0
bir süredir kafamda dönüyor bu kavram.
ölümle beraber en ciddi fenomenlerden biri aslına bakarsanız. ölüm kadar olmasa da üzerinde düşünmekten sıklıkla kaçınılıyor. cevap bulmak konusunda ciddi bilimsel çabalar olmasına rağmen günümüzün bilimi dahi yeterince tatmin edici cevaplara ulaşmış değil. çoğunuzun bildiği gibi canlılıkla ilgili yapılmış en eski ve güçlü deney miller-urey deneyidir. gerçi ben burada güçlü dedim ancak bu subjektif bir yargıdır. miller-urey deneyi hakkında çok yönlü pek çok tartışma halen sürmekte.
çok daha derinlemesine konuyu işleyecek teknik yeterliliğim olmasına rağmen bu yazıyı felsefi bir sonuca bağlamak istediğimden ve anlattığım olgu bilimsel geçmişi olmayan geniş kesimlerce de anlaşılsın istediğimden bazı subjektif yargılara da sıklıkla yer vereceğim o nedenle bilim jargonu sevdalısı arkadaşlarımdan şimdiden af diliyorum. bu miller-urey deneyi erken/genç dünya şartlarında inorganik maddelerden, organik maddelerin oluşup oluşamayacağını gözlemlemeyi amaçlayan bir deney. sonuçta yapılan güncel deneyler de göstermiş ki 22 farklı aminoasit (yani canlılığın oluşması için yeterli aminoasit) bu deney ortamında yani dünyada oluşabilmektedir. bunların birleşerek günümüzde veya 570.000.000 yıl önceki karmaşık yaşam formlarını oluşturmasıyla ilgili deneyler halen sürmektedir. bilim kümülatif bir yapıda çok yavaş ilerlediğinden gerçeklerin öğrenilmesi belki binlerce yıl daha mümkün olmayacaktır.
tüm bunları canlı olmanın mekaniği ile ilgili bir fikir edinmeniz için anlattım. asıl mesele canlı oluşun gizemiyle romantik bir sonuca varmak değil elbette. canlı olmanın canlı olan her varlığın ortak bir değeri olmasıyla ilgili. yani insanlık canlılığın kıymetini günümüzde olduğu gibi romantik, yüzeysel ele almaya devam ederse benim anladığım anlamda modern bir yaşam asla mümkün olmayacaktır. modern toplumların ihtiyacı olan şey köktenci, doğanın kimyasına uygun, ona paralel kurallar oluşturabilecek bilinçler yetiştirmektir.
şu anda sahip olduğumuz tüm yönetim sistemleri tüketici vahşi ve vandal. çünkü doğaya saygıları yok. çünkü doğayı çimen, ağaç, çiçek, bulut sanıyorlar. var oluşumuzu destekleyen sistemlerin ve ona can damarımızdan bağlı olduğumuz gerçeğinin yeterli ciddiyette ele alınmaması bizi mutlak çöküşe zütürecektir. 14.000.000.000 yıllık evrenin akışına zıt davranarak nereye varmaya çalışılıyor anlamak mümkün değil. elbette böyle soyut konuşmaya devam edip canınız daha fazla sıkmayacağım. bana bu satırları yazdıran somut örnekler mevcut. biz insanlar canlı olmayı içimize sindirmiş değiliz. biz modernite adı altında hayvanlığımızdan, canlılığımzıdan koparılmış bilinçleriz. o canlılık ki sahip olduğumuzdan haberdar olduğumuz en gerçek değer.
örneğin anayasamız canlı olmanın kıymeti üzerinde yeterli bilince sahip olmayan bireyler tarafından yazıldığından bir insana canlı demek hakaret suçudur. nedeni de çok yaralayıcı bana sorarsanız. bir kişiye canlı demek insanın insan olma vasfını küçümsemek, aşağılamak olarak görülüyor. insanın canlı olmasına yabancılaşmasının nadide bir sonucu. kendimizi doğadan evrenden üstün görmemizin acınası bir sonucu.
ikinci bir örnek ise çok daha yaygın bir körlüğün sonucu. saygı duyduğumuz, korumaya çalıştığımız, sevdiğimiz hayvanlar ile gün yüzüne çıkıyor bu bilinçsizlik. sadece empati kurabildiğimiz canlıları canlı olarak görüp onlara saygı gösterirken, kalanını yok saymaya hatta onları yok etmeye eğilimliyiz. daha da açmak gerekirse kediyi, köpeği, fili, ördeği canlı olarak sınıflandırırken, çimeni, bakteriyi, amipi, toz akarlarını, eklembacaklıların çoğunu, bizim derimizde yaşayan bizimle mutual bir ilişkisi olan miteleri kurtulmamız gereken inorganik pislikler olarak sınıflandırıyoruz. bize zarar vermesine de gerek yok. sadece empati kuramadığımız için varlıklarına saygı duymadığımız milyarlarca canlıyla paylaştığımız bu dünya bizden çok onlarla anlaşma içerisinde. kaldı ki tek bir bakteride var olan canlılık mucizesi her ne ise bizim de sahip olduğumuz odur. evren için bizim bir bakteriden kıymetli olduğumuz yolunda tek bir done mevcut değil.
kıçımızı yırtarak koruduğumuz hayat ne kadar kıymetliyse okyanusun derinlerinde süzülen tek hücreli bir algin hayatı da o derece kıymetli ve saygı duymaya değer. daha da ötesi şu ki onlar bizden çok daha adil, mantıklı ve evrenle uyumlu. çünkü onlar var olmanın tek başına sonsuz bir haz verebileceğinin farkında. sahip olmaları gereken her şey daha ilk var oldukları anda özlerinde. aynı bizde olduğu gibi.
daha önce de belirttiğim üzere bizler hayvanlığımızdan utanırken bilim yani bilgi bizi virüslerle benzer bir yaşam çemberi içinde değerlendiriyor. bizler yaşamlarımızı başka canlıların ölümlerinden elde ediyoruz. bizler her an çevremizdeki canlıların yaşamlarını içerek hayatta kalıyoruz. bir patatesin elleri kolları olsa, gözleri dudakları olsa ve ölürken bas bas bağırsa eminim çoğumuz evinde bir patates beslerdi. vejetaryenler patates yemezlerdi. ama yiyorlar çünkü onunla empati kuramıyorlar. öte yandan tavuk çiftliklerindeki vahşi ortam gün yüzüne çıkınca onunla kendimizi özdeşleştirebildiğimizden eylemler yapılıyor, çığlıklar atılıyor.
bu kadar da olmaz diyoruz!
ama oluyor sayın okur.
yaşadığımız her saniye milyarlarca canlıyı yok ediyoruz. her nefeste akciğerlerimize dolan milyonlarca bakteri kanımızdaki akyuvarlarca öldürülüyor. ve her bir bakteri evimizde beslediğimiz kediler köpekler kadar canlı. bizim kadar canlı ve yaşamayı hak ediyor. hatta bizden daha çok hak ediyor. canlılığı boyutlarla, bildiğimiz canlılarla algılamaya çalışarak çok yanlış yapmaktayız. bilincimizi doğadan, asıl kıymetli olan canlılığın özünden uzaklaştırarak çok yanlış yapmaktayız. sırf bu nedenle bir gün bu evren bizi sırtından söküp atacak sevgili canlılar. çünkü biz bize hayatı bağışlayan tüm diğer canlıları gereken ciddiyette tanımıyoruz. çünkü biz evrenin bir köşesinde savrulan bir gezegende kendimizi bir tak sanarak yaşamakla çok meşgulüz.
Tümünü Göster