0
düşünce tarihinde, en azından ciddi olarak platon ve aristoteles’ten beri haberdar olduğumuz,3 insana özgü bir doğanın var olduğu anlayışının, form, doğa, ya da öz vb. metafiziksel kavramlarla çeşitli biçimlerde yorumlandığını ve 17.yy’a kadar batı düşüncesinin merkezinde yer aldığını söyleyebiliriz. günlük konuşmalarımızın ve düşüncelerimizin genel bir bölümünü oluşturan insan doğası, insanı insan yapan, insan varlığının özüne ait olan bir nitelik olarak karşımıza çıkıyor. i̇nsanın kazanılmış değil, ama doğuştan getirdiği yapıya insan varlığının özgün kuruluşunun bir ifadesi olarak ‘insan doğası’, algı, yargı, bellek ve arzu gibi güçlerle tanımlanır ve tek başına alınınca boş olan, kendi dışından gelen etkilerle oluşup şekillenen, ama son tahlilde yarattığı şeylerle ya da başarılarıyla, yani, dil, din, hukuk, devlet sanat, bilim ve felsefe gibi değerleriyle anlam kazanan bir şeydir.4 sınırlı olan insan yetileri dizisi, yani, insanın yapabileceği şeylerin hepsi; kültürel faklılıklarına rağmen, insanları bütün toplumlarda ortak olan yapıp etmelere yönelten yetenek, yapabilme gücü.5 genel olarak ‘insan doğası’, özgürlük, ifade, birinin bilinci, gelecek bilinci ve akıl gibi karakteristik özellikleri olan, kendileriyle insanın ne olmadığını –bir tanrı, hayvan, sıradan herhangi bir şey, sahip olunan, kullanılan bir obje- anladığımız, bilebildiğimiz şey(ler)dir. ama her biri, akıl, eylem ve düşüncede basit tutarlı bir hesaplaşma, basit akli bir yöntem ve büyük oranda da, dünyanın ve kendisinin metafiziksel bir oluşum süreci olarak anlaşılabileceği için, insanın değişmez ve zorunlu bir anldıbının olup olmadığını belirleyecek bir ölçütten bahsetmek güçleşecektir. öyleyse, insanın özü ya da doğasına özgü olduğunu kabul ettiğimiz, özgürlük, bilinç, ifade ve akıl gibi insan için en temel özelliklerin, insanın anlamı ve değerini belirlemede yeterli olmadıklarını söyleyebiliriz.6 i̇nsanın anldıbını ve değerini belirlemeye çalışan böyle bir yaklaşımın doğal sonucu, evrensel bir öz belirleme yerine, tanrı, hayvan ya da bir nesneden farklı olarak insanı belirleyen anlam ya da anlamların insana yüklenmesi ve nihayet insani değerlerin ve eylemlerin ölçüsünü belirleyecek olan pratik bir teorinin belirlenmesine yönelik olacaktır. ancak bu bakış açısı çok da tatmin edici değildir. çünkü, sıradan insanlar karşılaştıkları insanların davranış, karakter ve kişilikleriyle insan doğasını bildiklerini, söylerler. böyle bir yaklaşımın gerisinde görülebilir, hissedilebilir ve duyulabilir nitelikler yığını vardır. buna göre insanlar övünen, duygusal, tanınmak yada hayranlık uyandırmak için istekli, genelde hırslı, umutlu yada umutsuz, bencil yada kendini kurban etme yeteneğinde olan, başarılarıyla tatmin olan, kendilerinde vicdan olarak adlandırılan bir şeye sahip olan, vefalı ya da vefasız olan bir varlıktır. i̇nsanları gözlemek ve insanlarla ilgili tecrübelerde bulunmak, bir dizi davranışın önceden bilinebileceği anlayışına neden olur. i̇nsan doğasına ilişkin olan tespitlerimiz de büyük oranda bu tecrübe ve gözlemlerimize bağlıdır.
