/i/Hikaye

Herkesin bir hikayesi var, ya senin hikayen nedir?
  1. 1.
    +2
    Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağbaşı kasabasında, bir demiryolu
    istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. istasyon binasına bitişik yanyana üç
    kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikaye satıcılığı
    yapıyorduk. işimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek
    uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız
    söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve
    sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikayeciler uyurduk.
    Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece
    yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu
    saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikayeciler) uyuyarak gece
    ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat
    nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru.
    Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu,
    bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak,
    kapamak.. bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık
    bedave hikayeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu
    zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikaye yazdığımız
    düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden
    sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşam üzeri ilham geliyordu ve gecenin geç
    saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu' sözüyle
    alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına
    çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle
    eleştiriyorduk onu: istasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar
    zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan
    memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak
    elle yazdığımız hikayeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize
    çekiyorduk. Hikayeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı
    bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç yahudiye
    veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç yahudiyi çok seviyordum.
    ···
  2. 2.
    +2
    Aqladım :'(
    ···
    1. 1.
      +1
      ağlama oku
      ···
      1. 1.
        0
        Okudum ve aqladım
        ···
  3. 3.
    0
    Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz
    de istasyon binası için ayrılan la,,alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir
    örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. istasyon
    şefi gülerek, "memur hikayeciler" diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez
    tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere
    parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından
    ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikayecilersiniz diyordu
    istasyon şefi bize. Aslında ben memeur ya da esnaf olarak nitelendirilmek
    istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki
    ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi
    iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcal bir durumda'
    olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı
    satmak için. Tabii genç yahudinin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek
    satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak
    çok malımız da yoktu. istasyon şefinin köhne daktilosunda her hikayeden ancak
    bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek
    alıcı bulamıyorduk. Hikayeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara
    müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler
    yazıyorduk ve bir iki günlük modası geömiş hikayeleri uzattığımız zaman
    yolcular yüzlerini buruşturarak, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?"
    diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve
    ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.
    ···
  4. 4.
    0
    orkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi
    kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakklandan utandığım
    için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura
    tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres
    bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
    utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi
    bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de
    var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu
    beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de
    sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak
    okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu
    nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep
    onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum.

    Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

    Demiryolu Hikayecileri, Oğuz Atay
    ···
  5. 5.
    0
    Bu, son yazdığım hikayelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikaye birikti.
    Hikayelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hhepsini
    yazmış olmayabilir. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı
    uyanıyor ve bu yeni hikayelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da
    şimdi ölmüş bulunan genç yahudinin sepetine- özenle yerleştiriyorum,
    demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon
    şefini nedense ortalarda göremiyorum. izinli olduğunu sanıyorum -çünkü
    yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde.
    Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse,
    bunlar önemsiz ayrıntılar.
    ···
  6. 6.
    0
    Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının
    gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç yahudi yoktu; bir süre önce
    ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki
    istasyon şefi, ben daha bu isteiğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün
    -bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında
    onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine
    geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun
    sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi
    bildirmek için.. neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç
    kadın bir süre önce gitmişti. Evet kulübesi boştu. Benim uzun hikayelerimden
    birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O
    günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikayelerim nedense hiç satmıyordu.
    Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum.
    Hikayelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok
    geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre
    önce- kendisine satmış olduğum hikaye hakkında ağır eleştirilerde bulundu.
    Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim.
    Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre
    önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi
    unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de
    çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum
    -bir süre sonra. istasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı
    söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa, pek alıcı bulamamakla
    birlikte, daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de
    dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu
    şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim
    bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikayelerimi de
    dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe
    daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü
    gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra
    tabii- istasyondan ayrılmıştı.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 7.
    0
    Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum.
    Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye
    yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez, kendime
    yeni bir hayat kuramazdım. istasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de
    gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden
    başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik.
    Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı.
    Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden
    koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum.
    ···
  8. 8.
    0
    Sonra, hikayelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının
    yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde
    önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin
    adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan
    adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. istasyon topluluğumuzda yıllardır
    birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. istasyonun adı
    bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti,
    unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her
    gün yazmak zorunda olduğum hikayelerin dışında kalan kelimeleri
    hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. istasyon
    şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç
    yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. istediklerini başıyla işaret ederek
    belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede
    alıştım.
    ···
  9. 9.
    0
    Düşücemin bulandığını seziyordum. istasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim
    gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık.
    Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine
    bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu
    zaman. Evet bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın
    dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler
    toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada bir çok şeyi
    hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi
    savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç yahudi
    bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde
    kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre,
    savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.
    ···
  10. 10.
    0
    içimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular,
    tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir
    müşteri kalabalığına yeni hikayeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe
    ağırlaşan genç yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. hangi tarafa
    yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da
    hikayelerine yardım etmek zorundaydım.
    ···
  11. 11.
    0
    Panpa tutmaz
    ···
  12. 12.
    0
    Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren
    uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş,
    başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikaye sepetlerimizi koluma taktım,
    uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla
    üzmitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi
    bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve
    rayların arasında sıkışıp kalmış kulubemde yazmış olduğum bir günlük
    hikayelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet genç
    kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken yahudinin evinin önünden
    geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç yahudinin de
    hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikaye satmaya çıkamıyordu;
    hikayelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikayelerini de
    ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz
    edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa
    hikayeler yazıyordu. istasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi
    hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını
    çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
    konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu.
    ···
  13. 13.
    0
    Üzüntüler içindeydim, üstelik aşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede
    oturan genç kadına aşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon
    memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı
    vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikayeleri
    ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim.
    Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı
    mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi
    değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun
    olarak hazırlanmı gazoz, saydam kağıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak
    istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden
    yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da,
    yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı-
    geceyarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
    bulmuştuk ve henüz yatklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden.
    Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. ikimiz -genç
    kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu
    kasabaya hangi rüzgar atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek
    satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı
    doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu.
    Kitap almak için büyük şehire gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar
    altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve
    garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize ktu
    gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza
    çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
    sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen
    gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine
    daha önce sattığımız hikayelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene
    gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikayeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş
    bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikayelerin dış sayfaları
    ıslanıyordu. Sonbahardı. ince ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde
    titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon
    yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikayeleri,
    paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 14.
    0
    istasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her
    hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir
    dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin
    toprakları içinde yazlıldıkları için 248. maddenin kapsdıbına giriyormuş bizim
    durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım:
    Bizim durumumuzu düzeltecek, bize deistasyon toprakları içinde şerefli bir yer
    verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her
    zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: istasyon şefi dolaplardan
    kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında Sağlığı Koruma
    Yasalarının uygulandığını ileri sürerdi.

    Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç yahudi gittikçe zayıflıyordu.
    Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu.
    Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon
    şefine: Bizi 248. maddenin kapsdıbına sokarak elimizdn hikayeleri neredeyse
    zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim
    istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu.
    Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.
    ···
  15. 15.
    0
    Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satşlar iyi gitmişse, yiyecek
    satıcılarına hikayelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı).
    Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna
    kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı.)
    Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden
    geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım
    okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek
    içini çekerdi. Olur böyle şeyler derdi elmacı da: insan neler görüyor
    yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayeler de yazmıştım.
    Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.
    ···
  16. 16.
    0
    Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca,
    sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün
    aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara
    perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara
    sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa
    hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst
    incelemden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları
    vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis
    ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı.
    Ülkede taze olarak hikaye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de
    duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
    var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir
    kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına bşrkaç kuruş vererek yolcuları
    bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava
    birer hikaye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden
    düşme satıyorlardı). Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı.
    Bunlardan bazılarıylailişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri
    için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi
    yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için
    çok acıkıyorduk. Hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor,
    geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın
    istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının
    verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle
    birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
    sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her
    zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız
    hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece
    sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son
    kopyalardan olmak şartıyla: ince kağıttan olduğu için sigara sarıyordu
    hikayelerimize.
    ···
  17. 17.
    0
    Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde
    durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu
    isatsyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta, üçüncü perona (bunlara `peron'
    denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden
    öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada
    uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önceyük vagonlarına çarpıyorduk
    telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece
    karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi
    aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır
    sepetler içinde tomarlar halinde duran hikayelerimiz, hemen satılmıyordu. Her
    yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir
    göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri
    için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.
    ···
  18. 18.
    0
    Ben o sıralarda aşk hikayeleri yazmaya başlamıştım. istasyon şefi,
    dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun
    bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma
    kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim,
    istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın
    diye. istasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman
    küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri
    sürerek sadece bu konuda hikaye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek
    veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş
    yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya
    çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaçmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar
    altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak
    için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit
    ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç
    kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.
    ···
  19. 19.
    -3
    Demiryolunda anani gibtim
    ···