-
1.
+3inci sözlüğü bir e-kitap arşivine çevireceğim. başlıyorum.
-
2.
0FĐYODOR DOSTOYEVSKĐTümünü Göster
YERALTINDAN NOTLAR
Rusça'dan çeviren:
Mehmet ÖZGÜL
YERALTINDAN NOTLAR
Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun
durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kisilerin aramızda
bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim
bütün isteğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözleri önüne daha
açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemis kusağın bir temsilcisidir. "Yeraltı" adını
verdiğimiz bölümde bu kisi kendisini, düsüncelerini açıklamakta; sanki bununla
toplumumuzda niçin bulunduğunu, bulunmasının neden kaçınılmaz olduğunu söylemek
istemektedir. Đkinci bölüm ise bu kisinin yasamındaki birkaç olayı anlatan gerçek anılardır.
Fiyodor DOSTOYEVSKĐ
YERALTI
I
Ben hasta bir adamım... Gösterissiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum,
karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de
neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, simdiye
dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir sey düsünmüyorum. Üstelik bos
inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. (Oldukça iyi bir öğrenim
gördüm, bos inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum iste.) Hayır, hayır, salt
hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum. Siz bunu anlayamazsınız. Ama ne ziyanı var,
ben anlıyorum ya! Bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil, bunu
ben de bilmiyorum; bildiğim bir sey varsa, o da tedaviden kaçmakla hekimlere bir "zarar
veremeyeceğim", olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir. Yine de hıncımdan tedavi
olmuyorum! Karaciğerim ağrıyormus, varsın daha beter ağrısın!
Epeydir böyle yasıyorum, belki yirmi yıldır. Simdi kırkımdayım. Eskiden çalısırdım, simdi
görevi bıraktım. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım. Rüsvet
yemediğime göre, demek oluyor ki kendimde, kaba olma hakkını görüyor, bununla kendimi
ödüllendiriyordum. (Kötü bir nükte, ama olsun, karalamayacağım. Yazarken güzel olacağını
sanmıstım, simdi bakıyorum da çirkin bir böbürlenmeden öteye geçememisim. Böyle
olduğunu bile bile karalamayacağım iste!) Masama gelenlerin isini, dislerimi gıcırdata
gıcırdata yapar, birinin kırıldığını görsem, bundan büyük bir zevk alırdım. Hemen hemen her
zaman da gücenen biri çıkardı. Çoğunlukla korkak kimseler olurlardı. Ricacı milleti değil mi?..
Yalnızca kendini bilmez bir subaydan nefret ederdim. Bir türlü yola gelmek bilmez, kılıcını
sakırdatarak, karsımda iğrenç bir gururla dikilirdi. Kılıcı yüzünden bu adamla tam bir, bir
buçuk yıl savastım. Sonunda da yendim onu. Kılıcını sakırdatmaktan vazgeçti. Hos, bu olay
gençliğimde olmus bir sey. Ama sevgili okuyucularım, asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor -
3.
0musunuz? Durumumun püf noktası, bütün rezilliği de burada ya... Benim asıl kızdığım sey,Tümünü Göster
en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca
gönlümü hos tutmak için yapmamdı. Öfkeden ağzım köpürmüsken biri biraz gönlümü alsa ya
da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona
karsı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan
olurdum. Yaratılısım böyleydi iste.
Yukarıda ters bir memur olduğumu söyledim ya, yalan! Hırsımdan öyle söyledim. Đs
sahiplerine de, subaya da caka satardım; gerçekte hiçbir zaman ters biri olamamısımdır. Her
an içime bunun tam karsıtı bir sürü duygunun dolduğunu hissederdim. Bu duygular içimde
kıpır kıpır eder dururlardı. Bunların yasamım boyunca böyle kaynastıklarını, dısarı tasmak
için fırsat kolladıklarını bilirdim, ama bırakmazdım, bile bile bırakmazdım. Utancımdan yerin
dibine girecek durumlara mı düsmedim, beni çarpıntılar mı tutmadı bu yüzden: bıktım,
canımdan bezdim! Bunları yazarken sanki bir seylere pisman olmusum, sizden özür
diliyormusum gibi bir halim mi var beyler?.. Kalıbımı basarım, öyle düsünüyorsunuzdur.
Bununla birlikte sizin ne düsündüğünüz vız gelir bana...
Benim nasıl bir adam olduğum da belli değil: Ne ters bir adamım, ne uysal; ne alçağım, ne
onurlu, ne kahramanım, ne de korkak... Kendi köseme çekilmisim; zeki insanların önemli bir
is tutamayacakları, tutanlarınsa aptal oldukları gibi kin dolu, hos bir avuntuyla günlerimi
doldurup gidiyorum. Evet efendim, 19. yüzyıl insanı en basta iradesiz olmalıdır, böyle olmak
onun boynunun borcudur; is beceren, iradeli adam aptal, dar kafalıdır. Đste benim kırk yıllık
yasamımda vardığım sonuç! Kırk yasındayım artık; saka değil, kırk yıllık koca bir ömür,
yaslılığın ta kendisi! Kırkından fazla yasamak ayıptır, asağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yasar
kırkından fazla? Haydi, bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! Đsterseniz size ben
açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yasarlar kırkından sonra. Bütün ihtiyarların, o ak saçlı,
güzel kokular sürünmüs saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karsı söylerim bunu! Hatta çıkar,
sokaklarda haykırırım! Buna hakkım var, çünkü kendim de altmıs yasına kadar yasayacağım!
Üstelik yetmisimi, ciksenimi bulacağım! Öf! Đzin verin, biraz soluk alayım!..
Beyler, sizi güldürmek istediğimi sanıyorsunuzdur belki de. Đste bunda da yanıldınız. Ben
sizin düsündüğünüz ya da düsünebileceğiniz gibi sakacı bir adam değilim; ama bütün bu
gevezeliklerime sinirlenerek (sinirlendiğinizi epeydir hissediyorum), benim ne biçim bir adam
olduğumu sormak istiyorsanız yanıt vereyim: Küçük bir memurdum. Yalnız karnımı
doyurmak için (yalnız bunun için) çalıstım; geçen yıl uzak akrabalarımdan biri bana altı bin
ruble miras bırakınca hemen istifamı bastım ve oturduğum su köseye yerlestim. Eskiden de
burada otururdum, ama simdi iyice yerlestim. Kentin kıyısında kötü mü kötü bir oda burası.
Hizmetçim, ahmaklık derecesinde hırçın, yaslı bir köylü karısı; ondan pis bir kokunun
yayılması da her seye tuz biber ekiyor. Petersburg ikliminin sağlığıma zararı dokunmaya
basladığını, ufacık gelirimle baskentte yasamamın güç olacağını söylüyorlar. Bu deneyimli,
akıllı, evet efendimci öğütçülerden daha iyi bilirim ben ne yapacağımı. Yine de burada,
Petersburg'da oturacağım, buradan bir yere adım atmam! Niçin mi gitmek istemiyorum?
Hiç... Gitmisim ya da gitmemisim, ne fark eder?
Aklı basında bir adamın sözünü etmekten en çok zevk alacağı konu nedir, bilir misiniz?
Yanıt: Yine kendisi...
Öyleyse ben de kendimden söz edeyim biraz... -
4.
0IITümünü Göster
Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemedinizi bilmem, ama simdi size niçin bir
böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Sunu bütün ciddiyetimle belirteyim, pek çok kez
böcek olmayı istemisimdir. Ne yazık ki buna bile erisemedim. Baylar, yemin ederim, her seyi
fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir
insanın anlayıs gücü, -baska bir söyleyisle- yeryüzünün en soyut, en isini bilen kenti olan
Petersburg'ta (öyle ya, kentlerin isini bilenleri de var, bilmeyenleri de.) yasamak gibi
katmerli bir talihsizliğe uğramıs 19. yüzyıl aydınının payına düsen anlayısın yarısı, dörtte biri,
hatta daha azı günlük yasantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği
gibi hareket edenlerin, elinden is gelenlerin anlayısıyla yetinmelidir insanoğlu. Bunları
isadamlarına efelik yapmak, hem de kılıcını sakırdatan subayımız örneği en bayağısından
efelik taslamak için yazdığımı düsünmüyorsanız size istediğinizi veririm. Ama, değerli
okuyucularım, siz hiç hastalıklarıyla övünenleri, üstelik bir de efelik taslamaya kalkısanları
gördünüz mü?
Gelin görün ki, oluyor böyle seyler... Đnsanlar hastalıklarıyla övünüyorlar, caka da satıyorlar;
belki herkesten çok ben yapıyorum bunu. Keselim tartısmayı, yersiz bir sav ileri sürdüğümü
biliyorum. Ama suna iyice inanıyorum ki, değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü
hastalıktır. Bence öyledir iste. Bir dakika geçelim bunu, simdi söyleyin bakalım: Bazen, hem
de terslik bu yana, eskilerin deyimiyle "bütün güzel, yüce seyler"in inceliğini kavramaya
hazır olduğum zamanlar, evet, tam bu sırada, o güzellikleri anlayacak yerde, neden belki de
herkesin yapabileceği biçimsiz hareketleri, hem de sanki özellikle yapıyormus gibi, tam
yapılmaması gerektiğini anladığım bir zamanda yapıyorum? Niçin iyilik üstüne, güzel, yüce
seyler üstüne anlayısım derinlestikçe, batağa daha çok saplanıyorum, neredeyse boğulmama
ramak kalıyor? Beni asıl sasırtan sey, bu durumun bende rasgele değil de sanki öyle
gerektiği için olmasıydı. Durumum bir hastalık ya da aksaklık değil, benim her zamanki
davranısımdı sanki; sonunda buna karsı koyma isteğim bile kalmadı. Bunun belki de benim
doğal durumum olduğuna neredeyse inanacaktım, gerçekte inanmıs da olabilirim.
Baslangıçta bu karsı koymanın beni ne kadar üzdüğünü bir bilseniz! Baskalarının da aynı
durumla karsılastığına inanmadığım için bunu bir giz olarak sakladım yasamım boyunca.
Yaptıklarımdan utanırdım, (Simdi bile utanıyorum belki de.) utanmam bazen o kerteye
varırdı ki, o iğrenç Petersburg geceleri köseciğime çekilmekten gizli, asağılık, anormal bir
sevinç duyar; o gün yine bir kepazelik yaptığımı, hatamı bir daha onaramayacağımı
anlayarak kendimi için için yer dururdum. Kendimi suçlarken acılarım alçakçasına
zayıflamaya baslar, sonra da hazza dönüsürdü. Evet, yanlıs anlamadınız, bildiğiniz su haz!
Baskalarının da aynı hazzı duyup duymadıklarını öğrenmek için bu konuyu açtım. Konuyu
biraz daha derinlestireyim. Küçüldüğünüzü ve bu yolda en asırı dereceye varmıs olduğunuzu
fark etmekten doğar bu haz. Durumunuzun umarsızlığını, baska bir adam olamayacağınızı,
değismek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değismeyi kendinizin de istemeyeceğini
anlamanın tadına doyum olur mu? Hem değismek isteseniz ne olurdunuz ki, belki sizin için
aslında baska yol yoktu! En önemlisi de bütün bunların, derin anlayısın doğal ve temel
yasaları sonucu, bu yasalara bağlı olarak kendiliklerinden ortaya çıkmasıdır. O nedenle
değismek söyle dursun, bu durumda yapılacak bir sey yoktur. Derin anlayıs yasalarına göre
su sonuca varabiliriz: Asağılık bir herif ciğerinin bes para etmediğini kavramakla kendisine
bir avunma payı çıkarır gibidir. Eh, yeter artık... Bu kadar laf ettim de yine bir sey
açıklayabildim mi? Bu isin hazzını nasıl açıklayacağız? Olsun, ben üstesinden gelirim. Kalemi
ne diye aldım elime! Öyleyse sonuna dek zütüreceğim... -
5.
0Sözgelisi, çok onuruna düskün bir adamım ben. Bir kambur, bir cüce kadar da kuruntulu,Tümünü Göster
alınganım; ama ne yalan söyleyeyim, birisinin kalkıp beni tokatlamasından kıvanç
duyacağım çok zamanlar olmustur. Ciddi söylüyorum; herhalde bunda da ayrı bir tat,
kuskusuz acıdan doğan bir tat bulabiliyordum. Acıda hazların en tatlısı saklıdır, hele bir de
insan, durumunun umarsızlığını çok iyi anlarsa! Dönelim yine tokat konusuna, tokadı yer
yemez bilincim içine düstüğüm durumu incelemeye koyulur. En önemlisi de kendimi her
davranısımda suçlu bulmamdır, daha kötüsü, değismez yasaların bir sonucuymus gibi
suçsuzken bile kendimde bir suç aramamdır. Bunun birinci nedeni, çevremdekilerden daha
akıllı olmamdır herhalde. (Her zaman kendimi çevremdekilerden akıllı bulur, hatta
inanmazsınız, bundan dolayı utanırdım. En azından kimsenin yüzüne açıkça bakamaz,
bakıslarımı kaçırırdım.) Suçlu olmamın ikinci nedeni ise, gönlü yüce (alicenap) bir insan da
olsam, bunun yararsızlığını görerek üzüleceğimi anlamamdır. Herhalde gönlü yüceliğimi
hiçbir yerde kullanamazdım. Tokat atanın bunu doğa yasalarına uyarak yaptığını kabul
ederek, hem doğa yasalarını bağıslamak elde olmadığı için adamı bağıslamaz; hem de aynı
yasalar nedeniyle de meydana gelse, bu incitici olayı unutamazdım. Öte yandan gönlü yüce
değilim diye adamdan öç almaya kalksam, bunu yapmak elimden gelir miydi? Sanmam,
çünkü elimden gelse bile bir sey yapamıyordum. Niçin mi? Đste bu konuda birkaç sözüm daha
var.
