şimdiye kadar evrim biyolojisi okumadığı halde evrim teorisine yönelik çökertici göçertici sorular soranlara ithaf edelim. teker teker sorulara cevaplar verelim dilimiz döndüğünce, sabrımız yettiğince.
- canlılık nasıl başlamıştır?
-bu soru karşısında kimi arkadaşlar evrim rna senteziyle, yaşamın kökeniyle ilgilenmez diye kestirip atmış. atmış ve nebuchun ekmeğine yağ bal reçel sürmüş. efendim evrim sadece türleşmeyle türden türe geçişle ilgilenmez .kalsdı ki türden türe geçmek diye bir şey de yoktur evrim teorisinde. modern, ya da 70 ler diliyle neo-darwinian evrim teorisi mutasyonların hangi süreçlerle seçildikleriyle ve bu doğal seçilimin fenotipik etkileriyle ilgilenir. yani sadece denizden karaya geçiş, dinazordan kuşa evrim, vs ile ilgilenmez. modern biyolojinin (moleküler biyoloji dahil) yarısından fazlası evrimsel biyolojidir. ünlü bir biyologun dediği gibi evrim kuramı olmaksızın biyolojiden bahsetmek artık imkansızdır. bu nedenle evrim kuramcıları gelmiş geçmiş en önemli mutasyonla, yani kendi kendini kopyalayabilen ilk molekülün ortaya çıkmasıyla da çoook ilgilenirler. kendi kendini kopyalayabilen ilk moleküllerin nasıl ve hangi süreçlerle daha karmaşık yapıları meydana getirebileceğiyle uğraşırlar. bu konuda onlarca hipotez ve bu tezlerin zayıf ve güçlü yanlarını tartışan onbinlerce akademik makale var. ama eğer hayatın kökeniyle alakalı bir şeyler okumaya heves ederseniz buradan buyrun.
http://www.amazon.co.uk/ ... ooks&qid=1254472735&sr=8-1
http://www.idefix.com/ ... asp?sid=ku2rln976k0kn3eyptdl
gelelim ikinci önemli sorumuza:
- ee bu rekabet dediğiniz şey nerden geliyor? protein sentezi vs vs nasıl rekabet içgüdüsünü yaratır ki?
-şimdi ilk olarak evrimin üstünde işlediği birimi tanımlamak lazım. eğer siz evrilen şeylerin türler, gruplar, canlı bireyler ya da hatta organlar olduğunu düşünüyorsanız böyle sorular sorarsınız nasıl olmuş da rekabet ve kendini koruma içgüdüleri ortaya çıkmış diye. mutasyonlar sadece replikatorler üstünden çalışır. yani aslında evrilen ve doğal seçilime maruz kalan birim gendir. genin tanımını biyologlar birden fazla şekilde yapıyorlar ama en azından bir protein sentezleme kodu içeren nükleotid dizisine gen diyoruz. kompleks canlılarda elbette genler birbiriyle etkileşim halindeler ve pek çok zaman aslında tek başına bir genden bahsetmek yanlış ama prezentasyonun kolaylığı için en basit haliyle alalım. haliyle ilk canlılarda, daha ökaryotik bile değilken, bakteri kıvdıbına ancak gelmişken belki, içgüdüden bahsetmek anlamsız elbette. bakteri dediğimiz şey çok mekanik bir yaratıktır. bir tarafta şeker artarsa oraya gider, saniyesi gelince bölünür ve şeker, güneş , vs olan yere doğru seyirtmeye devam eder. bakteriye bunu yaptıran, içgüdü, hayatta kalma arzusu falan değildir. bakteri , genomunun kendini daha verimli şekilde kopyalayabilmek için ürettiği bir makineden ibarettir.
