-
26.
+1günde 2 entry girmekle olmaz amk neyse sen gece falan yaz okunur o zaman.
okuyacam sonra az gözlerimi dinlendiriyim -
27.
0@21 panpa bölüm bölüm ilerlediğim için herhangi bir detayı kaçırmamak adına bu kadar yavaş gidiyorum.
-
28.
0updulllah
-
29.
07-14-28 Haziran 2011Tümünü Göster
Tahmin ettiğim gibi, N ertesi haftaki seanasımıza ödevini yapmış olarak geldi. Bu dünyada güvenemeyeceğiniz pek çok şey, bel bağlayamayacağınız pek çok insan vardır, ama OKB hastaları ölüm döşeğinde değilseler, her zaman verilen görevleri ekgibsiz yaparlar.
Çizelgeleri bir bakıma gülünç, bir bakıma acıklı, bir bakıma da düpedüz korkunçtu. Adam sonuçta bir muhasebeci, kanepeye geçmeden önce bana uzattığı dosyanın içindekileri yazmak için muhasebe programlarından birini kullanmış olmalı, diye düşündüm. Sütunlu tablolar halinde. Ama yatırımlar ve nakit akışı yerine bu çizelgelerde N nin takıntılarının karmaşık dünyası vardı. Toplamda 10 sayfaydı. Sayfaları şöyle bir tararken, bu adam başka etkinlikleri için nasıl zaman bulabiliyor, diye anlamakta zorluk çekiyordum. Ne var ki OKB hastaları daima bir yolunu bulurlardı. Görünmez kuşlar düşüncesi yine aklıma geliyor; N nin üstüne tünemişler, vücudundan minik kanlı et parçaları koparıyorlardı.
Başımı kaldırdığımda N yine elleri göğsünde sumsıkı kenetlenmiş halde kanepeye uzanmıştı. Sehpadaki vazoyla mendil kutusunu da yine çapraz pozisyona getirmişti. Bugün çiçek olarak beyaz zambaklar vardı. Çiçekleri o şekilde masaya yatırılmış görünce aklıma cenazeler geldi.
“Lütfen, bunları tekrar vazoya koymamı istemeyin,” dedi özür diler gibi, ama kararlı bir sesle.”Gitmeden önce eski haline getiririm.”
Ona, hiç öyle bir niyetim olmadığını söyledim. Çizelgeleri göstererek, bu kadar profesyonelce yapıldığı için onu tebril ettim. Omzunu silkti. Sonra ona bu çizelgelerin genel durumu mu, yoksa sadece geçen haftayı mı gösterdiğini sordum.
“Sadece geçen haftayı,”dedi. Sanki bu konu onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi. Herhalde ilgilendirmiyordu. Kuşlar tarafından didiklenerek ölmekte olan birine geçen yılın, hatta geçen haftanın bile sıkıntıları önemli gelmeyebilir; aklında sadece bugün vardır. Ve Tanrı yardımcısı olsun, gelecek vardır.
Çok yorgun olmalısınız dedim.
Buna sözlü cevap vermediği gibi başını da sallamadı, ama yine de bir karşılık Verdi. Gözlerinden kulaklarına doğru yaşlar süzüldü. Onun çektiği sıkıntıyı çoğaltmak istemiyordum, ama bir gerçek gözüme çarpıyordu: eğer bu çalışmaya bir an önce başlamazsak, kız kardeşim Sheila nın dediği gibi, kıvırtmadan hemen işe koyulmazsak, N bu çalışmayı kaldıramayabilirdi. Daha şimdiden görünüşünde bir çözülme görebiliyordum ve işyerindeki arkadaşlarına onu soracak olursam, eminim birbirlerine kaçamak bakışlar atarak çok şey anlatmış olacaklardı. Bu sütunlu çizelgeler çok iyi hazırlanmış, ama N nin gücünün giderek tükendiği belli oluyordu. Doğruca meselenin özüne inmekten başka care göremiyordum. O öze inene kadar da hiçbir yatıştırıcı yoktu ne Paxil, need Prozac.
