-
1.
0●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬ஜ۩۞۩ஜ▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●
→→→→→→→↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓↓←←←←←
→→→→→→→adam gibi yazardır kendisi dokunan giberun.←←←←←←←
→→→→→→→↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑↑ ←←←←←
-
2.
0bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan. bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne tak varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı. sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu huur çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma. dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor a kegibmiş. zagor da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar a ; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, bini de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunlar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi huur. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor a, sonra komalık. ankara da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat. ama bu sefer başka güzel huur. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, nasıl? diye sormuş bulunduk. huurluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak... işte o gün bu günden beri bu huuryla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki bin! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. huur da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden. önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. naptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile. beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop ta oluyo bunnar. ben de döndüm istanbul a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır a, zagor un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır dayım. bi soruşturma. kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte.Tümünü Göster
-
3.
0adamın hası
-
4.
0──────▄▌▐▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▌
───▄▄██▌█ havuc sevmeyen tavsan bayrdıbınızı kutlar
▄▄▄▌▐██▌█ ░░░░░░░░░░░░░░░░░▐▐▐▐▐
███████▌█▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄▄
▀❍▀▀▀▀▀▀▀❍❍▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀❍❍▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀▀ -
5.
0nickini sevdim fantastik panpa
-
6.
0adam gibi adamdır panpam
-
7.
0(bkz: inci sözlük galatasaraylılar derneği)
üyemizdir. karışanı giberim
__________________190519051905
________________1905190519051905
______________1905___________1905
_____________1905______________1905
____________1905_______________1905
____________1905
_____________1905
______________1905190519051905
__________190519051905190519051905
_______ 1905''____1905___________1905
______1905__________ 1905________1905
____1905________________1905
__1905_____________________ 1905
_1905__________________________1905
1905_ 1905___________________190519051905
1905_ 1905_____________________190519051905
1905_ 1905_______________________1905__ 1905
.1905_ 1905_________1905__________1905_ 1905
_1905_ 1905______________________1905_ 1905
__1905_ 1905____________________ 1905_ 1905
___ 1905_ 1905_________________ 1905_ 1905
_____1905_ 1905_______________1905_ 1905
_______1905_190519051905190519051905
__________190519051905190519051905
_____________1905190519051905 -
8.
0[o.o]
/)__)
-"--"-
gececi team was here -
9.
0sözlüğün en kaslı ve sexy erkeği. aynı zamanda oldukça yardımsever.
-
10.
0neden böyle akilliyimTümünü Göster
neden biraz daha çok biliyorum? genellikle, neden böyle akıllıyım? sözde sorunlar üstüne hiç düşünmedim, –harcamadım kendimi. örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan geçmiş değil. neden “günahkâr” olmam gerektiğini anlayamadım bir türlü. bunun gibi, pişmanlık acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: kulağıma çalınanlara bakılırsa, pişmanlık acısı hiç de üzerinde durulmaya değer bir şey olmasa gerek... bir eylemi, iş işten geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü bitişini, sonuçlarını kural olarak değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru değerlendiremez olur kolayca. bana kalırsa, pişmanlık acısı bir çeşit “kemgöz”dür. başarıya varamayan bir şeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak, –bu daha bir uygundur benim töreme.– “tanrı”, “ruhun ölmezliği”, “kurtuluş”, “öte dünya”, daha çocukken bile ne dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, –belki de bunlar için yeterince çocuksu olmadım hiç? benim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; içgüdümden gelir düpedüz. biraz çokça meraklıyım ben, sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim: üstünkörü bir yanıt, bir kalabalıktır, –aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir bizlere: düşünmeyeceksiniz!... “insanlığın selâmeti” için o tanrıbilimci antikalıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka türlü ilgilendirir: beslenme sorunu. günlük uygulamada şu kılığa girer sorun: “sen sen olarak asıl beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin– uyanış çağında (renaissance) anlaşıldığı gibi, düzmece sofuluk katışmamış erdeminin doruğuna varabilesin?” benim bu konuda başımdan geçenler olabildiğince kötüdür; bu soruyu nasıl olup da böyle geç duyduğuma, görüp geçirdiklerimden nasıl böyle geç “uslandığıma” şaşıyorum. neden tam da bu bakımdan bir ermişe yakışırcasına geri kaldığımı, açıklarsa alman ekinimizin hepten işe yaramazlığı– “ülkücülüğü– açıklar biraz olsun. bu ekin hepten şüpheli amaçlar, o sözde “ülküler” –örneğin klagib etkin– ardından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırmayı öğretir, –sanki “klagib” ve “alman” kavramlarının uzlaşmazlığı daha baştan besbelli değilmiş gibi! dahası var, insanı güldürür de bu –hele bir “klagib eğitimden geçmiş” leipzig’li getirin gözünüzün önüne! –gerçekten, ta olgun çağıma