III
Öç almayı, kendi çıkarlarını korumayı bilen insanlar bunu nasıl yaparlar dersiniz? Varsayalım,
böyleleri öç alma duygusuna kapılsalar, benliklerinde bu duygudan baska her sey silinir.
Kudurmus boğalar gibi boynuzlarını öne eğerek ileri atılırlar. Onları ancak karsılarına çıkan
bir duvar durdurabilir. (Đçlerinden geldiği gibi hareket edenlerle isadamlarının duvarı görür
görmez zınk diye duracaklarını hemen belirtmeliyim. Onlara göre duvar, durmadan düsünen,
bu nedenle bir sey yapmayan bizler için olduğu gibi bir engel ya da ciddiliğine inanmadığımız
halde dört elle sarıldığımız bir bahane değildir. Hayır, hayır, onlar bütün içtenlikleriyle
dururlar. Duvar, onlar için yatıstırıcı, doğru ve kesin bir karara vardırıcı, hatta belki de
gizemli bir anlam tasır... Neyse, duvar konusuna sonra döneceğiz.) Đste ben içi dısı bir
insanı, onu özene bezene yaratan, sevecen doğa ananın görmek istediği gibi, gerçek normal
insan sayarım. Böyle bir adamı kıskanmaktan kendimi yer bitiririm. Aptal olmaya aptaldır,
böyle değildir diye sizinle tartısmayacağım, ama ne bileceksiniz, belki de normal adamın
aptal olması kaçınılmazdır. Belki de böyle olmasının ayrı bir güzelliği vardır. Bu düsüncemin
doğruluğuna inanmam için baska bir neden de, normal insanın karsıtının, yani herhalde
doğanın kucağından değil de imbikten geçirilmis, derin anlayıslı adamın (Bunda da gizemli
bir hava var, ama pek emin değilim.) normal insan karsısında bazen birden duralaması,
bütün üstünlüğüne karsın kendisini seve seve sıçan gibi görmesidir. Üstün anlayıslı olmasına
üstün anlayıslıdır, ama olup olacağı bir sıçandır: oysa karsısında bir insan, kendisinden farklı
bir sey vardır. Asıl önemlisi de kimse ondan istemeden kendisini sıçan saymasıdır, buna
dikkatinizi çekerim. Simdi bu sıçanın neler yaptığına söyle bir bakalım. Sözün gelisi, sıçan bir
seye gücense (Zaten her zaman gücendiği bir sey vardır.) ve öç almak istese içinde belki de
l'homme de la nature et de la verité'den (1) daha çok kin birikir. Gücendirene aynı biçimde
karsılık vermek için duyduğu iğrenç, asağılık istek belki de I'homme de la nature et de la
verité'den daha çok içini kemirecektir, çünkü l'homme de la nature et de la verité doğustan
aptallığı yüzünden öç almayı düpedüz bir hak sayar, oysa üstün anlayısı sonucu sıçan
kendisine böyle bir hak tanımaz; sonunda sıra asıl amaca, yani öç almaya gelir. -
6.
0ZavallıTümünü Göster
sıçan, ilk gücenikliğinin yanına sorular, kuskular biçiminde bir sürü yeni asağılanmalar,
gücenmeler katmıstır; bir sorunun karsısına yanıtsız kalan daha nice sorular koymustur;
sonunda bir de bakmıstır ki, kuskulardan, yersiz heyecanlardan ve en sonunda onunla
insafsızca alay etmeyi is sayan müdür, yargıç kılığındaki içi dısı bir, isini bilen adamların
tükürüklerinden olusan pis bir çamur, bulanık, kokusmus bir karısım kusatmıstır dört bir
yanını. Bu durum karsısında sıçanın tutacağı tek yol, her seye bos vererek, kendisinin bile
inanmadığı, küçümseyen, yapmacık bir gülümsemeyle utana sıkıla delikçiğine sıvısmaktır.
Orada les gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak güçlendirilmis sıçancık yavas kavas
kine; soğuk, zehirli, özenle sonu gelmez bir kine boğulur. Kinini kırk yıl en ince, en utanç
verici ayrıntılarına dek anımsayacak; her anımsayısta kendinden daha bir yüz kızartıcı seyler
ekleyerek, bu uydurmalarıyla kendini yiyip bitirecektir. Bir yandan kuruntularından utanır;
bir yandan da olanları anımsamaktan, yeni bastan kurcalamaktan, "olabilirdi" düsüncesiyle
baska baska uydurmalar eklemekten kendini alamaz. Bağıslamak nedir bilmez. Belki öç
almaya bile kalkısır, ama beceriksizce, miskin miskin, uzaktan uzağa, sinsice, ne öç almak
hakkına, ne de basarısına inanmadan yapar bunu; öbür yandan öç almak istediği kimseden
yüz kat fazla üzüleceğini, ötekinin kılının bile kıpırdamayacağını ta basta bilir. Ölüm
döseğinde bunları bir kez daha, bunca zaman birikmis faizleriyle birlikte anımsayacak ve...
Bakın iste, bu soğuk, iğrenç yarı umutsuzlukla, yarı inançla, kahrından kendini bilinçli olarak
yeraltına kırk yıl diri diri gömmede, zorlamayla yaratılmıs durumunun yine de kısmen içinden
çıkabilir olmasından, bütün o içe isleyen doyurulmamıs isteklerin özünde, kesin olarak
verilen kararla bunun pesinden gelen pismanlıklar çalkantısında yatmaktadır yukarıda
sözünü ettiğim garip hazzın özü. Bu haz o derece ince, bazen anlasılması öylesine zor bir
duygudur ki, azıcık dar görüslü, hatta sinirleri sağlam kimseler bundan zerrece nasiplerini
alamazlar. Simdi siz sırıtarak: "Belki de tokat yemeyenler bile anlamaz." diyerek, kibarca
tokat yemis olabileceğim için bu isin uzmanı kesildiğimi ima edeceksiniz. Böyle
düsündüğünüze bahse girerim. Merak etmeyin, beyler, hiç tokat yemedim; gerçi sizleri
bilmem, ama ben tokat yemis de olsam pek değismezdi. Yasamım boyunca fazla tokat
atmadığım için de çok üzgünüm. Eh, yeter bu kadar, sizi pek ilgilendiren bu konu üstüne tek
sözcük eklemeyeceğim artık.
Hazzın kimi inceliklerini kavrayamayan, sinirleri sağlam insanlardan söz edeyim biraz da. Bu
baylar, gerçi sırası gelince öküz gibi böğürüp bununla belki de büyük bir onur kazanırlar,
ama demin de söyledim ya, bir zorlukla karsılasınca siniverirler. Zorluk onlarca tas duvar
demektir. "Hangi tas duvar?" diyeceksiniz. Elbette doğa yasalarıdır, doğa bilimlerinden çıkan
sonuçlarla matematiktir bu tas duvar. Sözün gelisi, sana maymundan geldiğimizi
kanıtlamıslarsa, bu gerçeği yüzünü burusturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ
damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem,
sorumluluk, safsata, bos inanç denen seylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa
yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin "iki kere iki dört eder" kesin sonucu
vardır bunlarda. Hele bir karsı durmaya kalkın; "Aman efendim, nasıl karsı çıkarsınız? Bu, iki
kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danısmaz, onun sizin isteklerinizle,
yasalarının hosunuza gidip gitmediğiyle isi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla
kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb." diye bağırırlar. Aman Tanrım, herhangi
bir sebepten ötürü doğa yasalarıyla iki kere ikinin dört ettiği hosuma gitmiyorsa, bana ne bu
yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, "ille deleceğim" diye
yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir tas duvar bulunmasına da
razı olamam.
Gerçekten de böyle bir tas duvar, salt iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinliğiyle huzur
demektir; hiç olmazsa barıs için söyleyeceği birkaç sözü vardır. Đste size saçmaların en
büyüğü! Öte yandan bütün zorlukları, bütün tas duvarları görüp anlamak; zorluklara, tas
duvarlara boyun eğmekten tiksiniyorsanız boyun eğmemek; mantığın kaçınılmaz, en çetrefil
yollarıyla tas duvarın önünde bile suçun sizde olduğunu anlayıp böyle sonu gelmez bir konu
üzerinde asağılık yargılara varmak; bunları yapmamaktan çok daha iyidir. Çünkü zerre kadar
suçunuzun olmadığı apaçık göründüğünden, kösenizde kendinizi sessiz sessiz yer bitirirsiniz.
Kızacağınız bir kimse ya da bir sey olmadığı, belki de hiç olmayacağı için eliniz kolunuz bağlı,
sehvet derecesinde haz baygınlıkları geçirirsiniz. Aldatmaca, göz boyama ve el
çabukluklarından bulanık bir dünya yarattığınızı bile bile, kime neden gücendiğinizi
kestiremeden, bütün bu aldatmacalar, karısıklıklar arasında içiniz sızlar da sızlar;
bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır. -
7.
0IVTümünü Göster
- Kah-kah-kah! Güleyim bari... Su halde sizce dis sızısında bile haz vardır, diyeceksiniz.
- Elbette! derim ben de size.
Dis ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dislerim ağrıdığı için çok iyi bilirim.
Kuskusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen,
sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan
bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Đyi bir örnek buldum beyler, bunu biraz daha
deseceğim. Bu inlemelerinizle, ilkin acılarınızın bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düsürdüğünü,
varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine kılı kıpırdamadan hırpaladığını
anlatmak istersiniz. Ortada bir düsman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; disçi
Wagenheim'lerin (2) bütün çabalarına karsın dislerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dısınızda
birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da boyun
eğmeyip hâlâ karsı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek seyin, ya kendinizi
kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarınızı dövmek olduğunu söylemek
istersiniz inlemelerinizle. Đste kimden geldiği belli olmayan bu alaylar, içe oturan
asağılanmalar sonundadır ki, bazen sehvet derecesine çıkan bir haz duyulur yavastan
yavasa.
Rica ederim, sevgili okuyucularım, su dis ağrısı çeken 19. yüzyıl aydınının sızlanmalarına
ikinci, üçüncü gününde bir kulak verin! Artık inlemesi ilk günkü gibi, yalnızca dis ağrısından
gelen, kaba bir köylünün inlemeleri olmayıp, uygarlığa, Avrupa kültürüne bulasmıs,
simdikilerin deyimiyle, "topraktan ve halkın özünden kopmus" bir insanın inlemeleridir. Bu
inlemeler gittikçe çirkinlesir, sonunda pis bir hırçınlığa dönerek günlerce sürer gider. Bu
insan, inlemeleriyle kendisine bir yarar sağlamayacağını; hem kendini, hem de baskalarını
bosu bosuna üzüp rahatsız edeceğini; önünde yırtınıp durduğu kimselerle yakınlarının, bu
inlemeleri dinlemekten bıkarak artık kendisine inanmadıklarını; onun yapmacıksız,
samatasız, kimseye caka satmadan, fazla sımarmadan da inleyebileceğini düsündüklerini
bilir; hem de herkesten çok... iste her seyi böylece anlaması ve düstüğü yüz kızartıcı durum,
ona hazzın son derecesini tattırır. "Nasıl? Sizleri rahatsız ediyor, içinizi sızlatıyor; hem de
evinizde uyku uyutmuyorum ya! Uyumayın, dislerimin ağrıdığını her an sizler de anlayın.
Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, sirret bir adam var
karsınızda. Varsın öyle olsun. Foyamı ortaya çıkardığınız için kıvançlıyım. Benim pis pis
dırlanmalarım hosunuza mı gitmiyor? Öyle olsun, ben simdi daha pis bir yaygara koparayım
da, siz o zaman görün." Yine anlamadınız mı beyler? Bu yüksek hazzı anlayabilmek için,
sanırım kafalar daha çok gelismeli, insanoğlu daha derin bir anlayısa erismeli. Gülüyorsunuz
öyle mi? Buna çok memnun oldum. Biliyorum, sakalarım oldukça bayat, kaba, çetrefilli;
kendime güvensizliğimi gösterir. Kendime saygı göstermediğim içindir herhalde. Her seyi
anlayan bir adam kendine nasıl saygı duyar?
V
Küçülmesinde bile tat bulmaya kalkısan bir adamın kendisine ufacık bir saygısı kalabilir mi?
