, sıkılmak nedir bilmez bir sırça köske, yani gizliden gizliye de olsa dilinizi
    çıkaramayacağınız, nanik yapamayacağınız bir sırça köske inanmıssınız. Đste bu köskten
    korkmamın nedeni belki de onun sırçadan olusu, sonuna dek ayakta kalısı ve gizlice de olsa
    dilimi çıkaramayısımdır.
    Bakın, yağmur yağarken kösk yerine bir kümes görsem, ıslanmamak için belki kümese
    girerim, ama beni yağmurdan korudu diye de sükran borcumu ödemek için kümese kösk
    gözüyle bakmam. Bana gülüyorsunuz, hatta kümesle kösk arasında bir ayrım olmadığını
    haykırıyorsunuz. Biz, eğer yalnızca ıslanmamak için yasıyorsak, sizin dediğinize seve seve
    katılırım.
    Ancak yasamın yalnız bu olmadığına, yasadıktan sonra bütün ömrümün kösklerde,
    saraylarda geçmesi gerektiğine kafam saplanmıssa, yapacağım baska bir sey yoktur. Bütün
    isteğim, emelim bundadır artık. Beni bu saplantıdan kurtarmak için içimdeki isteği
    değistirmelisiniz. Peki gönlümde yatanı değistirip bir baskasıyla gözümü kamastıran, bana
    baska bir ülkü verin! Ama simdilik benden kümesi sırça kösk olarak görmemi istemeyin!
    Varsın sırça kösk uydurma olsun; doğa yasalarına göre aslı-astarı olmayan bu düsü,
    aptallığımdan, soyumuza özgü birtakım köhne, akıldısı alıskanlıklara kapıldığım için ben
    uydurmus olayım. Sırça köskün gerçekte olmamasından bana ne? Onu isteklerimde
    yasatıyorsam, daha doğrusu, isteklerim var oldukça o da varsa ötesi beni ilgilendirir mi?
    Yoksa gene mi gülüyorsunuz? Đstediğiniz kadar gülün, ben bütün alaylara katlanırım, karnım
    açken gene de tok olduğumu söyleyemem. Uzlasmayla avunamayacağımı, doğa yasalarına
    göre var olması gereken, gerçekten de var olan kısır döngüyle yetinemeyeceğimi biliyorum.
    Bin yıllık sözlesmeli yoksul kiracılarla dolu, her olasılığa karsı, kapısında disçi Wagenheim'in
    tabelası bulunan bir apartmanı, bas tacı ettiğim asıl isteğim, emelim sayamam. Đsteklerimi
    ortadan kaldırıp ülkülerimi yok ettikten sonra bana daha iyi bir amaç gösterin, seve seve
    pesinizden kosayım: "Uğrasmaya değmez!" derseniz benden de aynı karsılığı alırsınız.
    Surada ciddi konular üstünde kafa patlatıp duruyoruz, ama siz benim sözlerime kulak
    asmazsanız, öyle olsun, yalvarmaya hiç niyetim yok. Benim yeraltım bana yeter.
    Yasadığım sürece isteklerim de ölmemisse, kurduğunuz yapıya tek tuğla koyarsam ellerim
    kırılsın! Demin sırça köskü salt dilimi çıkaramayacağım için yadsıyısıma bakmayın. Dil
    çıkarmaya bayıldığımdan söylemedim bunu. Belki de, yapılarınızdan bir tekinin bile dil
    çıkarılamayacak türden olmayısı kızdırıyor beni. Dilimi çıkarma isteğini duyurmayacak
    değigiblikler yapılsın, sükran duygularımı göstermek için dilimi bile keserim. Yoksa bana ne
    elin yapısından, nerede nasıl oturduğundan! Peki, ama niçin ben böyle isteklerle
    yaratılmısım? Bütün varlığımla kocaman bir yalan olduğum sonucuna varmak için mi
    yaratıldım ben! Tek amacım bu mudur? Đnanmıyorum.
    Size sunu söyleyeyim ki, benim gibi yeraltı adamlarının dizginini sıkı tutmak gerekir. Kırk yıl
    yeraltında sesimizi çıkarmadan otururuz, ama bir de fırsatını bulup yeryüzüne çıktık mı,
    dırdırımızdan kurtulamazsınız.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 15.
    0
    XI
    Varıp dayandığımız sonuç: En iyisi hiçbir sey yapmamaktır. Bir köseye çekilip, seyirci
    kalmaktan iyisi var mı? Onun için yasasın yeraltı! Normal insanı ölesiye kıskandığımı
    söyledim, gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda olmak istemem. (Kıskanmaktan
    geri durmayacağım gene de... Ama hayır, hayır, ne olursa olsun yeraltı daha kazançlı!)
    Orada hiç olmazsa insan... Eh!.. Simdi bile yalan söylüyorum. Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı
    değil, özlemini duyduğum, ama bir türlü elde edemediğim baska, bambaska bir sey
    olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var yeraltının!
    Ah, simdi suraya yazdıklarımın bir bölümüne bari inansam baska ne isterdim! Yemin ederim
    ki, beyler, su çiziktirdiklerimin bir sözcüğüne bile inanmıyorum. Daha doğrusu belki
    inanıyorum, ama bir yandan da nedense her sözümün yalan olduğunu hissediyor, kuskular
    içinde kıvranıyorum.