dek kötü yemek yedim hep, törel deyimiyle “kişiliksiz”, “kendimi düşünmeden”, “özgeci” olarak, aşçıların ve öbür dindaşların yararına yemek yedim. schopenhauer’i yeni yeni incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da leipzig yemeklerini yemekle “yaşama istemi” mi iyiden iyiye yadsıyorum. yetersiz beslenip üstelik bir de mideyi bozmak... leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir başarıyla çözmüşlerdir sanırım. (duyduğuma göre, 1866 yılı birtakım değişmeler getirmiş bu alanda). ya genel olarak alman mutfağı, –onun kabahatleri sayılmakla biter mi hiç! yemeklerden önce çorba –16. yüzyıl venedik yemek kitaplarında bile alla tedesca dedikleri–, fazla pişmiş etler, yağlı, unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamur işleri! bunlara bir de yaşlı almanların –yalnız yaşlıların değil ya– o gerçekten hayvanca yemek üstüne içme alışkanlıklarını da katarsanız, alman düşüncesinin nereden çıktığını anlarsınız: bozuk bağırsaklardan... almanlarınkiyle –fransızlarınkiyle de– karşılaştırılınca bir çeşit “doğaya dönüş”, yani yamyamlığa dönüş olan ingiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim içgüdülerime; sanırım, hantallaştırır düşüncenin ayaklarını, –ingiliz kadınlarının ayakları gibi... en iyi mutfak piemonte’ninkidir. –alkollü içkiler dokunur bana; günde bir bardak şarap ya da bira yaşamı bana cehennem etmeye yeter, –benim karşıtlarımsa münih’te yaşıyor. bunu biraz geç kavradım, kabul; ama denemesini küçük yaştan beri yapmışımdır. daha çocukken, şarap içmenin de tütün gibi önceleri gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık olduğuna inanırdım. belki de bu sertçe yargıda naumburg şarabının da suçu vardır. şarabın keyif verdiğine inanmak için hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye inanmalıydım. işin şaşılacak yanı, az içkinin, bir de sert değilse, alabildiğine keyfimi kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi dayanıklı oluşumdur. daha çocukken göstermişimdir bu konuda yürekliliğimi. saygıdeğer schulpforta’da öğrenciyken kalemimde örneğim sallustius’un tokluğuna, yoğunluğuna erişme tutkusuyla, uzun latince ödevimi geceleyerek bir oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da latince’mi ağır çaplı birkaç grog’la sulamak, bütün bunlar saygıdeğer schulpforta’ya hiç yaraşmasa bile, hem benim bünyeme, hem de sallustius’unkine vız gelirdi. sonraları, orta yaşlılığıma doğru, her türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. ben et yememeyi de kendimde denemiş, sonra beni doğru yola getiren wagner gibi düşman kesilmiştim ona; ama düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem gene azdır. su ne güne duruyor. su almak için bol bol çeşmesi bulunan yerleri yeğ tutarım (nice, torino, sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. in vino veritas derler:
sanırım ki burada da “doğru” kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, –bende tin suların üzerinde dolanır... kurallarımdan birkaçını daha çıtlatayım: bol bir yemek az yemekten daha kolay sindirilir. iyi bir sindirimin ilk koşulu, midenin bütünüyle çalışmasıdır. midesinin büyüklüğünü bilmeli insan. gene bu yüzden, tabldotlarda yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o bitmek tükenmek bilmez yemeklerden sakınmalıdır. –aralarda hiçbir şey yememeli, kahve içmemeli: kahve kasvet verir. çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: gerekenden bir damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. herkesin kendine göre bir kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. sinir yıpratıcı bir iklimde çayla başlanması salık verilmez; bir saat öncesinden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. –bir kez daha söylemiştim, kutsal tine karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.–
yer ve iklim sorunu yakından bağlıdır beslenme sorununa. her yerde yaşamak kimsenin harcı değildir. bir kimseye bütün gücünü gerektiren büyük ödevler düşüyorsa, burada seçim alanı üstelik çok dardır. iklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaşmasına, hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim konusunda atılacak yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de: yüzünü bile görmez ödevin. hayvansal dirim gücü ondan hiç yetesiye büyük olmamıştır ki, insana “bunu yalnız ben yapabilirim” dedirten bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun... bir bağırsak tembelliği, küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık durumuna geldi mi, bir dehayı orta değerde biri, “almanımsı” bir şey yapmaya yeter; tek başına almanya iklimi bile, yiğitçe dayanacak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir. metabolizmanın hızı, düşünce ayaklarının çevikliğiyle doğru orantılıdır; bir tür metabolizmadır “düşünce”nin kendisi de. şimdiye dek kafalı insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hainliğin mutluluktan ayrılmaz sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan yana koyun: hepsinin eşsiz kuru bir havası vardır. paris, provanca, floransa, kudüs, atina, –bu adlar da kanıtlıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani metabolizma çabukluğuna, hiç durmadan ve çok büyük ölçüde erke bütünlemesi yapma olanağına bağlıdır. önümde örneği var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı biri, tek iklim konusunda içgüdü inceliği olmaması yüzünden dar kafalı bir uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı. hastalığım beni sağduyulu olmaya, gerçekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da bundan başka türlü olmazdı. şimdi iklim ve hava etkilerini, uzun bir alıştırma sonucu, kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin torino’dan milano’ya kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesinde değişikliği bedenimde ölçüyorum da, son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ürperiyor. -
11.