Geçen Ağustosta neler olduğunu anlatmaya hazır mısın, diye sordum.
“Evet” dedi. “ Buraya bunun için geldim.” Kutudan birkaç mendil alıp yanaklarını sildi. Bitkin bir hali vardı.. “Ama, doctor, emin misiniz?”
Daha önce hiçbir hastam bana böyle bir soru sormamış ya da benimle bu kadar anlayışlı bir ses tonuyla konuşmamıştı. Ama ona, evet, dedim, eminim. Benim işimin ona yardım etmek olduğunu, bunu yapabilmem için onun da kendi kendine yardımcı olması gerektiğini ekledim.
“Sonunda benim gibi olabilirsiniz. Bundan emin misiniz? Çünkü bu mümkün. Ben kayboldum, ama sanırım… umarım, boğulan bir insan gibi paniğe kapılmış ve beni kurtarmak isteyen kişiyi de dibe çekecek hale gelmemişimdir.”
Pek anlayamadım dedim.
“Bütün bunlar belki sadece kafamın içinde olabilir, diye buraya geldim,”dedi ve sanki kafasının nerede olduğunu gösterir gibi başına vurdu. “Ama olmayabilir de. Emin değilim. Kayboldum, darken bunu kastettim. Eğer bu iş beynimden kaynaklanmıyorsa(Eğer Ackerman tarlasında gördüğüm ve hissettiğim şey gerçekse) o zaman bir çeşit enfeksiyon taşıyorum anldıbına gelir. Ve bunu size bulaştırabilirim.”
Ona tehlikeyi göze alacağımı söyledim ve sonunda ikimizinde iyi olacağını ekledim.
Kof bir kahkaha çıkardı. “Ne iyi olurdu.”
“Bana Ackerman tarlası nı biraz anlatır mısınız?”
iç geçirip anlatmaya başladı. “Motton dadır. Androscoggin in doğu tarafonda.”
Motton. Chester s Mill den bir sonraki kasaba. N nin bahsettiği yer çocukluğumun geçtiği çiftlik evinden en fazla on kilometer uzaklıkta. Neredeysei bildiğim bir yer, diyecek gibi oldum.
Demedim, ama bana sanki düşündüğüm şeyi anlamış gibi dikkatle baktı. Belki de anlamıştır. Telepatiye pek inanmam, ama tamamen de yoktur, diyemem.
“Oraya hiç gitmeyin, doctor.” Dedi. “Aramaya bile kalkmayın. Bana söz verin.”
Söz verdim Aslında Maine in o harap haldeki kesimine onbeş yıldan beri gitmemiştim. Mesafe olarak yakın, ama arzu olarak uzak bir yer.
“Pekala,” dedi N ve dişlerini kenetledi. Ama bunu saldırganlık anlamında yapmamıştı, bundan emindim; daha çok, birazdan onu ertesi gün sızılar içinde bırakacak kadar ağır bir şeyi kaldırmaya hazırlanan birinin ifadesi vardı. “ Çok iyi anlatabilecek miyim, bilmiyorum, ama elimden geleni yapacağım. Burada unutulmaması gereken şey, ağustos ayındaki o güne kadar OKB ye en yakın sayılabilecek davranışım, işe gitmeden önce tekrar banyoya gidip burun kıllarımı kesmiş miyim, diye kontrol etmek olurdu.”
Bunu izleyen üç seans boyunca olayları anlattı. Bu seansların ikincisinde, 15 Haziran dakinde bana bir takvim getirdi. Deyim yerindeyse, Bir numaralı delil. -
30.