Haydi, siz söyleyin! Bunu umut kırıcı bir pismanlık sonunda söylemiyorum. Öteden beri,
"Beni bağısla babacığım, bir daha yapmam" demekten nefret etmisimdir. Böyle söylemeyi
beceremediğim için değil; tam tersine, kolaylıkla, hem de çok rahat söyleyebildiğim için
nefret etmisimdir bu sözden. Zerrece suçum olmadığı halde, birtakım düsler kurarak kendimi
suçlu bulduğum olmustur çoğu kez. Bu da hepsinden kötüydü ya. O zaman yine duygulanır,
pismanlık duyar, gözyası döker, böylece kendi kendimi kandırırdım. Numara yaptığım falan
yoktu, salt yüreğim dayanmadığı için bu haltı karıstırırdım... Gerçi doğa yasaları her zaman
ve herkesten daha çok gücendirmistir beni, ama bu durumda doğa yasalarını bile
suçlayamazdım. Simdi bunları anımsamak iğrenç bir sey, o zaman da öyle hissederdim. Bir
dakika bile geçmezdi ki, bütün kinimle, o duygulanmaların, pismanlıkların, değisme
antlarının yalan, hem de kuyruklu birer yalan olduğun anlamaya baslardım. Kendimi zorla
neden bu sıkıntılara soktuğumu sorarsanız, yanıt vereyim: Bos durmaktan yıldığım, canım
sıkıldığı için basıma böyle maskaralıklar çıkarırdım. Gerçekten öyle. Kendi kendinizi söyle bir
yoklayın, sevgili okurlarım, bunun doğru olduğunu anlayacaksınız. Yasadığımı anlamak için
kendi kendime serüvenler uydurur, yasama oyunu oynardım. Kaç kez, hiç yüzünden, bile bile
gücenmeyi denemisimdir, gücenecek bir seyim olmadığını, kendimi kandırdığımı bildiğim
halde isi o kerteye getirirdim ki, sonunda gerçekten gücenirdim. Kendime egemen
olamayacak kadar hoslanmaya baslamıstım bu oyundan. Đki kez de âsık olmayı denedim.
Đnanır mısınız, beyler, o yüzden bir sürü de acı çektim. Yüreğimin bir kösesinde, acı
çektiğime inanamayıp kendimle alay ederken, bir yandan da gerçek bir acıyla kıvranır,
kıskançlıktan kudururdum... -
8.
0Değerli okurlar, bütün bunlar bezginlikten, bir is yapmamanın beni boğacak haleTümünü Göster
gelmesindendir. Her seyi anlamanın en yakın, en normal sonucu tembellikten, yani bile bile
eli böğründe durmaktan baska nedir? Bundan yukarda söz etmistim. Yineliyorum, özellikle
yineliyorum: Đçlerinden geldiği gibi davranan insanlar, isadamları, dar kafalı oldukları için,
kafaları çalısmadığı için is becerirler. Bunu size söyle açıklayacağım: Bu tür insanlar dar
görüslü olmalarından ötürü, önlerine çıkan ilk sebepleri ikinci dereceden de olsa ana sebep
sanırlar. Davranıslarına sağlam bir dayanak bulduklarına herkesten çabuk ve kolay
inandıklarından dolayı da içleri rahattır. En önemlisi de bu değil mi zaten? Herhangi bir ise
girismeden önce, bütün kuskulardan arınarak huzur içinde olmalıdır insan. Peki ama ben
kendimi nasıl huzura erdireceğim? Nerede bana destek olacak ilk sebepler, ilk dayanaklar?
Bunları nasıl bulacağım? Söyle bir düsünmeye baslıyorum, elime aldığım herhangi bir ilk
sebep hemen pesinden kendisinden önceki sebebi sürüklüyor ve böylece uzayıp gidiyor.
Anlamanın, düsünmenin iç yüzü budur. Bundan çıkardığımız sonuç yine aynıdır. Demin öç
almaktan söz etmistim, anımsıyor musunuz? (Herhalde pek anlamamıstınız.) Đnsanın hak
yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. Öyleyse ilk sebep de bulunmustur: Adalet. Su halde
büyük bir huzur içinde, iyi ve doğru bir is yapıldığına inanılarak, basarıyla, rahat rahat öç
alınabilir. Bense burada ne adalet, ne de erdem göremediğim için salt huysuzluğum
yüzünden öç almak istediğimi bilirim. Huysuzluk bir sebep olmasa da, bütün kuskularımı
yenerek rahatça ilk sebep görevini yapabilirdi. Gelgelelim öfke bile duyamıyorum. (Zaten
demin sözü bundan açmıstım.) Huysuzluğum hep o uğursuz anlayıs yasaları yüzünden
kimyasal bir çözülmeye uğrar. Bir de bakarsınız, asıl amaç uçup gitmis, sebepler toz
olmustur; suçlu ele geçmemektedir, asağılanma asağılanmadan çıkıp dis ağrısı cinsinden
kaderin cilvesi haline gelmistir. Yapacağın tek sey kalıyor, o da duvarı daha sert
yumruklamak. Asıl sebebini bulamayınca her seye bos verirsin. Bir kerecik bilinçli olmayı bir
yana koyarak, ilk sebebini aramadan, uzun boylu düsünmeden, körü körüne bırak kendini
duygularının akısına; sev ya da nefret et, bos durmamak için bir seyler yap! En geç ertesi
gün bu danısıklı kanma yüzünden kendini küçük görmeye baslarsın. Sonuç olarak sabun
köpüğü ve yine eski tembellik.
Baylar, kendimi herkesten akıllı saymamın tek nedeni, bitirmek söyle dursun, yasamım
boyunca hiçbir seye baslamamıs olmamdır. Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız, ama can
sıkıcı gevezenin biri olayım, ne çıkar! Her akıllı insanın ilk bastan geveze olması, yani
havanda su dövmesi alnına yazılmıssa ne gelir elden?
VI
Keske bos durusum aylaklığımın yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir
saygı duyardım! Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye
kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu adam?" diye sorunca,
"Tembelin biri!" karsılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir
niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" Saka
değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O
zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan baska bir is
tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte sarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir
erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuskuya düsmüyordu. Adamcağız
sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. Đste
ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur değil;
su, bütün güzel, yüce seylere ilgi duyan oburlardan olurdum. Nasıl, hosunuza gitti mi? Ben
buna öteden beri kafamı takmısımdır. "Güzel, yüce seyler!.." kırk yasımda bana az
çektirmedi, ama kırkıncı yasıma basınca böyle oldu bu; oysa o sıralar, ah, o gençlik
yıllarımda çıkacaklardı karsıma! O zaman kendime uygun bir is de bulurdum. Bütün o güzel,
yüksek seylerin onuruna içerdim. Kadehime önce biraz gözyası akıtmak, sonra da onu bütün
güzel, yüksek seylerin onuruna kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Dünyada ne varsa
hepsini güzellik, yücelik açısından görür; en pis, en iğrenç seylerde bile güzel, yüce bir yan
bulurdum. Đstediği zaman gözyası dökebilen bir adam kesilirdim. Ressamın biri kalkıp Ghé
(3) ayarında bir tablo yaptı diyelim. Hemen böyle bir tablo yapmıs olan ressamın onuruna
içerdim, çünkü bütün güzel, yüksek seyleri seven bir adamdım ben. "Canınız nasıl isterse"
adında bir yapıt mı yazıldı, hemen "Canınız nasıl isterse"nin onuruna kadehimi kaldırırdım;
dedim ya, güzellik, yücelik adına yapmayacağım sey yoktur... Bu sırada herkesin kisiliğime
saygı göstermesini isterdim, birisi bana saygısızlık yapacak olsa yakasına yapısırdım. -
9.
0"HuzurTümünü Göster
içinde yasayıp debdebeyle ölmek!" Bundan daha güzel ne vardır! Salıverdiğim göbeğimi, üç
kat olmus gerdanımı, rezilcesine havaya diktiğim burnumu görenler: "Bakın su kalantor
herife! Olunca böyle olmalı!" derlerdi. Siz ne derseniz deyin, baylar, yasadığımız su olumsuz
çağda böyle hos sözleri isitmeyi kim istemez!
VII
Fakat bunlar tatlı düslerden baska nedir ki? Lütfen söyler misiniz, insanların gerçek
çıkarlarını bilmemeleri yüzünden kötülük yaptıklarını ilk kez kim ortaya attı, kim böyle
akıllıca bir söz etti? Sözüm ona, insanoğlunun kafası aydınlanır, gerçek çıkarları gözlerinin
önüne serilirse burnunu kirli islere sokmaktan geri durarak, bir anda soylu, temiz yürekli biri
olur çıkarmıs. Bunun nedeni de aydınlanıp gerçek çıkarlarını yalnız ve yalnız iyilik yapmakta
görmesiymis. Hiç kimse bile bile kendi aleyhine hareket edemeyeceğine göre tek çıkar yol
iyilik yapmakmıs... Hey gidi çocuk; saf, temiz yürekli bebek! Dünya kurulalı beri insanların
yalnızca kisisel çıkarlarına göre davrandıkları görülmüs müdür? Đnsanların bile bile, yani
gerçek çıkarlarını iyice anladıkları halde, bunları ikinci plana itip kimsenin zorlamadığı baska
yollara, bir sürü karısık, tehlikeli islere atıldıklarını gösteren milyonlarca örneğe ne demeli?
Evet, insanlar kendilerine gösterilen yolun tam tersine, canlarının istediği yöne yürümüsler;
akıl almaz, çetin, neredeyse karanlık yollarda yürümek için direnmislerdir. Dik kafalılık,
direnmek onlara çıkarlarından daha tatlı geliyor, anlasılan... Çıkar! Nedir bu çıkar denen sey!
Đnsanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle belirtebilir misiniz? Biri tutar, çıkarını,
kendisi için iyilik değil de kötülük istemekte görürse, hatta böyle yapmak zorunda kalırsa,
buna ne demeli? Ya bir de her zaman böyle olursa, o büyük kuralın ne değeri kalır? Ne
dersiniz, böyle bir sey olabilir mi? Gülüyorsunuz, demek? Gülün, ama önce su sorumu
yanıtlayın: Đnsanoğlunun çıkarları tam olarak sayılmıs mıdır? Aralarında hiçbir
sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur? Bildiğime göre, okuyucularım,
insanların çıkarlarıyla ilgili listeyi istatistik rakamlarıyla ekonomik formüllerden ortalama bir
hesapla çıkarmıssınız. Sizin çıkarlar listenizde refah, zenginlik, özgürlük, rahatlık gibi seyler
var; bunlara açıkça, bile bile sırt çeviren biri çıksa siz -elbette ben de- onu kara cahilin, zır
delinin biri olarak görmez miyiz? Ne tuhaftır; istatistikçiler, bilginler insanoğlu için birtakım
hesaplar yaparken çıkarlardan birini her seferinde gözden kaçırırlar, hatta bunu yanlıs
biçimiyle hesaba katarlar; oysa her sey bu çıkara dayanmaktadır. Tutup bu çıkarı da
listemize eklesek ne olurdu sanki! Asıl felaket, bu anlasılması güç çıkarın hiçbir
sınıflandırmaya girmemesi, hiçbir listeye sokulamamasındadır.
Bakın, benim bir dostum var... O, yalnız benim değil, sizin de dostunuzdur, beyler; onunla
dost olmayan yoktur! Bu kisi bir ise baslamadan önce akıl, mantık yollarına göre nasıl
davranması gerektiğini açık, tumturaklı bir dille anlatır size. Bununla da kalmaz, bir insanın
normal, gerçek çıkarlarından coskuyla, tutkuyla söz ederek, ne kendi çıkarlarını, ne de erdem
denen seyi anlamayan miyoplarla acı acı alay eder. Arkasından bir çeyrek saat bile geçmez
ki, ortada değisiveren bir durum, bir sebep yokken, bütün çıkarlarını hiçe sayan bir
içgüdüyle, eskisinin tam tersi bir yol tutar; artık ne mantık kuralları kalmıstır, ne kendi
çıkarları, ne de baska bir sey... Sunu da ekleyeyim, "dostum" demekle genel bir anlam
kastettiğim için, bu döneklikte yalnızca bir kisiyi suçlamak biraz zordur. Bakın size ne
söyleyeceğim, beyler: Acaba insana en üstün çıkarından daha değerli gelen bir sey, ya da
(mantık çerçevesinde kalmak için) son derece yararlı, (demin hiçbir listeye girmediğini
söylediğim) baska bir çıkar yok mudur? Bu öyle bir çıkar olsun ki, bütün öbür çıkarlara göre
daha ön planda, daha çekici gelsin insana; bu en büyük, en değerli çıkarı elde edeblmek için,
insanoğlu, gerekirse her türlü kuralı hiçe sayarak, mantığa, onura, huzura, refaha, kısacası
bütün güzel ve yararlı seylere aykırı düsen bir yol tuttursun.
- Demek ortada yine bir çıkar var, diye sözümü keseceksiniz. -
10.
0Đzin verin, simdi size her seyi anlatacağım. Söz cambazlığı değil isimiz; asıl anlatmakTümünü Göster
istediğim, sözü geçen çıkarın bütün sınıflandırmalarınızı bozması, kisilerin mutluluğu için
çırpınan insanseverlerin koyduğu dizgeleri (sistemleri) darmadağın etmesidir. Kısacası her
seye engel olmaktadır bu çıkar. Fakat bu çıkarın ne olduğunu söylemeden önce, kendi adımı
kötüye çıkarmak pahasına da olsa, sunu çekinmeden belirteyim ki, bütün bu kusursuz
dizgeler; insanların, rahatlarını elden çıkarmamak için, bir anda, iyi ve uysal varlıklar
olacakları yolundaki bütün bu çıkar kuramları bence simdilik bir varsayımdır.