i̇nsan, davranışlarıyla insan dışı yada hayvan olarak düşünülebileceği gibi üst insan yada aziz olarak da düşünülebilir. yaygın insan doğası anlayışı, insanı hayvanlardan daha üstte bir yere; melekler, peygamberler ve azizlerden daha aşağı bir yere yerleştirmekle insana ortada bir yer tahsis eder. bu yer, insanın ne olduğunu değilse bile, ne olmadığını anlamamıza yardımcı olur. böyle bir fikir, kaynağında helenlik olan, en basit ve hareketsiz olandan en karmaşık ve en etkin olana doğru yükselen hiyerarşik bir düzeni ifade eden, ‘büyük varlık zinciri’ temasında hayat bulur.7
düşünce tarihinde, evrene, tanrıya, ruha ilişkin sorgulamaların yanında, yaşamın sorgulanması da dahil, insanın anlamı üzerine düşünmenin gerekliliği, insanın kendisi vasıtasıyla tanımlandığı doğasına yabancılaştığı her dönemde hatırlatılmıştır. herakleitos bu hatırlatmayı “kendimi araştırdım”8 diyerek; sokrates “kendini bil” ile, sofist protagoras “ bütün şeylerin ölçüsü insandır”9 ifadeleriyle yapmışlardır. felsefe, bilim ve dinin ortak amacının bir bütün olarak insanı tanımak ve tanıtmak, anlamak olduğu düşünülünce, “insanın unutulmuşluğu” ve “insanın kendi özüne yabancılaşması” teması üzerine inşa edilen bu hatırlatmaların, değişik biçimlerde de olsa, hep var olduğu görülecektir. ancak sorunun, özellikle 19.yy’dan başlayıp içinde bulunduğumuz zamana doğru artarak, çok daha önemli hale geldiği de unutulmamalı. takiyettin mengüşoğlu, yüzyıllardan beri bilim ve felsefe ile uğraşan, kılı kırk yaran açıklama ve inceleme yapan insanın, kendini unutmuşluğundan ve nihayet, geçen yüzyılın (20.yy) ortalarından itibaren felsefenin insana, onun varlık yapısına ve problemlerine, insanın evrendeki yerine yöneldiğinden bahseder.10 i̇nsanın anldıbını ve evrendeki yerini belirleme açısından bir hayli önemli olan bu yönelmede, hemen hemen her bir düşünürün katkısı olsa da, sırasıyla, descartes, pascal, hume, kant, hegel, marx, schopenhauer, nietzsche ve dilthey’in katkıları göz ardı edilmemelidir. ayrıca, geçen yüzyıldaki varoluşçuların, yapısalcıların, post-yapısalcı ve post-modernistlerin çalışmalarının da insana yönelik olduğu unutulmamalıdır. dahası bu çalışmaların her biri, ciddi olarak david hume’la başlayan bir ‘insan bilimi’ kurma anlayışının bir davamı olarak okunabilir.
ama hangi bakış açısıyla yaklaşılırsa yaklaşılsın, örneğin, insan filan falan şeyleri yapar dediğimizde yada filan falan yeteneklere sahiptir dediğimizde, insanı belli bir ‘doğa’ya bağlı olarak tanımlamış oluyor muyuz? i̇nsan öznesine ya da insan olmaya ne ekliyoruz? açıkça söylemek gerekirse hiçbir şey. yapılan tanımlarda bunu kanıtlar nitelikte: aristoteles, insanı akıllı hayvan, akla sahip olan bir hayvan olarak tanımlar. “i̇nsan gülen bir hayvandır”der bergson. biyologlar insan varlığının anldıbını canlılık ve zihinsel donatılar çerçevesinde belirlemeye çalışırlar. “i̇nsan araçları kullanma yeteneğinde olan bir varlık” olarak tanımlanır. akbabalar devekuşu yumurtalarını kayalara çarparak kırarlar, kayalar bu durumda araç olmuyorlar mı? “i̇nsan dile sahip olan tek hayvandır”denir. hayvanlar kendi aralarında iletişim kurmuyorlar mı? vb. bu tanımlama ve itirazlar uzar gider, ama dikkat çekici olan, insanı tanımlamada hep yetersiz kalıyor olmamızdır. her hangi bir tanımlamada karar kılsak bile, insanın kendisine ilişkin bilgilerindeki karışıklıkla karşılaşıyoruz; insan kendisine ilişkin bilgi verirken gerekli şartlardan hareket ediyor, ama kendisine ilişkin bilgilerindeki kargaşa nedeniyle, kendisini tanımlayacak olan yeterli şartı ele geçiremiyor, bu nedenle de insana ilişkin yapılan her tanımlamadan şüphe edilebiliyor. bu şüphe de gösteriyor ki, insanın anldıbını belirlemek, zannedildiğinin aksine, hiç te kolay değildir.