0neden böyle akilliyimTümünü Göster
neden biraz daha çok biliyorum? genellikle, neden böyle akıllıyım? sözde sorunlar üstüne hiç düşünmedim, –harcamadım kendimi. örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan geçmiş değil. neden “günahkâr” olmam gerektiğini anlayamadım bir türlü. bunun gibi, pişmanlık acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: kulağıma çalınanlara bakılırsa, pişmanlık acısı hiç de üzerinde durulmaya değer bir şey olmasa gerek... bir eylemi, iş işten geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü bitişini, sonuçlarını kural olarak değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru değerlendiremez olur kolayca. bana kalırsa, pişmanlık acısı bir çeşit “kemgöz”dür. başarıya varamayan bir şeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak, –bu daha bir uygundur benim töreme.– “tanrı”, “ruhun ölmezliği”, “kurtuluş”, “öte dünya”, daha çocukken bile ne dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, –belki de bunlar için yeterince çocuksu olmadım hiç? benim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; içgüdümden gelir düpedüz. biraz çokça meraklıyım ben, sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim: üstünkörü bir yanıt, bir kalabalıktır, –aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir bizlere: düşünmeyeceksiniz!... “insanlığın selâmeti” için o tanrıbilimci antikalıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka türlü ilgilendirir: beslenme sorunu. günlük uygulamada şu kılığa girer sorun: “sen sen olarak asıl beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin– uyanış çağında (renaissance) anlaşıldığı gibi, düzmece sofuluk katışmamış erdeminin doruğuna varabilesin?” benim bu konuda başımdan geçenler olabildiğince kötüdür; bu soruyu nasıl olup da böyle geç duyduğuma, görüp geçirdiklerimden nasıl böyle geç “uslandığıma” şaşıyorum. neden tam da bu bakımdan bir ermişe yakışırcasına geri kaldığımı, açıklarsa alman ekinimizin hepten işe yaramazlığı– “ülkücülüğü– açıklar biraz olsun. bu ekin hepten şüpheli amaçlar, o sözde “ülküler” –örneğin klagib etkin– ardından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırmayı öğretir, –sanki “klagib” ve “alman” kavramlarının uzlaşmazlığı daha baştan besbelli değilmiş gibi! dahası var, insanı güldürür de bu –hele bir “klagib eğitimden geçmiş” leipzig’li getirin gözünüzün önüne! –gerçekten, ta olgun çağıma dek kötü yemek yedim hep, törel deyimiyle “kişiliksiz”, “kendimi düşünmeden”, “özgeci” olarak, aşçıların ve öbür dindaşların yararına yemek yedim. schopenhauer’i yeni yeni incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da leipzig yemeklerini yemekle “yaşama istemi” mi iyiden iyiye yadsıyorum. yetersiz beslenip üstelik bir de mideyi bozmak... leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir başarıyla çözmüşlerdir sanırım. (duyduğuma göre, 1866 yılı birtakım değişmeler getirmiş bu alanda). ya genel olarak alman mutfağı, –onun kabahatleri sayılmakla biter mi hiç! yemeklerden önce çorba –16. yüzyıl venedik yemek kitaplarında bile alla tedesca dedikleri–, fazla pişmiş etler, yağlı, unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamur işleri! bunlara bir de yaşlı almanların –yalnız yaşlıların değil ya– o gerçekten hayvanca yemek üstüne içme alışkanlıklarını da katarsanız, alman düşüncesinin nereden çıktığını anlarsınız: bozuk bağırsaklardan... almanlarınkiyle –fransızlarınkiyle de– karşılaştırılınca bir çeşit “doğaya dönüş”, yani yamyamlığa dönüş olan ingiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim içgüdülerime; sanırım, hantallaştırır düşüncenin ayaklarını, –ingiliz kadınlarının ayakları gibi... en iyi mutfak piemonte’ninkidir. –alkollü içkiler dokunur bana; günde bir bardak şarap ya da bira yaşamı bana cehennem etmeye yeter, –benim karşıtlarımsa münih’te yaşıyor. bunu biraz geç kavradım, kabul; ama denemesini küçük yaştan beri yapmışımdır. daha çocukken, şarap içmenin de tütün gibi önceleri gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık olduğuna inanırdım. belki de bu sertçe yargıda naumburg şarabının da suçu vardır. şarabın keyif verdiğine inanmak için hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye inanmalıydım. işin şaşılacak yanı, az içkinin, bir de sert değilse, alabildiğine keyfimi kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi dayanıklı oluşumdur. daha çocukken göstermişimdir bu konuda yürekliliğimi. saygıdeğer