Evet efendim, bir varsayımdır ancak. Đnsan soyunun gene kendi çıkarları yoluyla düzeltilmesi
kurdıbının kabulü, bence en azından, uygarlığın insanoğlunu yumusattığını, o nedenle de
onları daha az acımasız, daha az savasçı bir duruma getirdiğini ileri süren Buckle'ü (4)
onaylamak demektir. O, kendi mantığıyla böyle bir sonuca varmıs olabilir. Ama insanlar
dizgelere, birtakım soyut kavramlara öylesine düskündürler ki, salt mantıklarını haklı
çıkarmak için gerçekleri bile bile değistirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya
razıdırlar. Bunu gerçekten anlasılması kolay bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize söyle bir
bakın: Kan gövdeyi zütürüyor, hem de sampanya gibi bütün nesesiyle akıyor. Đste size
Buckle'ün de yasadığı 19. yüzyıl! Đste büyük Napolyon ve bugünkü Napolyon!.. Đste Kuzey
Amerika'nın sonsuz birliği! Ve iste size karikatüre benzeyen Schlezwig-Holstein Prensliği!..
Uygarlık neyimizi yumusatmıs, anlayalım! Duygularımızın türlerini çoğaltmaktan baska bir
ise yaramamıstır uygarlık. Duygularının çesitliliği yüzünden, insanoğlu, korkarım, kan
dökmede bir zevk aramaya kadar varacak. Üstelik böyle bir felaket insanlığın basına çoktan
gelmistir. Cana kıyıcılıkta en ince ustalıkları gösterenlerin uygar kimseler olduklarına hiç
dikkat ettiniz mi? Atillaların, Stenka Razinlerin (5) ustalıkla eline su dökemeyecekleri bu
baylar, gene de onlar kadar göze batmıyorlarsa, bunun tek sebebi böylelerine sık sık
raslanması, görüle görüle bir alıskanlık haline gelmeleridir. Uygarlık sonunda insanlar daha
çok kan dökücü olmadılarsa bile, en azından daha kötü, daha iğrenç birer cana kıyıcı
olmuslardır. Eskiden hak uğruna kan dökülür, istendiği kadar insan iç huzuruyla öldürülürdü;
çağımızda kan dökmeyi iğrenç bir davranıs saydığımız halde yine de bu iğrenç isle
uğrasmaktayız, hem de eskisinden daha çok. Hangisinin daha kötü olduğuna varın kendiniz
karar verin. Kleopatra (Roma tarihinden örnek aldığım için beni bağıslayın.) odalıklarının
memelerine altın iğneler batırmayı sever, onların çığlıklarından, kıvranmalarından zevk
alırmıs. Simdi siz bana tutacak, bunların çok eskiden, barbarlık dönemlerinde geçtiğini; simdi
insanlar birbirlerini (mecazi anlamda) iğnelediklerine göre, simdi bile barbar bir çağda
yasadığımızı; bugünün insanları barbarlık çağlarına oranla her seyi daha açık seçik görmeyi
öğrenmis olmakla birlikte, henüz mantığın ve bilimin buyurduğu biçimde davranmayı
beceremediklerini söyleyeceksiniz. Birtakım eski, kötü alıskanlıklar ortadan kalktıktan sonra,
bir de sağduyu ve bilim huylarını kökünden değistirirse, insanların çok seyler öğreneceğine
saplanmıstır kafanız. Đnsanların o zaman bile yanılmaktan vazgeçeceklerine, baska bir
deyisle isteklerini çıkarlarıyla ters düsürmeyi istemeyeceklerine yüzde yüz inancımız var.
Ayrıca insanların bilimden çok sey öğreneceğini (gerçi bu bence lükstür); insanların gerçekte
hiçbir zaman iradelerinin, kaprislerinin olmadığını: bu yaratıkların ancak bir piyano tusu ya
da org içindeki bir vida kadar değer tasıdıklarını söyleyeceksiniz. Bundan baska, insanlar
yeryüzünde doğa yasalarının hüküm sürdüğü, yaptıkları her seyin isteklerine göre değil, bu
yasalara göre olustuğu gerçeğini öğreneceklerdir. Su halde bize yalnızca bu yasaları bulmak
kalıyor, insanlar böylece davranıslarından sorumlu olmayacakları için yasamak da
kolaylasacaktır. Bundan sonra bütün davranıslar, matematik yoldan, 100.000'lik logaritma
çizelgeleriyle hesaplanıp takvimlere geçirilecek; hatta zamanımızın angiblopedik sözlükleri
cinsinden yararlı yayınlar bile çıkacaktır. Đçinde her seyin büyük bir kesinlikle hesaplanıp
belirtildiği bu yayınlar sonunda yeryüzünde ne bir yanlıs davranıs, ne de bos bir serüven
kalacaktır.
Đste o zaman -Bunları hep siz söylüyorsunuz- gene matematik kesinlikle hesaplanmıs, hazır,
yepyeni bir iktisat düzeni kurulacak yeryüzünde. Bütün yanıtlar önceden bulunmus olacağı
için ortada soru diye bir sey kalmayacak. Sırçadan bir kösk kurulacak. Kısacası, anka kusu
uçup gelecek... Kuskusuz o zaman, -bunu simdi ben söylüyorum- yasamanın son derece
sıkıcı olmayacağı konusunda kimse güvence veremez. (Çünkü her sey çizelgelere göre
hesaplanınca bizlere ne kalır!) Buna karsılık her davranıs mantık çerçevesinde yapılacaktır. -
11.
0Can sıkıntısından insan neler neler uydurmaz! Zaten altın iğneler de can sıkıntısındanTümünü Göster
batırılmaktadır, daha bu kadarıyla kalınsa çok iyi. Đsin kötüsü, (Bunu da gene ben
söylüyorum.) bakarsınız, altın iğnelere sevinenler bile çıkar. Çünkü insanoğlu ahmak bir
yaratıktır, hem de görülmemis derecede... Daha doğrusu ahmak değil de nankördör, esine
raslanmayacak kadar nankördür. Çünkü, sözün gelisi insanlar demin anlattığım mantık
düzeninde yasayıp giderlerken, bayağılığı yüzünden akan, daha doğrusu gerici, alaycı bir
beyefendi ansızın ortaya çıkıp elini böğrüne dayayarak, hepinize: "Ne dersiniz beyler, su
mantıklılığa bir tekme vurup bütün logaritmacıları bir anda cehenneme yollasak da, gene
eskisi gibi ahmakça, basımıza buyruk yasasak nasıl olur?" diye bağırırsa hiç sasmam! Onun
böyle bağırması gene neyse, ama pesinden sürüyle geleceklerin çıkması insanın zoruna
gider. Đste insanın yaratılısı budur! Bütün bu olanlar, bakın, ne denli önemsiz, sözü edilmeye
değmez bir sebebe dayanmaktadır: Đnsanoğlu -her zaman, her yerde, kim olursa olsunmantığının
ve çıkarlarının buyurduğu gibi değil de, gönlünün çektiği gibi davranmıstır;
çıkarlarımızla çatısan seyler de istenebilir, hatta bazen bütünüyle böyle olmalıdır. (Bu benim
kendi düsüncem.) Bağımsız, sınır tanımaz isteklerimiz, en azgınına kadar kaprislerimiz,
bazen çılgınlık derecesine varan hayallerimiz... Đste size hiçbir sınıflandırmaya girmediği için
unutulan, bütün dizge ve kuramları allak bullak eden, öbür çıkarların basında bulunması
gereken çıkarın ta kendisi! Kimi bilgin kisiler insanlara birtakım normal erdem sınırlarını
tasırmayan isteklerin yeteceğini de nereden çıkarırlar! Ne diye bizlerin mantık ve
çıkarlarımıza uygun seyler istememiz gerektiğini ileri sürerler! Đnsanlara gerekli olan tek sey,
sonunun neye varacağı, neye mal olacağı bilinmeyen bası bos istektir. Bu istek dedikleri de...
VIII
- Kah-kah-kah! Ama gerçekte istek diye bir sey yok ki! diye gülerek sözümü keseceksiniz.
Bilim, insanı su zamanda bile öyle bir açıklığa kavusturuyor ki, hep biliriz, istek, özgür irade
dedikleri sey...
Durun biraz baylar, ben de bundan söz açacaktım, ama ne yalan söyleyeyim, göze
alamamıstım. Đsteklerimizin bilmem hangi sebeplere bağlı olduğunu ağzımdan kaçırmak
üzereydim ki, çok sükür, bilimi anımsadım da sustum. Tam o sırada bu konuyu siz açtınız.
Diyelim, gerçekten günün birinde bütün istek ve kaprislerimizin formülü bulunuverse; daha
doğrusu isteklerimizin neye bağlı olduğu, hangi yasalara göre olustuğu, nasıl gelistiği,
değigib durumlarda ne gibi yönler aldığı üstüne kesin matematik formülleri ortaya çıkarılsa...
O zaman, iste o zaman insanlar belki de isteklerinden vazgeçecekler, hem de yüzde yüz
vazgeçeceklerdir. Çizelgeye bakarak istemenin ne tadı kalır? Bundan baska insan, insanlıktan
çıkıp bir org vidasına ya da bunun gibi bir seye dönüsecektir. Çünkü isteği, iradesi olmayan,
istemeyi bilmeyen insan org silindirindeki bir vidadan baska nedir ki? Siz buna ne dersiniz?
Bütün olasılıkları göz önüne alalım da, böyle bir seyin olup olmayacağını bir düsünelim.
- Hımm!.. diyeceksiniz. Biz çıkarlarımızı anlamadığımız için, ne istediğimizi de çoğunlukla
bilemeyiz. Gözümüze kestirdiğimiz bir çıkarı elde etmekte en kolay yolu seçiyoruz diye,
bazen aptallığımızdan bir sürü saçmalık yaparız. Oysa bütün bunların dökümü yapılıp kâğıda
geçirilince (Olmayacak bir sey yok bunda, çünkü ileride insanların doğa yasalarının hepsini
öğrenemeyeceklerine simdiden inanmak çirkindir, anlamsızdır.) içimizde istekten de eser
kalmaz. Đstekler bir gün mantıkla karsı karsıya gelince, artık bizler istek duymayı bir yana
bırakıp yalnızca düsünmeye baslayacağız, çünkü aklımız basımızdayken birtakım saçmalıkları
istemek, böyle göz göre göre mantığa aykırı davranıp kendi kuyumuzu kazmak
olanaksızdır... Nasıl olsa özgür irade yasaları açıklığa kavusturulacağı için, bir gün bütün
istek ve düsüncelerin dökümü de yapılarak -saka bir yana- belki birtakım çizelgeler
düzenlenecek, biz de bu çizelgelere bakıp istekte bulunacağız. Sözgelisi bir gün birine nanik
yapsam, hesaplar, kitaplar benim gerçekten öyle yapmam, hem de hangi elimi kullanmıssam
o elimi kullanmam gerektiğini ortaya koysa, benim özgürlüğümden ne kalır? Üstelik bir de
okumus bilgin bir kisiysem? Đste o zaman yasamımı otuz yıl ilerisine kadar hesaplayabilirim;
kısacası, bütün bunların gerçeklesmesiyle her seyi önceden görüp anlayacağım için, bana da
yapacak bir sey kalmaz... Aslında sunları aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Doğa neyi, ne
zaman yapacağımızı bize hiç sormaz; onu hayalimizde canlandırdığımız gibi değil, gerçekte
olduğu için kabul etmeliyiz; bir çizelge, bir takvim, hatta bir imbik pesindeysek, bunları
kabul etmekten baska çaremiz yoktur! Böyle yapmasak bile, bize kendini nasıl olsa kabul
ettirir. -
12.
0Hepsi güzel, ama burada aklımın takıldığı bir sey var! Felsefeye daldığım için özür dilerim,Tümünü Göster
sevgili okuyucularım; ne yaparsınız, kırk yıllık yeraltı yasamı, dile kolay! Đzin verin, biraz da
hayal kurayım. Mantık, kuskusuz iyi seydir, ama olup olacağı bir mantıktır ve insanın
düsünme gereksinmesini gidermekten öteye geçemez; oysa istek yasamın ta kendisidir, hem
de en basit bir davranıstan yüce mantığa kadar. Gerçi isteğin eline kalmıs bir yasam çoğu
zaman deli zırvasından baska bir sey değildir, ama unutmayalım, gene de yasamdır, kare
kökü almak değil.
Sözgelisi ben, salt düsünme gereksinmemi gidermek, insanoğlunun yasama yeteneğinin
yirmide birini ortaya koymak için değil, pek doğal olarak, yasama gücümün tümünü seferber
ederek yasamak istiyorum. Akıl burada ne yapar? Akıl öğrenebildiği kadarını bilir, (belki
geride öğrenemeyeceği çok sey kalacaktır. Avutucu bir yanı olmasa da bu gerçeği niçin
gizleyelim?) insan yasantısı ise bilinçli ya da bilinçsiz bütün eğilimleriyle, türlü türlü
aldanmalarıyla sürer gider. Bana acıyarak baktığınızı hissediyorum, değerli okuyucular;
okumus, aydın, kısacası geleceğin insanının bile bile çıkarına uygun olmayan bir istekte
bulunmayacağını, bunun matematik bir kesinlik tasıdığını üsteliyorsunuz.Ben de sizlerle aynı
düsüncedeyim. Ama sunu size yüzüncü kez söyleyeyim ki, insanın bile isteye, bilinçli olarak
zararlı, budalaca, hatta son derece budalaca bir isteğe kapıldığı bir durum, tek bir durum
vardır: Yalnızca yararlı seyler istemek zorunluluğundan kurtulup en saçmasından bile olsa bir
sey istemek hakkına sahip olmak. Okuyucularım, bu saçma istek, bu kaprisler kimi
durumlarda bizim için bütün dünya nimetlerinin üstünde bir değer kazanabilir. Özellikle, bize
açıkça zararı dokunduğu, çıkar üstüne en akla yatkın düsüncelerimizle ters düstüğü
zamanlar, bütün öbür çıkarlardan daha yarar sağlayabilir; çünkü en önemlisi, en değerli
varlığımız olan kisiliğimizi, benliğimizi korumaktadır. Kimi insanlar bunun bizim en değerli
özelliğimiz olduğunu söylerler. Canı çektiği zaman isteğin akılla birlestiği de olur: aklı kötüye
kullanmayıp ondan yeterince faydalanırsa, bu birlesme yararlı, hatta övülmeye değer
sonuçlar verir. Fakat isteğin sık sık, hatta üst üste mantıkla çelistiği durumlar vardır ve...
ve... bilir misiniz, bu durum hem çok yararlı, hem de beğenilecek bir olaydır.