0Mesleğim muhasebecilik, ama ilgi alanım fotoğrafçılıktı. Boşandıktan ve çocuklarım büyüdükten sonra çoğu hafta sonumu çevrede Nikon umla manzara fotoğrafları çekerek geçirdim. Bu profesyonel bir fotoğraf makinesiydi dijital değildi. Her yılın sonuna doğru en iyilerinden on iki fotoğraf seçip, bunlardan bir takvim yapardım. Freeport ta The windhover Press adında bir basımevi vardır; biraz pahalı da olsa çok iyi iş çıkarırlar. Bastırdığım takvimleri Noel de arkadaşlarıma ve işyerindeki tanıdıklarıma veririm. Birkaç müşterime de verdiğim olurdu, ama çok fazla değil. Beş altı haneli tutarlarla fatura edilen müşteriler daha çok gümüş çerçeve içindeki hediyeler beklerler. Bense her zaman iyi bir manzara fotoğrafını tercih ederdim. Elimde Ackerman Tarlası nın hiç fotoğrafı yok. Birkaç kez çektm, ama hiçbiri çıkmadı. Daha sonra bir dijital fotoğraf makinesi ödünç aldım. Fotoğraflar çıkmadığı gibi fotoğraf makineside kullanılamaz hale geldi. Ödünç aldığım arkadaşıma yeni bir fotoğraf makinesi almak zorunda kaldım. Bunun bir önemi yoktu. O aşamaya geldiğimde zaten o yerin çekmiş olduğum bütün fotoğraflarını yok etmiş olurdum. Tabii, o buna izin verseydi.Tümünü Göster
(“O” diyerek kimi kastettiğini sordum. N bu soruyu duymazlıktan geldi..)
işin tuhaf yanı, Ackerman tarlasında çektiklerimden sonra, fazla fotoğraf çekmiş olmamam. Galiba hayatıımın o kısmı sona erdi ve geride bir çukur kaldı. içinde sanki bir rüzgar yolu varmış gibi, geceleri ıslık çalıyordu. Artık orada olmayan şeyin boşluğunnu doldurmaya çalışan bir rüzgar. Bazen hayatın acıklı bir iş olduğunu düşünüyorum, doctor. Gerçekten öyle.
Geçen ağustosta yaptığım gezilerin birinde, Motton da daha önce, hiç dikkatimi çekmemiş olan toprak bir yola geldim. O sırada otomobilimde radio dinleyerek amaçsızca gidiyordum vve nehir kıyısından uzaklaşmıştım, ama uzazkta olmadığını biliyordum, çünkü kendine özgü bir kokusu vardı. Hem küflü gibi, hemde ferahlatan bir koku. Bunu siz de bilirsiniz, eminim. Yıllanmış bir kokudur. Her neyse, o yola saptım.
Yol engebeliydi, bazı noktalarda çukurlar açılmıştı. Ayrıca vakit ilerliyordu. Saat yedi civarıydı ve ben o ana kadar bir şey yemediğim için acıkmıştım. Tam geri dnecekken yol birden düzeldi ve yokuş aşağıya doğru gideceğine, yukarıya doğru uzamaya başladı. Koku da daha keskinleşti. Radyoyu kapatınca nehrin kokusunu aldığım gibi sesini de duymaya başladım. Yüksek bir ses değildi, yakından da gelmiyordu, ama orada olduğu belliydi.
Sonra yolumun üstüne devrilmiş bir ağaç çıktı; az kalsın dönüp geri gidecektim. Dönüş yapabileceğim bir yer yoktui ama 117 Numaralı otoyol dan bir buçuk kilometer falan içeriye girmiştim ve çıkmam beş dakika sürmezdi. Şimdi düşünüyorum dai hayatımızın daha aydılık olan yanında bgüç vari o güç bana bu fırsatı veriyordu. Sanırım, otomobilimini geri vitese alsaydım geçen bir yılım çok farklı olurdu. Ama öyle yapmadım. Çünkü o koku, bana hep çocukluğumu hatırlatmıştır. Ayrıca, yokuşun tepesine çıkınca gökyüzünü daha net görebilecektim. Orada ağaçlar bitiyordu; orada bri tarla var, diye düşündüm. Tarla varsa, büyük ihtimalle nehre bakıyor olmalıydı. Üstelik oradan dönüş de yapabilirdim, ama daha çok günbatımında nehrin fotoğrafını çekebileceğimi düşünmüştüm. Bilmem hatırlar mısınız, geçen ağustosta çok güzel günbatımları olurdu.