    - Öyleyse ne diye yazdınız bunları? diyeceksiniz.
    - Đssiz-güçsüz olarak sizi de yeraltına sokup, kırk yıl sonra "Durumunuz nicedir?" diye
    sormaya gelsem, sizin karsılığınız ne olurdu? Đnsan kırk yıl tek basına, issiz-güçsüz bırakılır
    mı, efendim?
    Basınızı hor görürcesine sallayarak, belki de,
    - Bu ne utanmazlık, bu ne alçaklık! diyeceksiniz. Yasamaya susadığınız halde, dolambaçlı
    mantık yollarıyla yasam sorunlarını tartısmaya kalkısıyorsunuz. Hem sırnasık, küstahça
    davranıslarda bulunuyorsunuz, hem de korkudan ödünüz patlıyor. Saçmaladığınız zaman
    keyfinize diyecek yok, ama küstahlığa basladınız mı, hemen ürküyor, özür üstüne özür
    diliyorsunuz. Bir yandan bize korkmadığınızı söylüyor, öte yandan yaltaklanmaktan geri
    durmuyorsunuz. Bizi hıncınızdan dislerinizi gıcırdattığınıza inandırmaya çalısırken güldürmek
    için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin bayat olduğunu bilmiyor değilsiniz, ama
    tasıdıkları edebi değer dolayısıyla da pek sevinmis görünüyorsunuz. Belki gerçekten acı
    çektiniz, fakat çektiğiniz acılara hiç mi hiç saygınız yok! Söyledikleriniz doğru olmakla birlikte
    efendilik ekgib sizde, gururunuz yüzünden, ufacık bir seyi sorun yapıp içinizdeki gerçeğin
    ipliğini pazara çıkarıyor, değerini bes paralık ediyorsunuz. Bir seyler söylemek istediğiniz
    anlısılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konusacak kadar kararlı
    değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizinki. Anlayısınızla övünüyorsunuz, bir yandan da
    ikircimlerle (tereddütlerle) dolusunuz; çünkü kafanız islediği halde yüreğiniz kötülük
    batağına gömülmüs; oysa yüreği temiz olmayanın anlayısı da kıttır. Ya o küstahlığınız,
    sırnasmanız, kırıtmalarınız! Yalan, yalan, hepsi yalan!
    Yukarıdaki sözlerinizi de ben uydurdum kuskusuz. Onlar da yeraltından çıkmadır. Kırk yıldır
    kapı aralığından konusmalarınızı dinlemekteyim. Kafam hep böyle seylerle dolu olduğu için
    uydurmak da kolay oluyor. Ezbere bildiğim bu sözlere edebi bir biçim verdim, o kadar...
    Peki ama bütün bunları yayımlayarak üstelik bir de sizlere okutacağımı düsünecek kadar ağır
    baslılıktan yoksun musunuz? Sonra, bir sorun daha var: Sizlere niçin "beyler, efendiler,
    okurlarım!" diye sesleniyorum? Az sonra yazacağım itiraflar ne yayımlanabilir, ne de
    baskalarına okutulur türdendir. En azından ben kendimde bu güveni bulamıyorum, hem
    bulsam ne çıkar!.. Fakat ne yaparsınız ki, içime bir heves düstü, ben de bu hevesi
    gerçeklestirmeye çalısacağım. Durum su:
    Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği seyler vardır.
    Hatta dostlarına bile açılamayacak, gizli kalması kosuluyla yalnız kendi kendimize itirafta
    bulunacağımız durumlar olur. Ama bir de öyleleri vardır ki, kendi kendimize bile açmaktan
    korkarız. Her aklı basında insanın dağarcığında bile böyleleri yığınla bulunur. Daha doğrusu,
    insan aklını basına topladıkça bunların da sayısı artar. Geçenlerde, eski serüvenlerimi
    kafamda söyle bir toparlayayım diye karar verdiğim halde simdi bir türlü yapamıyor, büyük
    bir tedirginlikle çoğunu geçistirmeye çalısıyorum... Yalnız anımsamakla kalmayıp, bunları bir
    de yazmaya karar verdiğim su anda bir deneme yapacağım. Đnsan hiç olmazsa kendi
    kendisiyle içli-dıslı olabiliyor, gerçekleri çekinmeden söyleyebiliyor mu? Sırası gelmisken
    belirteyim; Heine, doğru bir özgeçmis (otobiyografi) yazmanın mümkün olmadığını, insanın
    kendisi hakkında bir sürü yalan söylemeden edemeyeceğini ileri sürer. Heine'ye sorarsanız
    Rousseau Đtiraflar'ında yalan üstüne yalan kıvırmıs, üstelik bunları gururu yüzünden bile bile
    yapmıstır. Heine'nin haklı olduğuna inanıyorum; insan salt gururu yüzünden cinayet
    yalanlarına dek bulastırabilir kendini, böyle bir gururun ne menem bir sey olduğunu da pek
    iyi biliyorum. Ama Heine, toplum önünde içini döken birinden söz ediyordu. Oysa ben kendim
    için yazıyorum, okurlarımla konusmakla, bana da kolay gelen, alısılmıs bir yazı biçimine
    uymus oluyorum; bunu bir kez daha, açıkça belirtirim. Bütün yaptığım, pek de gerekli
    olmayan bir geleneğe bağlı kalmaktır, yoksa okurlarım olmayacak hiçbir zaman. Yukarda da
    söyledim ya...
