evet beyler siz anarşist kardeşlerimin sanata daha yakın olması ve sözlükteki sadece am züt meme muhabbetlerinin yanında kendinizi geliştirebileceğiniz metinleri paylaşmayı bu saaattten sonra kendime görev biliyorum. neden mi burda ögreneceğiniz her bilgiyi yarın birgun bir amlının yanında kullanırsanız banko size verecektir. hepiniz soruyorsunuz karı nasıl tavlanır diye işte cevap bu beyler. bende yalan yok beni bilen bilir 4 yıllık üniversite hayatımda 52 tane hatunla beraber oldum. yalanına sokuyumcular için caps atardım ama ifşa etmek olmaz. evet paylaşımlarıma başlıyorum. bu yazı edebiyata konulan sansür üzerine
Halk Elden Gidiyor
Nicedir şu edebiyatı sansürleme olayı üstüne bir şey söyleyebileyim istiyorum. Fareler ve insanlar, Şeker Portakalı, Edip Cansever. Eğitim sisteminin dönüştürüldüğü, okullara serbest giyimin getirildiği, tabletle eğitimin tartışıldığı, bakanların yedek oyuncular gibi yer değiştirdiği bir rüzgârın yüzümüze çarptığı ayrıntılar. Hoş, ne okuyacağımızı Milli Eğitim belirleseydi şimdi hepimiz metrobüste Enis Behiç Koryürek tartışıyorduk.
Benim öğrenciliğimde edebiyat kitapları Behçet Necatigil’in “Solgun Bir Gül Oluyor Dokununca”sına kadar gelirdi. Nâzım Hikmet ve Necip Fâzıl yoktu, ikinci Yeni’nin esamesi okunmazdı. (Gerçi Oktay Rıfat da ikinci Yeni’yi sahipleniyor ama kitaptaki o şiirleri değildi.) Bizim lisede tedrisat Almanca olduğu için Brecht’ten, Döblin’den kısa kısa parçalar da okunmuştur, ama hepsi o kadar… Ne okuyacağımızı âşık olduğumuz kız, takıldığımız ışık evi, halk evi ya da ülkü ocağı, şansımız varsa ailemiz, şansımız yoksa Kemalettin Tuğcu belirlerdi. Zaten pratikte sansürsüz hiçbir şey yok gibiydi.
Edip Cansever’in şiirinde “bira” sözcüğünün geçtiği dizeleri çıkaran kafa meyhaneden çıkmayan Divan şiirini nasıl sansürledi acaba? Bir metinle karşılaştığımda ben de bu vurdumduymazlıkla hareket edebilmek isterdim. Üstünü çizdiklerimi artık hiçkimse okumayasın
* Sansürlemek istediğim o kadar çok şey var ki…
Örneğin, “bu topraklarda” ifadesi… Lafını hiçbir mantık çerçevesine oturtamayan, tek sığınağı “biz böyle gördük” olan yazarların çakma delikanlı kalıbı. “Bu topraklarda”ymış. Kalem kolaya kaçtı mı korkacaksın, basacaksın sansürü.
“80′lerde”, “90′larda çocuk olma” hikâyesi. Cidden taku çıktı. Bizim kimliğimizi inşa eden, salaş nostaljiden başka bir şey kalmadı mı? Kötü esprilere, yoz muhabbetlere köprü. Alayına sansür!
“Şeref” kepazeliğinden söz etmeli mi? “ispatlamıyorsan şerefsizsin!” diye başlayan polemikleri doğrudan Recyle Bin’e yollayalım. Son 10 yıldır ne kadar çok şeref lafı edildi.
Türkçe’de yeraltı edebiyatı. Ne denmek istediğini bile anlamıyorum. ABD’de Beş Hececiler gibi şey… Neyin altı? Neyin üstü? Sansür.
Olağanüstü bir yapıt ortaya konmadığı sürece Tarlabaşı, Dolapdere ve Taksim’i edebiyatımızdan önümüzdeki 25 yıl için, ya da en azından kentsel dönüşümün sonuna kadar sansürlemek istiyorum. Yani cidden böyle James Joyce zombi olup Oğuz Atay’ın beynini yer ve öyle bir şeyler yazarsa falan olsun.
Grinin bilmemkaç tonu, yatmadan önce bilmemkaç fırça darbesi gibi sayısal verilere dayalı erotik kitaplar da yok olsun, bitsin…
Fantastik tarihsel konuları, polisiye kurguyu ve “öteki”yi lütfen bir romanda son kez birleştirin ve başka yazılmasın. Bunun için Roman Öykü Üst Kurulu oluşturun. Kurtulalım.
Neyse yani galiba sansür üstüne edecek dişe dokunur bir sözüm yok. Elbette sansürlenmesin Edip Cansever’in şiiri. Fareler ve insanlar zorunlu ders olsun. Anaokulunda çocuklara Şeker Portakalı dağıtılsın. Ama bir dakika… Bütün bir sansür işlerinde, edebiyat sevgisizliğinde, yahu ne edebiyatı, bilgi/bilme sevgisizliğinde, felsefesizlikte en büyük pay kimin? Hükümetin mi? Öğretmenlerin mi? Edebiyatçıların mı? Hiçbirinin. Cevap aslında basit ama korkunç: Halkın. Evet, halk böyle istiyor, cidden aynen böyle istiyor. Yani böyle işte… Halk elden gidiyor.