Simdi bir an için insanların aptal olmadıklarını düsünelim. (Hiç olmazsa sundan dolayı
insanların gerçekten aptal olduğunu söyleyemeyiz: Bizler aptal olursak, akıllı kime
diyeceğiz?) Ama insanoğlu aptal değilse bile korkunç derecede nankördür. Evet, esi
bulunmaz bir nankör! Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması söyle olmalı: iki ayaklı nankör
bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmus
olurdu. Đnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından baslayıp Schlezwig-Holstein dönemine
değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak
ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir. Đnsanlık
tarihine söyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz! Görkem mi? Belki bunun için yalnızca
Rodos anıtı yeter! Bizim Anayevski, kimilerinin bu anıtın insan elinden çıktığını, kimilerininse
doğa tarafından yaratıldığını ileri sürdüklerini bosuna mı söylüyor? Göz alıcılık mı? Olabilir.
Çağlar boyunca her ulusun askerinin, sivilinin giydiği yalnızca tören üniformalarını alırsak ne
demek istediğimiz anlasılır. Hele özel frak çesitleri karsısında apısıp kalmayacak tek tarihçi
çıkmaz. Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Durmadan dövüsüyorlar; eskiden de, simdi de, her
zaman dövüstüler ve dövüsecekler. Yalnızca bu örnek yetmez mi tekdüzeliğe? Kısacası,
insanlık tarihine her sey, hasta bir muhayyilenin uydurabildiği her sey yakıstırılır da,
ağırbaslılık yakıstırılamaz. Daha söze baslamadan sözünüz ağzınıza tıkılır.
Yasamda karsınıza söyle tuhaf bir durum çıkmaktadır: Ellerinden geldiğince erdemli,
ağırbaslı davranmayı kendilerine amaç edinen, sanki dünyada erdemli, ağırbaslı
yasanabileceğini göstermek istercesine çevrelerine ısık saçan birtakım erdemli, ağırbaslı
kisiler -insanseverler, bilgeler- vardır. "E, sonra?" diyeceksiniz. -
13.
0Sonrası belli: Bu gösterisTümünü Göster
düskünlerinin çoğu, eninde sonunda sapıtarak akla gelmedik herzeler yerler. Simdi size
sorarım: Bu gibi tuhaf nitelikleri olan yaratıklardan baska ne beklenir? Böyle birinin önüne
bütün yeryüzü nimetlerini serin; mutluluk denizine, bası kaybolana, hatta suyun üstünden
hava kabarcıkları çıkana kadar gömün; elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca
uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan soyunun tükenmemesine çalısması için önüne
bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği yüzünden basınıza ne
püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en aykırı
yaramazlıklar, saçmalıklar yapar. Bunun tek nedeni, akıllı-uslu yasayıstan bıkıp, tehlikelere
doğru kanatlanan hayal gücünü her isine katmak istemesidir. Akıllara durgunluk veren
hayallerini, en koyusundan ahmaklıklarını elden bırakmak istemez, çünkü (sanki pek
gerekliymis gibi) insanların piyano tusu değil, hâlâ insan olduklarını kendi kendisine
göstermeye çalısır. Gerçi tuslarına basıp piyanoyu çalan da gene doğa yasalarıdır, bu çalıs
öylesine güzel ve dokunaklıdır ki, bir sey demeye güç bırakmaz insanda. Üstelik kendisinin
gerçekten piyano tusu olduğunu anlarsa ya da onun böyle olduğu fen bilimlerince matematik
bir kesinlikle kanıtlanırsa, insanoğlu, gene de aklını basına toplamaz; tersine, salt
nankörlüğünden, aklına eseni yapmak için bile bile haltlar karıstırır. Buna gücü yetmezse,
zihninde birtakım karısıklıklar, fırtınalar yaratarak çesitli acılar duymaya baslar; böylece
dediğinde sonuna dek direnir. Dünyaya lanet üstüne lanet yağdırır, yalnızca insanoğlu lanet
okuyabileceği için (Đnsanı öbür hayvanlardan ayıran baslıca üstünlük de budur.), hiç olmazsa
bu yolla istediğini elde eder, yani piyano tus değil de insan olduğuna inanç getirir. "Bütün bu
karısıklıkların, karanlıkların, lanetlerin çizelgeyle önceden kestirilerek önlenmesi, aklın da
böylece ağır basması sağlanabilir." diyeceksiniz. Đste böyle bir durumda bile, insan mantığın
elinden kurtulup gene bildiğini okumak için kendini deliliğin kucağına atar. Buna inanıyor,
doğruluğu konusunda bütün sorumluluğu üstleniyorum. Đnsanın bütün isi gücü, sanırım vida
değil insan olduğunu her an kendi kendisine kanıtlamaktır. Bu uğurda bası belaya
girecekmis, gerekirse mağara addıbına dönüsecekmis, vız gelir ona... Bütün bunlardan sonra
gel de günaha girme; henüz bu dereceye düsmediğimiz, isteğin bilmem hangi seytanın
buyruğunda olduğu açıklanmadığı için gel de sevinme!
Kimsenin elimden özgür irademi almadığını; ancak irademin, yine kendi isteğimle normal
çıkarlarıma, doğa yasalarına, aritmetiğe uygun düsmesi için çalısıldığını söyleyeceksiniz
bağıra bağıra. (Bana bağırmak lütfunda bulunursanız eğer.)
- Hadi, efendim; is çizelgeyle aritmetiğe dayanınca iki kere ikinin dört etmesinden baska
çıkar yol olmazsa iradenin ne önemi kalır? Đradem ise karısmasa da iki kere iki dört ediyor.
Đrade bu mu demektir?
IX
Elbette saka ediyorum, sayın okuyucularım, sakalarımın bayat kaçtığını da bilmiyor değilim;
ama söylediklerimin tümünü saka sanmak da doğru değildir. Belki dislerimi gıcırdata
gıcırdata takılıyorum size. Baylar, ne olur, canıma okuyan bazı sorunların çözümünü verin
ben de kurtulayım! Örneğin, bir insanı köklü alıskanlıklarından kurtarmak, iradesini bilimin,
sağduyunun verileriyle bağdasacak biçimde düzenlemek istiyorsunuz. Đnsanın böyle bir
değigibliğe uğratılmasının yalnız olanaklı değil, aynı zamanda gerekli olduğunu nereden
çıkarıyorsunuz? Hangi sebeple isteklerimizin yeni bastan düzeltilmeye muhtaç olduğunu
söylüyorsunuz? Kısacası, bu düzeltmenin insana gerçekten yararlı olacağını nerden
biliyorsunz? Açık konusalım; mantığın ve aritmetiğin sağlama bağladığı, gerçek, normal
çıkarlarımıza aykırı gitmemenin bizler için tek çıkar yol, bütün insanlık için de sasmaz kural
olduğuna nasıl yüzde yüz inanıyorsunuz? Böyle bir sey simdilik sizin bir tahmininiz olmaktan
ileri gidemez. Bunun bir mantık kuralı olduğunu kabul etsek bile, belki de insanlık için aynı
sey değildir. Okurlarım, sakın beni deli sanmayın. Đzin verirseniz size daha söyleyeceklerim
var. Đnsanın doğustan yaratıcılığa, amacına bilinçle ilerlemeye, durmadan kuran bir
mühendisliğe, yani nereye olursa olsun kendine yol açmaya mahkûm edilmis bir varlık
olduğunu kabul ederim. Kim bilir, belki de bu yol açmaya mahkûm edilisi yüzünden, insanın
canı söyle arada bir kaçamak yapmak ister. Dahası var, içi dısı bir isadamları bütün
ahmaklıklarına karsın belki de yolun nereye olursa olsun, bir yere gittiğinin farkındadırlar.
Onlara göre asıl sorun, yolun bir yere gitmesi değil, yalnızca gitmesidir ve hepimizin bildiği
gibi tembellik bütün kusurların anası olduğu için, doğanın uslu çocuklarının mühendislik
mesleğini küçümseyip kendilerini her kötülüğün bası olan tembelliğin kucağına
bırakmamasıdır. -
14.
0Đnsanın yaratmayı, yol açmayı sevdiği su zütürmez bir gerçektir. Ama sorarım size, neden birTümünü Göster
yandan da yıkmaya, her seyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu? Bu
konuda birkaç sözüm daha var. Sakın insanoğlu hedefe ulasmaktan, kurmakta olduğu yapıyı
bitirmekten içgüdüsel bir ürküntü duyduğu için yıkmayı, bozup dağıtmayı seviyor olmasın?
(Bu isi yaparken öyle bir tat alır ki, deme gitsin!) Đnsanın yapılan bir yeri yakından değil de
uzaktan sevdiğini, onun içinde oturmayı değil yalnızca kurmayı, sonunda da karıncalar,
koyunlar gibi animaux domestiques'e (6) bırakmayı düsündüğünü yadsıyabilir miyiz?
Karıncalara gelince, onların ev yapma düsünceleri bambaskadır. Karınca yuvası denen,
yıkılmak bilmez, sasılası bir yapıları vardır.
Saygıdeğer karıncalar yapı isine karınca yuvasıyla baslayıp hâlâ da öyle sürdürmekle olumlu,
diresken (sebatlı) davranıs adına büyük bir onur kazanmıslardır. Gelgeç gönüllü, tutarsız bir
yaratık olan insanoğluysa, belki de satranç oyunları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu
sever. Kim bilir, belki (Doğruluğuna bel bağlayamayız kuskusuz.) insanın yöneldiği tek
hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, baska bir deyisle yasamın
kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden baska bir sey olamaz; iki kere iki
dört ise yasam değildir, beyler, ancak ölümün baslangıcıdır. Đnsan iki kere iki dörtten, en
azından bir korku duymustur, bu korku benim su anda bile içimdedir. Evet, insanın tek
yaptığı sey, iki kere iki dörtlerin pesine düsmek, okyanusları asmak, bu uğurda seve seve
yasdıbını vermektir; ama öbür yandan aradığını bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa
arayacak baska bir seyi kalmayacağını hissetmektedir. Đsçiler islerini bitirince para alırlar,
daha sonra da gidecekleri bir meyhane, düsecekleri bir de karakol çıkar nasıl olsa. Đste size
bir haftalık is güç. Peki, ama bizler nerelere gideriz? Onun için hedefe her varısta bir
tedirginlik duyulur. Đnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever, fakat amacını elde etmeyi
değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. Đnsanın yaratılıstan gülünç bir varlık olmasındadır
bütün terslik zaten. Đki kere iki dört çekilmez bir sey. Đki kere iki dört, bana sorarsanız, bir
küstahlıktır. Đki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükrük
atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. Đki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine)
inanırım, ama en çok övülmeye değer bir sey varsa, o da iki kere ikinin bes etmesidir.
Peki ama nasıl oluyor da siz yalnız olumlu, normal durumların, kısacası refahın insan
çıkarlarına uygun olduğunu böylesine kendinizden emin, böbürlene böbürlene
söyleyebiliyorsunuz? Mantığınızın çıkar konusunda yanıldığını hiç düsünmediniz mi? Belki de
insan yalnızca refahı sevmiyor, refah kadar da acılardan hoslanıyordur. Đnsanoğlu için
acıların refah derecesinde yararlı olması da mümkündür. Surası kesindir ki, bizler, acıyı
bazen tutkuya varan bir sevgiyle severiz. Bunu anlamak için dünya tarihine basvurmaya
gerek yok; eğer siz de bir insansanız, azıcık da olsa yasamıssanız, kendinize danısın yeter.
Benim düsüncemi sorarsanız, yalnızca refahı sevmek ayıptır üstelik. Sonu iyi mi olur, kötü
mü, orasını bilmem, ama bir seyi devirip kırmanın bazen hos bir yanı vardır. Bu bakımdan ne
baslı basına refahı, ne acıları tutarım. Ben yalnız kaprislerimden ve istediğim her an kapris
yapabilmekten yanayım. Sırça köskte acı çekmekse bütün bütüne yakısıksız düser, çünkü acı
çekmek kusku demektir. Đçinizde kusku uyandıran bir sırça kösk nasıl bir sey olurdu dersiniz?
Yine de suna iyie inandım ki, insanoğlu karısıklık çıkarmaktan, kırıp dökmekten kendini
alamayacaktır. Acı duymak anlamanın tek kaynağıdır. Her ne kadar notlarımın basında
anlamayı insanın bas belası saydığımı söyledimse de, insanın anlamayı sevdiğini, onu
dünyanın hiçbir zevkine değismeyeceğini biliyorum. Anlama iki kere ikiyle oranlanmayacak
bir yüceliktedir. Đki kere ikiden sonra artık yapılacak değil, tanıyacak bir sey de kalmamıstır.