    Anılarımın düzenine aldırıs bile etmeyeceğim. Aklıma nasıl gelirse öylece kâğıda
    aktaracağım.
    Ama sözlerime takılarak "Gerçekten okurlarınız olmayacağını öngördüğünüze göre, ne diye
    kendinize, hem de kâğıt üstünde birtakım kosullar ileri sürüyor; tertip, düzen düsünmeden,
    aklınıza geldiği gibi yazacağınızı söylüyorsunuz? Bu açıklamayı yapmanızın, üstelik bir de
    ezilip büzülmenizin sebebi ne olabilir?" diyeceksiniz.
    Buna:
    - Ne bileyim ben! diye karsılık vereceğim.
    Hayli karısık bir konudur bu. Belki ödleğin biriyimdir de ondan böyle yapıyorum. Belki de
    yazarken daha ciddi olmak için gözümün önüne okurları getirmek istiyorum. Sebep mi
    ararsınız!
    Bir nokta daha var: Neden anılarımı ille de yazmak istiyorum? Okurlar için olmadığına göre,
    anılarımı kâğıda dökmeden, zihnimden geçirmekle yetinemez miydim?
    Orası öyle, ama anılarım kâğıt üzerinde daha bir görkemli duruyor. Böylece etkisi daha da
    artacak, kisiliğim üstünde daha doğru bir yargıya varabileceğim; buna bir de üslup güzelliği
    eklenecek. Ayrıca, içimi dökmekle belki rahatlayacağım. Sırası gelmisken söyleyeceğim, eski
    bir anım var ki, su sıralar canımı sıkıp duruyor. Geçenlerde birden kafama takıldı, o günden
    beri de, hep kulağımda çınlayan hüzünlü bir müzik parçası gibi, bir türlü aklımdan çıkmıyor.
    Peki ama, ondan kurtulmam da gerekli. Böyle anıların yüzlercesi var bende, zaman zaman
    bunlardan bir tanesi üste çıkarak beni bunaltmaya baslıyor. Yazmakla bunlardan
    kurtulacağıma inanıyorum nedense. Bir kez denesem ne çıkar?
    Üstelik, issiz güçsüz, otura otura sıkıntıdan patlayacağım! Anı yazmak da bir çesit istir.
    Çalısmakla insanın iyi ve namuslu olacağını söylerler. Hiç olmazsa bu da bir sans...
    Bugün kar yağıyor; sarı, bulanık, sulu sepken gibi bir sey. Dün de, daha önceki günler de
    yağdı. Beni rahatsız edip duran o olay sulu sepken yüzünden kafama takılmıs olsa gerek.
    Öyleyse bu da sulu sepken üstüne bir anı olsun.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 16.
    0
    SULU SEPKEN ÜSTÜNE
    Atesli sözlerimle kandırıp
    Yanlıs yolun karanlığından
    Düsmüs ruhunu kurtardığım zaman,
    Derin bir azap duyarak
    Seni saran ayıbı
    Pismanlık içinde lanetledin.
    Unutkan vicdanını anılarınla cezalandırmak için,
    Benden önce olanları
    Tek tek bana anlatırken,
    Birdenbire yüzünü ellerinle kapadın;
    Ruhundaki isyan sonunda
    Utançla, dehsetle sarsılarak
    Gözyaslarına boğuldun...
    vb, vb, vb...
    N.A. Nekrasov'un bir siirinden
    I
    O sıralar ancak yirmi dört yasındaydım. O zaman bile ruhumu sıkan incin, yabanilik
    derecesinde yalnız bir yasantım vardı. Kimseyle görüsmüyor, konusmaktan kaçıyor, git gide
    daha çok kabuğuma çekiliyordum. Dairedeki görevimde kimsenin yüzüne bakmamaya
    çalısıyordum, ama is arkadaslarım, bana yalnızca garip bir adam gözüyle değil, -öyle
    sanıyordum ki- aynı zamanda tiksintiyle bakıyorlardı. "Neden benden baska birisi kendisine
    tiksintiyle bakıldığını hissetmiyor?" diye bir düsünce takılıyordu kafama. Memurlardan birinin
    çopur mu çopur, iğrenç, hatta haydut suratına benzeyen bir yüzü vardı. Benim de onunki gibi
    bir suratım olsa kimseye bakamazdım, herhalde. Bir baskasının giysisi kokudan yanına
    varılamayacak denli eskimisti. Gene de hiçbirinin ne kılığından, ne suratından, ne de
    herhangi bir ruhsal ekgibliğinden çekindiği yoktu. Hiçbiri kendisine tiksintiyle bakılmasını
    umursamıyordu; yeter ki bakan, amirlerden biri olmasın. Sınırsız gururum ve bunun
    doğurduğu asırı titizliğim sonunda iğrenme derecesine varan bir nefret duyuyordum kendime
    karsı; bu yüzden, baskalarının da bana aynı gözle baktığını düsünüyordum. Örneğin, çirkin
    bulduğum için yüzümü beğenmiyor, hatta pek bayağı bir anlatımı olduğundan
    kuskulanıyordum; bundan dolayı da, göreve her gelisimde bayağılığımı görmesinler diye,
    kendimi büyük sıkıntılara sokarak, elimden geldiğince rahat bir havaya bürünüyor, yüzüme
    soylu bir anlatım vermeye çalısıyordum. "Yüzüm soylu, anlamlı, özellikle son derece zeki
    görünsün de, güzel olmazsa olmasın!" diye düsünüyordum. Ama yüzümden kimsenin bu
    erdemleri okuyamayacağını acıyla, kesin olarak biliyordum. Oysa, yalnızca zeki görünmek
    benim için yeter de artardı bile. Hatta yüzümü zeki bulmaları kosuluyla bayağı görünmesine
    bile çoktan razıydım.
