1. 26.
    0
    beyler uzun zamandı aklıma takılıyo bilgisi olan aydınlatsın.

    kutsal kitapta yazdığı üzere müslüman olarak ölmeyen herkes cehenneme gidecek. şimdi size sorum şu . ben mesela dağın başında bir

    yahudi köyünde doğdum diyelim. anam babam etrafımdaki herkes bana o dini daha çocuk yaşta enjekte ediyo. ben de kabul ediyorum haliyle

    başka dinlere yönelmek bi yana diğer dinleri sorgulamıyorum bile. müslümanların % kaçı açıp incili tevratı okudu bendeki de aynı

    mantık müslüman bir ailede doğan çocuk ve bu bahsettiğim şekilde doğan çocuğu göze alırsak. ortada bir adaletsizlik yok mu ?
    ···
  2. 27.
    +1 -2
    Değerli kardeşim :
    Her insan islam Fıtratı üzere doğar insanın fıtratında iman vardır. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlar.

    Her müslüman ortamda ya da müslüman ailede dünyaya gelenin mıutlaka müslüman olacağı garantisi olmadığı gibi, her gayr-i müslim ortamda ya da ailede doğanın da mutlaka kafir olacağı kesin değildir.

    Ayrıca Allah her insana doğruyu anlayacak akıl verdiği halde islamın kendisine ulaşmadığı insanlara azap etmeyeceğini bildiriyor. (isrâ Sûresi, 15)

    islamiyetten haberi olmak ya da olmamak durumuna göre insanın sorumluluğu vardır. Yani her müslüman olmayanın mutlaka cehenneme gideceği anldıbına gelmez. O halde islamiyetten haberi olmak ne demektir?

    islamiyetten haberi olmayanlara ya da yanlış anlatılanlara ehl-i fetret denilir.

    Fetret, kesinti, aralık, fasıla mânâlarında kullanılmaktadır. Dinî bir tabir olarak da, iki peygamber arasında geçen zaman için kullanılır.

    Buharı' de geçen bir hadis-i şerifte fetret için Hz. isa (a.s.) ile Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında geçen zaman kastedilir.1

    Bazı âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, islâmiyet’ten önce Arapların peygamberlerin gönderilmesi ile ilgili bilgileri oldukça zayıftı. Kur'ân'da, Arap müşriklerinin "Rabbimiz, peygamber göndermek dileseydi, şüphesiz ki, melek bir peygamber gönderirdi" dediklerini belirtmekte, 2 böylece onların peygamberlik hakkındaki, dolayısıyla hak dinlerle ilgili görüşlerinin ne derece zayıf olduğu ifade edilmektedir.

    Araplar her ne kadar Hz. ibrahim'i (a.s.) peygamber olarak bilmiş olsalar da, onun peygamberliğini yalnızca kendi zamanıyla sınırlı olduğunu kabul ediyorlardı. Hz. ibrahim ile Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında geçen üç bin senelik uzun bir süreden dolayı, ibrahim Aleyhisselâmın tebliğ etmiş olduğu Hanif dininin hükümlerini bilen pek yoktu.
    islâm âlimleri fetret ehlini üç kısımda inceler:

    1. Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini kendi aklı ve zekâsının yardımıyla düşünüp bulan ve bilen kimseler: Kus bin Sâide ve Cennetle müjdelenen Sahabilerden Said bin Zeyd'in babası Zeyd bin Amr gibi.

    2. Tevhid inancını bozup değiştirerek putperestliği kabul eden ve kendilerine göre din uydurup insanları kendi çevresinde toplayanlar: Araplar arasında putperestliği çıkaran Amr bin Luhay ve diğer müşrikler gibi.

    3. Ne mü'min, ne de müşrik herhangi müsbet veya batıl bir inanca sahip olmayıp bütün ömrünü gaflet içinde geçiren; akıl ve zihnini bu nevi meselelerle meşgul etmeyen kimseler. Cahiliye devrinde bu sınıfa giren insanlar da vardı.