Olsa olsa bes duyunuzu körlestirip düsüncelere dalarsınız, o kadar. Gerçi anlama da insanı
aynı sonuca zütürür, yani gene yapacak isiniz kalmaz, ama hiç olmazsa kendi kendinizi
döverek biraz olsun canlanabilirsiniz. Gerici bir davranıs olmakla birlikte hiç yoktan iyidir.
X
Siz, sıkılmak nedir bilmez bir sırça köske, yani gizliden gizliye de olsa dilinizi
çıkaramayacağınız, nanik yapamayacağınız bir sırça köske inanmıssınız. Đste bu köskten
korkmamın nedeni belki de onun sırçadan olusu, sonuna dek ayakta kalısı ve gizlice de olsa
dilimi çıkaramayısımdır.
Bakın, yağmur yağarken kösk yerine bir kümes görsem, ıslanmamak için belki kümese
girerim, ama beni yağmurdan korudu diye de sükran borcumu ödemek için kümese kösk
gözüyle bakmam. Bana gülüyorsunuz, hatta kümesle kösk arasında bir ayrım olmadığını
haykırıyorsunuz. Biz, eğer yalnızca ıslanmamak için yasıyorsak, sizin dediğinize seve seve
katılırım.
Ancak yasamın yalnız bu olmadığına, yasadıktan sonra bütün ömrümün kösklerde,
saraylarda geçmesi gerektiğine kafam saplanmıssa, yapacağım baska bir sey yoktur. Bütün
isteğim, emelim bundadır artık. Beni bu saplantıdan kurtarmak için içimdeki isteği
değistirmelisiniz. Peki gönlümde yatanı değistirip bir baskasıyla gözümü kamastıran, bana
baska bir ülkü verin! Ama simdilik benden kümesi sırça kösk olarak görmemi istemeyin!
Varsın sırça kösk uydurma olsun; doğa yasalarına göre aslı-astarı olmayan bu düsü,
aptallığımdan, soyumuza özgü birtakım köhne, akıldısı alıskanlıklara kapıldığım için ben
uydurmus olayım. Sırça köskün gerçekte olmamasından bana ne? Onu isteklerimde
yasatıyorsam, daha doğrusu, isteklerim var oldukça o da varsa ötesi beni ilgilendirir mi?
Yoksa gene mi gülüyorsunuz? Đstediğiniz kadar gülün, ben bütün alaylara katlanırım, karnım
açken gene de tok olduğumu söyleyemem. Uzlasmayla avunamayacağımı, doğa yasalarına
göre var olması gereken, gerçekten de var olan kısır döngüyle yetinemeyeceğimi biliyorum.
Bin yıllık sözlesmeli yoksul kiracılarla dolu, her olasılığa karsı, kapısında disçi Wagenheim'in
tabelası bulunan bir apartmanı, bas tacı ettiğim asıl isteğim, emelim sayamam. Đsteklerimi
ortadan kaldırıp ülkülerimi yok ettikten sonra bana daha iyi bir amaç gösterin, seve seve
pesinizden kosayım: "Uğrasmaya değmez!" derseniz benden de aynı karsılığı alırsınız.
Surada ciddi konular üstünde kafa patlatıp duruyoruz, ama siz benim sözlerime kulak
asmazsanız, öyle olsun, yalvarmaya hiç niyetim yok. Benim yeraltım bana yeter.
Yasadığım sürece isteklerim de ölmemisse, kurduğunuz yapıya tek tuğla koyarsam ellerim
kırılsın! Demin sırça köskü salt dilimi çıkaramayacağım için yadsıyısıma bakmayın. Dil
çıkarmaya bayıldığımdan söylemedim bunu. Belki de, yapılarınızdan bir tekinin bile dil
çıkarılamayacak türden olmayısı kızdırıyor beni. Dilimi çıkarma isteğini duyurmayacak
değigiblikler yapılsın, sükran duygularımı göstermek için dilimi bile keserim. Yoksa bana ne
elin yapısından, nerede nasıl oturduğundan! Peki, ama niçin ben böyle isteklerle
yaratılmısım? Bütün varlığımla kocaman bir yalan olduğum sonucuna varmak için mi
yaratıldım ben! Tek amacım bu mudur? Đnanmıyorum.
Size sunu söyleyeyim ki, benim gibi yeraltı adamlarının dizginini sıkı tutmak gerekir. Kırk yıl
yeraltında sesimizi çıkarmadan otururuz, ama bir de fırsatını bulup yeryüzüne çıktık mı,
dırdırımızdan kurtulamazsınız. -
15.
0XITümünü Göster
Varıp dayandığımız sonuç: En iyisi hiçbir sey yapmamaktır. Bir köseye çekilip, seyirci
kalmaktan iyisi var mı? Onun için yasasın yeraltı! Normal insanı ölesiye kıskandığımı
söyledim, gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda olmak istemem. (Kıskanmaktan
geri durmayacağım gene de... Ama hayır, hayır, ne olursa olsun yeraltı daha kazançlı!)
Orada hiç olmazsa insan... Eh!.. Simdi bile yalan söylüyorum. Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı
değil, özlemini duyduğum, ama bir türlü elde edemediğim baska, bambaska bir sey
olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var yeraltının!
Ah, simdi suraya yazdıklarımın bir bölümüne bari inansam baska ne isterdim! Yemin ederim
ki, beyler, su çiziktirdiklerimin bir sözcüğüne bile inanmıyorum. Daha doğrusu belki
inanıyorum, ama bir yandan da nedense her sözümün yalan olduğunu hissediyor, kuskular
içinde kıvranıyorum.
- Öyleyse ne diye yazdınız bunları? diyeceksiniz.
- Đssiz-güçsüz olarak sizi de yeraltına sokup, kırk yıl sonra "Durumunuz nicedir?" diye
sormaya gelsem, sizin karsılığınız ne olurdu? Đnsan kırk yıl tek basına, issiz-güçsüz bırakılır
mı, efendim?
Basınızı hor görürcesine sallayarak, belki de,
- Bu ne utanmazlık, bu ne alçaklık! diyeceksiniz. Yasamaya susadığınız halde, dolambaçlı
mantık yollarıyla yasam sorunlarını tartısmaya kalkısıyorsunuz. Hem sırnasık, küstahça
davranıslarda bulunuyorsunuz, hem de korkudan ödünüz patlıyor. Saçmaladığınız zaman
keyfinize diyecek yok, ama küstahlığa basladınız mı, hemen ürküyor, özür üstüne özür
diliyorsunuz. Bir yandan bize korkmadığınızı söylüyor, öte yandan yaltaklanmaktan geri
durmuyorsunuz. Bizi hıncınızdan dislerinizi gıcırdattığınıza inandırmaya çalısırken güldürmek
için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin bayat olduğunu bilmiyor değilsiniz, ama
tasıdıkları edebi değer dolayısıyla da pek sevinmis görünüyorsunuz. Belki gerçekten acı
çektiniz, fakat çektiğiniz acılara hiç mi hiç saygınız yok! Söyledikleriniz doğru olmakla birlikte
efendilik ekgib sizde, gururunuz yüzünden, ufacık bir seyi sorun yapıp içinizdeki gerçeğin
ipliğini pazara çıkarıyor, değerini bes paralık ediyorsunuz. Bir seyler söylemek istediğiniz
anlısılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konusacak kadar kararlı
değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizinki. Anlayısınızla övünüyorsunuz, bir yandan da
ikircimlerle (tereddütlerle) dolusunuz; çünkü kafanız islediği halde yüreğiniz kötülük
batağına gömülmüs; oysa yüreği temiz olmayanın anlayısı da kıttır. Ya o küstahlığınız,
sırnasmanız, kırıtmalarınız! Yalan, yalan, hepsi yalan!
Yukarıdaki sözlerinizi de ben uydurdum kuskusuz. Onlar da yeraltından çıkmadır. Kırk yıldır
kapı aralığından konusmalarınızı dinlemekteyim. Kafam hep böyle seylerle dolu olduğu için
uydurmak da kolay oluyor. Ezbere bildiğim bu sözlere edebi bir biçim verdim, o kadar...
Peki ama bütün bunları yayımlayarak üstelik bir de sizlere okutacağımı düsünecek kadar ağır
baslılıktan yoksun musunuz? Sonra, bir sorun daha var: Sizlere niçin "beyler, efendiler,
okurlarım!" diye sesleniyorum? Az sonra yazacağım itiraflar ne yayımlanabilir, ne de
baskalarına okutulur türdendir. En azından ben kendimde bu güveni bulamıyorum, hem
bulsam ne çıkar!.. Fakat ne yaparsınız ki, içime bir heves düstü, ben de bu hevesi
gerçeklestirmeye çalısacağım. Durum su:
Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği seyler vardır.
Hatta dostlarına bile açılamayacak, gizli kalması kosuluyla yalnız kendi kendimize itirafta
bulunacağımız durumlar olur. Ama bir de öyleleri vardır ki, kendi kendimize bile açmaktan
korkarız. Her aklı basında insanın dağarcığında bile böyleleri yığınla bulunur. Daha doğrusu,
insan aklını basına topladıkça bunların da sayısı artar. Geçenlerde, eski serüvenlerimi
kafamda söyle bir toparlayayım diye karar verdiğim halde simdi bir türlü yapamıyor, büyük
bir tedirginlikle çoğunu geçistirmeye çalısıyorum... Yalnız anımsamakla kalmayıp, bunları bir
de yazmaya karar verdiğim su anda bir deneme yapacağım. Đnsan hiç olmazsa kendi
kendisiyle içli-dıslı olabiliyor, gerçekleri çekinmeden söyleyebiliyor mu? Sırası gelmisken
belirteyim; Heine, doğru bir özgeçmis (otobiyografi) yazmanın mümkün olmadığını, insanın
kendisi hakkında bir sürü yalan söylemeden edemeyeceğini ileri sürer. Heine'ye sorarsanız
Rousseau Đtiraflar'ında yalan üstüne yalan kıvırmıs, üstelik bunları gururu yüzünden bile bile
yapmıstır. Heine'nin haklı olduğuna inanıyorum; insan salt gururu yüzünden cinayet
yalanlarına dek bulastırabilir kendini, böyle bir gururun ne menem bir sey olduğunu da pek
iyi biliyorum. Ama Heine, toplum önünde içini döken birinden söz ediyordu. Oysa ben kendim
için yazıyorum, okurlarımla konusmakla, bana da kolay gelen, alısılmıs bir yazı biçimine
uymus oluyorum; bunu bir kez daha, açıkça belirtirim. Bütün yaptığım, pek de gerekli
olmayan bir geleneğe bağlı kalmaktır, yoksa okurlarım olmayacak hiçbir zaman. Yukarda da
söyledim ya...
Anılarımın düzenine aldırıs bile etmeyeceğim. Aklıma nasıl gelirse öylece kâğıda
aktaracağım.
Ama sözlerime takılarak "Gerçekten okurlarınız olmayacağını öngördüğünüze göre, ne diye
kendinize, hem de kâğıt üstünde birtakım kosullar ileri sürüyor; tertip, düzen düsünmeden,
aklınıza geldiği gibi yazacağınızı söylüyorsunuz? Bu açıklamayı yapmanızın, üstelik bir de
ezilip büzülmenizin sebebi ne olabilir?" diyeceksiniz.
Buna:
- Ne bileyim ben! diye karsılık vereceğim.
Hayli karısık bir konudur bu. Belki ödleğin biriyimdir de ondan böyle yapıyorum. Belki de
yazarken daha ciddi olmak için gözümün önüne okurları getirmek istiyorum. Sebep mi
ararsınız!
Bir nokta daha var: Neden anılarımı ille de yazmak istiyorum? Okurlar için olmadığına göre,
anılarımı kâğıda dökmeden, zihnimden geçirmekle yetinemez miydim?
Orası öyle, ama anılarım kâğıt üzerinde daha bir görkemli duruyor. Böylece etkisi daha da
artacak, kisiliğim üstünde daha doğru bir yargıya varabileceğim; buna bir de üslup güzelliği
eklenecek. Ayrıca, içimi dökmekle belki rahatlayacağım. Sırası gelmisken söyleyeceğim, eski
bir anım var ki, su sıralar canımı sıkıp duruyor. Geçenlerde birden kafama takıldı, o günden
beri de, hep kulağımda çınlayan hüzünlü bir müzik parçası gibi, bir türlü aklımdan çıkmıyor.
Peki ama, ondan kurtulmam da gerekli. Böyle anıların yüzlercesi var bende, zaman zaman
bunlardan bir tanesi üste çıkarak beni bunaltmaya baslıyor. Yazmakla bunlardan
kurtulacağıma inanıyorum nedense. Bir kez denesem ne çıkar?
Üstelik, issiz güçsüz, otura otura sıkıntıdan patlayacağım! Anı yazmak da bir çesit istir.
Çalısmakla insanın iyi ve namuslu olacağını söylerler. Hiç olmazsa bu da bir sans...
Bugün kar yağıyor; sarı, bulanık, sulu sepken gibi bir sey. Dün de, daha önceki günler de
yağdı. Beni rahatsız edip duran o olay sulu sepken yüzünden kafama takılmıs olsa gerek.
Öyleyse bu da sulu sepken üstüne bir anı olsun. -
16.