    En küçüğünden en büyüğüne kadar dairedekilerin hepsinden nefret ediyor, onları bir yandan
    küçümserken, bir yandan da onlara karsı çekingenlik duyuyordum. Daire arkadaslarımı
    kendimden üstün gördüğüm de oluyordu. Bu hal durup dururken geliyordu basıma. Onları ya
    küçümsüyor ya da kendimden üstün görüyordum. Kendini bilen, akıllı-uslu bir adam,
    kendine karsı son derece titiz değilse ve kendisini nefret edercesine küçümsemiyorsa gururlu
    da değildir. Ama ister küçümserken olsun, ister üstün görürken, birini görünce hemen
    gözlerimi yere indiriyordum. "Su adamın bakıslarına dayanabilecek miyim bakalım?" diye
    denemeler yapıyor, gözlerini ilk indiren gene ben oluyordum. Kahrolurcasına üzülüyordum
    buna. Gülünç duruma düsmekten de son derece korkuyor, göreneklere körü körüne uyarak
    adımlarımı herkese göre ayarlamaya çalısıyordum. Davranıslarımda bir baskalık görecekler
    diye ödüm patlıyordu. Aslında baska olmaya kim dayanabilirdi ki! Çağımızın bütün
    aydınlarınınki gibi bende de sayrıl (hastalıklı) bir zihin gelisimi vardı. Bu aydınların tümü de
    birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de
    dairemizdekilerden yalnızca ben aydın olduğum için, kendimi ürkek, köle ruhlu hisseden tek
    kisi bendim. Yalnızca hissetmek olsa gene iyi; gerçekten de korkağın, köle ruhlunun biriydim
    ben. Bunu çekinmeden söylüyorum. Zamanımızda her aklı basında adam korkaktır, köle
    ruhludur, açıkçası böyle olmak zorundadır. Bu, onlar için normal bir durumdur. Sarsılmaz
    inancıma göre onlar ta yaratılıstan böyledir. Aklı basında adamların korkak, köle ruhlu
    olmaları birtakım durumlar sonunda yalnız çağımıza özgü değildir, bu her zaman böyle
    olacaktır. Dünyadaki bütün aklı basında insanlar bu doğa yasasından yakayı sıyıramazlar. Bir
    kerecik kabadayılık etmeye kalkısanlar sakın buna sevinip böbürlenmesinler, çünkü nasıl olsa
    baska bir yerde pes edeceklerdir. Onlar için tek çıkar yol, değismeyen sonuç budur.
    Kabadayılıkta direnenler yalnızca eseklerle onların melezleridir, o da bir kerteye (bildiğimiz
    duvara) kadar. Hiçbir değer tasımayan bu yaratıkları önemsemesek daha iyi ederiz.
    O sıralar canımı sıkan bir durum daha vardı! Ne ben bir kimseye benziyordum, ne de bir
    baskası bana. "Onlar hep birlikte, bense onlardan farklıyım" diye derin düsüncelere
    dalıyordum.
    Bundan da anlasılıyor ki, henüz çok toydum.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 17.
    0
    -içerik gizlenmiştir.-
    Tümünü Göster
    ···
  17. 18.
    0
    ccc fyodor dostoyevski reyiz ccc
    ···
  18. 19.
    0
    Su subay düello kabul edenlerden olsaydı, ah ne iyi ederdi! Halbuki o, (ne yazık çoktandır
    nesli tükenen) bilardo istekalarını kullanmayı ya da Gogol'ün Teğmen Pirogov'u (10) gibi üst
    makama gibâyet etmeyi sevenlerdendi. Bunlar düelloya yanasmazlar, hele bizim gibi
    basıbozuklarla dövüsmeyi bütün bütüne yakısıksız sayarlardı. Düello onlarca akla sığmaz bir
    özgür düsüncelilik, Fransız bulusu bir saçmalıktı; ama boyları bir de on versok oldu mu,
    ötekine, berikine satasmaktan geri durmazlardı.
    Orada korkaklığımdan değil, sınırsız gururumdan dolayı çekingen davranmıstım. Ne subayın
    iri yarılığı, ne de beni güzel bir ıslatıp pencereden dısarı fırlatacak olusu korkutmustu
    gözümü. Bunları göze alacak denli yiğitliğim vardı, fakat bende olmayan manevi yiğitlikti.