Böylece otomobilden çıkıp ağacı yoldan çektim. Bir kayın ağacıydı ve o kadar çürümüştü ki, neredeyse elimde dağılacaktı. Ama otomobilime bindiğim zaman az kalsın ilerlemek yerine geri geri gidecektim. Gerçekten de aydınlık tarafın bir gücü var. Buna inanıyorum. Ama ağaç yoldan çekildikten sonra nehrin sesi daha net gelir gibi oldu….budalaca birşey, farkındayımi ama gerçekten bana öyle geldi. Böylece dört çekerlil Toyota’mı birinci vitese alop yokuşu tırmanmaya başladım. -
31.
0Bir ağaca çakılmış küçük bir levhanın yanından geçtim. Ackerman Tarlası, avlanmak yasaktır, buraya girmeyin yazılıydı. Oradan itibaren de ağaçlar bitmeye başladı… önce soldakiler sonra sağdakiler. Ve işte tarla karşımdaydı. Manzara soluğumu kesti. Motoru kapatıp dışarı çıktığımı güçlükle hatırlıyorum; kameramı aldığımı ise hatırlamıyorum, ama almış olmalıydım, çünkü tarlanın ucuna geldiğimde elimdeydi ve kayışıyla meercek çantası kalçama çarpıp duruyordu. O anda kalbimin ortasından vurulmuş ve sıradan yaşamım bitmişti.Tümünü Göster
Gerçek, bir bilinmezliktir, Doktor Bonsaint ve varlıkların günlük dokusu aslında onların karanlığını ve parlaklığını maskelemek için örttüğümüz bir bez parçasıdır. Bence ölülerin yüzünü de aynı nedenle örtüyoruz. Cesedin yüzünü bir çeşit giriş kapısı olarak görüyoruz. Bize kapalı bir kapı, ama her zaman kapalı olmayacağını da biliyoruz. Bir gün her birimiz için açılacak ve her birimiz o kapıdan gireceğiz.
Gün bitmek üzereydi. Güneş kızıl bir gaz topu halinde batıdaki ufuk çizgisine doğru kayıyordu. Yılan gibi kıvrılarak uzayan nehir belki bir on kilometer uzaktaydı, ama durgun havada sesi bana kadar geliyordu. Gerisinde alabildiğine uzanan orman vardı. Tek bi rev veya yol göremedim. Tek bir kuş ötmüyordu. Sanki dört yüz yıl geriye fırlatılmış gibiydim. Belki de dört milyon yıl. Sis tabakası epey uzamış olan otların üstünden yükselmeye başlamıştı. Kocaman bir tarla ve iyi bir otlak olmasına ragmen kimse otları biçmemişti. Sis koyulaşan yeşilllik içinden nefes gibi yükseliyordu. Sanki toprak canlıymış gibi.
Sanırım biraz sendelemiştim. Her ne kadar çok güzel olsa da, bunun nedeni manzaranın güzelliğinden değildi; karşımdaki her şeyin gerçekdışıymış gibi görünmesindendir, neredeyse bir halüsinasyon givi. Sonra da otların içinde yükselen o lanet kayaları gördüm.