schulpforta’da öğrenciyken kalemimde örneğim sallustius’un tokluğuna, yoğunluğuna erişme tutkusuyla, uzun latince ödevimi geceleyerek bir oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da latince’mi ağır çaplı birkaç grog’la sulamak, bütün bunlar saygıdeğer schulpforta’ya hiç yaraşmasa bile, hem benim bünyeme, hem de sallustius’unkine vız gelirdi. sonraları, orta yaşlılığıma doğru, her türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. ben et yememeyi de kendimde denemiş, sonra beni doğru yola getiren wagner gibi düşman kesilmiştim ona; ama düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem gene azdır. su ne güne duruyor. su almak için bol bol çeşmesi bulunan yerleri yeğ tutarım (nice, torino, sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. in vino veritas derler:
sanırım ki burada da “doğru” kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, –bende tin suların üzerinde dolanır... kurallarımdan birkaçını daha çıtlatayım: bol bir yemek az yemekten daha kolay sindirilir. iyi bir sindirimin ilk koşulu, midenin bütünüyle çalışmasıdır. midesinin büyüklüğünü bilmeli insan. gene bu yüzden, tabldotlarda yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o bitmek tükenmek bilmez yemeklerden sakınmalıdır. –aralarda hiçbir şey yememeli, kahve içmemeli: kahve kasvet verir. çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: gerekenden bir damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. herkesin kendine göre bir kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. sinir yıpratıcı bir iklimde çayla başlanması salık verilmez; bir saat öncesinden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. –bir kez daha söylemiştim, kutsal tine karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.–
yer ve iklim sorunu yakından bağlıdır beslenme sorununa. her yerde yaşamak kimsenin harcı değildir. bir kimseye bütün gücünü gerektiren büyük ödevler düşüyorsa, burada seçim alanı üstelik çok dardır. iklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaşmasına, hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim konusunda atılacak yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de: yüzünü bile görmez ödevin. hayvansal dirim gücü ondan hiç yetesiye büyük olmamıştır ki, insana “bunu yalnız ben yapabilirim” dedirten bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun... bir bağırsak tembelliği, küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık durumuna geldi mi, bir dehayı orta değerde biri, “almanımsı” bir şey yapmaya yeter; tek başına almanya iklimi bile, yiğitçe dayanacak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir. metabolizmanın hızı, düşünce ayaklarının çevikliğiyle doğru orantılıdır; bir tür metabolizmadır “düşünce”nin kendisi de. şimdiye dek kafalı insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hainliğin mutluluktan ayrılmaz sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan yana koyun: hepsinin eşsiz kuru bir havası vardır. paris, provanca, floransa, kudüs, atina, –bu adlar da kanıtlıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani metabolizma çabukluğuna, hiç durmadan ve çok büyük ölçüde erke bütünlemesi yapma olanağına bağlıdır. önümde örneği var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı biri, tek iklim konusunda içgüdü inceliği olmaması yüzünden dar kafalı bir uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı. hastalığım beni sağduyulu olmaya, gerçekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da bundan başka türlü olmazdı. şimdi iklim ve hava etkilerini, uzun bir alıştırma sonucu, kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin torino’dan milano’ya kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesinde değişikliği bedenimde ölçüyorum da, son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ürperiyor. -
12.
0[◕.◕]
/)__)
-"--"-
nickaltı partisi was here -
13.
0̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍Tümünü Göster
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍
̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍̍__________________ ♥ღϠ₡ღ♥__________________
♥ღϠ₡ღ♥kurban bayramın mübarek olsun panpa♥ღϠ₡ღ♥
__________________ ♥ღϠ₡ღ♥__________________ -
14.
0adamsın reizzz saolasın
-
15.
0▲ ▲
[o.o]
/)__)
-"--"-
ccc gececi tayfa was here ccc -
16.
0▲ ▲
[◕.◕]
/)__)
-"--"-
ccc gececi tayfa ccc -
17.
0ccc sabahı gören tayfa ccc
▲ ▲
[o.o]
/)__)
-"--"-