0SULU SEPKEN ÜSTÜNETümünü Göster
Atesli sözlerimle kandırıp
Yanlıs yolun karanlığından
Düsmüs ruhunu kurtardığım zaman,
Derin bir azap duyarak
Seni saran ayıbı
Pismanlık içinde lanetledin.
Unutkan vicdanını anılarınla cezalandırmak için,
Benden önce olanları
Tek tek bana anlatırken,
Birdenbire yüzünü ellerinle kapadın;
Ruhundaki isyan sonunda
Utançla, dehsetle sarsılarak
Gözyaslarına boğuldun...
vb, vb, vb...
N.A. Nekrasov'un bir siirinden
I
O sıralar ancak yirmi dört yasındaydım. O zaman bile ruhumu sıkan incin, yabanilik
derecesinde yalnız bir yasantım vardı. Kimseyle görüsmüyor, konusmaktan kaçıyor, git gide
daha çok kabuğuma çekiliyordum. Dairedeki görevimde kimsenin yüzüne bakmamaya
çalısıyordum, ama is arkadaslarım, bana yalnızca garip bir adam gözüyle değil, -öyle
sanıyordum ki- aynı zamanda tiksintiyle bakıyorlardı. "Neden benden baska birisi kendisine
tiksintiyle bakıldığını hissetmiyor?" diye bir düsünce takılıyordu kafama. Memurlardan birinin
çopur mu çopur, iğrenç, hatta haydut suratına benzeyen bir yüzü vardı. Benim de onunki gibi
bir suratım olsa kimseye bakamazdım, herhalde. Bir baskasının giysisi kokudan yanına
varılamayacak denli eskimisti. Gene de hiçbirinin ne kılığından, ne suratından, ne de
herhangi bir ruhsal ekgibliğinden çekindiği yoktu. Hiçbiri kendisine tiksintiyle bakılmasını
umursamıyordu; yeter ki bakan, amirlerden biri olmasın. Sınırsız gururum ve bunun
doğurduğu asırı titizliğim sonunda iğrenme derecesine varan bir nefret duyuyordum kendime
karsı; bu yüzden, baskalarının da bana aynı gözle baktığını düsünüyordum. Örneğin, çirkin
bulduğum için yüzümü beğenmiyor, hatta pek bayağı bir anlatımı olduğundan
kuskulanıyordum; bundan dolayı da, göreve her gelisimde bayağılığımı görmesinler diye,
kendimi büyük sıkıntılara sokarak, elimden geldiğince rahat bir havaya bürünüyor, yüzüme
soylu bir anlatım vermeye çalısıyordum. "Yüzüm soylu, anlamlı, özellikle son derece zeki
görünsün de, güzel olmazsa olmasın!" diye düsünüyordum. Ama yüzümden kimsenin bu
erdemleri okuyamayacağını acıyla, kesin olarak biliyordum. Oysa, yalnızca zeki görünmek
benim için yeter de artardı bile. Hatta yüzümü zeki bulmaları kosuluyla bayağı görünmesine
bile çoktan razıydım.
En küçüğünden en büyüğüne kadar dairedekilerin hepsinden nefret ediyor, onları bir yandan
küçümserken, bir yandan da onlara karsı çekingenlik duyuyordum. Daire arkadaslarımı
kendimden üstün gördüğüm de oluyordu. Bu hal durup dururken geliyordu basıma. Onları ya
küçümsüyor ya da kendimden üstün görüyordum. Kendini bilen, akıllı-uslu bir adam,
kendine karsı son derece titiz değilse ve kendisini nefret edercesine küçümsemiyorsa gururlu
da değildir. Ama ister küçümserken olsun, ister üstün görürken, birini görünce hemen
gözlerimi yere indiriyordum. "Su adamın bakıslarına dayanabilecek miyim bakalım?" diye
denemeler yapıyor, gözlerini ilk indiren gene ben oluyordum. Kahrolurcasına üzülüyordum
buna. Gülünç duruma düsmekten de son derece korkuyor, göreneklere körü körüne uyarak
adımlarımı herkese göre ayarlamaya çalısıyordum. Davranıslarımda bir baskalık görecekler
diye ödüm patlıyordu. Aslında baska olmaya kim dayanabilirdi ki! Çağımızın bütün
aydınlarınınki gibi bende de sayrıl (hastalıklı) bir zihin gelisimi vardı. Bu aydınların tümü de
birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de
dairemizdekilerden yalnızca ben aydın olduğum için, kendimi ürkek, köle ruhlu hisseden tek
kisi bendim. Yalnızca hissetmek olsa gene iyi; gerçekten de korkağın, köle ruhlunun biriydim
ben. Bunu çekinmeden söylüyorum. Zamanımızda her aklı basında adam korkaktır, köle
ruhludur, açıkçası böyle olmak zorundadır. Bu, onlar için normal bir durumdur. Sarsılmaz
inancıma göre onlar ta yaratılıstan böyledir. Aklı basında adamların korkak, köle ruhlu
olmaları birtakım durumlar sonunda yalnız çağımıza özgü değildir, bu her zaman böyle
olacaktır. Dünyadaki bütün aklı basında insanlar bu doğa yasasından yakayı sıyıramazlar. Bir
kerecik kabadayılık etmeye kalkısanlar sakın buna sevinip böbürlenmesinler, çünkü nasıl olsa
baska bir yerde pes edeceklerdir. Onlar için tek çıkar yol, değismeyen sonuç budur.
Kabadayılıkta direnenler yalnızca eseklerle onların melezleridir, o da bir kerteye (bildiğimiz
duvara) kadar. Hiçbir değer tasımayan bu yaratıkları önemsemesek daha iyi ederiz.
O sıralar canımı sıkan bir durum daha vardı! Ne ben bir kimseye benziyordum, ne de bir
baskası bana. "Onlar hep birlikte, bense onlardan farklıyım" diye derin düsüncelere
dalıyordum.
Bundan da anlasılıyor ki, henüz çok toydum. -
17.
0-içerik gizlenmiştir.-Tümünü Göster
-
18.
0ccc fyodor dostoyevski reyiz ccc
-
19.
0Su subay düello kabul edenlerden olsaydı, ah ne iyi ederdi! Halbuki o, (ne yazık çoktandırTümünü Göster
nesli tükenen) bilardo istekalarını kullanmayı ya da Gogol'ün Teğmen Pirogov'u (10) gibi üst
makama gibâyet etmeyi sevenlerdendi. Bunlar düelloya yanasmazlar, hele bizim gibi
basıbozuklarla dövüsmeyi bütün bütüne yakısıksız sayarlardı. Düello onlarca akla sığmaz bir
özgür düsüncelilik, Fransız bulusu bir saçmalıktı; ama boyları bir de on versok oldu mu,
ötekine, berikine satasmaktan geri durmazlardı.
Orada korkaklığımdan değil, sınırsız gururumdan dolayı çekingen davranmıstım. Ne subayın
iri yarılığı, ne de beni güzel bir ıslatıp pencereden dısarı fırlatacak olusu korkutmustu
gözümü. Bunları göze alacak denli yiğitliğim vardı, fakat bende olmayan manevi yiğitlikti.
Benim tek çekindiğim sey, bilardo sayılarını yazan sırnasık heriften tutun da yakası bir karıs
yağ bağlamıs, yüzü sivilceli, yılısık bir memur parçasına kadar orada bulunan herkesin,
benim vereceğim karsılığı, kullanacağım edebi dili anlamayarak benimle alay etmeleriydi.
Çünkü bizde onur konusu, onur değil de onunla ilgili sorun (point d'honneur) yalnız edebi bir
dille konusulmustur simdiye dek. Günlük dilde "onur sorunu"nun yeri yoktur. (Bütün
romantikliğime karsın bende bulunan gerçeklik sezgisi dolayısıyla) oradakilerin gülmekten
katılacaklarını, subayınsa beni basbayağı dövmeyip diziyle arkama vura vura bilardo
masasının çevresinde bir kez dolastırdıktan sonra, belki insafa gelerek, pencereden sokağa
atacağını adım gibi biliyordum.
Bu ufak olay böylece kapanıp gitse gene iyi. Subaya daha sonra sokakta sık sık rasladığım
için iyi tanıdım. Ama onun beni tanıyıp tanımadığını bilmiyorum. Birtakım belirtilere bakarak
tanıdığını söyleyebilirim. Onu nefretle, kin dolu gözlerle süzüyordum; bu durum böylece
birkaç yıl sürdü. Yıllar geçtikçe ona karsı duyduğum kin çoğalıyor, her geçen gün içime kök
salıyordu. Önce subay hakkında gizli gizli bilgi toplamaya basladım. Kimseyi tanımadığım için
bu is kolay yürümüyordu. Bir gün uzaktan uzaktan gölge gibi pesine takılıp giderken birinin
ona soyadıyla seslendiğini isittim, böylece soyadını öğrendim. Baska bir seferinde onu evine
dek izledim, kapıcıya bir grevennik (11) vererek hangi dairede, baskalarıyla mı, yoksa yalnız
basına mı oturduğunu -kısacası, bir kapıcıdan öğrenilebilecek her seyi- öğrendim. Bir sabah,
hiç edebiyatla uğrasmadığım halde, bu adamın foyasını çıkaracak biçimde bir öykü yazmak,
onu biraz da karikatürize etmek geldi aklıma. Öyküyü zevkle yazdım. Subayın bütün
yaptıklarını anlattım, hatta biraz da yalan ekledim. Soyadını öyle usturuplu bir biçime
soktum ki, ilk bakısta tanınması isten bile değildi. Ama sonradan aklımı basıma toplayarak
epeyce değistirdim. "Yurt Notları"na (12) gönderdim. O zamanlar böyle tanıtıcı yazılara
alısılmadığından öykümü basmadılar. Çok canım sıkıldı. Öfkeden boğulacak gibi oluyordum.
Sonunda düsmanımı düelloya çağırmaya karar verdim. Adama gönül oksayıcı, güzel bir
mektup yazdım; benden özür dilemesini rica ediyor, kabul etmezse düelloya basvuracağımı
açıkça bildiriyordum. Mektup öyle güzel bir dille yazılmıstı ki, subay "güzel ve yüce
seyler"den biraz anlamıs olsa, hiç durmadan bana kosar, boynuma sarılarak bana dostluk
önerisinde bulunurdu. Ah, ne de iyi olurdu! Canciğer iki arkadas gibi geçinir giderdik! "O beni
gücüyle korurdu, ben de onu okumusluğumla, daha doğrusu düsüncelerimle yüceltirdim!
Daha neler neler olabileceği simdiden kestirilmez!"
Düsünün bir kez, adam beni küçük düsüreli iki yılı geçmisti. Zaman asımını görmezlikten
gelip durumumu ustalıkla açıklayan mektubuma karsın düello gene de çok yersiz kaçacaktı.
Çok sükür (Bunun için Ulu Tanrı'ya dua ederim.) mektubu göndermemistim. Mektubu
göndermis olsam basıma gelecekleri düsündükçe simdi bile tüylerim diken diken oluyor. Ve
birdenbire, evet birdenbire öcümü aldım; hem de pek kolay, pek dahice bir yolla! Aklıma
parlak bir fikir geldi.
Bazen tatil günleri saat dört sularında Nevskiy'e (13) çıkar, caddenin günesli yanında
gezinirdim. Hos, buna gezmek denmezdi ya! Sonsuz acılar, küçük düsürülmüslük duyguları
içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl istediğim de buydu. Gelip geçenlerin
ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolasır; adım basında ya bir generale ya da
bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim. Kılığımın rezilliğini, fırt
fırt dönen gövdeciğimin bayağılığını düsündükçe sırtıma ter basar, yüreğime sancılar girerdi.
Herkesten daha zeki, daha kültürlü, daha soylu olmakla birlikte, baskalarının yanında ezilip
büzülen, horlanan, hakkını arayamayan, zararlı, iğrenç bir sinekten baska bir sey olarak
görmezdim kendimi. Bunu her an çok derinden hissettiğim için, sürekli, dayanılmaz bir
asağılık duygusu, büyük bir elem doldururdu yüreğimi! Niçin bu iskenceye katlanıyor, ne
diye Nevskiy'e gidiyordum? Her fırsatta beni oraya çeken neydi?
Birinci bölümde sözünü ettiğim hazzı o zaman tatmaya basladım iste. Subayla aramızda
geçen olaydan sonra Nevskiy'e gitmeden duramaz oldum, çünkü onu en çok orada
görebiliyor, orada izliyordum. Subay daha çok tatillerde geliyordu Nevskiy'e. Gerçi o da
generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında kuyruğunu kıvırarak dolasıyordu, ama bizim
gibileri, hatta daha kellifellileri tepeleyip geçiyordu. Önünde kimse yokmus gibi insanın
üzerine üzerine yürüyor, yol vermek nedir düsünmüyordu. Ona baktıkça öfkemden kendi
kendimi yiyor, ama onunla karsı karsıya gelince nefretle yana çekiliyordum. Sokakta bile ona
denk olmayısımdan dolayı kendime içerliyordum. Bazen gecenin üçünde uyanıp büyük bir
bunalım içinde kendi kendimi paylıyordum: "Neden ilk olarak hep sen yol veriyorsun? Neden
o değil de sen? Bunun bir kuralı, 'söyle olacaktır' diye yazılı bir yasası var mı? Kibar
insanların karsı karsıya gelislerinde yaptıkları gibi, her sey esit kosullarla yürütülmelidir; bir
adım sen, bir adım o geri çekilmeli, birbirinize saygı göstererek yürüyüp gitmelisiniz." Ama
hiç de öyle olmuyordu; her seferinde ben yana çekiliyor, subaysa benim farkıma bile
varmadan basıp gidiyordu.