Yedi taneydi ya da o anda öyle sanmıştım… en uzun iki tanesi iki metreye yakın, en kısası bir metre, diğerleri de arada bir yerde. En yakınımda olana doğru yürüdümğümü hatırlıyorum, ama bu tıpkı uyandıktan sonra sabah aydınlığında çözülmeye başlayan bir rüyayı hhatırlamaya benziyor, nasıl olur bilirsiniz. Tabii bilirsiniz; günlük işinizin büyük bir kısmını rüyalar oluşturuyordur herhalde. Ne var ki, bu bir rüya değildi. Otların paçalarıma süründüğünü işitiyor, sisin nemiyle ıslanan pantolonumun dizlerimin altına yapıştığını hissedebiliyordum. Arada bir mercek çantam bir çalılığa takılıyor, kurtulduktan sonra daha sert bir şekilde kalçama çarpıyordu.
En yakın kayanın yanına gelip durdum. iki metrelik olanlardan biriydi. Önce üstüne yüz şekillerinin oyulmuş olduğunu sandım… ama insan yüzleri değildi; hayvan ve canavar yüzleriydi. Sonra biraz yana çekilince bunun sadece akşam ışığının marifeti olduğunu anladım; gölgeleri koyulaştırıyor ve her türlü şeye benzetebiliyordu. Aslında bulunduğum konumda biraz daha durunca yeni yüzler gördüm. Bazıları insane benziyordu, ilk gördüklerim kadar korkunçtu. Hatta daha korkunçtu, çünkü insan her zaman daha korkunçtur, öyle değil mi? Çünkü insanı tanırız, insanı anlarız. Ya da öyle sanırız. Ve bu yüzler ya çığlık atar ya da kahkahalarla güler gibi görünüyordu. Belki aynı anda ikisi birden.
Hayal gücümü sarsan şeyin sessizlik olduğunu sandum, sessizlik, soyutlanma ve manzaranın enginliği, dünyanın o kadar büyük bir kısmının gözlerimin önüne serilmesi. Zaman da kendi soluğunu tutmuş gibiydi. Sanki her şey sonsuzluğa kadar aynı durumda kalacakmış gibi, günbatımına kırk dakika kala, kızıl güneş ufuk çizgisine oturmuş ve sisin bulanıklaştırdığı hava hiç değişmeyecekti. Bu nedenerle o kayada yüzleri gördüğümü, bunun sadece bir tesadüf olduğunu düşündüm. Şimdi daha farklı düşünütorum, ama artık çok geç.
Bir kaç tane fotoğraf çektim. Galiba beş tane. Kötü bir sayı, ama o zaman daha bunu bilmiyordum. Sonra geri çekilip, yedi tanesini birden tek fotoğrafta toplamak istedim, ama tam onları kadrajıma aldığım anda aslında sekiz tane olduklarını gördüm, bozuk bir halka biçiminde duruyorlardı. Çok dikkatli bakınca bunların altta yatan bir jeolojik oluşumun milyonlarca yıl önce topraktan dışarı fırlamış parçaları olduğu anlaşılıyordu ya da belki daha yyakın bir zamanda gerçekleşen bir taşkın sonucu oluşmuştu, ama bir yandan da sanki planlı bir şekilde dizilmiş gibiydiler. Oyulmuş yüz şekilleri falan yoktu. Sadece hava koşullarının etkileri vardı. Bunu kesin olarak biliyorum, çünkü oraya gün ışığında da gidip baktım. Sadece taşın yüzaydeki pürüzleri vardı, o kadar.
Dört poz daha çektim böylece toplam dokuz etti; beşten daha iyi olsa da, yine kötü bir sayıydı. Fotoğrafmakinesini indirip çıplak gözle bakınca kimi sırıtan, kimi inleyen o yüzleri gördüm. Bazıları insan, bazıları hayvan yüzleriydi. Ve bu kez yedi tane kaya saydım.
Ama kadrajdan bakınca sekiz taneydiler.