    Bu üç sınıftan ikinciler putperest olduklarından Cehennemliktir. Üçüncü sınıfa girenler ise gerçek mânâda fetret ehli olduklarından bunlar Cehennem ehli olmayacaklardır. Çünkü, kendilerine hak ve hakikati tebliğ edecek bir peygamber gelmediği, küfrü gerektirecek bir halleri de olmadığından ehl-i necattırlar. Bu hususta bütün Ehl-i Sünnnet ittifak etmişlerdir.3

    Birinci sınıfta bahsedilen Kus bin Sâide ile Zeyd bin Amr ise binlerce insanın arasında Allah'ın varlık ve birliğine inananlar olduklarından, o zamanlar bir peygamber gelmediğinden herhangi bir peygamberin de ümmeti olmadıklarından ve ayrıca Peygamber Efendimize de yetişemediklerinden Cenab-ı Hak onları tek başlarına ayrı bir ümmet olarak haşredecektir. Yine ehl-i necattırlar, îmanları sayesinde ebedi hayatlarını kurtarmışlardır. Haşrolurken sadece "tek bir ümmet" olarak mahşer yerinde bulunacaklardır. Bunlar "müstesna" insanlardır Allah'ın lütuf ve ihsanına mazhar olacaklardır.

    Kus bin Sâide, Arapların çok tesirli konuşan bir hatibi, belagat dolu şiirler okuyan meşhur bir şairi idi. Cahiliye devrinde kurulan Sûk-ı Ukaz panayırına katılır, hitabetiy-le herkeste hayranlık bırakırdı.

    Kus bin Sâide'nin o devir Araplarmdan farklı olan en önemli yönü, Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğine, âhirete inanmış olması ve çeşitli vesilelerle islâm dininin geleceğini ve Peygamber Efendimizin peygamber olarak gönderileceğini haber vermesiydi.
    Yine Peygamberimize peygamberlik vazifesi verilmesinden birkaç sene önceydi. Adı geçen panayırda bir hitabette bulunmuş, Allah'ın varlık ve birliğinden, dünyanın fâniliğinden, ölümün hak olup ona hazırlıklı bulunmanın lüzumundan bahsetmiş, bir yerinde de şunları söylemişti:

    "Yemin ederim ki, Allah katında bir din vardır. Şimdi bulunduğumuz dinden daha sevgilidir. Allah'ın göndereceği bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi.

    "Ne mutlu o kimseye ki, ona îman eder, o da kendisine hidayet eyler. Yazıklar olsun ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!.."4

    Gariptir ki, Kus bin Sâide, geleceğini haber verdiği zâtın kendisini dinleyenler arasında bulunduğunun farkında değildi. Aradan çok bir zaman geçmeden Resul-i Ekrem Efendimize peygamberlik vazifesi verildi. Fakat Kus bin Sâide'ye, gelip Peygamberimizle görüşmek nasip olmadı. Çünkü, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Vefat ettiğinde de yaşı bir hayli ilerlemişti.

    Bir müddet sonra Kus bin Sâide'nin kabilesinden Cârud ismindeki zâtın başkanlığında bir heyet Peygamberimize geldiler, îman ettiler. Peygamberimiz onlardan Kus bin Sâide'yi tanıyıp tanımadıklarını sordu. Carud, kendisinin onun yolunda gidenlerden olduğunu ve çok iyi tanıdığını söyledi. Bu arada Peygamberimiz, Kus bin Sâide'nin Sük-ı Ukaz'daki hitabesinden bahsederek o sözlerin hâlâ hatırından çıkmadığını ifade etti. Heyetten bir zat da kalkarak Kus bin Sâde'nin bir şiirini okudu. Bu şiirde Kus bin Sâide, Harem-i Şerifte Haşimoğullarından "muhafazid" isimli bir zâtın peygamber olarak gönderileceğini açıkça söylüyordu.