Đste böyle bocaladığım bir sırada o dahice bulus zihnimde çakıverdi. Bulusum suydu: "Bir
dahaki karsılasmamızda ona yol vermesem nasıl olur? Çarpısacağımızı bile bile yana
çekilmesem bundan ne çıkar?" Bu cüretli düsünce beni öyle sardı ki, tüm rahatım kaçtı, uyku
uyuyamaz oldum. Durmadan bu konuyu düsünüyor, onunla karsılasınca nasıl davranacağımı
daha iyi tasarlamak için sık sık Nevskiy'e gidiyordum. Çok heyecanlıydım. Niyetim gün
geçtikçe daha çok aklıma yatıyor, yapılabilirliğine her gün biraz daha inanıyordum.
Duyduğum sevinçten dolayı simdiden adama karsı yumusamaya bile baslamıstım. "Ona
sertçe çarpmamalıyım. Yolundan çekilmeksizin nezaket kurallarına uyarak, onun bana
vurduğu kadarıyla ben de ona, canını yakmadan, söyle omuz vurmalıyım" diye
düsünüyordum. Sonunda iyice kararımı verdim. Ama hazırlık dönemi çok uzun sürdü. Đlkin
giyinisime iyice bir çekidüzen vermeliydim. Olur a, sokakta beklenmedik bir durum çıkabilir.
(Caddede gezenler hep kalbur üstü kimselerdi; kontesleriyle, Prens D.leriyle,
edebiyatçılarıyla herkes oradaydı), ben de kılığımdan utanabilirdim. Giyinisimiz, karsımızdaki
insanın üzerinde iyi bir etki bırakarak, toplumun gözünde sizi bir dereceye kadar aynı düzeye
çıkarır.
Bu amaçla aylığımı pesin istedim. Çurkin mağazasından bir çift siyah eldiven ile güzel bir
sapka satın aldım. Siyah eldiven önce almayı tasarladığım limon rengi eldivenlerden daha
kibar, daha uygun göründü. "Bu renk pek çiy, herkesin dikkatini çeker", diye düsünerek
limon rengi eldivenden vazgeçtim. Beyaz kemikten kol düğmeleri olan iyi bir gömleğim
çoktan hazırdı, fakat palto almak beni epey oyaladı. Aslında paltom hiç de kötü değildi,
ayrıca beni çok da sıcak tutuyordu, ama içi pamuk, yakası ise rakondandı, (14) bu da ona
usakların paltosundan bir derece üstün bir görünüs veriyordu. Yakayı her ne pahasına olursa
olsun değistirmeliydim, subayların giydiği cinsten, kunduz bir yaka koydurabilirdim. Bu
amaçla birkaç kez Gostinnıy Dvor'a (15) uğradım, epeyce dolastıktan sonra ucuzca bir Alman
kunduzunda karar kıldım. Gerçi Alman kunduzu çabucak eskiyerek biçimi bozuluverir, ama
yeniyken durusu oldukça kibardır. Zaten ben de onu topu topu bir kez kullanacaktım. Fiyatını
sordum, gene de pahalı geldi. Hayli düsündükten sonra rakon yakamı satmaya karar verdim.
Ekgib kalan, benim için yüklüce sayılacak parayı da masa sefim Anton Antonoviç
Setoçkin'den isteyecektim. Anton Antonoviç sessiz, ama ağırbaslı, isini bilen bir adamdı;
kimseye ödünç para vermezdi. Beni ise koyan nüfuzlu zat ise ona beni epeyce övmüstü. Çok
canım sıkılıyordu. Ondan para isteyeceğime ölsem daha iyiydi. Bu yüzden birkaç gece
uykularım kaçtı; o sıralar zaten az uyuyor, atesli nöbetler geçiriyordum. Yüreğim bazen
duracak gibi oluyor, sonra birdenbire hızlı hızlı çarpmaya baslıyordu. -
20.
0Anton Antonoviç önce sasırdı, suratını eksitti; sonra aklından neler geçtiyse, parayı çıkarıpTümünü Göster
verdi. Öte yandan ödünç verdiği parayı iki hafta sonra aylığımdan kesebileceği konusunda
bana bir de senet imzalattı. Böylece her sey istediğim gibi oldu. Güzel kunduz yaka ucuz
rakon kürkün yerine kuruldu; ben de yavas yavas harekete geçtim. Gözü kapalı, bir atılımda
yapılabilecek bir is değildi bu; ustaca, özellikle ağırdan ağıra baslamalıydım. Ne yalan
söyleyeyim, birkaç denemeden sonra nerdeyse tasarımdan cayıyordum: Omuzlarımız bir
türlü çarpısmıyordu. Ben mi iyice hazırlanamıyor, niyetimde sıkı durmuyordum, orasını
bilmiyorum: "Tamam iste simdi tokusuyoruz" demeye kalmıyor, ben gene yana çekiliyordum.
Bizimki ise hiçbir seyin farkına varmadan basıp geçiyordu. "Tanrı bana güç versin!" diye,
adama yaklasırken dua üstüne dua okuyordum. Hele bir keresinde iyice kararımı verdim,
fakat son anda aramızda bir karıs bile kalmamısken gene tabansızlığım tuttu, herifin
ayaklarına dolasıverdim. Subay beni tanımadan üzerime doğru yürüyünce kendimi top gibi
yana fırlattım. O gece yine atesler içinde kıvrandım, sabaha kadar sayıkladım durdum. Sonra
her sey sasılacak bir kolaylıkla bitiverdi.
Olaydan bir gün önce uğursuz niyetimden bütünüyle cayarak bu isi yüzüstü bırakmayı
kafama koymus, bu isi nasıl kapatacağımı pek merak ederek son kez Nevskiy'e çıkmıstım.
Birden üç adım ilerde düsmanımı görünce kararımı değistirdim, gözlerimi yumdum, bir anda
omuz omuza gelip çarpıstık! Bir santim bile yana çekilmedim, onunla tam bir esitlik içinde
geçtim gittim! Herif basını çevirip bakmadı bile. Beni gördüğü halde görmezlikten gelmisti,
bunu adım gibi biliyordum. Su ana kadar da bundan zerrece kuskulanmadım. Benden daha
güçlü olduğu için çarpısmada gene ben zararlı çıkmıstım, fakat bunun ne önemi vardı!
Amacıma erismis, bir adım bile yana çekilmeden, herkesin gözü önünde kendimi onunla aynı
düzeye çıkararak onurumu kurtarmıstım ya!..
Utkumun (zaferimin) coskusu içinde Đtalyan aryaları söylüyordum. Üç gün sonraki ruhsal
durumumdan söz etmeyeceğim artık, yazımın birinci bölümünü, "Yeraltı"nı okumussanız ne
duruma düstüğümü kendiniz kestirebilirsiniz.
Subayı sonra baska bir yere atadılar. Onu görmeyeli on dört yıl oluyor. Adamcağız simdi kim
bilir hangi rütbeye gelmistir! Kim bilir kimleri tepeleyip geçiyordur!
II
Hovardalık dönemimin sonu gelince ben de sıkıntıdan patlayacak duruma düsüyordum.
Üstüme bir bezginlik çöküyor, o zaman içimi bulandırmaya baslayan bu duyguyu kendimden
uzaklastırmaya çalısıyordum. Fakat buna da alısıyordum yavas yavas. Zaten ben her seye
alısırım; daha doğrusu boyun eğer, sesimi çıkarmadan katlanırım. Neyse ki herseyi hos
görmemi sağlayan bir çıkıs yolum vardı: Hayalimde de olsa "güzel ve yüce seyler"e
sığınmak! Köseme çekilir, üst üste üç ay, delicesine hayal kurardım. Đnanır mısınız, korku ve
saskınlık içinde yakama Alman kunduzunu diktiren içimdeki o tavsan yürekli adamdan eser
kalmazdı böyle anlarda. Birdan kahraman kesilirdim. O sırada ziyaretime çam yarması
teğmen bile gelse, kapının yolunu gösterirdim herhalde. Onu gözlerimin önünde
canlandırmaya çalısır, yapamazdım. Neleri hayal ettiğimi, bunlardan nasıl bir tat aldığımı
söylemek simdi çok zor, fakat o zaman yalnızca hayallerimle avunurdum. Hos, simdi bile
biraz hayallerle oyalanıyorum ya...
Hovardalık özentilerimin sonunda hayaller daha bir güçlü, daha bir tatlı gelirdi bana;
pismanlıklar, gözyasları, lanetlemeler, coskunluklar içine gömülür giderdim. Bazen benliğimi
saran bas döndürücü sarhosluğa, ekgibsiz mutluluğa kendimi öylesine kaptırırdım ki,
kendimle alay etmek aklımın kösesinden geçmezdi. Tümüyle inanç, umut, sevgi kesilirdim.
Gerçekten de öyle, dısardan gelecek mucizemsi bir olayla çevremde her seyin açılıp
genisleyeceğine; önümde sanıma yarasır, yararlı, güzel, özellikle kusursuz bir çalısma
ufkunun açılacağına körü körüne inanırdım. (Bu çalısmanın neyle ilgili olduğunu biliyordum,
aslında kusursuz olması önemliydi benim için.) kısacası, günün birinde, basımda yalnızca
defne dalı ekgib, neredeyse bir kır atın sırtında yeryüzüne iniverecektim. Đkinci dereceden bir
rolü kendime hiç yakıstırmaz, bundan dolayı sonuncu olmaya gönül rahatlığıyla katlanırdım.
Ya kahraman olacak ya da çamura batacaktım, ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de
buydu ya!.. Çünkü çamurda debelenirken, "bir gün gelecek kahraman olacağım" diye
avuturdum kendimi. Ancak kahramanların çamura batmaya hakları vardı, sıradan insanların
çamura bulasmaları uygunsuz kaçardı. Çamuru bağıslatmak için yüce insan, kahraman
olmak gerekirdi.
Bu "güzel ve yüce" duygular coskusunun hovardalığa daldığım zamanlarda bile gelmesi, isin
dikkate değer yanıydı. Hele rezilliklerin en koyusuna bulastığım anlarda, varlığını duyurmak
istercesine siddetli patlamalar halinde gelmesi, sonra da hovardalığıma bir zarar vermeden
geçip gitmesi sasılacak bir seydi. Rezilliğim derecesinde ruhuma doğan yüce duygular,
acılığıyla yemeklere lezzet katan iyi bir terbiyeyi kaldıracak ölçüde azalıp çoğalırdı. Çektiğim
acılar, düstüğüm çeliskiler, çetin ruh çözümlemeleri terbiyenin asıl malzemesiydi. Bütün bu
ıstıraplar, ıstırapçıklar acınası hovardalığımın keskinliğini artırıyor, ona bir çesit anlam
veriyordu; yani hovardalığımın tuzu biberi oluyordu.
Bütün bunların kendine göre bir derinliği yok değildi. Sıradan insanların gittiği, basit, asağılık
hovarda eğlencelerine dalarak, kendimi çamura bulastırmanın bir nedeni olmalıydı. Yoksa
gece geç vakit beni sokaklara sürükleyen bir çekicilik bulamasam, hiç bu eğlencelere dalar
mıydım? Hayır, ucunda soyluluk bulunmayan bir davranısa yanasamazdım ben.
Hayallerimde "güzel ve yüce seylere sığınarak" ne büyük asklar yasadım, ey Tanrım!
Yeryüzündeki hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bu bütünüyle hayal ürünü asklarım beni öylesine
doyuruyordu ki sonradan gerçek bir sevgiye gereksinme bile duymuyordum. Gerçekte birini
sevmek benim için gereksiz bir lüks oluyordu. Tatlı bir uyusuklukla sanatsal bir yaratıcılık
geliyordu her seyin sonunda: suradan buradan, ozanlardan, romancılardan kaptığım
kusursuz yasam sahnelerini istediğim gibi bozup değistiriyordum hayallerimde. Her seferinde
üstün gelen bendim, yenilenler üstünlüğümü ister istemez kabul etmek zorunda kalıyorlardı,
bense onları gözümü kırpmadan bağıslıyordum. Tanınmıs bir ozan, bir saray mabeyincisi
olup gönlümü bir güzele veriyor, elime geçen milyonları insanlık uğruna harcamaya
çalısıyordum. Sonra da günahlarımı, pek doğaldır ki, basitlikten çok uzak, içinde bol bol
"güzel ve yüce seyler" bulunan Manfredvari günahlarımı sayıp dökmeye baslıyordum
herkesin önünde. Hepsi beni gözyasları içinde öpüyorlardı. (Yoksa hımbıllıklarını göstermis
olurlardı.), bense ilerici düsünceleri yaymak için karnı aç, ayağı çıplak yollara düsüyor,
gericileri Austerlitz'te kırıp geçiriyordum. Sonra marslar çalınıyor, genel af ilan ediliyordu.
Papa Roma'yı bırakarak Brezilya'ya gitmeye razı oluyordu. Sonra bütün Đtalya onuruna Como
Gölü kıyısındaki Bargez köskünde (Bu olaylar için Como Gölü yerinden alınıp Roma'ya
getirilmis oluyordu.) büyük bir balo veriliyordu. Arkasından da fundalıklar arasında bir olay
geçiyordu vb, vb... Anlamaz değilsiniz ya!..