Başım dönmeye ve korkmaya başlamıştım. Karanlık basmadan önce oradan çıkıp 117 numaralı otoyola girmek ve radyomda bangır bangır rock dinlemek istiyordum. Fakat bir türlü gidemiyordum. içimin derinliklerinde bir şey orada kalmam için ısrar ediyordu. Oradan ayrılırsam korkunç bir şey olarağını hissediyordumve belki sadece bana olmayacaktı. içimi bir kez daha o incelme duygusu kapladı; sanki bulunduğum noktada dünya çok kırılgandı ve benzeri görülmemiş bir felakete neden olmak için tek bir kişi yetecekti. O kişi çok; ama çok dikkatli olmadığı taktirde… -
32.
0işte bu OKB saçmalıkları o zaman başladı. Bütün kayalara dokundum, tek tek saydım ve yerlerini belirledim. Oradan gitmeyi çok istememe ragmen o işi savsaklamadan yaptım. Çünkü buna mecburdum. Hayatta kalmak için nasıl nefes almak zorunda olduğumu biliyorsam, bundan o kadar emindim. Başladığım noktaya döndüğümde titriyordum ve gerek sisin nemiyle, gerekse terden ıslanmıştım. Çünkü o taşlara dokunmak hiç hoş değildi. Görüntüler beliriyordu. Çirkin görüntüler. Birinde eski karımı baltayla doğruyordumi karım çığlık çığlığa kanlı elleriyle darbelere engel olmaya çalışırken ben kahkahalar atıyordum.Tümünü Göster
Ama sekiz taneydiler. Ackerman Tarlasında sekiz tane kaya. iyi bir sayı. Güvenli bir sayı. Bunu biliyordum. Artık çıplak gözle veya kadrajdan bakmamın hiçbir önemi yoktu; onlara dokunduktan sonra hepsini sabitlemiştim. Karanlık artıyordu; ufuk çizgisinde güneşin yarısı kaybolmuştu ama hala rahat görebiliyordum; hava tuhaf bir şekilde netleşmişti. Hala korkuyordum, burada bir terslik vardı, etraftaki herşey bunu haykırır gibiydi, kuşların sessizliği bile bunu haykırıyordu, ama bir yandan da rahatlamıştım. Taşlara dokunmamla ve onlara tekrar bakmamla ters olan şey kısmen de olsa düzeltilmişti. Hepsinin tarladaki yeri kafamın içine kazındı. Bu da dokunmak kadar önemliydi.
(bir an susup düşündü)
Hayır, daha önemliydi. Çünkü dünyanın ötesindeki karanlığı control eden şey, bizim dünyayı görüş biçimimizdi. Karanlığın bu tarafa boşalıp bizi boğmasına engel oluyordu. Sanırım hepimiz bunu bilincimizin derinliklerinde hissediyorduk. Böylece artık gitmek üzere döndüm, otomobilime epey yaklaştığım sırada bir şey beni tekrar geriye bakmaya zorladı. işte ozaman gördüm.
(Uzunca bir sure konuşmadı. Titrediğini fark ettim. Ter içinde kalmıştı. Alnında çiy damlacıkları gibi parlıyordu.)
O taşların ortasında bir şey vardı. Ya tesadüfen yada bir tasarım sonucu oluşan dairenin tam ortasında. Tıpkı doğu tarafındaki gökyüzü gibi kara, otların rengi gibi yeşildi. Çok yavaşça dönüyordu, ama gözleri hep üstümdeyd. Gözleri vardı. Gözlerinin rengi hastalıklı bir pembeydi. Hala aklı başında olan yanım gördüğüm şeyin gökten gelen ışık olduğunun farkındaydım. O bir şey ışığı kullanıyordu. Bir şey günbatımını görme aracı olarak kullanıyordu ve gördüğü şeyde bendim.
(Yine ağlıyordu. Büyüyü bozarım korkusuyla ona mendil uzatmadım. Hoş, ona mendil uzatabileceğimden de emin değildim, çünkü sen de büyüsünün etkisi altındaydım. Anlattığı şeyler bir sanruydu, bir yanıyla o da bunun farkındaydı ama sanrı çok güçlüydü; güçlü sanrılar da bir hapşırıktaki mikroplar kadar çabuk bulaşırdı.)
