-1
insan dünyayı son yüzyıllarda biraz da açgözlü ve şiddet eğilimli olduğu için daha fazla öğrenebildi. Bugün gezegenimizin her yerine uydu erişimimiz olsa da, bir kaç yüzyıl önce o da bazı yerleri haritalayabildik. Gözü pek kâşifler sayesinde dünyamızdaki hakimiyet alanımızı genişlettik.
Henüz gezegenimizi bitirdik mi?
Hayır. Mesela okyanus dibine ayak basanların sayısı Ay’a ayak basanların sayısından daha az henüz. Ama yine de artık yeni “bilinmeyen” üstünde yaşadığımız dünya değil, tepemizdeki uçsuz bucaksız uzay. Son yüzyıldaki gelişmelerle de uzay, isteyen herkesin üstüne düşünebildiği, kafa yorabildiği bir gizem oldu. Gezegenler arası yolculukları ise bizim yerimize robotlara devrettik şimdilik. Çünkü söz konusu mesafeler akıllara durgunluk veren nitelikte.
Dünyamızdan çıkınca ilk karşılaştığımız şey elbette ki uydumuz. Ay bize 380.000 km uzakta. 4 milyar yıl önce mars büyüklüğünde bir gezegen dünyamıza çarpar ve büyük bir parça kopararak Ay’ı oluşturur. Güneş sistemimizin adını aldığı Güneş ise 150 milyon km uzaklıktadır. Güneşin 1’sn de yaydığı enerjiyi depolayabilsek dünyaya 500 milyon yıl yetecek enerji biriktirmiş olurduk, güneşimiz öyle büyük ve güçlü bir yıldız. Çıplak gözle bakamayız ona ve gökyüzünde oldukça yakınmış gibi görünür bize. Oysa Güneş bir karpuz büyüklüğünde olsaydı eğer dünyamız ondan tam 43 metre uzakta ve ancak büyüteçle görebileceğimiz büyüklükte olurdu.
Bir yıldızı yıldız yapan nedir?
Güneşin merkezine inmek istesek yarım milyon km’den fazla inmemiz gerekir. (Dünya için 6500 km). içinde her yer atomlarla doludur. Atomları daha sonra konuşacağız detaylıca. Kısaca atomlar legolar gibidir, küçük ve büyükleri vardır. En küçük olanı Hidrojen H, sonraki Helyum He. Bu ikisi evrendeki maddelerin %98’ini oluşturur.
13,8 milyar yıl önce bu iki atom bilinen tüm maddelerin neredeyse %100’ünü oluşturuyordu. Güneşimizin çekirdeği 16 milyon C dereceden fazladır. Yani çok ama çok sıcak. Her yerde de hidrojen atomu vardır, çevresel enerji nedeniyle atomlar çıplak, soyulmuş durumdalar. Elektronları serbestçe dolaşıyor. Çekirdekler ise yıldızın merkeze uyguladığı ağırlıkla iyice sıkışmışlar ve hareket edecek yerleri yok. Hareket edemeyince de birbirleriyle kaynaşarak daha büyük çekirdeklere dönüşmek zorunda kalıyorlar.
işte termo-nükleerfüzyon reaksiyonu budur, yani küçük atom çekirdeklerinin daha büyüklerine dönüşmesi süreci. Bunun için muazzam enerji gerekir. Bunu sağlayan ise güneşin ezici kütle çekimidir.
Bir gezegenle yıldız arasındaki fark budur kabaca. Her ikisi de kabaca yuvarlak gök cisimleridir, ama gezegen küçüktür, yıldızlar ise dev termo nükleerfüzyon santralleridir. Kültesi öyle büyüktür ki kütleçekimi de inanılmaz boyutlarda olur ve bu yapı onu kalbindeki maddeyi kaynaşmaya zorlar. Dünyamız bu işlem için pek küçüktür.
Güneş gibi yıldızların neden sonunda ölmek zorunda oldukları da burada gizlidir. Gazları bitince ölmek zorundalar. Ölmeseler etrafta sadece hidrojen ve helyum olurdu ve doğal olarak da biz olamazdık. Bizi oluşturan maddeler de sonsuza dek yıldızların kalbinde gömülü kalırdı.
Dünya ve etrafımızdaki her şey karbon, oksijen, ve diğer atomları içerdiğine göre, güneşimizin de ikinci hatta üçüncü kuşak bir yıldız olması gerekir. Arta kalan tozlarla bizim ve dünyamızın oluşması için bir veya iki kez patlamış olması gerekir.
Nükleer füzyonun muhteşem özelliklerinden biri de reaksiyonu başlatmak için gereken enerji ne kadar büyük olursa olsun (yıldızın tüm ağırlığı mesela)ardından daha çok enerji açığa çıkarabilmesidir.
iki atomun çekirdeğibirleşerek daha büyük bir çekirdeği meydana getirirken, kütlenin bir kısmı kaybolur. Kaynaşmış çekirdeğin kütlesi kendisini yaratan iki çekirdeğin toplamından küçüktür. Gündelik hayatta böyle bir şey olmaz ama nükleer dünyada sürekli böyle olur. Bu kütle kayıplara karışmaz ve enerjiye dönüşür. Enerjinin değişim oranı da ünlü E=mc2dir. Bu formülü daha çok konuşacağız.