-bakterilerin dış dünya algısı yakın çevrelerindeki kimyasal ve fiziksel yoğunlukalrın basit bir haritasından ibarettir. eğer bu etraftaki fiziksel ve kimyasal hammadeler, genin kendini kopyalamak için kullandığı hammadeler yani, sınırsız olsaydıo zaman belki de ökaryotik (çekirdeği ve organelleri olan hücreler yani) hücreye bile geçiş olmayacaktı. tek başarı kriteri kendini kopyalayıp kopyalayamadığın olacaktı. doğal kaynakların sınırsız olduğu bir ortamda kenidin iyi kopyalayan bakteri ile kötü kopyalayan bakteri arasında doğal seçilim açısından bir fark olmaz. o zaman da hücrede meydana gelen rastgele mütasyonlar hiç de rastgele olmayan doğal seçilim elemesine tabi olmazlar. üremeye yeteneği olan her hücre çoğalmaya devam eder ve evrimin tek kaynağı random drift olur. oysa hayatın ilk ortaya çıktığı zaman da, bu gün de kaynaklar sınırsız değil. düşünülen, ilkel organik çorbanın zamanında en fazla kısıtlı olan kaynağın üzerinde üreyecek mekan olduğu üstüne. ilk canlı organizmaların nispeten düz, pürüzsüz plakalar üstünde kendilerini şablondan çıkartır gibi kopyaladıkları düşünülüyor. henüz daha adam gibi üç boyutlu sayılamayacak bu canlılar (daha belki de hücre zarı falan da yokken) üzerinde rahatça konumlanabilecekleri düz plakalr olmadan gerekli yapısal sabitliğe ulaşamıyorlardı. dolayısıyla ilk rekabet alanı, canlıları birbiriyle rekabete iten ilk kısıtlı kaynak düz pürüzsüz yüzeylerdi. buradaki rekabet, bir hırs ya da başarı arzusu değil, basitçe, kendini çeşitli sebeplerle daha verimli kopyalayabilen canlıların düzgün yüzeyimize daha fazla hakim olmasından ibaretti.
-zamanla hücreler etraflarını koruyucu zarlarla kapatmayı öğrendiler. öğrenidler diyorum ama her samimi evrim teorisi okuyucusu gibi anlamanız gereken çeşitli mutasyonlar sonucu kimi kendi kendini kopyalayabilen moleküller kendi etraflarını da koruyucu bir zarla kapatmaya başladılar olmalı. bir defa pürüzsüz yüzeylere bağlılık azalınca rekabet ortamdaki diğer hammadelere sıçradı. kısa zamanda organik ilk çorbanın organik içeriği azaldı, daha doğrusu okyanuslardaki canlı hayatın içinde konsantre hale geldi. işte bundan sonra rekabet sadece serbest bulunan hammadeleri kapmak için değil aynı zamanda kendisi de bir hammade kaynağı olan canlıların üstünde dönmeye başladı. hücreler sadece çevresel etkilerden değil içlerinde barındırdıkları hammadelere göz dikecek diğer canlılardan da korunmak zorunda kaldılar.
-kısacası rekabetin kaynağı doğal kaynakalrın kısıtlı oluşundan ibarettir. rekabetin ilk örnekleri ise içgüdü falan değil basitçe kendini daha iyi kopyalayan moleküllerin ortamda yoğunlukalrının artmasıdır. eee, peki ne diye kopyalıyorlar kendilerini, akıllarından zoru ne bunların? hiç bir sebebi yok. kopyalıyorlar, çünkü kopyalayabiliyorlar, fiziksel ve kimyasal doğaları bunu şart koşuyor . şöyle bir örnek düşünün. bir lego parçası şeklinde bir karmaşık molekül var. ve bu molekülün legonun uçları gibi uçları var ve kendisine benzeyen molekülleri çekiyor, etraftan çekilen atomlar, moleküller orijinal lego parçasının üstüne takılı tıpkısının aynısı bir molekül meydana getiriyorlar. açıkta kalan uç üçüncü bir molekül üretiyor... kimi zaman bu kopyalama hatayla tekrarlanıyor. mesela diğer molekülün üstüne oturabileceği iki çıkıntısı olan lego yerine kimi zaman üç çıkıntısı olan bir lego parçası kimi zaman da tek çıkıntısı olan bir lego türüyor. tek çıkıntılı lego tam analmıyla kendi kopyasını üstüne bağlı tutacak kadar sağlam durmadığı için iki parçalı lego kadar fazla kopyasını üretemiyor, üç çıkıntılı lego parçası ise iki çıkıntılıdan bile daha sağlam durduğu için daha uzun süre dayanan kopyalarını üretiyor. zamanla ortamdaki lego parçaları çoğunlukla üç çıkıntılı olurken tek ve iki çıkıntılı legoalrın nufus içindeki ağırlıkları düşüyor. ortada ne bilinç ne sebep ne amaç ne ülkü ne iman ne imtihan ne de bir plan var. tamamen mekanik, tamamen fiziksel/kimyasal bir süreç var. işte rekabetin atası bundan ibaret.
-peki nasıl oluyor da bu kendini kopyalayan basit makinelerden bencilliğin kitabını yazan çok hücreli organizmalara geliyoruz? yani amacı, hedefi, içgüdüsü olmayan moleküllerden hayatta kalmaya çalışan, üremeye çalışan, canı yanınca bağıran, acıdan kaçmaya, keyife yönelmeye, karşı cinse meyletmeye, geleceğe daha küvvetli nesiller aktarmaya çalışan, bunun için durmadan uğraşan canlılara nasıl geliyoruz?