    Benim tek çekindiğim sey, bilardo sayılarını yazan sırnasık heriften tutun da yakası bir karıs
    yağ bağlamıs, yüzü sivilceli, yılısık bir memur parçasına kadar orada bulunan herkesin,
    benim vereceğim karsılığı, kullanacağım edebi dili anlamayarak benimle alay etmeleriydi.
    Çünkü bizde onur konusu, onur değil de onunla ilgili sorun (point d'honneur) yalnız edebi bir
    dille konusulmustur simdiye dek. Günlük dilde "onur sorunu"nun yeri yoktur. (Bütün
    romantikliğime karsın bende bulunan gerçeklik sezgisi dolayısıyla) oradakilerin gülmekten
    katılacaklarını, subayınsa beni basbayağı dövmeyip diziyle arkama vura vura bilardo
    masasının çevresinde bir kez dolastırdıktan sonra, belki insafa gelerek, pencereden sokağa
    atacağını adım gibi biliyordum.
    Bu ufak olay böylece kapanıp gitse gene iyi. Subaya daha sonra sokakta sık sık rasladığım
    için iyi tanıdım. Ama onun beni tanıyıp tanımadığını bilmiyorum. Birtakım belirtilere bakarak
    tanıdığını söyleyebilirim. Onu nefretle, kin dolu gözlerle süzüyordum; bu durum böylece
    birkaç yıl sürdü. Yıllar geçtikçe ona karsı duyduğum kin çoğalıyor, her geçen gün içime kök
    salıyordu. Önce subay hakkında gizli gizli bilgi toplamaya basladım. Kimseyi tanımadığım için
    bu is kolay yürümüyordu. Bir gün uzaktan uzaktan gölge gibi pesine takılıp giderken birinin
    ona soyadıyla seslendiğini isittim, böylece soyadını öğrendim. Baska bir seferinde onu evine
    dek izledim, kapıcıya bir grevennik (11) vererek hangi dairede, baskalarıyla mı, yoksa yalnız
    basına mı oturduğunu -kısacası, bir kapıcıdan öğrenilebilecek her seyi- öğrendim. Bir sabah,
    hiç edebiyatla uğrasmadığım halde, bu adamın foyasını çıkaracak biçimde bir öykü yazmak,
    onu biraz da karikatürize etmek geldi aklıma. Öyküyü zevkle yazdım. Subayın bütün
    yaptıklarını anlattım, hatta biraz da yalan ekledim. Soyadını öyle usturuplu bir biçime
    soktum ki, ilk bakısta tanınması isten bile değildi. Ama sonradan aklımı basıma toplayarak
    epeyce değistirdim. "Yurt Notları"na (12) gönderdim. O zamanlar böyle tanıtıcı yazılara
    alısılmadığından öykümü basmadılar. Çok canım sıkıldı. Öfkeden boğulacak gibi oluyordum.
    Sonunda düsmanımı düelloya çağırmaya karar verdim. Adama gönül oksayıcı, güzel bir
    mektup yazdım; benden özür dilemesini rica ediyor, kabul etmezse düelloya basvuracağımı
    açıkça bildiriyordum. Mektup öyle güzel bir dille yazılmıstı ki, subay "güzel ve yüce
    seyler"den biraz anlamıs olsa, hiç durmadan bana kosar, boynuma sarılarak bana dostluk
    önerisinde bulunurdu. Ah, ne de iyi olurdu! Canciğer iki arkadas gibi geçinir giderdik! "O beni
    gücüyle korurdu, ben de onu okumusluğumla, daha doğrusu düsüncelerimle yüceltirdim!
    Daha neler neler olabileceği simdiden kestirilmez!"
    Düsünün bir kez, adam beni küçük düsüreli iki yılı geçmisti. Zaman asımını görmezlikten
    gelip durumumu ustalıkla açıklayan mektubuma karsın düello gene de çok yersiz kaçacaktı.
    Çok sükür (Bunun için Ulu Tanrı'ya dua ederim.) mektubu göndermemistim. Mektubu
    göndermis olsam basıma gelecekleri düsündükçe simdi bile tüylerim diken diken oluyor. Ve
    birdenbire, evet birdenbire öcümü aldım; hem de pek kolay, pek dahice bir yolla! Aklıma
    parlak bir fikir geldi.
    Bazen tatil günleri saat dört sularında Nevskiy'e (13) çıkar, caddenin günesli yanında
    gezinirdim. Hos, buna gezmek denmezdi ya! Sonsuz acılar, küçük düsürülmüslük duyguları
    içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl istediğim de buydu. Gelip geçenlerin
    ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolasır; adım basında ya bir generale ya da
    bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim. Kılığımın rezilliğini, fırt
    fırt dönen gövdeciğimin bayağılığını düsündükçe sırtıma ter basar, yüreğime sancılar girerdi.
    Herkesten daha zeki, daha kültürlü, daha soylu olmakla birlikte, baskalarının yanında ezilip
    büzülen, horlanan, hakkını arayamayan, zararlı, iğrenç bir sinekten baska bir sey olarak
    görmezdim kendimi. Bunu her an çok derinden hissettiğim için, sürekli, dayanılmaz bir
    asağılık duygusu, büyük bir elem doldururdu yüreğimi! Niçin bu iskenceye katlanıyor, ne
    diye Nevskiy'e gidiyordum? Her fırsatta beni oraya çeken neydi?