Gerilemeye devam etmiş olmalıyım. Bunu yaptığımı hatırlamıyorum; hatırladığım tek şey dünyanın ötesindeki karanlıktan gelen korkunç bir canavarın kafasına bakmakta olduğumdu. Ve orada bunlardan bir tane varsa, belki başkaları da vardır, diye düşündüm. Sekiz kaya onları orada güçlükle hapsedebilirdi, ama sadece yedi kaya olursa, gerçeğin diğer yanındaki karanlığın içinden taşarak çıkarlar ve dünyayı istila ederlerdi. O anda anladığım kadarıyla, bu canavarların en ufağına bakıyordum. Anladığım kadarıyla, uzun burnundan diken gibi çıkan kıllarıyla pembe gözlü, bu ezilmiş yılan kafasına benzeyen şey daha sadece bir bebekti.
Ona baktığımı görmüştü.
Bu lanet şey bana sırıtıyordu, dişlerinin yerinde kafalar vardı. Cnalı insan kafaları.
O anda bir dal parçasına bastım. Kestane fişeği gibi bir ses çıkararak kırıldı ve felçi halim geçti. Kayaların ortasındaki şeyin, tıpkı bir yılanın bir kuşu hypnotize edişi gibi beni etkisi altına almış olma ihtimalini yok saymıyordum.
Dönüp koşmaya başladım. Mercek çantam devamlı bacağıma çarpıyordu ve her çarpışında uyan Uyan Kaç burden Kaç burden, diye bağırır gibiydi. Otomobilimin kapısını açınca, anahtarın kontak üstünde olduğunu hatırlatan zil öttü.
Motoru alıştırdım. Radyonun sesini sonuna dek açınca hoparlörlerden gök gürültüsü gibi rock müzik çalmaya başladı. The who grubuydu, bunu hatırlıyorum.
SOnra hatırladığım ilk şey 117 numaralı otoyolda olduğumdu. Oraya nasıl vardığımı, geri vitestemi, yoksa dönül yaparak mı gittiğimi bilmiyorum.
Artık daha fazla anlatabileceğimi sanmıyorum doktor, bu günlük bu kadar yeter.Çok yoruldum. -
33.
0updullah reservelerinizi alın bakalım
-
34.
0updulllah
-
35.
0updullllah
-
36.
0gece vardiyası okumalık
-
37.
0updulllah
-
38.
0gececi tayfa ccc updulllah
-
39.
0updullah
-
40.
0bir kez daha hep beraber updulllah
-
41.
0updullllah
-
42.
0updulllllah
-
43.
0updulllah bi göz atın yarın dewam edicem
-
44.
0updulllah
-
45.
0ıptrinkkkks
-
ccc rammstein ccc günaydın diler 13 04 2025
-
boşa allahi savunmayin burda
-
31lenmekten pipim erozyona uğradı
-
ciks mi ayak mı
-
kudus filistinli muselmanlarin tekelinde mi
-
dogururken mancik hayvan gibi genişliyor
-
beyaz erkek iticiligi
-
aileyle bir yere gitmek
-
size 10 milyon tl verecekler ama birr şartla
-
beyler piyangonun hangi numaralara denk
-
dini kullanip zengin olan tayfa
-
imci 4 kişiyle donmez
-
ben öyle inanılmaz yakışıklıyım ki
-
apoyu çıkarıyorlar galiba
-
etin kilosu 700e geldi
-
nedense bu adamın
-
atsizcilar toplanin
-
onun bunun evladı bakircan
-
cennet de cehennem de bu dünyada ve bizler
-
yemişinci nesilleri silin yaa
-
benim ciksi başlıklarıma eksi atanlar
-
sözlugun en nefret edilen yazarı kimdir
- / 1