1. 1.
    +4 -1
    akşam saat 19.00 gibi telefon çalar ve açarsın.
    - merhaba oğlum, nasılsın?
    - iyiyim baba. ya siz? (evet resmiyiz)
    - ben akşam yemeğe gelmeyeceğim, beklemeyin, siz yiyin.
    - olur baba.
    - hadi görüşürüz sonra.
    - peki baba, iyi akşamlar, kolay gelsin.

    bu kısa konuşmadan sonra telefon kapatılır, anneme "babam yemeğe gelmeyecekmiş" derim. annem "sofrayı hazırlayalım, biz yiyelim" der.

    şimdi tam olarak doğru hatırlayıp hatırlamadığıma emin olamadığım bu konuşmanın - babamın tabiriyle telsizci konuşmalarımızdan biri: “evet”, “hayır”, “peki”, “olur” kısa ve resmi görev ifa eder gibi- son konuşmamız olacağını nereden bilebilirdim ki...

    aradan yarım saat geçer geçmez telefon tekrar çalar, yine ben açarım.
    babamın yanında çalışanlardan biri:
    - babanız fenalaştı, hastaneye kaldırıldı
    - ne oldu, ne zaman, hangi hastane
    - haseki'ye* zütürdüler
    - peki geliyoruz hemen
    annem telaşla bakmaktadır.
    - babam, fenalaşmış, hastaneye zütürmüşler
    - ne, ne olmuş, yoksa... ?
    - başka bir şey demediler hemen çıkalım.

    aceleyle taksi çağrılır. takside anneme, "belki de çok mühim değildir, bir gidelim öğrenelim de" gibisinden yatıştırma cümleleri gevelenir. kafada binbir düşünce "ya bir şey olduysa, ya olursa?" o an fark ederim ki "biz ne yapacağız, ne yaparız?" düşüncesi ağırlıktadır aslında. bencilliğimden, korkaklığımdan, kendimden utanır düşüncelerimi savuşturmaya çalışırım.
    hastaneye vardığımızda çalışanlarımızdan birini görürüz. bize "iyiydi bir anda kötüleşti, konuşamıyordu, bayıldı hemen aldık getirdik" der. o sırada sedye ile önümüzden geçirirler "baba" derim, gözleri açık ama tepkisizdir. doktorlar beyinde sorun olduğunu, bilincinin açık olmadığını, beyin kanaması olabileceğini söylerler. annem panikler ama diğer yandan güçlü olmaya çalışır. çok sevdiğimiz, güvendiğimiz ve babamın da bir şey olduğu zaman ilk ona gittiği/ danıştığı bir cerrah akrabamızı arayıp, onu mutlaka çağıralım der. hemen onu çağırtırız ve gelir, doktorlarıyla konuşup, durumuna bakar, o sırada yapılan tetkiklerden beyin kanaması olduğu kesinleşir ve acilen ameliyat alınması gerektiğini öğreniriz. annem doktor akrabamıza bir kez daha sorar sanki o farklı bir şey yapacakmış/ diyecekmiş gibi ve o da aynı şeyi söyler. çaresizce ve korkuyla karışık bir sesle "peki" der. gece ameliyata alınır, ameliyat uzun sürer, ellerinden geleni yaptıklarını, bekleneceğini söylerler ve koma durumu devam eder. yoğun bakımdadır, hemen hemen her gün hastaneye gidilmekte fakat hiçbir gelişme olmamaktadır. günlerce beklenir, hastaneye gidip odanın dışından bakıp gelmekten başka elden gelen bir şey yoktur. bu hastaneye gitmeler o kadar sıkar ki içimi, bazen işi bahane edip gitmem ya da gittiğimde çok az kalırım, odaya girmeye izin verdiklerinde bile içeri istemeye istemeye girerim, düpedüz kaçarım bir şeylerden, kendimden...

    tam kırk gün olmuştur ve durumunda hiçbir değişiklik yoktur. bir cumartesi günü ziyaret saatinde yine annem, kardeşim ve ben hastaneye gideriz. odanın kapısı aralıktır ve babamın olması gereken yatak boştur. hemen odanın diğer yataklarına hızla göz atarım ama yoktur. bilirsin evet o an bilirsin işte... anneme dönüp “babamın yatağı boş” derim. annem, yüzüme bakar, gözlerinde o geceki korku... hemşireye sorarım “doktor bey sizinle görüşecek” der. bizi başka bir odaya alır. genç bir doktor gelir. “ailesi misiniz” der? “evet” deriz. tıbbi bir şeyler söyler, açıklamalar yapar, “maalesef kaybettik” der. buz gibi, kaskatı kesilirim. dünya o an durmuştur sanki, benim de hisslerim yok olmuştur o anda. “siz elinizden geleni yaptınız, teşekkür ederiz” diyip duygusuzca çıkarım odadan. annem ağlamaktadır, kardeşim, ben şaşkın ve allak bullağızdır, konuşacak söylenecek bir tek sözcük bile yoktur. dünya koskocaman olmuş ve bizler karşısında küçülüp kalmışızdır. önceliğimiz annemi eve zütürmektir. eve gelip, evdekilere haberi veririz. sonrasında ise diğer yakınlara haber vermek gerekmektedir. akraba/ tanıdık/ eş/ dost/ arkadaşları ararım. haberi alanlarda bir suskunluk olur, bazen hıçkırıklar duyulur... kısa bir süre sonra ev dolup taşar. ertesi gün defnedilecektir. mezarlığa gitmeden once çok yakın bir aile dostumuz alıp bizi hastanenin morguna zütürür çocukları son kez görsün diye. morga gireriz buz gibi bir odadır, tıpkı duygularım gibi. yüzünü açarlar, hayır o babam değildir işte, hiç ona benzememektedir. sonrası bilinen prosedürlerdir… olanlar gerçek değil, bir filmmiş gibi tepkisizce bakarım tüm olup bitene.
    doğru dürüst ağlayamam, düğümlenip kalır bir şeyler içimde.

    aradan tam bir yıl sonra- rahatsızlandığı günün tarihinde- gece rüyamda babamı görürüm, eve gelmiş, odalarımıza tek tek girip, konuşmadan bize bakmaktadır. “iyi misiniz?” dercesine. babam gelmiş” diyip, annemi, kardeşimi uyandırmak isterim. “baba, baba” diye seslenip, konuşmaya çalışırım ama sesim çıkmaz, duyulmaz ve babam gider. hıçkırarak uyanır, o güne değin hiç ağlamadığım kadar ağlarım.

    şimdi geriye dönüp baktığım zaman, bir çok anı o kadar silik ki, sanki hiç yaşanmamış, var olmamış gibi. birlikte geçirdiğimiz onca zaman, anı nereye saklandı bilemiyorum/ bulamıyorum... o yaşadığımız 21 yıl nerede? yok!. ne yaşarsan yaşa, ne dersen de mutlaka yarım kalmış bir şeyler, peşini bir türlü bırakmayan bu yüzden aklına pek getirmek istemediğin keşkeler...

    hiç dolmayacak bir boşluk, hatta eziklik hissi. hayata karşı rövanşı olmayan bir yenilgi... (ocak/1994’ten beri değişmeyen)
    Tümünü Göster
    ···
  2. 2.
    +1
    özet geçemedim bağışlayın
    ···
  3. 3.
    0
    sağolun panpalar
    ···
  4. 4.
    0
    sağolun panpalar
    ···