    Birinci bölümde sözünü ettiğim hazzı o zaman tatmaya basladım iste. Subayla aramızda
    geçen olaydan sonra Nevskiy'e gitmeden duramaz oldum, çünkü onu en çok orada
    görebiliyor, orada izliyordum. Subay daha çok tatillerde geliyordu Nevskiy'e. Gerçi o da
    generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında kuyruğunu kıvırarak dolasıyordu, ama bizim
    gibileri, hatta daha kellifellileri tepeleyip geçiyordu. Önünde kimse yokmus gibi insanın
    üzerine üzerine yürüyor, yol vermek nedir düsünmüyordu. Ona baktıkça öfkemden kendi
    kendimi yiyor, ama onunla karsı karsıya gelince nefretle yana çekiliyordum. Sokakta bile ona
    denk olmayısımdan dolayı kendime içerliyordum. Bazen gecenin üçünde uyanıp büyük bir
    bunalım içinde kendi kendimi paylıyordum: "Neden ilk olarak hep sen yol veriyorsun? Neden
    o değil de sen? Bunun bir kuralı, 'söyle olacaktır' diye yazılı bir yasası var mı? Kibar
    insanların karsı karsıya gelislerinde yaptıkları gibi, her sey esit kosullarla yürütülmelidir; bir
    adım sen, bir adım o geri çekilmeli, birbirinize saygı göstererek yürüyüp gitmelisiniz." Ama
    hiç de öyle olmuyordu; her seferinde ben yana çekiliyor, subaysa benim farkıma bile
    varmadan basıp gidiyordu.
    Đste böyle bocaladığım bir sırada o dahice bulus zihnimde çakıverdi. Bulusum suydu: "Bir
    dahaki karsılasmamızda ona yol vermesem nasıl olur? Çarpısacağımızı bile bile yana
    çekilmesem bundan ne çıkar?" Bu cüretli düsünce beni öyle sardı ki, tüm rahatım kaçtı, uyku
    uyuyamaz oldum. Durmadan bu konuyu düsünüyor, onunla karsılasınca nasıl davranacağımı
    daha iyi tasarlamak için sık sık Nevskiy'e gidiyordum. Çok heyecanlıydım. Niyetim gün
    geçtikçe daha çok aklıma yatıyor, yapılabilirliğine her gün biraz daha inanıyordum.
    Duyduğum sevinçten dolayı simdiden adama karsı yumusamaya bile baslamıstım. "Ona
    sertçe çarpmamalıyım. Yolundan çekilmeksizin nezaket kurallarına uyarak, onun bana
    vurduğu kadarıyla ben de ona, canını yakmadan, söyle omuz vurmalıyım" diye
    düsünüyordum. Sonunda iyice kararımı verdim. Ama hazırlık dönemi çok uzun sürdü. Đlkin
    giyinisime iyice bir çekidüzen vermeliydim. Olur a, sokakta beklenmedik bir durum çıkabilir.
    (Caddede gezenler hep kalbur üstü kimselerdi; kontesleriyle, Prens D.leriyle,
    edebiyatçılarıyla herkes oradaydı), ben de kılığımdan utanabilirdim. Giyinisimiz, karsımızdaki
    insanın üzerinde iyi bir etki bırakarak, toplumun gözünde sizi bir dereceye kadar aynı düzeye
    çıkarır.
    Bu amaçla aylığımı pesin istedim. Çurkin mağazasından bir çift siyah eldiven ile güzel bir
    sapka satın aldım. Siyah eldiven önce almayı tasarladığım limon rengi eldivenlerden daha
    kibar, daha uygun göründü. "Bu renk pek çiy, herkesin dikkatini çeker", diye düsünerek
    limon rengi eldivenden vazgeçtim. Beyaz kemikten kol düğmeleri olan iyi bir gömleğim
    çoktan hazırdı, fakat palto almak beni epey oyaladı. Aslında paltom hiç de kötü değildi,
    ayrıca beni çok da sıcak tutuyordu, ama içi pamuk, yakası ise rakondandı, (14) bu da ona
    usakların paltosundan bir derece üstün bir görünüs veriyordu. Yakayı her ne pahasına olursa
    olsun değistirmeliydim, subayların giydiği cinsten, kunduz bir yaka koydurabilirdim. Bu
    amaçla birkaç kez Gostinnıy Dvor'a (15) uğradım, epeyce dolastıktan sonra ucuzca bir Alman
    kunduzunda karar kıldım. Gerçi Alman kunduzu çabucak eskiyerek biçimi bozuluverir, ama
    yeniyken durusu oldukça kibardır. Zaten ben de onu topu topu bir kez kullanacaktım. Fiyatını
    sordum, gene de pahalı geldi. Hayli düsündükten sonra rakon yakamı satmaya karar verdim.