    Onun istikametini takdir eden, muvahhid bir mü'min olduğunu beyan eden Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:

    "Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak Kus bin Sâide'yi ayrı bir ümmet olarak diriltip hasreder."5
    Bu zâtın "ayrı bir ümmet olarak hasredilmesi" meselesine gelince; bu husus hadis ve kelâm kitaplarındaki "fetret" bahislerinde izah edilmektedir. Hz. isa'dan Peygamberimize kadar geçen altı yüz sene içinde yaşayan insanlar fetret ehli sayılmaktadır. Çünkü, bu zaman zarfında hiçbir peygamber gelmediğinden, bu insanların îmânî durumları da farklı mütalâa edilmektedir.

    Fetret ehlinin ibadet ve dinî hükümlerle mükellef olmadığı muhakkaktır. Ancak Allah'a iman etmekle mükellef olup olmadığı hakkında Ehl-i Sünnetin itikadı birer mezhebi olan Mâturidî ve Eş'arî mezhepleri arasında ihtilaf vardır. imanı Maturîdî'ye göre, bu insanlar Cenab-ı Hakkın kendilerine verdiği aklı kullanıp, yer, gök ve içindekilere ibret nazarıyla bakıp Allah'ın varlığını idrak etmelidirler. Eş'arî'ye göre ise, fetret ehli Allah'a inanmakla mükellef değildir. Zira kendilerine bir peygamber gelmemiştir. Cenab-ı Hak "Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmiş değiliz"6 buyurmaktadır. Dolayısıyla, bunlara bir peygamber gelmediği için azaba müstahak değillerdir.

    Bediüzzaman da zikrettiğimiz âyet-i kerimeyi delil getirerek şöyle der: "Ehl-i fetret ehl-i necattırlar. Bil-ittifak teferruattaki hatîatlarından (hatalarından) muahazeleri yoktur. imamı Şafiî ve imam Eş'arîce küfre de girse, usûl-u imânîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi, ıttıla (bilmek) ile teklif (mesuliyet) tekarrur eder. Madem gaflet ve mürûr-u zaman (geçen zaman) enbiya-i sâlifenin (geçmiş peygamberlerin) dinlerini setretmiş (örtmüş); o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. itaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfi (gizli) kaldığı için hüccet (delil) olamaz"7

    Peygamberimizin (a.s.m.) gönderilmesinden sonra, davetini duymayanlarla ilgili olarak imam Gazalî'nin insanları üç sınıfta incelediğini görmekteyiz:

    1. Peygamberin (a.s.m.) davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamıştır. Bu sınıfa giren insanlar kesin olarak ehl-i necat olup Cennetliktir.

    2. Peygamberin (a.s.m.) davetini, gösterdiği mucizeleri ve güzel ahlâkını duymuş olmakla beraber îman etmemiştir. Bu sınıf kesin olarak azaba uğratılacaktır.
    3. Peygamberin (a.s.m.) ismini duydukları halde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden alâka duymamaktadırlar. Bunların da ehl-i necat olacaklarını, yani Cennete gireceklerini umarım.

    Âhir zamanda bir çeşit fetret devrinin yaşandığını belirten Bediüzzaman umumî harplerde ölen böyle birtakım masumların da ehl-i necat olacaklarına dikkati çekmektedir. Bediüzzaman'ın ifadesi aynen şöyledir:

    "Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i muhafazidiyeye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hz. isa'nın din-i hakikisi hükmedecek ve islâmiyet ile omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan Hz. isa'ya mensub Hıristiyanların çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadettir."8

    1. Buharı, Menakıbü'l-Ensar: 53.
    2. Fussilet Sûresi, 14.
    3. Tecrid-i Şarttı Tercemesi, 4:544.
    4.Kısas-ı Enbiya, 1:61-62.
    5. Tecrid-i Sarih Tercemesi, 4:544-545.
    6. isrâ Sûresi, 15.
    7. Mektııbat, 360-361.
    8. Kastamonu Lahikası, s. 77.
    Tümünü Göster
    ···