    Ekgib kalan, benim için yüklüce sayılacak parayı da masa sefim Anton Antonoviç
    Setoçkin'den isteyecektim. Anton Antonoviç sessiz, ama ağırbaslı, isini bilen bir adamdı;
    kimseye ödünç para vermezdi. Beni ise koyan nüfuzlu zat ise ona beni epeyce övmüstü. Çok
    canım sıkılıyordu. Ondan para isteyeceğime ölsem daha iyiydi. Bu yüzden birkaç gece
    uykularım kaçtı; o sıralar zaten az uyuyor, atesli nöbetler geçiriyordum. Yüreğim bazen
    duracak gibi oluyor, sonra birdenbire hızlı hızlı çarpmaya baslıyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 20.
    0
    Anton Antonoviç önce sasırdı, suratını eksitti; sonra aklından neler geçtiyse, parayı çıkarıp
    verdi. Öte yandan ödünç verdiği parayı iki hafta sonra aylığımdan kesebileceği konusunda
    bana bir de senet imzalattı. Böylece her sey istediğim gibi oldu. Güzel kunduz yaka ucuz
    rakon kürkün yerine kuruldu; ben de yavas yavas harekete geçtim. Gözü kapalı, bir atılımda
    yapılabilecek bir is değildi bu; ustaca, özellikle ağırdan ağıra baslamalıydım. Ne yalan
    söyleyeyim, birkaç denemeden sonra nerdeyse tasarımdan cayıyordum: Omuzlarımız bir
    türlü çarpısmıyordu. Ben mi iyice hazırlanamıyor, niyetimde sıkı durmuyordum, orasını
    bilmiyorum: "Tamam iste simdi tokusuyoruz" demeye kalmıyor, ben gene yana çekiliyordum.
    Bizimki ise hiçbir seyin farkına varmadan basıp geçiyordu. "Tanrı bana güç versin!" diye,
    adama yaklasırken dua üstüne dua okuyordum. Hele bir keresinde iyice kararımı verdim,
    fakat son anda aramızda bir karıs bile kalmamısken gene tabansızlığım tuttu, herifin
    ayaklarına dolasıverdim. Subay beni tanımadan üzerime doğru yürüyünce kendimi top gibi
    yana fırlattım. O gece yine atesler içinde kıvrandım, sabaha kadar sayıkladım durdum. Sonra
    her sey sasılacak bir kolaylıkla bitiverdi.
    Olaydan bir gün önce uğursuz niyetimden bütünüyle cayarak bu isi yüzüstü bırakmayı
    kafama koymus, bu isi nasıl kapatacağımı pek merak ederek son kez Nevskiy'e çıkmıstım.
    Birden üç adım ilerde düsmanımı görünce kararımı değistirdim, gözlerimi yumdum, bir anda
    omuz omuza gelip çarpıstık! Bir santim bile yana çekilmedim, onunla tam bir esitlik içinde
    geçtim gittim! Herif basını çevirip bakmadı bile. Beni gördüğü halde görmezlikten gelmisti,
    bunu adım gibi biliyordum. Su ana kadar da bundan zerrece kuskulanmadım. Benden daha
    güçlü olduğu için çarpısmada gene ben zararlı çıkmıstım, fakat bunun ne önemi vardı!
    Amacıma erismis, bir adım bile yana çekilmeden, herkesin gözü önünde kendimi onunla aynı
    düzeye çıkararak onurumu kurtarmıstım ya!..
    Utkumun (zaferimin) coskusu içinde Đtalyan aryaları söylüyordum. Üç gün sonraki ruhsal
    durumumdan söz etmeyeceğim artık, yazımın birinci bölümünü, "Yeraltı"nı okumussanız ne
    duruma düstüğümü kendiniz kestirebilirsiniz.
    Subayı sonra baska bir yere atadılar. Onu görmeyeli on dört yıl oluyor. Adamcağız simdi kim
    bilir hangi rütbeye gelmistir! Kim bilir kimleri tepeleyip geçiyordur!
    II
    Hovardalık dönemimin sonu gelince ben de sıkıntıdan patlayacak duruma düsüyordum.
    Üstüme bir bezginlik çöküyor, o zaman içimi bulandırmaya baslayan bu duyguyu kendimden
    uzaklastırmaya çalısıyordum. Fakat buna da alısıyordum yavas yavas. Zaten ben her seye
    alısırım; daha doğrusu boyun eğer, sesimi çıkarmadan katlanırım. Neyse ki herseyi hos
    görmemi sağlayan bir çıkıs yolum vardı: Hayalimde de olsa "güzel ve yüce seyler"e
    sığınmak! Köseme çekilir, üst üste üç ay, delicesine hayal kurardım. Đnanır mısınız, korku ve
    saskınlık içinde yakama Alman kunduzunu diktiren içimdeki o tavsan yürekli adamdan eser
    kalmazdı böyle anlarda. Birdan kahraman kesilirdim. O sırada ziyaretime çam yarması
    teğmen bile gelse, kapının yolunu gösterirdim herhalde. Onu gözlerimin önünde
    canlandırmaya çalısır, yapamazdım. Neleri hayal ettiğimi, bunlardan nasıl bir tat aldığımı
    söylemek simdi çok zor, fakat o zaman yalnızca hayallerimle avunurdum. Hos, simdi bile
    biraz hayallerle oyalanıyorum ya...
    Hovardalık özentilerimin sonunda hayaller daha bir güçlü, daha bir tatlı gelirdi bana;
    pismanlıklar, gözyasları, lanetlemeler, coskunluklar içine gömülür giderdim. Bazen benliğimi
    saran bas döndürücü sarhosluğa, ekgibsiz mutluluğa kendimi öylesine kaptırırdım ki,
    kendimle alay etmek aklımın kösesinden geçmezdi. Tümüyle inanç, umut, sevgi kesilirdim.
    Gerçekten de öyle, dısardan gelecek mucizemsi bir olayla çevremde her seyin açılıp
    genisleyeceğine; önümde sanıma yarasır, yararlı, güzel, özellikle kusursuz bir çalısma
    ufkunun açılacağına körü körüne inanırdım. (Bu çalısmanın neyle ilgili olduğunu biliyordum,
    aslında kusursuz olması önemliydi benim için.) kısacası, günün birinde, basımda yalnızca
    defne dalı ekgib, neredeyse bir kır atın sırtında yeryüzüne iniverecektim. Đkinci dereceden bir
    rolü kendime hiç yakıstırmaz, bundan dolayı sonuncu olmaya gönül rahatlığıyla katlanırdım.
    Ya kahraman olacak ya da çamura batacaktım, ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de
    buydu ya!.. Çünkü çamurda debelenirken, "bir gün gelecek kahraman olacağım" diye
    avuturdum kendimi. Ancak kahramanların çamura batmaya hakları vardı, sıradan insanların
    çamura bulasmaları uygunsuz kaçardı. Çamuru bağıslatmak için yüce insan, kahraman
    olmak gerekirdi.
    Bu "güzel ve yüce" duygular coskusunun hovardalığa daldığım zamanlarda bile gelmesi, isin
    dikkate değer yanıydı. Hele rezilliklerin en koyusuna bulastığım anlarda, varlığını duyurmak
    istercesine siddetli patlamalar halinde gelmesi, sonra da hovardalığıma bir zarar vermeden
    geçip gitmesi sasılacak bir seydi. Rezilliğim derecesinde ruhuma doğan yüce duygular,
    acılığıyla yemeklere lezzet katan iyi bir terbiyeyi kaldıracak ölçüde azalıp çoğalırdı. Çektiğim
    acılar, düstüğüm çeliskiler, çetin ruh çözümlemeleri terbiyenin asıl malzemesiydi. Bütün bu
    ıstıraplar, ıstırapçıklar acınası hovardalığımın keskinliğini artırıyor, ona bir çesit anlam
    veriyordu; yani hovardalığımın tuzu biberi oluyordu.
    Bütün bunların kendine göre bir derinliği yok değildi. Sıradan insanların gittiği, basit, asağılık
    hovarda eğlencelerine dalarak, kendimi çamura bulastırmanın bir nedeni olmalıydı. Yoksa
    gece geç vakit beni sokaklara sürükleyen bir çekicilik bulamasam, hiç bu eğlencelere dalar
    mıydım? Hayır, ucunda soyluluk bulunmayan bir davranısa yanasamazdım ben.
    Hayallerimde "güzel ve yüce seylere sığınarak" ne büyük asklar yasadım, ey Tanrım!
    Yeryüzündeki hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bu bütünüyle hayal ürünü asklarım beni öylesine
    doyuruyordu ki sonradan gerçek bir sevgiye gereksinme bile duymuyordum. Gerçekte birini
    sevmek benim için gereksiz bir lüks oluyordu. Tatlı bir uyusuklukla sanatsal bir yaratıcılık
    geliyordu her seyin sonunda: suradan buradan, ozanlardan, romancılardan kaptığım
    kusursuz yasam sahnelerini istediğim gibi bozup değistiriyordum hayallerimde. Her seferinde
    üstün gelen bendim, yenilenler üstünlüğümü ister istemez kabul etmek zorunda kalıyorlardı,
    bense onları gözümü kırpmadan bağıslıyordum. Tanınmıs bir ozan, bir saray mabeyincisi
    olup gönlümü bir güzele veriyor, elime geçen milyonları insanlık uğruna harcamaya
    çalısıyordum. Sonra da günahlarımı, pek doğaldır ki, basitlikten çok uzak, içinde bol bol
    "güzel ve yüce seyler" bulunan Manfredvari günahlarımı sayıp dökmeye baslıyordum
    herkesin önünde. Hepsi beni gözyasları içinde öpüyorlardı. (Yoksa hımbıllıklarını göstermis
    olurlardı.), bense ilerici düsünceleri yaymak için karnı aç, ayağı çıplak yollara düsüyor,
    gericileri Austerlitz'te kırıp geçiriyordum. Sonra marslar çalınıyor, genel af ilan ediliyordu.
    Papa Roma'yı bırakarak Brezilya'ya gitmeye razı oluyordu. Sonra bütün Đtalya onuruna Como
    Gölü kıyısındaki Bargez köskünde (Bu olaylar için Como Gölü yerinden alınıp Roma'ya
    getirilmis oluyordu.) büyük bir balo veriliyordu. Arkasından da fundalıklar arasında bir olay
    geçiyordu vb, vb... Anlamaz değilsiniz ya!..
    Tümünü Göster
    ···